SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Tanımı ve kapsamı açısından İŞÇİ SINIFI           (gösterim sayısı: 4.425)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
bedrettin
[ ..... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 30.08.2013
İleti Sayısı: 907
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: bedrettin
Konu Tarihi: 19.03.2014- 18:59


Tanımı ve kapsamı açısından İŞÇİ SINIFI


Bu yazıda bizim yapacağımız, bir sınıf tanımı yapmak ve bu tanım üzerinden kendi savunduğumuz siyasallığı ifade etmektir. Bu noktada ulaşacağımız sınıf tanımı, dünya ve ülke genelinde bir sınıf haritası oluşturmak açısından anahtar görev üstlenecektir.

HACI YILDIZ

Ütopik sosyalizmle, bilimsel sosyalizm arasındaki farkı ikincinin bilimsel yönteme, birinciye göre daha yakın olması şeklinde algılamak bizi önemli bir sorunla karşı karşıya getirecektir. Çünkü birinci akıma mensup olanlar da en az ikinciler kadar bilimle ilgilidirler. Hatta bilim ve felsefe ile o kadar ilgilidirler ki, maddi güçleri ortaya çıkmadan, özgürlükçü düşüncelerini, eşitlikçi bir toplum hayallerini formüle edebilmişlerdir. Ne zaman ki bu özgürlükçü ve eşitlikçi toplumun taşıyıcısı olabilecek ve bu topluma gerçekten ihtiyaç duyan bir sınıf doğar, işte artık o zaman, ütopiklerin hayal ettikleri toplumun imkanları, taşıyıcı maddi gücü ile buluşma fırsatı bulur. Ve artık sosyalizm, bilimin ona sunduğu avantajları da kullanarak hayal olmaktan çıkıp maddi bir güç olma yoluna girer.

Egemenlerin, o tarihten bu yana üzerinde en çok kafa yordukları, bu mezar kazıcıları, 1848 devrimlerinden Paris Komünü’ne, Ekim Devrimi’nden bu güne, siyaset sahnesinden hiç eksik olmadılar. Oysa ağırlıklı olarak son yirmi yıldır, ‘sanayi toplumunun ürünü olarak görülen proletaryanın, kapitalizmin ürünü olan bilimsel teknolojik devrimle birlikte öneminin kalmadığı ve işgücünün bir üretici güç olarak artık içine girilen dönemle beraber, sanayi toplumunda oynadığı rolü yitirdiğini’ söyleyen tezler ileri sürülmeye başlandı. Ülkemizde de son yirmi yıla damgasını vuran bu tezler, tesadüf eseri ileri sürülen tezler değildi. Bu tezlerin bir bölümü, bizzat egemenlerin cephesinden manipüle edilen ve işçi sınıfının ve onun mücadelesinin; bu mücadele içinde kendini taraf görenlerin cephesini bulandırmak amaçlı olup, diğer bir bölümü ise, bütün iyi niyetlerine rağmen bu manipülasyonların etkisinde kalmış kafalar ve kalemler tarafından oluşturulmuştur. Buradan kuşkusuz marksist teorinin bu konuda bir tamamlanmışlığa sahip olduğu ve hiçbir sorun taşımadığı gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Kapital’in özel olarak sınıflar konusunda birkaç cümle ile son bulması, her ne kadar bu konuda bir teorinin olmadığı şeklinde yorumlanıyorsa da bu yanlış bir yorumdur. Esas olarak bütün bir Kapital’ler, Artıkdeğer Teorileri, Grundrisse, bir sınıf teorisi esas alınarak, sınıflar mücadelesinin teorisi olmak kaygısı ile kaleme alınmış eserlerdir ve bu gözle okunduğunda, hiç de karışık olmayan bir formüle ulaşmak mümkün olmaktadır.

En uç noktada, işgücünün yerini bir üretim faktörü olarak bilginin aldığını ve bilginin de tüketildikçe artan bir şey olarak, işgücünün tam tersi bir karaktere sahip olduğunu ileri süren bu tezler, mantıki sonucuna vardığında ‘kar oranlarının azalması eğilimi’nin ortadan kalktığını söylemiş oluyor. Bu durumda kapitalizm kriz sorununu ilelebet çözmüş, var olagelmekte olan krizler ise kötü yönetimlerin sonucu olarak görülmektedir. Bu görüşe göre biraz daha akılcılık, ahlak ve paylaşımla, varolan bütün sorunların çözümünün önünde hiçbir engel kalmayacaktır. Küreselleşmeci ideolojinin etkisi ile, yine bu olguyu, mevsimlerin birbirini takip etmesi kadar doğal karşılamak gerektiğini savunan bu anlayışa göre, sanayi toplumu sona ermiş ve bilgi çağına girilmiştir. Varolan bütün sorunlar bu gerçeğin kabul edilmeyip siyasal sistemin ve temsil mekanizmalarının eskisi gibi devam etmesinden kaynaklanmaktadır. Değiştirilmesi gereken sanayi toplumlarının siyasal sistemi ve kurumlarıdır. Aslında bir sınıf olarak işçi sınıfı da yoktur. Sadece nitelikli işgücü vardır ve bunların da çıkarı üretken sermaye ile ortaktır. Balibar’ın,

“..Bugünkü ‘kriz’ sınıf mücadelesinin belirlenmiş pratiklerinin ve temsil biçimlerinin krizidir.” (E. Balibar, “Sınıf Mücadelesinden Sınıfsız Mücadeleye mi?”, Irk, Ulus Sınıf - Belirsiz Kimlikler, s. 224)

yaklaşımıyla da büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu görüşe başka bir çalışmada geliştirilen yanıtı aktarmakta yarar var.

“... Bugün, ‘yeni sol’ teorisyenlerin de eşlik ettiği bütün burjuva teorisyenler, ‘bilgi’ artık üretim araçlarının kendisidir veya yerine geçmiştir demektedirler. Artık bu söyleme başka bir noktadan baktığımızda haklı olarak şu sonucu çıkarmamız mümkündür; o zaman gerçekte işçinin kendi emeğiyle üretime katılmasının zorunluluğu ortadan kalkmıştır! Peki ama bu söylem içinde olanlar kendi kurdukları sistemin kuyusunu kazmış olmuyorlar mı? O halde insanlığa kapitalizmi örnek göstererek hangi yüzle ‘demokrasi ve refah’ önerebiliyorlar. Bu noktada ortak bir yanıtımız var; evet diyoruz, küresel kapitalizm hızla canlı emeğin yerine makineyi aktararak üretime katılma zorunluluğunu giderek azaltıyor. Eğilimi bu yönde. Ama biz teorimizi sonuca ulaştırıyoruz; kapitalizm bu noktaya hızla gidiyor, ama bu noktaya geldiği zaman zaten kapitalizm olmaktan çıkmış olacaktır.” (Hasan Oğuz, İşçi Sınıfının Anatomisi, s. 372)

Bu anlayışın[1] Türkiye’de temsilcileri var. Bu anlayışa sahip olanlar, dünyaya uzaktan, sınıfların dışından bakıp, sorunu tamamen temsil sorununa indirmektedirler. Sorunu siyasal temsil olarak algılayanların en sağ formülasyonunu ifade edebilmiş bu anlayışa karşılık, ‘devrimci’ olmak-kalmak merkezli olgulara yaklaşıp, benzer siyasal sonuçları çıkaranlar da vardır. Bu konuda bir diğer örneği ise, devrimci duruşa önem verdiğini söyleyen ve bunu da sınıfı gereğinden fazla önemseyenlere çatarak yapan Teori ve Politika dergisi temsil etmeye adaydır. Balibar’dan aktarma yaparak katıldıkları,

“O, ‘sınıfları’ kaybetmekle aslında hiçbir şey kaybetmedik. Bugünkü ‘kriz’, sınıf mücadelesinin belirlenmiş pratiklerinin ve temsil biçimlerinin krizidir.” (Ali Osman Alayoğlu, “Barbarlar ve Asiler”, Teori ve Politika 26, s. 58)

tezi, mantıki sonucuna, aynı derginin bir başka kaleminde ulaşmış.

“Bu durumda, pratik-politik devrimcilik bir tutamak noktası olmak bakımından önem kazanmaktadır. Konjonktürel bakımdan, eylemlerin öznelerinin devlet karşısında aldıkları konumları dikkate almadan üretim ilişkileri içindeki yerlerine bakarak onlardan uzak duran dar-marksistlerdense, işçi sınıfının dışında, fakat devletle çatışan dinamiklerin sahiplenilmesine imkan bulmak açısından post-marksistler daha uygun bir konumda bulunuyorlar. Ancak bunun, belirli bir andaki devrimci politik eyleyişe cevaz vermesi açısından söz konusu olduğu unutulmamalı.” (Zafer Parmaksız, ‘Emperyalizm ve Küreselleşmecilik’ age., s. 105)

Diğer yanda başka bir teze göre ise işçi sınıfını, doğrudan artıkdeğer üretiminde yer alan işçiler oluşturmaktadır ve bu nedenle de işçi sınıfı azınlıktır. Toplum nüfusunun azınlığını oluşturduğu düşünülen (Poulantzas) sınıfın tek başına iktidarı, olanaklı olmayan bir hedeftir ve yanlıştır. Yapılması gereken sınıfın içinde yer aldığı bir halk ittifakı ile iktidara gelmektir. Üretim ilişkileri içindeki rolü, üretilmiş artıkdeğerin dağılımını sağlamak olan üretken olmayan emek, Poulantzas’a göre, işçi sınıfının dışındadır. İdari emeği, üretim sürecindeki eşgüdüm faaliyeti nedeniyle üretken sayan ama,

“sosyal işbölümü içinde sermayenin işçi üzerindeki egemenliğini temsil etmesinden ve iki sınıf arasındaki siyasal ilişkinin yeniden üretimini üstlenmesinden ötürü (siyasal ölçüt) işçi sınıfının kapsamı dışında” (Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, s. 203)

sayan Poulantzas, nesnel sınıf konumu ile, siyasal mücadele üzerinden kurulmasını öngördüğü sınıf bilinci (öznel konum) arasında nasıl bir sınır çizeceğini karıştırmaktadır. Poulantzas’ta anlatılan şey, bir sınıf tanımı üzerinden giderek, sınıfın marksist bakışla tarihsel görevleri karşısında yetersiz kaldığı ve parçalandığı; sanayi proletaryası diyebileceğimiz ve üretken emekle tanımlanan ve giderek daralan bir yapıdan ibaret olduğu ve bunun ise bir devrimci dönüşüm içinde öznelerden sadece biri olabileceğidir. Bu durumda işçi sınıfının içinde yer alacağı bir halk ittifakı ile bir demokratik devrim yapılabilir. Laclau ve Mouffe’un söylediği ise, Poulantzas’ın söylediğini çok daha ileri götürüp, aslında siyasal düzeyde kurulmadıkça bir sınıf çıkarının ve bir sınıfın olamayacağı; söylem yoluyla kurulmadıkça hiç bir toplumsal kimliğin oluşmayacağı, işçi sınıfı ile sosyalizm arasında hiç bir ilişkinin bulunmadığına kadar gitmektedir. Bu sınıf tanımının leninist demokratik devrim anlayışı karşısında sürekli tekrarlanan ve onunla taban tabana zıt ama sözel olarak aynı olan bir ‘demokratik devrim’ saplantısı içinde olacağı hemen çıkarsanabilir. Söylem yoluyla oluşturulacak ve sosyalizmi hedeflemesi düşünülen toplumsal öznelerin ittifakı ile geliştirilmesi gereken demokratik devrimi savunan bu anlayışa göre,

“...Bizzat anti-kapitalist mücadelenin derinleşebilmesi demokratik devrimin genişlemesine bağlıdır.” (Aktaran Zafer Parmaksız, Teori ve Politika, ags., s. 104)

Yazının başında verdiğimiz iki uç örnek, sınıf tanımlarını baz alarak iki farklı siyasallığa çıkmaktadır. Sınıfa yönelik her tanımlama bu türden bir siyasallığa karşı gelmek zorundadır.

Bu yazıda ise bizim yapacağımız, bir sınıf tanımı yapmak ve bu tanım üzerinden kendi savunduğumuz siyasallığı ifade etmektir. Bu noktada ulaşacağımız sınıf tanımı, dünya ve ülke genelinde bir sınıf haritası oluşturmak açısından anahtar görev üstlenecektir. İşçi sınıfını dünya genelinde bir bütün, parçalı bir bütün olarak algılamak, kapitalizmin ve kapitalist işbölümünün belirlediği bir olgu olarak değerlendirmek, bu konuda yapılacak ampirik çalışmaların yorumunu belirleyecektir. Ama bunun için önce neye ve nasıl baktığımızın netleştirilmesi gerekir. Komünistlerin oluşturulması gereken programlarının temel taşlarından biri sınıf tanımı ekseninde, dünya ve ülkede işçi sınıfının gerçekliğini algılamaktır. Bunun, programın teorik temelleri ile doğrudan bir ilgisi vardır. Sınıf tanımı ile sınıfın siyasallığı arasında doğrudan bir bağ yoktur ve bu bağ, ideolojik, politik, kültürel düzeylerde oluşturulduğunda bir sınıf savaşımından, siyasal bir sınıf savaşımından söz edilebilecektir. Yoksa, sınıflar var olduğundan bu yana sınıf mücadelesi şu ya da bu düzeyde sürmektedir. Sürüp giden sınıf mücadelesini, tarihsel görevler ve yükümlülükler düzeyine çıkarabilmek, ona siyasal karakter kazandırmak ise kendiliğinden olabilecek şeyler değildir.

İŞÇİ KİMDİR?

Bir işçi tanımı yapmak, sonuçta tanımı yapılan işçilerin içinde yer alacağı sınıfı tanımlayabilmek açısından temel önemdedir. Ama işçi tanımı ile işçi sınıfı tanımı eşit/aynı olmayacaktır. İşçi tanımı üzerinden ilerlendiğinde, bir sınıfa ulaşabilmek mümkün değildir. İşçi tanımı, kişinin kendisi farkında olsun ya da olmasın nesnel konumu, üretim araçları ile ilişkisi temelinde toplumsal ilişkiler alanında konumlanışı ile ilgilidir. Bir sınıf ise nesnel konumun zeminini oluşturduğu toplumsal ilişkiler alanında, milyonlarca insanın, yemesi içmesi, gezmesi eğlenmesi, giyimi kuşamı, zevkleri ve boş zamanlarında neyi nasıl yaptıklarına kadar bir dolu ortaklığın gerçekleşmiş olması ile; bütün bu insanların, toplumsal ilişkiler içinde konumlarını ortak algılamaları ve ortak tavırlar geliştirmeleri ile ilgili bir şeydir.

Görüldüğü gibi, sınıf konusu, işçi tanımı üzerinden, nesnel olandan ayrı olarak, ideolojik, politik, kültürel dolayımların içine girdiği ve bu yüzden de üzerinde farklı tezlerin ileri sürüldüğü bir konudur. Her tezin kendini farklı siyasallığa bağlamak zorunluluğunu ise baştan söylemiştik.

Yargıyı hemen söylemeliyim: Üretim araçları sahibi olmak mülksüz olmak temelinde yapılması gereken sınıf tanımları, ara tabakaların ve geçiş kesitlerinin varlığı nedeni ile, gelir, statü, denetleyicilik, sermayenin çıkarlarını onun adına gözetmek gibi faktörler üzerinden belirsiz kılınmış, işçinin ve işçi sınıfının çok sayıda tanımına, bazen de bir sınıf olmadığına ve buradan giderek de farklı siyasallıklara ulaşılmıştır.

Bir sistem olarak kapitalizm genelleşmiş meta ekonomisidir. Ve bütün metalardan farklı olan tek meta, işgücüdür. İşgücü de diğer metaların tabi olduğu yasalara tabidir. Üretim sürecinde işgücünün kullanılması sonucudur ki değer ortaya çıkmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken konu işgücünün piyasa karşılılığının kapitalistler tarafından işçiye verildiğidir. İşgücü karşılığı yapılan bu alışverişte sorun işgününün burjuva yasaları tarafından tanımlanması ve piyasada işgünü karşılığı verilen ücretin, işçinin ürettiği değerin çok altında kalmasıdır. Artıkdeğere karşılık gelen bu kısım sermaye birikimi ve karın esas kaynağını oluşturmaktadır ve eğer bir gün piyasada oluşan ücretle bir işgünü içinde işçinin ürettiği değer eşit olursa, sömürü olgusu ortadan kalkar ki, bu durum kapitalizmin ortadan kalkması demektir. “Emeğin hakkını verin” şeklindeki sosyal demokrat hayal ve slogan, esas olarak kapitalist üretimin amacını ve sömürüyü gizlemekten başka bir işe yaramaz. Karşısında ise sömürüyü ve işgücünü bir meta olmaktan çıkarmayı hedefleyen komünist ideoloji vardır.

Kapitalizmin özgürlük sloganı emeğin özgürlüğü sloganıdır. Emek özgür olmalıdır ve serbest pazarlıkla alınıp satılmalıdır. Ticaret özgürlüğü, emeğin, değerin yaratıcısı ve tek kaynağı olan emeğin alınıp satılması özgürlüğüdür. Bu sayede sermaye birikimi ve kar söz konusu olabilecektir. Kapitalist birikim, nüfusun çoğunu üretim araçları mülkiyetinden dışlarken aynı zamanda proleterleştirir. Bu nedenle işçi, geçinebilmek için işgücünü satmak zorundadır. Genelleşmiş meta ekonomisi deyimi kapitalizmi tanımlarken, işçiyi de işgücünün sahibi olarak bu piyasaya düşürüp alınıp satılan bir meta olarak tanımlar. İşçi, bu piyasada meta olarak işgücünü satabilirse şanslıdır ve aynı zamanda aktif olarak üretim sürecinde yer alır. Yok eğer işgücünü bir meta olarak pazarlayamazsa o bir işsiz işçidir. Bir sınıf yoldaşına rağmen iş bulana kadar toplam olarak mülksüzlerin yanında, işçi sınıfının bütününün işsizler bölümünde yer alacaktır.

Bu aşamada bir işçi tanımı yapabiliriz ve zaten bu yapılmış bir tanım olacaktır.

Geçinebilmek (yaşayabilmek) için işgücünü satmak zorunda olan kimse işçidir.

Bu tanım anlaşılır gözükmekle birlikte önemlice bir uyarı şarttır. İşgücünü satmak zorunda olan kimse her an ve her koşulda işgücünü satan anlamına gelmez. Buradan giderek aktif olarak üretim sürecinde yer alan ve hatta bunun da ötesinde sadece doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunanlara işçi demek ve işçi sınıfına sadece bu kişileri katmak (Poulantzas) sınıfı artıkdeğer üretiminin alanına hapsetmektir. Aslında bu da işçi sınıfını politika dışında tutmak dışında bir sonuç vermez. İşgücünü satmak zorunda olan ve halen satmamış kişi de bu tanımın içindedir. Anlaşılır olması için örneklersek, bir televizyon tamircisi, işsiz de olsa televizyon tamircisidir. Bilgisayar programcısı da öyle. “Ne iş yaparsın?” sorusunun karşılığı bu iki kişi için şöyledir: “Televizyon tamircisi ya da bilgisayar programcısıyım ama işsizim”. Aslında bu yanıt şöyle özetlenebilir: “İşçiyim ama işsizim yani işgücümü satamadım”. İşsizler, işçi sınıfının organik bir parçasıdır. Tıpkı vücudun bir yerinin ağrıması, aslında bir rahatsızlığın sinyali olması gibi, işsizler de toplumsal rahatsızlıkları ve bunların kötü sonuçlarını toplumun bütününe her an ve her gün haber veren sancılı bir toplumsal kesimdir.

Manifesto’da ifade edilen mülksüzleşme, politik zeminin, işçi sınıfının kendisinin esas zeminidir. Üretim araçları sahipliği ya da bu araçlardan dışlanmış olmanın, sınıf kavramının temel kriteri olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu dışlanmışlığın neresinde olunduğu gibi; üretim sürecinde konumlanış açısından meslek, bilgi, kültür, cinsiyet, ırk, statü, gelir düzeyi vb., sınıf içi farklılık ve bölünmüşlükler, farklı işçi kategorilerinin, işçi sınıfının farklı parçalarının zeminini oluşturur.

İŞÇİ SINIFI KİMLERDEN OLUŞUR?

İşçi sınıfının bütün ve homojen bir yapı oluşturmadığını, farklı bölüntü ve kesimlerinin olduğunu unutmamak gerekir. Bu noktada işçi tanımını tekrar ele almalıyız.

Üretim araçları mülkiyetinden dışlanmış olup, geçinmek için işgücünü satmak zorunda olanlara işçi diyoruz.

Kapitalist üretimin amacı kar etmektir. Kar etmek ise sürekli rekabet zorunluluğu demektir. Rekabet sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreçlerini güdüler, hızlandırır. Bu süreçtir ki burjuvaları bile proleter saflara fırlatır. Marx’ın deyimiyle sermaye sürekli kan emmek zorunda olan vampire benzer. Kan emmezse sonu gelir. Burada bir korku filmi değildir söz konusu olan. Sermaye sadece işçinin kanını değil, daha önce işçilerin kanını emerek semirmiş daha küçük sermayelerin kanını da emer. Para ya da servet olmanın ötesinde sermaye üretim sürecine yatırılarak artıkdeğer sömürüsüne sevk edilmektedir. Üretim sürecinde yaratılan değer, dolaşım sürecine sokulmakta, metada içerilmiş değer, kara dönüşmektedir. Kar realizasyonu dolaşım sürecinde gerçekleşmektedir. Kar kapitalistler tarafından sermayeye eklenmekte ve yeniden sermaye üretim sürecine dönmektedir. Sermayenin üretim süreci bu nedenle üretim ve dolaşım sürecinin kesintisiz bütünlüğünü gereksinir. Yapısal nedenlerle sürekli hazırlanan krizler kendini çoğunca devrenin aksaması şeklinde ortaya koyar. Sermayenin yeniden üretim sürecinde işgücünü satmak zorunda olan (ücretliler) herkes işçi sınıfının bir üyesidir. Tanımın altını çizersek:

“Sermayenin yeniden üretim sürecinde yer alan, üretim araçları mülkiyetinden dışlanmış ücretlilerin oluşturduğu sınıf, işçi sınıfıdır.”

İşçi sınıfının her üretimi doğrudan ya da dolaylı olarak değer yaratımına katkıda bulunur. Genelleşmiş meta ekonomisi demek olan kapitalizm, metanın üretim ve dolaşım sürecini birlikte örgütlemeye çalışır. İşçi sınıfı bu iki süreçte de yer alır. Hem meta üretiminde hem de metanın dolaşımında bu iki sürecin kesintisiz devamının sağlanması, insan kitlelerinin buna göre istihdam edilmesi, eğitilmesi, sevk edilmesini gereksinir. Bütün bu süreçlerde üretim araçları sahipliğinin belirleyiciliği, sınıf konumunun esas belirleyicisi olmaya devam eder.

Doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunan işçi için sınıf konumu nettir. Kapitalizmde egemen yasa değer yasası olduğu ve sömürü üretim sürecinde gerçekleştiği için, işçiyi sadece doğrudan üretim sürecinde konumlanan kişi olarak algılamak egemen ve yaygın kanıyı oluşturmuştur. Böyle olunca işçiler toplumun diğer kesimlerine göre önemsiz bir azınlık teşkil edeceklerdir. Teknoloji ve emek üretkenliğinin artması, hizmet sektöründe istihdamın genişlemesi, vb. eğilimler sonucu, doğrudan artıkdeğer üreten işgücünün diğer bir deyişle üretken emek unsurunun ayrıca önemsizleştiği ileri sürülmektedir. Bunun karşısında bu görüngünün kapitalist üretimin çelişkili yapısından kaynaklandığı, artıkdeğer üretimi gerçekleştirmeyen bir sistemin kapitalizm olmaktan çıkacağını belirtmekle yetinelim. Kapitalizmin temelinde canlı emek sömürüsü vardır. Bu noktadan uzaklaştığı her aşamada krizlerle baş başa kalma olasılığı artacaktır.

Kapitalist üretim tarzında sermayenin tek amacı kar etmektir. Üretim sürecinden kopan sermaye değersizleşir. Para ya da servet olarak alım gücü vardır. Ama tüketime yöneldikçe yok olacaktır. Bir başka boyutta para, alınıp satılmada bir değer ölçüsü olduğu kadar, “metaların tanrısı” olarak kendisi de alınıp satılabilen bir metadır. Paranın bu özelliği, değer yaratımı üretim sürecinde olmakla birlikte, sermayeyi üretim sürecinden çıkarmaya başlamıştır. Kapitalizm, uzunca bir süredir sermayenin üretim dışına kaçtığı bir süreci yaşamaktadır. Bu aynı zamanda sermayenin değersizleştiği ve karşılığı olmayan fonların elde biriktiği bir evreyi anlatıyor bizlere. Sermayenin üretimden kaçması, doğrudan değer yaratım sürecinde bulunan işgücünde bir azalma demektir. Makineler birikmiş emektir; ölü emeğin canlı emek üzerinde üretim süreci içinde bir tahakkümü anlamına gelir.

Özetle söylemek gerekirse, kapitalistin amacı değer yaratmak değil kar elde etmektir. Ve bunu da P’ yi tekrar üretim sürecine sokarak yapar. Bütün bu döngü üretim, tüketim ve dolaşım süreçlerinin birliğini, birbirini tamamlamasını gerekli kılar. Bu süreçte ücretli olarak konumlananlar, nesnel olarak işçi sınıfını oluştururlar.

İşçi sınıfının ilk siyasi bildirgesi olan Manifesto’da, Marx ve Engels toplumsal yapılanmaya ilişkin, şu temel saptamayı yaparlar:

“Çağımız, burjuvazi çağı, şu ayırıcı özelliğe sahiptir. Sınıfsal düşmanlıkları sadeleştirmiştir. Bir bütün olarak toplum gitgide iki büyük düşman kampa, birbiriyle doğrudan doğruya karşı karşıya gelen iki büyük sınıfa ayrılmaktadır: Burjuvazi ve proletarya”

Bugün işçi sınıfının kalmadığını, kapitalist üretimin yapısının değiştiğini ve işçi diye tanımlananın emek gücünden başka satacak çok şeylerinin olduğunu ileri sürenler, seksenli yılların başlarında olduğu kadar gürültülü olmasa da, hala varlıklarını sürdürüyorlar. İşçi tanımının muğlak ve belirsiz kılınması, işçilerin toplamından oluşan bir sınıfın gelişmenin dinamiği rolünü üstlenecek toplumsal devrimci özne olamayacağı sonucuna bağlandı. Önce, işçi tanımında kullanılan üretim araçlarının sahipliği - sahipsizliği ölçütü sulandırıldı. Sonra statü, meslek, bilgi, kültür, yöneticilik, denetleyicilik gibi aslında üretim araçları ile üretim sürecinde kurulan ilişkinin ideolojik biçimine ilişkin kavramlar üzerinden gidilerek, işçi kavramının içine kimlerin girip girmediği üzerine bir yazın oluşturuldu.

Bütün bu yazının oluşmasının arkasında ise, Marx’ın sınıfsal gelişmenin yönüne ilişkin kalın çizgilerle belirttiği “bir bütün olarak toplum ... iki büyük sınıfa ayrılmıştır” saptamasının gerçekleşmediği ön kabulü durdu hep. Bu kabulün oluşması için yeni bir değerlendirme ve bu yeni değerlendirme için de yeni kıstaslara ihtiyaç duyulur. Bu görüşe göre,

“gelişmiş kapitalist toplumlardaki işçi sınıflarının Marx’ın teorik ve politik beklentilerini doğrulamaması, tarihsel olarak sınıfsal bölünmenin sınıf kutuplaşmasından daha yaygın olduğu ve Marx’ın kapitalist toplumların hem sınıf çatışması içerip hem de gelişebilme yeteneğini ciddi şekilde azımsadığını ortaya koyar.” (Stephan Edgell, Sınıf, s. 20)

Marx’ı Batı Avrupa kapitalizmini model almak ve giderek Avrupa merkezcilikle suçlayanlar olduğunu ve orada yazılan “bir bütün olarak toplum” tanımının genel eğilimi belirttiğini görmezler. Teorinin işinin genel olanı, somut düzeyde olanı soyutlamaya, temellendirmeye yaradığını da düşünmezler. Marx’ın tezinin yanlışlandığını ise, Batı Avrupa ve Amerika toplumu üzerine yaptıkları araştırmalardan çıkardıkları, orta sınıfların varlıklarını sürdürdükleri ve hatta nüfusun önemli bir kısmını oluşturduğu saptamasına dayandırırlar. Bu tezi savunanlar için devrim ortadan kalkmıştır. Genel olarak bu ve benzeri tezleri şöyle özetlemek doğrudur:

- İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri var. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfları bunun kanıtıdır.

- Kapitalizm geliştikçe ilk zamanlarının işçisi ortadan kalkmıştır. İlk zamanların sermayesi ve patronu da öyle. Anonim ortaklıkların oluşması, kapitalistin doğrudan yaptığı işleri yönetici elit ya da bürokrasiye devretmesine yol açmış, bu da işçi sınıfının sınıf karşıtını bulanıklaştırmıştır.

- Emek - sermaye çelişkisi belirleyici olmaktan çıkmıştır. İşçi sayısında mutlak bir azalma vardır.

- Beyaz yakalı kesimler işçi sınıfından sayılamaz. Bu durumda kapitalist ülkelerde işçi sınıfı azalıyor ve orta sınıflar ise çoğalıyor.

- Sosyalizmin amacı sınıfları aşan evrensel insan ülküleridir. Sosyalizm için savaşım bir sınıf hareketi değil, ‘demokratik’ savaşımın eşitsizlik ve baskıya karşı değişik direnişleri bir araya getiren çoğulculuğudur.

1980’lerin sonunda Balibar’ın kaleme aldığı makalesinde ileri sürdüğü fikirler, daha önce bir çok yazar tarafından farklı düzeylerde ifadelendirilmiş ve yukarıya kısaca politik sonuçları açısından yazdığımız özeti bir paragrafta içermesi bakımından hayli ilginçtir:

“Bir taraftan ücretlilik durumunun genelleşmesi, emeğin zihinselleşmesi, hizmet faaliyetlerinin artması – bu kaybolan ‘proletarya’dır; diğer taraftan mülkiyet ve yönetim işlevlerinin birbirinden ayrılma sürecinin tamamlanması, ekonomide toplumsal kontrolün (yani devletin) yayılması – bu da eriyen ‘burjuvazi’dir. Madem ki ‘orta sınıflar’, ‘küçük-burjuvazi’, ‘bürokrasi’, ‘yeni ücretli tabakalar’ yani marksizmin hep takıldığı o sonu gelmeyen siyasal ve kuramsal bilmeceler sonunda sahnenin en büyük kısmını kapladı ve tipik işçi ve kapitalist işveren figürlerini (sömürülen emek ve mali sermaye kaybolmasa bile) marjinalleştirdi; o halde sınıflar ve sınıf mücadelesi siyasal bir mite, marksizm de bir mitolojiye dönüşmektedir.” (Balibar, Sınıf Mücadelesi, s. 197)

Gelişmiş kapitalist ülkelerde bir tarihsel dönem için orta sınıfların tahkim edildiği, işçi sınıfı aristokrasisi oluştuğu söylenebilir. Üçüncü dünyadan aktarılan sömürge rantları ve değer transferleri ile tahkim edilen orta sınıflar (Poulantzas’a göre ‘yeni küçük-burjuvazi’, kimilerine göre ise ‘yeni orta sınıflar’), bu toplumlar için sınıf çatışmasını yumuşatıcı ve sistemi koruyucu bir etki yapmıştır. “Kol emeği ile kol emeği dışında kalan çeşitli kategoriler arasındaki farkı genellikle işçi sınıfı ile orta sınıflar arasındaki ayrıma indirgemekten kurtulamayanlar” (Tülin Öngen, s. 184) ise, orta sınıf saptamasının Marx’ın mülksüzleşme eğilimine yönelik saptamasının karşısına dikildiğini ve onu yanlışladığını söyleyebilmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası 70’lerin başına kadar refah dönemindeki kapitalizm için katlanılabilen bir yük olan bu durum –orta sınıfların varlığı– kriz çevrimlerinin sıklaşması ile ortadan kalkma eğilimine girmiştir. Oysa ki, teorinin genelliği içinde aykırı bir durum gibi duran gelişmiş kapitalizm içinde orta sınıflar sorunu (ki buna Balibar’ın küçük-burjuvazisi, yeni ücretli sınıflar ve bürokrasisini de katabiliriz) sadece bir trend olarak algılanmalıydı. Ama tam tersi yapılıp belirli bir zaman için beliren görüngü teorinin temeli yapılmaya çalışıldı. Görüngü ortadan kalkınca teori de ortadan kalkmak zorunda olacak kuşkusuz. Kredi sistemi ile tahkim edilen orta sınıf olgusu, özelinde, politik bir tercih nedeniyle, yıkıma terk edilmemişti ve bunun maddi temelleri de vardı. Ama orta sınıfların sayıca arttığı tezi esas olarak, hizmet sektöründe çalışan önemli bir kesimin, gelir, meslek, vb. kıstaslar esas alınarak orta sınıf olarak tanımlanmasından da destek almıştır. Bu dönem için küçük üreticiliğin geliştiğine ve üretimin küçük ölçekli birimlere kaydığına dair bir iddia ileri sürmek yanlıştır.

Sosyalist sistemle rekabet ve sosyal devlet olgusu, yine aynı dönem için orta sınıflara katlanmanın zorlayıcı faktörleri olarak kapitalizme kendisini dayatmıştır. Ama bugün kapitalizmin içinde bulunduğu durum, kapitalist merkezlerde de bu trende tahammülü imkansız kılmakta, sınıfsal kamplaşma orta sınıfları mülksüzleştirerek, proletaryanın saflarına fırlatmaktadır. Şimdi yapılması gereken, bu orta sınıf teorisyenlerce marksizmin içine sokuşturulmaya çalışılan tezleri marksizmin bütünlüğü içenden fırlatıp atmak ve marksizmin teorik düzeyde koyduğu temel eğilimin tarihen engelleyici faktörler (sosyalizmin varlığı, emperyalist rekabet nedeniyle düşen sömürge rantları) ortadan kalktığında nasıl hüküm sürmeye devam ettiğini göstermektir.

Kapitalist üretim, mülkiyetin ve sermayenin giderek az sayıda kapitalistin elinde toplanması, yoksulluğun ve sefaletin ise toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan mülksüzlerin tek mülkü olması demektir. Marx ve Engels, üretimin toplumsallaşması, mülkiyetin ise özel olmasından kaynaklanan çelişkinin kapitalizmin sonunu hazırladığını savunmuşlardır:

“Ancak burjuvazi, kendi ölümünü getirecek silahları yaratmaya zorlanmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları da –modern işçi sınıfını, proleterleri de– yaratmıştır” (Marx - Engels)

Kısacası, rekabet, burjuvazinin bir kesimini de sürekli büyük sermayenin kollarına atmakta, burada posasını çıkarıp proleterlerin saflarına göndermektedir. Kapitalizmin bir dönemine ait bu süreci; genel eğilimi massedecek, gölgeleyecek, geçici, anlık, belli tarihi kesitlere ait eğilimleri, genel teori düzeyine yükseltip marksizmin bu en temel dayanağına saldıranlar, komünist teorinin işçi sınıfının dünya-tarihsel çıkarlarının teorisi olduğunu görmezler.

Marx ve Engels’in sınıf teorisi bir kast sistemi değildir. Ekonomik ve yasal koşullar açısından geçişler ve ara aşamalar vardır. Bu durum çoğunca ve son tahlilde sınıf çatışmasını yumuşatmak ve işçi sınıfını bölmek anlamına gelmektedir. Proletaryanın saflarının çoğalması orta-alt sınıfların, statü, gelir, yöneticilik, vb. ayrıcalıklarını yitirip proletaryanın yaşam tarzına karışması şeklinde olmaktadır. Sınıfsal hareketlilik ve geçişler, kredi sistemi ile de bağlantılı olarak genel eğilime ters yönelimler olarak Marx tarafından saptanmıştır:

“Serveti olmayan, ancak enerjisi, dayanıklılığı, yeteneği ve iş zekası olan bir insan kapitalist olabilir.... Yönetici sınıf yönetilen sınıfın önde gelen simalarını ne kadar asimle edebilirse, yönetimi de o kadar sağlam ve tehlikesiz hale gelir.”

Marx’ın 1850’ler için yani emperyalizm öncesi dönemler için yaptığı bu saptama, burjuvazinin işçi sınıfının liderlerini ve aktif unsurlarını pasifize etmek için bulduğu yol, emperyalizm dönemi için yeni bir üst şekillenme ile çok daha kullanılır ve işlevsel olmuştur. Sınıfın içinden tek tek işçileri burjuvaziye dahil etmek yerine, işçi sınıfı içinde ayrıcalıklı bir kesim yaratarak, işçi sınıfının birliğini parçalamaya yönelmişlerdir. Lenin’in işçi aristokrasisi dediği bu kesim, İkinci Enternasyonal’in ve sosyal demokrasinin sınıf-tarihsel zeminini oluşturmuştur. İşçi sınıfının bir parçasını oluşturan beyaz yakalıların sınıfın içinden alt-orta sınıflara yönelen bu kesimi dışında bir oluşturucu etkeni daha vardır. Ve ikisi aynı kavramla, beyaz yakalılar olarak anılmakla birlikte farklı özelliklere sahiptirler.

“Kapitalizm insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırıyor ve entelektüeller için büyüyen bir talep yaratıyor. Bunlar ilişkileri, dünya görüşleri, vb. ile kısmen burjuvaziye bağlanıyorlar, kısmen de kapitalizmin bağımsız pozisyonlarını ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standardını düşürmekle tehdit ettiği entelektüeller olarak işçi sınıfına bağlanarak öteki sınıflar arasında özel bir yer tutuyorlar.”

Bu farkı Lenin böyle özetliyor.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
bedrettin
[ ..... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 30.08.2013
İleti Sayısı: 907
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: bedrettin
Cevap Tarihi: 19.03.2014- 19:01


NESNEL OLARAK İŞÇİ SINIFI

Toplumun sosyo-ekonomik biçimlenişinde sınıflar, üyeleri tek tek ya da topluca bilincine varsınlar ya da varmasınlar nesnel olarak vardırlar. Nesnel olarak sınıfsal biçimlenişin kendisi hiçbir üst bilinç formasyonunu gereksinmese de belirli tepkileri ve tavırları potansiyel olarak taşır. Bilinçli, planlı, topluca olmasa da sermayedar ya da patron karşısında emek-sermaye çelişkisinden doğan ve tepkisel ve anlık çatışmalar ve karşıtlıklar her zaman olanaklıdır. Bölgesel, yalıtık ve sonal hedeften yoksun bu tavırlar, sınıfsal konumlanışın her zaman potansiyel olarak üretebileceği tavırlardır.

İşçi sınıfının nesnel olarak varlığı, bölüntülü yapısı ve tarihsel ve bütünsel çıkarları nesnel varoluş düzeyinde ifade edemeyişi, işçi sınıfı hareketinin bir düzeyde takılıp kalmasını, giderek parçalanıp kendi içindeki çatışmalarda erimesini kaçınılmaz kılar.

İşçi sınıfının nesnel olarak varlığı, politik ve ideolojik düzeyden müdahale edilmediği sürece sınıf mücadelesinin tarafı olmasına yetmeyecektir. Sınıf olmanın önemli bir etmeni de kendisini karşıtına göre kurmaktır Kendini karşıtına göre de tanımlamayan sınıf, nesnel varoluş düzeyinden politik düzeye sıçrayamayacaktır. Toplumsal yapının temelinde emek - sermaye çelişkisi her zaman varlığını sürdürecektir. Eğer politik düzeyden bir müdahale söz konusu olmazsa, bu çelişki çok farklı biçimler içinde ve çok farklı dolayımlarla ve çoğunca da bilinç düzeyine çıkarılmadan, çözümsüz olarak kalacaktır. Bu çelişki işçi sınıfının bir tarafını oluşturduğu üretim ilişkilerinin biçimlenişinde belirleyicidir. Irk, cins, ulus, bölgecilik, kültürel etmenler, vb. şekillerde çıkan toplumsal sorunlar, esas olarak ve temelde emek - sermaye çelişkisinin içinde kendini yeniden ürettiği farklılıklar şeklinde, ideolojik yanılsamalara zemin oluşturmaktadırlar.

“Tek tek bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar.” (Marx-Engels, Seçme Eserler, c. 1, s. 77)

Kendi tarihi ve siyasi çıkarlarını ne derece bilince çıkardığından bağımsız olarak, sınıf, her günkü yaşayışı içinde birbirleriyle kurdukları ilişkiler, yaşam tarzları, alışkanlıkları, vb. etkenler nedeniyle yığın olarak birlikte ve benzer eyleyiş biçimlerine ulaşmış insanlardan oluşmaktadır.

Sınıfın merkezinde, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunan işçiler bulunur. Bunun çevresinde, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunmamakla birlikte, karın gerçekleşmesi (dolaşım) sürecinde istihdam edilen işçiler yer alır. Üretken olmayan sermayenin istihdam ettiği bu işçiler, artıkdeğer üretiminde bulunan sermayenin maliyetlerini üstlendikleri ölçüde, işgüçlerini satın alan sermayenin kar etmesine katkıda bulunurlar. Kendileri bir değer üretmedikleri halde işgüçlerini satarlar ve sömürülürler. Bunlar, üretken sürece katılmamakla birlikte, kapitalizmin mantığı çerçevesinde akıllı ve verimli kullanıldığında, dolaşım alanı için harcanacak emek zamandan tasarruf sağlayarak, olsa olsa dolaşım maliyetlerinin düşürülmesine hizmet etmektedir. Bu da, dolaşım işlevi için kardan indirilmek zorunda kalınacak dolaşım maliyetinin daha az bir miktar tutması anlamına gelir. Çünkü, gerçek yani saf dolaşım maliyetleri, üretilen metanın değişim değerine yansımayan ve sermaye açısından üretken olmayan maliyettir. Dolaşım alanında istihdam edilen ve üretken olmayan emek kategorisine sokulan bu işçiler, işçi sınıfının bir parçasıdırlar:

“Her şeyden önce, bunların emek-gücü, gelir olarak harcanan parayla değil, tüccarın değişen sermayesi ile satın alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler için değil, kendisine yatırılan sermayenin değerinin genişletilmesi amacıyla satın alınmıştır. Sonra, onun da emek-gücünün değeri ve şu halde ücreti, diğer işçilerinki gibi belirlenmiştir, yani emeğinin ürünü ile değil, onun özgül emek-gücünün üretim ve yeniden-üretiminin maliyeti ile belirlenmiştir.” (Marx, Kapital, c. 3, s. 258)

Bu alanda istihdam edilen işçilerin kapasitesinin, sayıca ne kadar olduklarının ise, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunan sermayenin kapasitesi ile ilişkili olacağı bellidir. Hizmet sektörü ile özdeşleşen ve başlangıçta sınıfın diğer kesimlerine görece daha iyi şartlar ve yüksek ücretlere ulaşan bu alandaki işçiler, giderek kalifiye olmaktan çıkmış ve görece avantajlarını kaybetmişlerdir:

“Sözcüğün gerçek anlamında ticari işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir. ...gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil, vb., bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini, vb., pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur. Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist, gerekleştirilecek değer ve karı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır. Bu emekteki artış hiçbir zaman artıkdeğerdeki artışın nedeni değil, daima onun bir sonucudur.” (Marx, Kapital, c. 3, s. 264-5)

Üretken olan emekle üretken olmayan emek arasında, sömürü söz konusu olduğunda, nitel olarak bir fark bulmak mümkün değildir. Aralarındaki ayrılık, farklı sermaye kesimlerinin aralarındaki işbölümünün sonucu oluşmuştur ve sınıf konumu açısından bir değişikliğe konu oluşturmamaktadır.

“..depolama, ticaret, bankacılık sigortacılık, reklamcılık, muhasebe, para basımı, pazarlama, sekreterlik, vb. işinde yer alan emeğin üretken olmadığını söyleyebiliriz. Bu alanlarda istihdam edilen işgücü, işgücünün niteliği nedeniyle değil, o alanda artıkdeğer üretilmediği için sermaye açısından yalnızca bir maliyet unsurudur. Ancak bu işçilerin üretken emek kapsamı içinde yer almaması, onların sömürülemediği anlamına gelmez. ... Fakat her iki kategori arasında temel bir fark vardır. Üretken emek kapsamına giren işçilerin, karşılığı ödenmemiş emek zamanına doğrudan doğruya artıkdeğer olarak el konulurken, üretken olmayan emek kapsamındaki işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işçileri çalıştıran kapitalistlerin bu sayede birinci kategorinin ürettiği artıkdeğerin bir kısmına el koymalarını sağlar.” (Elif Çağlı, age., s. 59)

Ya da Marx’ın anlatımı ile aktarırsak,

“Tıpkı, işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin, üretken sermaye için doğrudan doğruya artıkdeğer yaratması gibi, ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için bu artıkdeğerden bir pay sağlar.” (Marx, Kapital, c. 3, s. 259)

ÜRETKEN EMEK

Kapitalizm, artıkdeğer üretimi çevresinde örgütlenmiş toplumsal ilişkiler ağıdır. Artıkdeğerin kar, faiz, rant olarak sermaye grupları arasındaki paylaşımı ve her bir parçanın, alt sermaye gruplarının yüklendikleri işlevler çerçevesinde yeniden bölüşümü, üstünde bütün bir toplumsal ilişkiler yelpazesinin oluştuğu zemini oluşturur.

Dar anlamda ele alırsak, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunan işgücü, kapitalizmin bütün yükünü taşır.

“... Ayrıca da, üretken işçiyi ayırt eden temel husus, kapitalistler için artıkdeğer üretmek, yani onları zenginleştirmek olduğuna göre, üretken işçilik esasen sermaye açısından bir şans, işçi açısından ise bir ayrıcalık değil tersine bir talihsizliktir.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, s. 51)

Bunun dışında, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunmayan ama sermaye - ücretli emek ilişkisinde sömürünün konusunu oluşturan işçiler, bütün bir toplumsal ilişkiler alanına yayılmış bulunmaktadır. Sermayenin kendi içindeki işbölümü ve yapılanmasından doğrudan etkilenerek gerçekleşen işgücü dağılımı, üretken emek - üretken olmayan emek dağılımını oluşturur. Ama bütün bu emek türleri bir bütün oluştururlar. Sermayenin yeniden üretim sürecinde, işgücünü satmak zorunluluğundaki işçiler olmaksızın, doğrudan artıkdeğer üretiminin kendisini gerçekleştirmek de olanaklı olmayacaktır.

Bu nedenle kolektif emek, kolektif işçi ve kolektif üretim gibi tanımlar, merkezinde doğrudan artıkdeğer üretiminin bulunduğu toplumsal ilişkiler yelpazesini anlamamız için, döneminde Marx tarafından bulunan ve işlevli olan kavramlardır.

“Üretim sürecinin kapitalist gelişmeyle birlikte kazandığı kolektif nitelik göz önünde bulundurulduğunda, üretken emeğin kapsamı geçmiş dönemlere oranla genişlemektedir. Çünkü üretilen ürün, artık bireysel üreticinin dolaysız ürünü olmaktan çıkmakta ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir nitelik kazanmaktadır.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, s. 42)

Konuyu biraz açalım. Tez kendini Marx’a dayandırır. Sınıf ölçütü için gerekli kıstas üretken emektir bu teze göre. Marx’ın “Her üretken işçi ücretli emekçidir; ama her ücretli emekçi üretken işçi değildir” saptaması sınıf tanımı için üretken emek kıstasını veri almamızı zorunlu kılar. Üretken emek tanımının kol emeği ile ilişkilendirildiği bu teze göre, ücretli emek ilişkisi içinde sermaye tarafından satın alınmış olmak, çalışmak yetmez. Çalışma kıstası göz önünde tutulmaz. Daha sonraları, emek sürecini teknik olarak ele alıp sınıf tanımlarını daraltan anlayışlara karşı başka türden yorumlara ve açılımlara izin verecek bilgi malzemesi Marx’ın sisteminde bulunur. Üretken işçi tanımını doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunmakla eşitleyen Marx, aynı zamanda, bu alan dışında kalan işçilerin de içinde olduğu yeni bir tanıma ulaşır. Kolektif üreticilik olarak tanımlanan bu yeni tanım, sınıfı daraltan anlayışların karşısında yer almaktadır. Marx’ın artıkdeğer üretimini çoğunca maddi malların üretimi ile eşitlediği, dolaşım ve hizmetler alanının kapitalist üretim içinde önemli bir yer tutmadığı şeklindeki değerlendirmesini biliyoruz. Hizmetler alanında ise kafa emeği ile hizmetler alanının daha yakın ve birbiriyle çakışan bir şekilde algılandığı söylenebilir. Meta üretiminin giderek hizmetler alanına yayıldığı ve bu alanda bir artıkdeğer üretiminin artık söz konusu olabildiğini belirtmek gerekir. Doğrudan artıkdeğer üretimi ile maddi mallar üretimini birbiriyle eşitlemek bizi yanlış sonuçlara ve çıkarımlara götürecektir. Bize göre yine en iyi açıklamayı Marx’ın kendisi yapmıştır. Aktaralım:

“İş süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi doğal nesneleri kendi yaşaması için elde ederse, onu yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonra başkalarının denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Vücutta baş ile elin işini kafanın işi ile birleştirir. Sonraları bunlar birbirinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün bireyin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. İş sürecinin bu ortaklaşa niteliği, gitgide daha belirli bir hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki üretken emek ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmamız da gerekmez, kolektif işçinin bir parçası olmanız onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir... Bununla birlikte, öte yandan, bizim üretken emek kavramımızda bir daralma oluyor. Kapitalist üretim, aslında meta üretimi değil, artıkdeğer üretimidir. İşçi kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, artık, sadece üretmesi yetmez, artıkdeğer üretmesi de zorunludur. Şimdi artık, kapitalist için artıkdeğer üreten böylece sermayenin kendisini yeniden genişletmesi için çalışan işçi (abç HY), ancak üretken işçidir. Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanısıra eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez. Demek oluyor ki, üretken işçi kavramı, sadece iş ile yararlı etki arasındaki, emek ile emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artıkdeğer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor.” (Marx, Kapital, c. 1, s. 483-4)

Marx’ın uzun uzadıya anlattığı üretken emek kavramı, kolektif olarak toplumsal boyutta tanımlanan ve aşağıda Lenin tarafından net olarak dillendirilen sınıf kavramına içkin bir kavramdır. Lenin’e göre:

“Sınıflar tarihsel olarak belirlenmiş üretim sistemi içinde tuttukları yere, üretim araçlarıyla ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları role, toplumsal zenginlikten aldıkları payın miktarına ve alış yöntemine göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarıdır.”

Dikkat edilmesi gereken ve Marx’ın anlatımı ile doğrudan çakışan şudur. Emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynanan rol doğrudan çalışan - çalışmayan ayrımına ilişkindir. Çalışan - çalışmayan ayrımı ise doğrudan değer üretimi ile ilişkilendirilemez. Çalışmayanlar sömürücü azınlığa, çalışanlar ise bir bütün olarak, kolektif değer üretim sürecinde işgücünü satanların çoğunluğuna denk gelir.

Marksizm, işçi sınıfının homojen ve baştan bir ve bütün olduğunu söylememiştir. Marx’a atfen işçi sınıfının parçalı yapısını ve zaman zaman iç çatışmalı doğasını Marx’ın yanılgısı olarak görmek, sınıf mücadelesinin bu teorisyenini hafife almak olur. Marx’a göre, sınıf mücadelesine yol açan üretim koşulları ile birlikte tüm sınıf ayrımları –ki bunda sınıf içi ayrımlar da vardır– kaldırıldığında “her tek bireyin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin şartı olduğu sınıfsız toplum imkan dahilinde olacaktır.”

Kapitalizm altında, metalaşma sürecinin dışında kalan, maddi olsun ya da olmasın, hiç bir şey kalmamıştır ve bu nedenle başta hizmetler sektörü olmak üzere, maddi olmayan meta üretimi oldukça yaygınlık kazanmıştır. İşgücünün kol emeğine dayalı maddi mallar üretimi alanında kullanılıp kullanılmadığına bakılmaksızın, alacağımız ölçüt şudur: İşgücünün karşılığı değişen sermayeden mi karşılanıyor, yoksa sermayedarın gelirinden mi?

“... kapitalist üretim sürecine özgü olan artıkdeğer, ücretlerin ödenmesine ayrılan değişen sermayenin yalnızca üretken emekle değişilen kısmının ürünüdür.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, s. 43)

KAFA VE KOL EMEĞİ

Kafa emeğini, nitelikli işgücü ve giderek hizmetler sektörü ile aynılaştıran görüşler bu sayede işçi sınıfının dışında ‘yeni küçük-burjuvazi’ veya ‘yeni orta sınıflar’ dedikleri bir alan açmaktadırlar. Sınıfsal konumlanışı nesnel konumlanıştan çok ideolojik konumlanışlar alanına taşıyan

“siyasal amaçlı bu kurama göre, hem burjuvazi hem de proletarya, ağırlığı giderek artan orta kesimin ‘yahni’si içinde, ‘sınıf mücadelesinin eriyip dağıldığı bölge’de, karışıp kaynaşmaktadır. Bu kuramların çoğunun amacı, sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarını tamamen sulandırıp ortadan kaldırmaktır. Marksist kuramın ve sosyalist stratejinin bakış açısına göre, bu iki kategoriye giren birkaç kuram arasında, Poulantzas’ın kuramına ciddi şekilde rakip olabilecek bir tek kuram vardır: Bu, beyaz yakalı işçilerin gitgide ‘proleterleştikleri’ni öne sürerek, yeni ücretli grupları işçi sınıfına katan kuramdır.” ( E. M. Wood, Sınıftan Kaçış, s. 44)

Yüzyılın başındaki kapitalizm için kafa emeği ile kol emeği arasında varolan fark, emeğin bu ayrılığı üzerinden sınıfı sektörlere bölüyordu. Bilimin üretim sürecine uygulanması ve üretim araçlarında sürüp giden teknolojik yenilikler, işgücünün makinenin bir parçası olarak işlev görmesine yol açan süreci hızlandırdı. İşin ve işgücünün niteliksizleşmesi sürecinin altyapısını oluşturan bilimsel gelişme, işsizliğin genişleyerek, işçi aristokrasisinin ise daralarak varolmasını sürdürdü.

Bir yandan da teknolojik gelişmenin işin herkesin yapabileceği gibi örgütlenmesini getirdiğini söyleyebiliriz. Bu her ne kadar bir niteliksizleşme ise de mutlak olarak algılamamak gerekir. Eğitimin, işgücünün yeniden üretimi açısından yaygın ve derin bir içerik kazanması, işi, herkesin yapabileceği bir karaktere büründürmesini getirdi. Bu anlamda bir niteliksizleşme ise göreli olarak alınmalıdır. Herkesin yapamayacağı ve nitelikli işgücü gerektiren alanlarda yine kafa emeğinin istihdamı ve ayrıcalıkları devam etti. Tabanda ise işgücünün niteliksizleşmesiyle, kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrımın giderek daraldığı ve mutlak kol gücüne dayalı alanların giderek azaldığı söylenmelidir.

Bilim sermaye olarak işçinin karşısına çıkar. Bu durumda, kafa emeği ile kol emeği arasında bir ayrımı, üretken emek ayrımı olarak almak yanlıştır. Üretkenlik, artıkdeğer üretip üretmemek temelinde tanımlanmalıdır.

”Sermayenin üretkenliği, sermayenin emekle ücretli-emek olarak karşı karşıya gelmesi olgusuna, emeğin üretkenliği de emeğin, emek araçlarıyla sermaye olarak karşı karşıya gelmesi olgusuna dayanır.” (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 1, s. 369)

ULAŞTIRMA SANAYİ

Ulaştırma, dolaşım alanının bir parçası gibi görünse de aslında kapitalist üretim sürecinin bir parçasıdır.

“Bununla birlikte, ulaştırma sanayinin sattığı şey, yer değiştirmedir. Yararlı etki, ulaştırma süreci ile, yani, ulaştırma sanayinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır. İnsanlar ve mallar ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk, bu hareket, bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı etki, ancak bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir şey gibi bir varlığa sahip değildir. ... Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, diğer herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim öğelerinin (işgücü ile üretim aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan işçilerin artı-emeğinin yarattığı artıkdeğerin toplamı ile belirlenir.” (Marx, Kapital, c. 2, s. 67-8)

Dolaşım alanına yakın düşünülen ama aslında doğrudan üretimin bir parçası olan ulaştırma alanı üretim sürecinin bir parçası durumundadır. Ulaştırma sanayine yatırılan üretim sermayesi, sabit sermaye harcamaları olarak metaların değişim değerine yansır. Aynı şekilde bu alanda kullanılan değişen sermaye de maliyete yansır.

“Gerçi bu durumda gerçek emek, gerisinde, kullanım değerinde somutlaşır ve maddi üretimin öteki alanları gibi bu sanayi dalında da emek... metanın içinde yer alır.” (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 1, s. 386)

HİZMETLER SEKTÖRÜ

Sermayenin daha fazla değişim değeri yaratmak amacıyla satın aldığı hizmet, üretken emektir. Tüketicinin, geliriyle ödenen hizmet emeği, üretken olmayan bir emek türüdür.

“Nihayet modern sanayiin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle el ele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesimimin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasına ve böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak. vb. gibi adlar altında bir hizmetkarlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur.” (Marx, Artı Değer Teorileri, c. 1, s. 474)

Hizmet sektörü için değerlendirme yaparken, hangi dönem ve tarih için konuşulduğunun net olarak ortaya konması gerekir. Marx dönemi için daha çok ev içi işler, vb. amaçlarla kullanılan bu kavram, maddi mallar üretiminin dışında düşünülmüş, kapitalist meta üretimi ise doğrudan maddi mallar üretimi alanı ile eşitlenmiştir.

“Geçmiş dönemlerle günümüz gerçekliğini karşılaştırırken vurgulanması gereken temel nokta şudur: Eskiden hizmeti sunan kişi, genelde işgücünü kapitalist bir girişimciye satmıyor, kendi aktivitesinin sonucu olan bir hizmeti az ya da çok bir karşılıkla bireysel bir tüketiciye sunuyordu. Fakat artık çeşitli aktiviteler çoğunlukla bireysel hizmet kapsamında olmayıp, çeşitli büyüklük ve çaptaki kapitalist organizasyonlar (çeşitli türden işletmeler, eğlence şirketleri, oteller, lokantalar zinciri, vb.) tarafından çalıştırılan işçilerce üretilmektedir.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, s. 376)

Hizmet emeğinin bir kısmı üretken, bir kısmı da üretken olmayan emektir. Hizmet, giderek, kapitalizmin genelleşmiş meta ekonomisi tanımına uygun olarak, eskisi gibi gelirle değiştirilen ücretlilik ilişkisinden çıkıp değişen sermaye tanımına uymakta ve işçi sınıfına dahil olduğu gibi, onun üretken emek kesimini genişletmektedir.

Hizmet sektörü dendiğinde, hizmetçi, garson, vb. işçilerle anlaşılan bir dönemden, kafa emeğiyle, nitelikli işgücü ile eşitlendiği bir döneme geçilmiştir. Bu geçişte kapitalist üretimin ve bir sistem olarak kapitalizmin yapısındaki değişiklik, emek sürecindeki teknolojik yapılanma etkin olmuştur. Hizmet emeği dendiğinde, kafa emeği ile hizmetlilerin eşitlendiği ve bunların da ‘orta sınıf’ tanımı içine sokulduğu (Giddens) olmaktadır. Oysa bugün hizmet sektörü dendiğinde homojen bir işçi tipine ulaşmak mümkün değildir. Kafa emeğinin en niteliklisinden en ağır kol işçiliğine kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bir garson, işyerinin içinde akşama kadar onlarca kilometre yol yapmakta, bir muhasebeci, günde 14 saat masa başında rakamlarla boğuşabilmektedir.

Bugün artık hizmet üretimi, meta üretimi alanına girmektedir. Bu yönüyle, Marx’ın ‘gözardı edilebilir’ dediği, maddi mallar üretimi dışındaki alan, çoğunca hizmet üretimi şeklinde, gözardı edilemeyecek bir boyut kazanmıştır.

Hizmet, canlı emeğin aktivitesi olarak meta karakteri kazanabilir mi? Soru böyle sorulduğunda önemli bir tartışmaya kaynaklık etmektedir. Kapitalist çerçevede piyasaya çıkan emek, işgücünü bir meta olarak pazarlar. Fakat emek de meta olarak pazarda bulunabilir. Örneğin, konfeksiyon üretimi bir pantolon satın alabileceğiniz gibi, kumaş alıp bir terziye de diktirebilirsiniz. Bu durumda,

“burada... para, bir durumda bir meta ile değiş tokuş oluyor ve öteki durumda emeğin kendisini bir meta olarak satın alıyorsa da, sermaye olarak işlev görmüyor” (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 1, s. 402)

“Emekçinin kendisi emek, yani hizmet biçiminde sağlanan metalar... satın alabilir.” (Age., s. 404)

Hizmet sektöründe maddi olmayan bir meta üreten işçiler de üretken işçidirler. Mavi yakalıları kol işçileri ve sanayide çalışanlarla ve beyaz yakalıları ise hizmet sektörü ile eşitlemek, Poulantzas ve takipçilerinde olduğu gibi, bizi farklı bir siyasallığa götürecektir. Beyaz yakalıların maddi üretim yapmadığı ve işçi sınıfının içinde yer alamayacağını söylüyorlar. İşçi sınıfını yalnızca üretken işçi ile sınırlayan bu görüşe göre, kapitalist üretim tarzının özünü, teknik bir süreç olan çalışma sürecinin içinde aramak gerekir. Avrupa Komünizminin tezlerini sağlamlaştırmaya çalışan Poulantzas’ın, sömürü ilişkileri ve üretim sürecinde konumlanış dışında bir yerlerde, tekel ile halk arasında varolduğu sanılan çelişki üzerinden sosyalizmi kurgulaması, devrimci özneyi esas olarak ideoloji üzerinden kurulacak bir bütün olarak varsaymasına neden olmuştur. Bu yazının konusunu aşan bu alan, sınıf ve siyasallık konusuna girmektedir. Bu nedenle daha fazla girmiyorum.

POLİTİK OLARAK İŞÇİ SINIFI

Kendisini karşıtına göre de tanımlayabilen işçi sınıfı politik olarak sınıf mücadelesinin tarafı olabilir. İşçi sınıfının parçalı, bölüntülü yapısı, karşıtı karşısında ideolojik-politik konumlanışı ile bir birlik olabilir. İşçi sınıfının sınıf birliği ideolojik-politik düzeyde inşa edilmelidir. Nesnel varoluşu, ancak bu düzeyden hitap edilirse, sınıfsal birliğe olanak tanır.

İdeolojik-politik düzey, sadece bu düzeyden sınıfı politize edenlerin dünya görüşlerinin sınıfın birliğini hangi politik hedeflere güdüleyeceğini formüle eder. Sosyal demokratlar da burjuva demokratlar da devrimci demokratlar, dinciler, faşistler, vb. de bu düzeyden sınıf birliğini kurabilir, sınıfı kendi politik hedeflerinin malzemesi yapabilirler.

Sınıfın dışından sınıfsal ilişkiyi kurgulayan ve sınıf hareketinin gücünü her şartta, sınıfa rağmen kullanan bu ideolojik-politik akımlar sonuç olarak sınıfın kendisini karşıtı karşısında yanlış ve eksik kurmasına neden olurlar. İşçi sınıfının kendisi, birlikte hareketinin kurbanı olur. Bu tip akımlar, işçi sınıfının anlık, kısa vadeli, güncel çıkarları ekseninde sınıfa seslenirler. Çoğunca da bu tip çıkarlar, işçi sınıfının uzun erimli gerçek çıkarları ile çelişir.

İşçi sınıfının gerçek çıkarı bir sınıf olarak kendisini ve sömürüyü ortadan kaldırmaktır. Kendisi bir sınıf olarak varolduğu sürece, sömürü olgusu varlığını sürdürecektir. Bu nedenle, emeğin ürününe yabancılaşmasının ötesinde, yabancılaşma kavramının geniş anlamıyla, insanın insana, insanın topluma yabancılaşmasının aşılması problemi, bütün insanlığın kurtuluşu sorununu kökten çözebilecek, sonuna kadar devrimci tek sınıf olarak işçi sınıfının sırtına özgürlük kavramını yüklemiştir.[2]

İŞÇİ SINIFININ TARİHSEL VE BÜTÜNSEL ÇIKARLARI

İşçi sınıfının geçici, anlık ve farklı parçalarına göre tanımlanan ve birbiriyle çelişebilen çıkarlarının karşısında, bütünsel ve tarihsel çıkarları yer alır. Burjuvazi sınıf mücadelesini bu geçici, anlık ve farklı kesimler arasındaki çelişkiler üzerinden yürütür. Buna karşın dünya-tarihsel planda bütünlüklü olarak işçi sınıfının çıkarı, bir sınıf olarak kendisinin ortadan kaldırılmasından ve bütün insanlığın kurtuluşuna öncülük etmesinden geçmektedir. Marksizm işçi sınıfın kurtuluşunun bilimidir. Ve ancak marksizm bunu gerçekleştirebilir.

“Modern toplumda, ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular. Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu, 2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, 3) bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir. Yalnızca sınıf savaşımını değil ama sınıfların varlığını da yadsıyan, Heinzen gibi soytarıların, ... kanıtladıkları tek şey, burjuvazinin egemenliğine elveren toplumsal koşulları tarihin son ürünü, non plus ultra (ulaşılabilecek en yüksek nokta) saydıkları ve yalnızca burjuvazinin hizmetkarı olduklarıdır”( Marx, J. Weydemeyer’e Mektup)

İşçi sınıfının bugün dünya üzerinde dağınık, parçalı ve ideolojik düzeyde yenik olması, marksizm karşıtı, özgürlükçü sosyalizm akımlarının, sınıf dışı yönelimlerin artmasına ve ideolojik etkinlik kurmalarına yol açmıştır. İşçi sınıfının tarihsel ve bütünsel çıkarlarını, öncüleri olan komünistler olmaksızın kavraması olanaksızdır. Bir tür kendiliğindencilik, sınıfın tarihsel görevleri ile yükümlenip, sorumlu davranmasını boşu boşuna beklemekte, ama bu gerçekleşmediği noktada işçi sınıfını suçlayıp böylesi bir potansiyelinin bulunmadığını vazetmektedir. Sınıf dışı yönelimler, bu noktada, sosyalizmin kuvveden fiile çıkma imkanlarını tüketmektedir. İdeolojik düzeyde kazanılması gereken sınıf mücadelesi zaferle sonuçlanmadığında ise, işçi sınıfının her günkü mücadelesinin, tarihsel sorumluluğunu yüklenme becerisi ve kapasitesini göstermesini beklemek de mümkün olmayacaktır. Bu noktada, sosyalizmin işçi sınıfı iktidarı olduğu gerçeğinden vazgeçenler önce Lenin’den, sonra da onun pratik tecrübesini gerçekleştirdiği marksizmden vazgeçmek zorunda kalacaklardır; tabii ki uzun süre telaffuz etmeden ya da iyi olasılıkla vazgeçmiş olduklarını anladıklarında uzun süre geçmiş olarak. Çünkü:

“... Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak.” (Lenin)

PROGRAM SORUNU AÇISINDAN SINIF TANIMI

İşçi sınıfının tanımlanması konusunda marksizmin kavranışı ve bu konuda getirdiği ölçütlere yaklaşım, sınıfın bileşimi ve kapsamı konusunda farklı sonuçlara varılmasına neden olmaktadır. Bu farklı sınıf tanımları yine farklı türden sosyalizm kavrayışları ile birleşip çok değişik ve birbirleri ile aynı kulvarda görülmekle birlikte, ilişkili olma durumları azalmış - ilişkili olmayan, siyasal projelere zemin oluşturmaktadır. Başlangıçta savunulan işçi sınıfı merkezli sosyalizm anlayışından, giderek toplumsal muhalefet bileşenlerinden oluşan ve işçi sınıfının, muhalefet görevlerini yerine getirdiği ölçüde bu bileşenler arasında sayıldığı bir sosyalizm anlayışına evrilmek pekala mümkün olabilmiştir.

Kurtuluş Hareketi açısından da söz konusu olan, tam anlamıyla böyle bir şeydir. Kurtuluş Hareketi’nin başlangıç metinlerinde, partinin üzerinde örgütleneceği düşünülen, ‘modern sanayi proletaryası’ tanımı belirgin bir yer tutar. Büyük ölçekli üretimin kastedildiği bu tanımlama, sınıf tanımları açısından hiç bir zaman netlikle ortaya koyulmasa bile, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunan işçileri, sınıfın artıkdeğer üretiminde yer alan ve üretken emek olarak tanımlanan kesimini, örgütlenmenin konusu yapmakla doğru bir konum tutmuştur. Tuttuğu bu konumu ise siyasal projenin merkezine yerleştirmek, gerçekleştirmek şansını yakalayamamıştır.

Leninist öncü teorisi, öncü parti teorisi, geçmişte savunulan modern sanayi proletaryası üzerine inşa edilecekti. Öncünün, sınıfın diğer kesimlerini derece derece çevresinde örgütlemesi ve ideolojik, politik, kültürel etkinliği altına alması yoluyla sınıfın birliği gerçekleştirilecekti.

Seksen sonrası gelişen yazında ise hegemonya teorisi ile parti arasındaki organik ilişki bozuluyor, giderek parti, sınıf dışında çelişkileri içinde örgütleyen, örgütlemesi gereken bir birlik şeklinde değiştiriliyordu. İşçi sınıfının iktidarı alması durumunda fazlasıyla azınlık kalacağı ve anti-demokratik bir yapıya kaçınılmaz bir şekilde zemin hazırlayacağı düşünülmüş olacak ki, Poulantzas, Laclau, vb. yazarların sık sık ifade ettikleri biçimde halk ittifakı (Poulantzas) ve demokratik devrim tezleri (Laclau, Mouffe) gelip Kurtuluş yazınındaki ara başlıklara yerleştiriliyordu. Bu yerleştirme aynı zamanda parti ve demokratik devrim savunularında, içeriğin tamamen değiştirilmesini beraberinde getiriyordu. Leninist öncü teorisinde ve Bolşevik parti pratiğinde önderlik kuramı, büyük ölçekli üretim temeline dayanan öncünün eylemiyle gerçekleştirdiği sınıfın siyasal birliğini anlatmaktadır. Yeni geliştirilen teoride, her türden toplumsal çelişki bir parti içinde eritilmekte ve demokratik sosyalizme böyle varılacağı düşünülmekteydi. Gerekçe ise becerilebildiği kadarıyla Lenin’den ve sosyalizm pratiğinin (Sovyet deneyi) olumsuzlanmasından çıkarılmıştır.

Gerekçelerden birincisi, Lenin’in çok partililiği savunmasıydı. İkincisi ise Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı azınlık olduğu ve iktidarı aldığı durumda, çoğunluk olmanın yolunu bir türlü bulamamış ve kaçınılmaz olarak diktatörlük yöntemlerini sınıfın kendisine yöneltmişti. Bu nedenle, sosyalizmin temeli olarak ‘çoğunluk’ olmak zorunluluk düzeyine yükseltiliyordu. İşçi sınıfı, eğer azınlık ise yalnız başına iktidara gelmemeli, iktidara gelmek için diğer sınıf ve tabakalarla ittifak oluşturmalıydı. Bütün bu yazının geliştiği dönem boyunca ise, işçi sınıfının tanımı, sınıfın azınlık mı, yoksa çoğunluk mu olduğu konusunda bir çalışmaya rastlamak mümkün olmadı. Böyle bir çalışmanın olmaması ve yeni gelişen ‘sosyalist demokrasi’ yazınının her bir adımında işçi sınıfının azınlık olduğunun vurgulanması, bize, tıpkı Poulantzas’ta olduğu gibi, işçi sınıfının, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunan işçilerden oluştuğunun kabul edildiğini düşündürüyor. Aksi durumda, yüzyılın başında, 1917 Ekim Devrimi’nin strateji ve taktiklerine zemin oluşturan, yine o tarihin ve o toplumun göstergelerinin, dolaylı olarak da olsa, Türkiye devriminin strateji ve taktiklerine aktarılması olasılığı kalıyor ki, her koşulda dogmatizme karşı olduğunu ve ona karşı kurulduğunu söyleyen bu yazın için bir talihsizlik sayılmalıdır. Türkiye’de işçi sınıfının durumu, niceliği ve niteliği hakkında hiç bir çalışma yapmadan, onun azınlık olduğunu ve bu nedenlerle de sınıf dışı çelişkilerle birlikte bir demokratik devrimi savunmak, bilim temelinde tanımlanmaya çalışılan sosyalist demokrasi savunusu açısından kendi içinde bile önemlice bir çelişki oluşturmaya devam etmektedir.

Bu yazıda, en genel anlamı ile sınıf tanımında nelerin esas alınması gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu konuda bir netlik ve uzlaşma, bize, bu noktadan kalkarak işçi sınıfının kapsamı ve niteliği üzerine önemlice bir açıklık sağlar. Dünya kapitalizminin işbölümü çerçevesinde Türkiye kapitalizminin yapısı, sınıfın niteliği konusuyla karşılıklı ele alınmalıdır. Bütün bu konular ise programın somut, örgütsel pratik kısmına ilişkin çalışmanın kapsamına girer. Bu türden bir çalışmaya ise, işçi sınıfının devrim yoluyla kuracağı iktidarına dayanan sosyalizm anlayışında ortaklaşmış komünistlerin, en temel ilkelerde anlaşmasından sonra girilebileceği hemen öngörülebilmelidir. Kuşkusuz pratik çalışma her koşulda devam eden, etmesi gerekendir.

KAYNAKÇA

E. Engin, Marksizm’de İşçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye, Alev Yayınevi, 1990

E. Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yayınları, İstanbul, Ocak 2002

T. Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Alan Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 1996

H. Oğuz, Küresel Kapitalizmin Sınırı ve İşçi Sınıfının Anatomisi, Scala Yayıncılık, İstanbul, Ocak 2002

S. Edgall, Sınıf, Dost Kitapevi

Teori ve Politika 19, 20, 26

E. Balibar, Irk, Ulus, Sınıf - Belirsiz Kimlikler, Metis Yayınları, İstanbul, 1995

E. M. Wood, Sınıftan Kaçış, Akış ve Dönem Yayıncılık, İstanbul, 1992

K. Marx, Kapital c. 1, 2, 3

K. Marx, Artıkdeğer Teorileri c. 1, 2

E. Laclau, İdeoloji ve Politika, Belge Yayınları, İstanbul

E. Laclau ve C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Birikim Yayınları, İstanbul, 1992

N. Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Belge Yayınları



[1] En uç temsili, “Sen Değilsen Kim? Şimdi Değilse Ne Zaman?” adlı yayınlanmamış broşürde ifade edilen bu görüşün altında Ahmet Kardam ve arkadaşlarının imzası var ve çok sayıda eski Kurtuluş’çu bunlar arasında.

[2] “İşçi sınıfı kolektif üretimin olabilecek tek örgütleyicisidir. Kapitalist üretim tarzının bağrında, nesnel olarak kolektif bir şekilde yer tutan işçi sınıfı, bu üretim tarzının karakterinden dolayı parçalı bir yapıya sahiptir. Sınıfın birliği meselesi, çevresinde oluşturulacak toplumsal ilişkiler yelpazesi nedeni ile stratejik bir meseledir. Nesnel olarak varolan çelişkinin (emek sermaye çelişkisinin) ideolojik ve politik olarak kurulması gereken sınıfın birliği ekseni üzerinden aşılması, işçi sınıfının toplumsal öncülük misyonu ile ilişkilidir. İdeolojik ve politik düzeyde kurulacak sınıf bilinci, işçi sınıfının eyleminin birliğine ve buradan giderek, burjuvazi ile çıkarları farklılaşan sınıf ve tabakalara öncülük noktasına ulaştığında, işçi sınıfı demokrasisinin tanımını yapmak mümkün olacaktır. Bu demokrasi çoğunluğun demokrasisidir ve motor gücü işçi sınıfıdır. Kolektif üretimin ekseninde oluşan toplumsal ilişkiler noktasında belirlenir ve sınırı buradan geçer. Özel mülkiyetin kaldırılması ile tanımlanır. 1- Üretimdeki yeri nedeni ile işçi sınıfının kapitalizme müdahale etme ve kapitalizmi engelleme; kolektif üretici olması nedeni ile de örgütlenme ve yeni bir toplumu kurma gücü vardır. İşçi sınıfının parçalı yapısından ötürü birliğinin olmadığı ve bu yüzden topluma öncülük edemeyeceği tezleri, kapitalist üretimin yapısını baştan yanlış tanımlamaktadır. Kapitalist üretimin yapısı işçi sınıfının zaten farklılıklara ve ayrımlara tabi kılmış ve parçalı bir yapıda oluşturmuştur. İşçi sınıfının birliği meselesi, bir proje ve program ekseninde sınıf bilincinin oluşturulması ve bunun gündelik ve giderek tarihi eylemine yansıması olarak düşünülmelidir. 2- kapitalist sömürünün özgüllüğü nedeni ile, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendini ortadan kaldırmak dışında bir kurtuluşu mümkün değildir; Bu nedenle işçi sınıfının dışında bir özne aramak, tarihin devindirici gücünü başka zeminlere kaydırmak marksizm dışı alanlara çıkmaktır. Bu noktada işçi sınıfı tanımlarının çeşitliliği üzerinden farklı toplumsallıklara ulaşmak ve farklı sosyalizm kavrayışlarını savunmak aynı marksizm anlayışının savunuluyor sanıldığı noktada da mümkün olabilmektedir.

Nesnel olarak işçi sınıfının varoluş tarzı ona biçilen tarihsel rolü karşısında işlevsizdir. Bilinç düzeyinde kurulmuş işçi sınıfı, ideolojik ve politik düzeyde birliğin sağlanmasının sonucu olacağı için tarihsel rolünü gerçekleştirme yetisine sahiptir.” (‘Sosyalist Demokrasi Tartışması’, Kurtuluş Sosyalist Dergi 2)



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör NEDEN İŞÇİ SINIFI VE ELVEDA PROLETARYACILARA YANIT KARINCA 16 8790 13.12.2022- 03:38
Konu Klasör 12 Eylül ve üç tanık... melnur 2 2313 13.09.2021- 11:05
Konu Klasör Türkiye İşçi Partisi adaylarını tanıttı... melnur 3 446 22.04.2023- 04:36
Konu Klasör Nazım Hikmet'in tanıklığıyla Ermeni soykırımı Hillary 8 5737 26.04.2022- 10:28
Konu Klasör TKP adaylarını tanıttı: CHP’ye destek yok, İstanbul adayı Orhan Gökdemir melnur 0 1 23.02.2024- 17:41
Etiketler   Tanımı,   kapsamı,   açısından,   İŞÇİ,   SINIFI
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS