SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
İnsan Doğası ve Marksizm           (gösterim sayısı: 5.421)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 24.04.2014- 00:57



İnsan Doğası ve Marksizm-1.

Doğadaki tüm canlılar gibi tarihsel süreç boyunca geçirdiği bir dizi değişimlerle ortaya çıkan insanın temelde ne olduğu sorusu, belki de tüm zamanların en önemli sorularından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü onun hakkında söyleyebileceğimiz pek çok şey sonuçta insan doğası ve insanın özü sorunuyla ilişkilidir. İnsan yaşamının ve insan faaliyetinin amacı, neleri başarabileceğimizin ve neleri umabileceğimizin yanıtları hep bu insan doğası ve insanın özüne ilişkin düşüncelerimizden etkilendiği gibi, insan doğasına ilişkin faklı görüşler, ne yapılması gerektiği ve bütün bunların nasıl gerçekleştirileceği konusunda farklı sonuçlara ulaşmamızı da sağlarlar.

Burjuva ideologları ve kapitalizm’i açık veya örtük bir şekilde mutlak kılmak isteyen anlayış insanın bencil bir yapıya sahip olduğunu, insan doğasının bu özelliği nedeniyle eşitlikçi, özgürlükçü, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemi olan komünist toplumun bir ütopyadan öteye geçemeyeceğini dile getirirler. Onlara göre insan özünün değişmez olumsuz nitelikleri, kendinden başkasını düşünmeye yatkın olmayan doğası, daha güzel bir dünya ideali önünde engeldir. Hiç kuşku yok ki, içinde yaşadığımız sistemin koşullandırdığı benzer davranışlara sıkça rastlamışızdır. Ama sadece bunlara bakılarak böyle bir genelleme yapmak mümkün olabilir mi? Çevremizde gördüğümüz bir yığın insanı bencil ve çıkarcı olarak nitelesek de yaşam deneyimlerimizin sadece bu tür örneklerle sınırlı olduğunu söyleyebilmek doğru olur mu?

Çoğumuz pek çok nedenden ötürü başka insanlara “yardım” etmişiz ya da yardım etme isteği duymuşuzdur. Kendileri de yoksul olmasına karşın, ceplerindeki üç beş kuruşu da sadece içlerinden gelen duygularla başkalarına veren insanlara tanık olmuşuzdur. Dünyanın neresinde olursa olsun doğal yıkımlar karşısında içimiz acır. Bir şeyler yapma isteği duyarız. Ulusal örgütlenmelere girişir, bu konuda uluslararası etkinliklerin çığ gibi ortaya çıktığını fark ederiz. Dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkmış haksızlıklara isyan ederiz. ABD’nin Irak müdahalesine dünyanın dört bir yanından insanlar tepki vermiş, kendi canlarını tehlikeye atarcasına hiç tanımadığı insanlar için ölümü bile göze almışlardır. Rahat konumlarını bırakıp başkaları için gözlerini bile kırpmadan ölüme koşanları tarih yazmaktadır.

Eski çağlardan beri insan doğası üzerine uzun tartışmalar yapılmış, onlarca tanımlama ve açıklamalarda bulunulmuştur. Yapılan bütün bu açıklamalar insan doğası üzerine farklı yaklaşımlar ortaya koymasına karşın, ortaya çıkan temel yanlış insan doğasının hayvanlarda olduğu gibi değişmez bir öze sahip olmasına ilişkindir. Bu yaklaşım biçimi insanın farklı koşullar altında farklı davranışlar göstereceğini göz ardı etmektedir. Oysa tarihin herhangi bir döneminde doğal karşılanan bir davranış biçimi bir başka tarihsel süreçte anlamsız ve anormal olarak değerlendirilebilmektedir. Kızılderililer için toprak mülkiyeti ne kadar akıl dışı ise, 18. yüzyılın feodali için o kadar doğal, Eski Yunan’daki homoseksüel ilişkiler aşk’ın yüce biçimiyken, başka bir toplumun başka bir tarihsel döneminde soysuzlaşmanın bir örneğinden farksız değildi.

Bütün bu ve benzer niteliklerin toplumsal davranışlar olarak ortaya çıkması, hatta zaman zaman bencillik ve yardımlaşma gibi karşıt niteliklerin bile aynı insanda görülebilmesi insan doğası diye bir genelleme yapılamayacağı anlamı taşır mı? Tarih öncesi insanların uzun ve karanlık gecelerindeki bilinmeyenlerle dolu korkularının genlerimizle birlikte sonraki kuşaklara aktarılmadığını söyleyebilmek bir hayli iddialı önerme olmaz mı? Peki, ama insan doğası nedir, o zaman? İnsani öz dediğimizde ne anlaşılmalıdır?

İnsan, yaşamını sürdürebilmek ve en temel gereksinimlerini karşılamak için üretmek zorundadır. Beslenmek, barınmak, soğuktan korunmak, cinsellik ve uyku gibi yaşamsal gereksinimler onun insani öz’üdür. Bu anlamda emek harcar. Bu anlamda alet yapar. İnsan dışındaki yüksek memelilerle birlikte birtakım hayvan türlerinin de taş ve sopa gibi nesneleri tutup kavrayabildiklerini ve avlanmak için bu tür nesneleri kullandıklarını biliyoruz. Ne var ki, hayvanların kullandıkları bu nesneler ile insanların kullandıkları aletler arasında belirgin bir nitelik farkı vardır. Hayvanların kullandıkları nesneler bütünüyle tüketime yönelikken, insanların yaptıkları üretim için tasarlanmış aletlerdir. Hayvanların kullandıkları aletler belli bir ürüne yönelikken, insanların yaptığı alet ve araçlar bütünüyle üretime yöneliktir. “İnsanlık tarihinin kökenini oluşturan alet kullanma dönemi, insanlaşmanın başlangıcı olarak ele alınmaktadır.” (1)

“İnsanın özünü, kökeninde, hayvandan başkalaştığı uğrakta aramak gerekir. İnsan, hayvandan yaşama araçları üretmeye başladığı noktada ayrılıp insan olmaya başlamıştır.”(2) Bu anlamda insanın ne olduğu insan ile doğa arasındaki emek faaliyetinde kendini gösterir. “İnsani öz, yerden aldığı taşı bir dal parçasına bağlayarak ilk baltayı yapmayı akleden, böylece doğayla alışverişin dar sınırlarına meydan okuyan prehistorik insanda mayalanmaya başlamıştır.. İnsan, emek süreci içinde, bir yandan doğayı kendi ihtiyaçlarına göre dönüştürerek doğayı insanileştirir, bir yandan da kendisini nesnel dünyadan farklılaştıran yeni yeni insani nitelikler edinerek, yani insani özünü adım adım geliştirerek kendisini yaratır. Tarih, insanın kendisini yaratma ve doğayı dönüştürme faaliyetidir.”(3)

Yüzlerce yıl kendisini çevreleyen nesneleri kendi amacı doğrultusunda değiştirip dönüştüren insan, “iş alışkanlıklarını da biriktiriyordu; yavaş yavaş olayları genelleştirmeyi ve olaylar arasındaki iç bağıntıları bulup çıkarmayı öğrendi. Artık çabalarının sonuçlarını önceden görebiliyordu, kendini kuşatan doğayı tanımayı öğreniyordu. Çalışırken ve çalışmanın içerdiği doğanın etkin bir biçimde değiştirilişi sırasında, tüm organizma ve düşünme yeteneği, düzenli olarak gelişiyordu. Zamanla, çalışma eylemlerinin ilerlemesi, yalnızca ellerin çalışmasının yetkinleşmesine ve incelmesine değil, düşüncenin ve aynı zamanda atalarımızı bilinçli ve bir amaca yönelmiş bir çabaya elverişli kılan bütün yetilerin gelişmesine katkıda bulundu.” (4) Marks’ın söylediği gibi insan, emek faaliyetleri içinde her türlü gereksinimlerini karşılarken kendi öz’ünü de yaratıyordu.

”İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak kendi maddi yaşam araçlarını da üretirler. İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır. Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin belirli bir etkinlik tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleri kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.” (5)

Üretirken ve üretmek için toplumsal ilişkilere girerken kendi öz’ünü de yaratan ve geliştiren insan için tarih dışı bir insan doğası kavramından söz edilemez. Yaşamını sürdürmek için sürekli olarak doğayı değiştirmek zorunda olan ve bunu yaparken kendini de geliştirip değiştiren insan için donmuş, statik ve değişmeyen bir insan doğası var olamaz. K. Marks bu anlamda, insan doğasının tarihsel bir öz taşıdığını, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin birey davranışlarını etkilediğini, sosyal yapının değişebilirliği oranında insan doğasının da değişebileceğine vurgu yapar. Toplum, bireyler üzerinde soyut etkide bulunan bir kendililik değildir, tam tersine insanın ne tür bir birey olduğu, neler yaptığı, neler düşündüğü ve neye inandığı içinde yaşadığı toplum tarafından belirlenir.

“…insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.” (6)

İnsanın doğası ile ilgili sorunsalın bir yanı budur.

Kaynakça

(1)Serol Teber; Doğanın İnsanlaşması; Say Yayınları, s.120
(2) Haluk Yurtsever ;Feuerbach Üzerine Tezler; Marksist Metin Analizleri; Nazım Kitaplığı; s.27.
(3)Yusuf Zamir; Marks Gerçekte Ne Dedi; Alev Yayınları; s.45
(4) Zubritski, Mitropolski, Kerov; İlkel, Köleci ve Feodal Toplum; Sol Yayınları; s.15
(5)K.Marks, F.Engels; Alman İdeolojisi’nden; Felsefe Yazıları; Sol Yayınları; s.65-66.
(6)K.Marks; Feuerbach Üzerine Tezler; F.Engels; Ludwıg Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu; Sol Yayınları; s.69.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.12.2016- 21:25


ÇEVİRİ | Marksizm insan doğasına aykırı mı?

Resim Ekleme

Çeviri: Can Albayrak

Birer devrimci olarak, Marx ve Engels de çeşitli nedenlerden dolayı “insan doğası” sorunuyla ilgileniyorlardı. Öncelikle, insan doğasının kapitalizm tarafından bozulduğundan ve yalnızca sosyalizm ve komünizm sayesinde zincirlerinden kurtulup gerçek potansiyeline ulaşabileceğinden emindiler. Ayrıca, insan doğasının kapasitesini ve sınırlarını bilmek istediler ki, hangi devrimlerin başarıya ulaşıp ulaşamayacağını anlasınlar. En önemlisi de, bir sınıfın diğerini sömürmesini insan doğasıyla ilgili kullanılan yanlış argümanlarla haklı çıkarmaya çalışanlara karşı koymak istediler.

Erken dönemlerinde yazdığı 1844 El Yazmaları’nda Karl Marx, emek konusu çerçevesinde “türsel-varlığımız” dediği insan doğasının üzerinde durdu ve şöyle dedi: “Gerçi hayvan da üretir. Arı, kunduz, karınca vb. gibi, kendine bir yuva, barınaklar kurar. Ama o sadece kendisi ya da yavrusu için dolayımsız gereksinme duyduğu şeyleri üretir; tek yanlı bir biçimde üretir, oysa insan evrensel bir biçimde üretir; hayvan araçsız fizik gereksinme egemenliği altında üretir, oysa insan hatta fizik gereksinmeden bağımsız olarak bile üretir ve ancak ondan bağımsız olduğu zaman gerçekten üretir; hayvan sadece kendi kendini üretir, oysa insan tüm doğayı yeniden üretir; hayvanın ürünü doğrudan doğruya kendi fizik bedeninin bir parçasıdır, oysa insan kendi ürünü ile özgürce karşı karşıya gelir.”

Marx, kapitalizmin “yabancılaşmış emek”i dayatarak bizi kendi doğamızdan yabancılaştırdığını anlamıştı. “Yani yabancılaşmış emek insanın türsel-varlığını -hem doğal hem de entelektüel türsel-varlığını- kendisine karşı yabancı bir varlığa ve bireysel varlığı için bir araca dönüştürür. Bu insanı kendi bedenine, etrafında var olan doğaya, kendi ruhsal özüne, kendi insani varlığına yabancılaştırır.”

Marx ve Engels’in emeği insan varlığı için doğal ve arzulanabilir bir etkinlik olarak gördüğünü unutmamamız çok önemli. Tarih boyunca, emek eylemi kölelik, feodalizm ve kapitalizmin dayattığı yabancılaşma nedeniyle bir külfet olmuştur. Engels büyük ihtimalle Troçki’nin “genel bir kural olarak, insan çalışmaktan kaçınır. Çalışma sevgisi doğuştan gelen içsel bir özellik değildir… Hatta insanın tembel bir hayvan olduğunu söyleyebiliriz” iddiasını duysaydı şiddetle karşı çıkardı.

Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, birçok basit sosyal ilişkinin insan doğası tarafından değil, ekonomik ilişkiler tarafından belirlendiğinden söz eder ve özel mülkiyet, emek, kişisel özgürlükler, aile, eğitim, kadının durumu, milliyetçilik ve din dahil bu ilişkilerin devrimle dönüştürülebileceğinden bahseder.

Marx ve Engels, 19. Yüzyılda evrim (örneğin Darwin), antropoloji (örneğin, Morgan) ve diğer bilimlerde meydana gelen gelişmeleri yakından izledi ve bize insan doğasıyla ilgili ne öğretebileceklerini anlamaya çalıştı. Engels, 1884 yılında ömrünün sonlarına doğru Engels, bulduklarını Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyet’in Kökeni adını verdiği büyük bir kitapta topladı. Bu kurumların zamanla nasıl biyolojik evrim değil, sosyal evrim yoluyla değiştiğini gösterdi.

Engels kitabının “Barbarlık ve Uygarlık” bölümünde, sosyal kurumların çok güçlü olduğu zamanlarda insanların bu kurumları insan doğasının bir parçası olarak kanıksadığından bahseder. “Bir toplumsal çalışım, bir dizi toplumsal olgu, insanların bilinçli denetiminden ne kadar kurtulur ve onları ne kadar aşarsa, o kadar rastlantıya bağlıymış gibi görünür, ve bu olguların kendilerine özgü içsel yasaları, bu rastlantı içinde, kendilerini o kadar doğal bir zorunluluk gibi kabul ettirirler.”

Engels, sosyobiyolog ve üniversite profesörlerine, medya tarafından kapitalizmin “doğal” ve belli ırkların (ya da erkeklerin) diğer ırklara (ya da kadınlara) karşı üstün olduklarının, bilginin doğuştan geldiğinin, ve şiddetin insan doğasının bir parçası olduğunun söyletildiği ABD gibi ülkelerdeki durumdan bahsediyor olabilirdi.

Yönetici sınıf diğer tüm argümanları tükendiği zaman insan doğası savını öne sürmeye meyleder. Bugün medya, tıpkı 19. yüzyılda köleliği “insan doğası” argümanlarıyla haklı çıkarmaya çalıştıkları gibi, yönetici sınıfın savaş ve erkek egemenliğini insan doğasının temelinde olduğu iddiasını öne sürmesinde kilit bir rol oynuyor. Savaşın insan doğası tarafından belirlendiğinin bilimsel olarak çürütüldüğünü görmek isterseniz, Şiddet Üzerine Sevilla Beyanı’na bakabilirsiniz.

Marx ve Engels bu mitlere yenilmediler. Bunun yerine, tarih boyunca kapitalizmin nasıl evrildiğini, belli ırkların neden diğerlerine, erkeğin de kadına karşı üstünlük kazandığını ve devlet tarafından şiddetin nasıl kurumsallaştırıldığını ve sürekli kılındığını anlamaya çalıştılar. Tüm bunların bir devrimle değişeceğine inandılar.

İnsan doğası üzerine eğitim, devrimci bir barış kültürü eğitimi için olmazsa olmazdır. İnsanlar, insan doğası üzerine yaratılan mitler tarafından ne kadar kandırılırlarsa, devrimci hareketlerde yer alma olasılıkları da o kadar azalacaktır. Düşünecekler ki, “Madem kapitalizm insan doğasının bir parçası, o halde sosyalizmi inşa etmekle uğraşmanın ne anlamı var?” Bu böyle gidecektir. Cesaret kazanmaları için insanların, insanın yeni bir barışçıl ve adil toplum yaratacak gerçek kültürel potansiyelini kavramaları gerekiyor.

Kaynak: http://sfr-21.org/human-nature.html

http://gazetemanifesto.com/2016/12/04/ceviri-marksizm-insan-dogasina-aykiri-mi/



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör İnsan insan olmaktan utanıyor... melnur 0 1121 02.05.2021- 05:12
Konu Klasör DNA sonuçları açıklandı: İnsan değiller... melnur 2 124 01.12.2023- 19:49
Konu Klasör İnsan olmak zorken, ‘insan'dı Zeki Alasya (*) melnur 0 1895 10.05.2019- 17:30
Konu Klasör Marksizm-Leninizmin reddi: Post-Marksizm spartakus 0 3650 24.09.2014- 00:10
Konu Klasör Bir Marksizm’den “bin Marksizm”e teori umut 12 9428 16.04.2015- 12:07
Etiketler   İnsan,   Doğası,   Marksizm
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS