SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
1 Mayıs 2014           (gösterim sayısı: 4.940)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: umut
Konu Tarihi: 02.05.2014- 16:53


1 Mayıs 2014
Kemal Okuyan


1 Mayıs miting ve eylemleri ve de polis saldırıları sürerken yazmak zor. Riski göze alarak, soruyu formüle edip yanıtını arayabiliriz: 1 Mayıs’ta kitleleri Taksim’den uzak tutmayı beceren AKP siyasi bir başarı elde etmiş midir?

Olaya hep kendimizden bakmaya alışmışız, 1 Mayıslara yeterince güçlü bir siyasi anlam katılamadığından şikayet ederiz hep. Taksim mücadelesinin içeriksizleşmesinden…

Tersinden gidelim. Diktatörün eline bakalım. Ne kadar güçlü, ne kadar zayıf… Dün bir kez daha İstanbul’u işgal etti. Gazladı, suladı, kurşunladı. Ama zorbalığına siyaset ya da içerik katamadı. Daha önceki yasaklar ciddi bir ideolojik hazırlık sonrasında uygulamaya sokuluyordu. Şimdi iktidarın buna ne hali kalmış ne niyeti…

Karşımızda siyasi gücü “muktedir olmaya” daralmış bir özne var. Yapabiliyor, Taksim’i ve çevresini tutabiliyor, bir kentle resmen savaşıyor. Ama burada gerçekten “teknik” bir başarı var. Daha öncesinde tanık olduğumuz türde bir “kamuoyu” oluşturma dertleri kalmamış. Çünkü Türkiye ciddi ölçülerde taraflaşmış. 1 Mayıs kitlesinden nefret eden ya da ona tamamen dışsal bir kesimi ikna etmek gibi bir sorunları zaten yok. Diğer tarafa ise “boyun eğdirilecek”! Bu kadar basit…

Siyasette zaman zaman “şiddet” uygulayabilme becerisi yanlış okunur ve iktidarın sarsılmaz bir güce ulaştığı yanılsaması ortaya çıkar. Oysa “teknik” üstünlüğe dayalı bir hakimiyet inanılmaz derecede kırılgandır.

“Teknik” üstünlüğüne inanan ve buraya daralan bir iktidarın karşısında direnme azminin kendini hissettirmesi her tür siyasi karşılık için zorunlu ön koşuldur. Dolayısıyla 1 Mayıs’ın içeriksizleşmesi kaygısını 1 Mayıs günü ile sınırlamanın ve bir yerden sonra tartışmanın anlamı bulunmamaktadır. Böyle bir iktidara, direnerek yanıt verilir, veriliyor da…

Ancak iktidarın “teknik” üstünlüğünün dağıtılması asla ve asla “teknik” bir işlem değildir ve “teknik” olarak zaten imkansızdır. Şiddet tekeline yaslanan, ötesiyle ilgilenmeyen ve aslında ilgilenemeyecek durumda olan hükümet, karşıtlarını bağlamından kopuk bir hesaplaşmaya zorluyor.

Nedir bağlamından kopuk olmak?

İzinli, tansiyonu düşük, kalabalık ama şekilsiz, siyasi doğrultusu belirsizleşmiş 1 Mayıs kutlamalarından hemen herkes şikayetçiydi. Peki şimdi, iktidarın zorbalığına karşı 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için harekete geçenleri birleştiren ne? “Erdoğan karşıtlığı” bile demiyoruz, diyemiyoruz. Erdoğan karşıtlığından (en azından şu an için) rahatsızlık duyanlar var “aramızda”. “Tıpkı Gezi’deki gibi” de denemez, çünkü Haziran Direnişi, randevulu, kurgulanmış bir kalkışma değildi, çok özel bir hareketti.

Dişe diş bir direnişin siyasi bağlama yerleştirilmesi, bir mitingin sağlam siyasi doğrultuya sahip olmasından daha önemlidir. Bu gereksinimin giderilmesi önümüzdeki dönemin de temel sorunu ya da görevi olacaktır. 1 Mayıs 2014’te diktatörün “teknik” üstünlüğüne boyun eğilmeyeceği bir kez daha gösterilmiştir. Bu siyasal bir çıkış için son derece önemli bir zemindir.

1 Mayıs yaşamıştır, yaşama şansı olmayan zorbalardır.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 02.05.2014- 16:54


Elimize ne geçti?
Aydemir Güler


Bundan bir yıl önce, sol içinde, AKP’nin düzenini kaçınılmazlık olarak hissedenler vardı. Türkiye’nin bu karanlık hücreye sığmayacağını söylemek, sadece keşke soldaki bu unsurlara afaki gelseydi. Geniş kitlelerde de “böyle gelmiş böyle gider” ağır basıyordu.

Otuz yıl kadar önce, yediği naneleri yadırgayanlara “alışırsınız” diyen bir siyasetçi vardı. Özal’a “alışamadık” diye mektup gönderen bir genç çıkmış, “helal olsun”la “deli mi ne” arası tepkiler almıştı. Ama “ben de alışamadım” diye kalabalıkların kafayı dikleştirmesine vesile olmamıştı doğrudan doğruya. Oysa sonra, Bahar eylemleri gelecekti...

Bir yıl önce, bu rejim tutmaz diye ısrar edenler de, doğrudan benzeri bir patlamanın kıvılcımı olmadılar. Ama kısa süre sonra Gezi benzersiz bir halk hareketi olarak büyüyecekti.

Ne o mektup, ne “Tayyip tutturamaz” diye tutturanların inadının sonucu olmadı sonraki gelişmeler. Abartmamak gerek.

Ama tersini hiç yapmayalım. Hiçbir şey yok olmaz; hiçbir şey yoktan var olmaz.

Toplumun öfkesine bir damla katacaksanız, o damlanın neleri tetikleyeceğini önceden hesap edemezsiniz. Etmemelisiniz de.

Dünkü 1 Mayıs da öyledir.

1 Mayıs’larda halkın vicdanı harekete geçer. Yerine ve dönemine göre yoksulluğa, haksızlığa, işbirlikçiliğe, savaşa veya başka bir güncel soruna karşı insanlar alanlara dökülür. Neye varır, “hayatta ne işime yarayacak” soruları geçersizdir. Bu hesap kitap, vicdanın mantığına, tanımına terstir.

Bugün ülkemizin, hepsi AKP’de düğümlenen bin bir sorunundan bir teki bile 1 Mayıs’ta insanlığın harekete geçmesi için yeterli gerekçe. Hepsi aynı noktada düğümlendiğine göre, 1 Mayıs’ı “AKP’ye karşı” diye özetlemek de mümkün. Hükümetten şu veya bu vesileyle hayırlı bir iş bekleyenler ve bu nedenle hayırhah bir tutumu tercih edenler, kendilerini saklamak zorunda kalırlar. Çünkü hükümetin ne olduğu açık seçik meydandadır 1 Mayıs’ta.

Dün, özellikle İstanbul’daki tablo, AKP’nin vicdan karşısında duyduğu olağanüstü korkuyu yansıtıyor. “Taksim’e giderlerse Gezi’den çıkmazlardı” diye somutlanan endişe, ne yalan söyleyeyim, haksız sayılmaz. Neden çıksın ki halk? Yarım kalmış bir işimiz var orada!

1 Mayıs’a katılanlar farklı gerekçelere sahip olabilirler. Ama Taksim’e gidilebilseydi, halkın kolektif aklına yarım kalan işi tamamlamak mutlaka gelirdi. Sonuç korku ve terör.

2014 Taksim hedefinin anlamı buydu. Erdoğan’ın inadını orta yerinden kıran bir halkın, “hükümete demokrasi dersi verdik, haklı taleplerimizi dile getirdik, barış sürecine zorladık” diye konuşacağını düşünen var mı?

İstanbul’u “kapatmak”, Köprüyü bir tatil günü sabahın 7.30’unda trafiğe bile isteye boğmak, yeni gaz solüsyonlarını acımasızca denemek, halka karşı savaş manevraları planlamak... Bunları yapanlar kuşkusuz deli. Ama bu kolektif deliliğin arkasında bir rasyonalite var:

Ancak böyle iktidarda duruyorlar.

İktidarda böyle de durulabilir. Bazı eklerle: Açık faşizm ilan edersiniz mesela. İdam sehpaları kurarsınız 12 Eylül’deki gibi. Sendikaları, partileri kapatırsınız. Sınıflara, anfilere üniformalı asker, polis sokarsınız... Cop üstünde iktidar olacaksanız, bunları da yapmalısınız.

Türkiye’de bütün bunlar im-kan-sız-dır!

Dün sadece İstanbul’da değil, sayısız kentte, bunca baskıya, tehdide karşı harekete geçen o hesapsız vicdandı. 1 Mayıs 2014’e koşanlar, koşarken “neye yarayacak” sorusunu kurcalamamışlardır çok fazla. Ekledikleri damlaların neyi, nereye taşıracağını görmek için biraz zaman da gerekir elbette. Bana sorarsanız, benim öngörüm 1 Mayıs’tan yakın geleceğe devrolan “bu böyle gitmez” mesajıdır derim. Dün attığımız sloganlar, yuttuğumuz gazlar, yediğimiz coplar Türkiye’ye “AKP yola böyle devam edemez” biçiminde geri dönecek.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
dayanışma
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: dayanışma
Cevap Tarihi: 04.05.2014- 16:33


Korkusu ‘meydan’da
 
1 Mayıs geride kaldı. Taksim diyenler “dikta”nın neyi nerede yapacağımızı dayatmasına karşı bir daha “hayır” dedi

Resim Ekleme
DENİZ YILDIRIM

1 Mayıs geride kaldı. Taksim diyenler “dikta”nın neyi nerede yapacağımızı dayatmasına karşı bir daha “hayır” dedi. Bu açıdan “başarı” ölçüsü Taksim’e çıkmak/çıkmamak ya da eyleme katılanların niceliği değil; eylemin Haziran sonrası ilk 1 Mayıs’ta Taksim’i yasaklayan ve gücünü oradan sınamak isteyen kuvvete “oldu o zaman, Yenikapı” diyerek sağlanacak psikolojik üstünlüğe izin vermeyen niteliği ve diktanın dayatmasına boyun eğmeme iradesinin görünür kılınmasıdır. Zaaflar ancak bu saptama yapıldıktan sonra tartışılabilir; tartışılabilir olansa Taksim değildir. Unutulmasın: geçen yıl Mayıs’ın 1’i kuvvetlerinin sıkıyönetime direnerek kazdıkları zeminin kuvveti, Mayıs’ın 31’i kuvvetlerine bıraktıkları özgüvende ölçüldü; bu açıdan diktayı emekçilerin sorunları arasında gören bir siyasallığın “başarı” ölçüsü , bu bakışı Haziran direnme programı temelinde geliştirebilmesidir. Ama çok isteyen varsa belirtelim, AKP’nin karşıtları üzerindeki hegemonik etki kapasitesi, 1 Mayıs’ta Yenikapı’ya giden 6 kişiyle ölçülebilir.

Önce iki gazete haberi: “Gezi’yi özel harekatçılar korudu” ve “polis Sıhhiye ile Kızılay arasına çelik duvar yerleştirdi”. Buna Taksim’e çıkışı engellemek için seferber edilen ve toplam polis sayısının beşte birine tekabül eden 39 bin kişilik polis ordusunu ve tıpkı geçen yıl olduğu gibi, şehrin merkezine akan tüm ulaşım hatlarının kesilmesi yoluyla oluşturulan sıkıyönetim rejimini de ekleyelim. Yetiyor mu? Yetmiyor; AKP’nin esas yönetme krizi, karşıtlarının bu baskıya rağmen eskisi gibi eylemsizleştirilmesinin ve yönetilmesinin mümkün olmamasında yatıyor.

Karşımızdaki tablo net, lafı eğip bükmeye gerek yok: korkuyor. Ne zaman meydanlara çıksak; onun korkusu da “meydan”a çıkıyor. Korkusu neden?
Daha birkaç yıl önce Taksim yasağını kaldırmak, hegemonya alanını genişletmek için sarıldığı “özgürlükçü” koalisyon simitlerinden birisiydi. Kaldı ki direnemezlerdi, son 1 Mayıs’larda Taksim yönündeki kararlılık daha da açığa çıkmıştı. Ancak son iki yıldır ağır bir şehir sıkıyönetimi eşliğinde yasak uygulamasına geri dönüldü. Rejim yerleşti, mevziler kazanıldı, eski ittifaklara ve “özgürlük” zokalarına çok da gerek kalmadı; tamam mı? Hayır, bugünkü baskıyı açıklamaya yetmiyor. Dünyada otoriter rejim çok; ama “meydan takıntısı” hepsinde yok. “Usta”nın meydan korkusu önce Tekel işçilerinin şehrin merkezine yerleşerek hayatın nabzını ele geçirmeleriyle; ardından Tahrir ve İnci Meydanları’nın dikta karşıtı mücadelelerde politik özneleşme ve irtibatlanma alanları olarak sembolleşmesiyle ve sonunda Haziran’da Gezi-Taksim’in günlerce halk hareketinin merkezi kamusal üssü haline gelmesiyle pekişti. Öyleyse “dikta” analizlerimizi Türkiye özelinde yaparken şu “meydanlar” meselesinin yarattığı etkiyi gözden kaçırmayalım.

Taksim korkusunun ve buna bağlı diktacı yasakların, tedbirlerin birkaç farklı politik nedeni var. Nedenlerin en önemlisi, geride kalan yıllarda meydanları, şehrin kamusal görünürlük alanlarını bir protesto alanından çıkararak, mekanda yerleşmek yoluyla farklı bir kamusallığı toplumsal temelde inşa etme deneyimine dönüştüren Tekel Direnişi ve Gezi’den kaynağını alarak yayılan Haziran Halk Ayaklanması’nın AKP hegemonyasında yarattığı sarsıntının bilincidir. Hem Tekel’de hem de Gezi’de piyasacı yağma ilişkileri temelinde emekçilerin haklarına saldıran ve yine piyasacı yağma ilişkileri temelinde halkın yaşam alanlarını inşaat-iktidar örgütlenmesinin hizmetine sunan iki saldırı karşısında emekçilerin ve halkın yanıtı sıradan bir protesto hareketinin ötesine geçti: yerleşme, mekanı tutma, günlerce gündemi belirleyerek iktidarın hegemonyasını sarsma ve yaşamın merkezinde, gündelik yaşamın tam ortasında alternatif, piyasa ilişkilerini dışarıda bırakırken bu sınıfsallığın içinde başka bir Türkiye siyasallığının mümkün olduğunu gösteren yeni bir kamusallık, çözüm programı inşası.

AKP, halk hareketi bileşenlerinin meydan kararlılığında hep bu korkuyu duyuyor. Her iki direnişin bu açıdan harekete geçirici gücü emekçinin kazanılmış haklarına ya da parka piyasacı saldırı karşısında kamucu karakter taşımasından ve bu kamuculuktan türeyen eylem hattının meydanları, yaşam alanlarını tutan ve dönüştüren kamusalcı bir siyasallıkla harmanlamasından; fiili direnme hattını güçlendirmesinden geliyor.

Gelin AKP’nin şu ana kadar şehirlerin kamusal hayatını toptan yasaklayan sıkıyönetim uygulamalarına nerelerde sarıldığını hatırlayalım: Tekel Direnişi sırasında Ankara’da, 1 Mayıs’larda emekçilerin Taksim’e çıkışını engellemek ve Haziran’dan bu yana Gezi’yi denetlemek adına İstanbul’da ve termik santrallerin özelleştirilmesine karşı başıdik bir mücadele yürüten santral ve maden işçilerinin direnişine karşı, Erdoğan’ın Kasım ayındaki ziyareti sırasında her türlü kamusal gösteri, toplantı, basın açıklaması ve ulaşım hakkının 3 gün boyunca Valilik kararıyla askıya alındığı Muğla’da. Farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda açığa çıkan bu “şehir sıkıyönetim rejimleri”nin gerisinde yatan ortak “sınıfsal” hattı iyi okumalıyız: emekçi karakterde, piyasa ilişkilerinin dışında ve AKP diktasının siyasal baskıcılığındaki sınıfsallığı tümden ortaya koyar nitelikte.

Kamucu ve kamusalcı hareketler temelinde iç içe geçmiş sınıfsal-siyasal isyan dinamikleri AKP Rejimi’nin korkulu rüyası; bu aynı zamanda AKP Diktası’na karşı siyasal mücadelenin gerçek sınıfsal içeriğine dair bir turnusol kağıdı. Bu açıdan “Taksim tartışması emekçilerin sorunlarının gündeme gelmesini engelliyor” tarzı açıklamaların AKP diktatörlüğünü “siyasal” olarak emekçilerin sorunları arasında görmeyen bir ekonomizm dayattığı açık. Aksine, AKP diktasının siyasal açıdan en görünür olduğu yasaklar/baskılar sınıfsal açıdan piyasa dışı güçlerin mücadelesine karşı hayata geçiriliyorsa; ne AKP diktasına karşı mücadelede sınıfsallık vurgusu, ne sınıf sömürüsüne karşı mücadelede AKP diktasına karşı siyasal mücadele vurgusu birbirini dışlayabilir. Taksim ve özelde 1 Mayıs bu sınıfsallıkla siyasal karakteri harmanladığı, görünürleştirdiği ve karşısında yer alan kuvvette yarattığı korkuyu belirginleştirdiği için daha da önemliydi ve önemlidir.

Hatırlayalım. Tapelerle yaşadığımız günler çok da geride değil. En çarpıcı tapelerden birisiydi. Gezi sırasında dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler bir işadamına, Gezi’ye Taksim Dayanışması bileşenlerinin girip açıklama yapmasına izin verilmemesi talimatının Erdoğan’dan geldiğini, çünkü Tekel’deki gibi oraya yerleşilmesinden korktuğunu söylüyordu. “Meydan”daki korku; “meydan”a çıkan korku tam da budur. AKP Rejimi, bugün karşıtlarının “zararsız” kitlesel protestolarından çekinmiyor. Öyle olsa “gidin Yenikapı’da yapın, size yer de gösteriyoruz” da denmez. Mesele kitlesel protesto değil; bu eylemliliğin şehrin merkezinde, yaşamın ortasında görünürleşmesi ve yer tutmasıdır. Tekel’den Gezi’ye ve Taksim korkularına çıkan eksen burasıdır ve bu ekseni Erdoğan’ın Tahrir Meydanı’nda simgeleşen, meydanı tutan dikta karşıtı halk hareketlerinin elde ettiği acil politik sonuçlar korkusuyla yüzleştirdiği de muhakkak. Erdoğan, dikta yerleştikçe halk hareketinin daha da “meydan”a çıkacağını ve rejiminin bu şekilde sona ereceği düşüncesini bir kabusa dönüştürmüş durumda; bu nedenle faşizan baskı ve polisiye “tedbir” mekanizmalarını güçlendiriyor. Yeni MİT Yasası tam da bu temelde okunmalı.

Mesele “mekanı fetişleştirmek” değil. Her Yer Taksim Her Yer Direniş; unutulmasın. Ancak programsız direniş, dönüştürmeyen eylem değil korktukları. En çok da bu işlerine yarıyor. Meydana yerleşilmesi, günler boyunca AKP’nin kurduğu piyasacı, yağmacı ve dinsel karakterdeki ayrımcı düzenin karşısında başka bir kamusal yaşamın mümkün olduğunun görünürleşmesi ve gündemin merkezine oturması esas korkuysa; meydanı tutmanın yarattığı etkiyi yeni araçlarla her yere yaymak; dönüştüren eylem, fiili direnme ve çıkışı gösteren programlı direniş hattını büyütmek gerekiyor. Bu korku AKP hegemonyasının şu ana kadar en fazla sarsıntı geçirdiği anlara dair net deneyimin ürünüdür. Bunu Erdoğan’ın “ben gündem oluşturamazsam nasıl Başbakan olurum?” sözüyle ve Tekel Direnişi sırasında Bülent Arınç’ın sarfettiği “böyle bir şeyin olmasına bir daha asla izin vermeyeceğiz” cümlesiyle birlikte düşünmeliyiz.

Hegemonya bir yönüyle hangi tartışmanın ve alanın “özel”, hangi tartışma ve alanın “kamusal” olduğuna karar vermektir. Bu açıdan AKP, kamusal varlıkları ve alanları “özel”leştirirken; “özel” olarak kodlanan hane içi alandaki yaşama dair tartışmaları (kürtaj, kızlı-erkekli, sezaryen vb) kamusallaştırmakta. Tekel’den Gezi’ye hareketlerin elde ettiği güç, bu denklemi tersine çevirebilmesinde, yaşam tarzlarına müdahale etmeyen bir kamusal “özgürlük” alanını piyasa ilişkilerini dışarıda bırakan kamuculukla harmanlamasında açığa çıktı. Meydan korkusunu bu program temelinde okumalı; bu programın dersleri ve çözümleri ekseninde direnişi genişletmeliyiz.

Birgün



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör 1997-2014/Kemal Okuyan melnur 0 2770 03.01.2014- 17:25
Konu Klasör 2014 oscar adayları en iyi film tanıtımları NOLAN 0 3307 12.02.2014- 14:29
Konu Klasör Soçi 2014: “Soykırım” vatanı, sömürü cenneti! Alisan 0 5205 15.02.2014- 14:20
Konu Klasör TKP'den 1 Mayıs çağrısı... melnur 2 2786 02.05.2020- 08:59
Konu Klasör İstanbul'da 1 Mayıs... melnur 1 4079 01.05.2019- 19:59
Etiketler   Mayıs,   2014
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS