SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  kilitli
 Toplam 3 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2]   3   >   son» 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 29.08.2013- 23:55


Daha sonraki sosyalistlerin tam anlamıyla ekonomik olmayan düşüncelerinin aşağıyukan hepsi, onda embriyon halinde bulunduğu için, Saint-Simon'da engin bir görüş genişliğiyle karşılaşıyorsak, o günkü toplumsal koşulların gerçekten Fransızlara özgü ve nükteli, ama hiç de üstünkörü olmayan bir eleştirisini de Fourier'de buluyoruz. Fourier, burjuvaları, onların devrimden önce ortaya çıkmış peygamberlerini ve devrimden sonraki övgücülerini, kendi sözleriyle ele alır. Burjuva dünyasının maddesel ve moral sefaletini apaçık ve hiç acımadan ortaya kor. Bu sefaleti, daha önceki filozofların, yalnız sağduyunun egemen olacağı bir toplum, mutluluğun evrensel olacağı bir uygarlık, sonsuz bir insan yetkinliği üzerine gözleri kamaştırarak vaadettikleriyle ve çağının burjuva ideologlarının dünyayı tozpembe gösteren tumturaklı sözleriyle karşılaştırır. Her yerde, en bayağı gerçekliğin nasıl en tumturaklı sözlere karşılık olduğunu gösterir, ve tumturaklı sözlerin bu umutsuz fiyaskosunu o yüreğe işleyen alaycılığıyla yerer.

Fourier yalnız bir eleştirici delildir, serinkanlı ve duru yaradılışı, onu bir yergici yapmıştır ve o, gelmiş geçmiş yergicilerin herhalde en büyüklerinden biridir. Devrimin güçten düşmesi üzerine, artan dolandın ve vurgunları, ve o zamanki Fransız ticaretinde başat ve ona özgü olup dükkan dükkan dolaşan korkunç ruhu, aynı güç ve çekicilikle anlatır. Burjuva biçimi kadın-erkek ilişkileri, ve kadının burjuva toplumundaki durumu konusundaki eleştirileri daha da ustalıklıdır. Belirli bir toplumda kadına verilen özgürlüğün, genel olarak tanınan özgürlüğün doğal ölçüsü olduğunu ilk kez açıkça söyleyen odur.

Ama Fourier'nin en anlamlı yanı, toplum tarihi kavramındadır. Toplumun bütün tarihsel gidişini dört aşamaya ayırır -yabanıllık, barbarlık, ataerkillik, uygarlık. Bu sonuncusu, uygar, ya da burjuva denen bugünkü toplumla -yani 16. yüzyılla birlikte gelen toplumsal düzenle- özdeştir. Fourier, "barbarlığın basit bir biçimde yaşadığı her eksikliği, uygarlık aşamasının, karmaşık, belirsiz, iki anlamlı, iki yüzlü bir biçime yükselttiğini" - uygarlığın, çözmeye güç yetirmeksizin sürekli olarak yeniden yarattığı çelişkiler içinde, "bir kısır döngü"de ilerlediğini; bundan dolayı, ulaşmak istediğinin ya da ulaşmak ister göründüğünün tam karşıtına vardığını, öyle ki, örneğin, "uygarlık durumunda, yoksulluğun, aşırı bolluğun kendisinden doğduğunu" anlatır.

Fourier, gördüğümüz gibi, diyalektik yöntemi, çağdaşı Hegel kadar ustaca kullanır. Aynı diyalektiği kullanarak, sınırlanmaz insan yetkinliği konusunda söylenenleri çürütür. Her tarihsel evrenin bir yükselme dönemi ve bir de düşme dönemi vardır; ve o, bu gözlemi bütün insan soyunun geleceğine uygular. Kant'ın, bu dünyanın eninde sonunda yok olacağı düşüncesini doğa bilimine sokması gibi, Fourier insan soyunun eninde sonunda yok olacağı düşüncesini tarihsel bilime sokmuştur.

İNGİLİZ ÜTOPYACILIĞI: ROBERT OWEN
Devrim kasırgası Fransa'da ortalığı altüst ederken, İngiltere'de daha sessiz, ama daha az korkunç olmayan bir devrim, sürüp gidiyordu. Buhar ve yeni makineler, manüfaktürü, modern sanayiye dönüştürüyor ve böylece, burjuva toplumun bütün temellerini baştan aşağı değiştiriyordu. Manüfaktür döneminin ağır aksak gelişimi, gerçek bir üretim fırtınası ve gerginliği dönemine dönüşüyordu. Toplumun büyük kapitalistlere ve malsız-mülksüz proleterlere ayrılması, durmadan artan bir hızla ilerliyordu. Artık, onların arasında, o eski kararlı orta-sınıfın yerinde zanaatçıların ve küçük dükkancıların kararsız bir yığını, nüfusun en çok dalgalanan kesimi, güvenilmez bir varlık göstermeye başladı.

Yeni üretim tarzı, henüz yükselme döneminin ancak başlangıcındaydı; henüz normal düzenli, -varolan koşullarda olabilen biricik üretim yöntemiydi. Yine de, o zaman bile herkesin gözüne çarpan toplumsal bozukluklar yaratıyordu - yersiz yurtsuz bir nüfusun büyük kentlerin en kötü kesimlerinde sürü sürü toplanması; ataerkil ilişkilerde ve aile ilişkilerinde bütün geleneksel ahlaki bağların yitmesi; özellikle kadınların ve çocukların korkunç ölçüde aşırı çalıştırılması; kırdan kente, tarımdan modern sanayiye, istikrarlı yaşam koşullarından günden güne değişen güvensiz yaşam koşullarına, topluca ve birdenbire savrulan işçi sınıfının yılgınlığını tamamlıyordu.

Bu nazik zamanda 29 yaşında bir fabrikatör -yüce denilebilecek çocuksu yalınlıkta kişiliğiyle bir adam, aynı zamanda insan soyunun dünyaya pek seyrek gelmiş önderlerinden biri- bir reformcu olarak ortaya çıktı. Robert Owen, materyalist filozofların şu öğretisini benimsemişti: insanın kişiliği, bir yandan, soyaçekimin; ve öte yandan da, bireyin ömrü boyunca, ve özellikle gelişme dönemi boyunca yaşadığı çevrenin ürünüdür. Onun sınıfından olanların pek çoğu sınai devrimde yalnız karışıklık, anlaşılmazlık ve bu bulanık sularda avlanma ve çabucak yığınla para kazanma fırsatı gördüler. O ise sınai devrimde, önemsediği teorisini uygulama alanına koyma, ve böylece, karışıklığa bir düzen verme fırsatını gördü. Daha önce Manchester'daki bir fabrikada, beşyüzü aşkın insanın yöneticisi olarak, buna başarıyla sınamıştı. 1800'den 1829'a kadar, İskoçya'da New Lanark'taki büyük pamuklu dokuma fabrikasını, işletici ortak olarak, aynı yolda, ama daha büyük eylem özgürlüğüyle, ve kendisine Avrupa çapında ün kazandıran bir başarıyla yönetti. Aslında pek farklı ve, büyük çoğunluğu bakımından, pek umutsuz insanlardan oluşan bir yığını, yavaş yavaş 2.500'e ulaşan bir nüfusu, sarhoşluk, polis, yargıç, dava, yoksulları koruma yasaları, sadaka nedir bilmeyen örnek bir göçmen topluluğuna dönüştürdü. Ve bütün bunları, insanlara, insana yaraşır koşullar sağlayarak, ve özellikle, yeni kuşakları özenle yetiştirerek başardı. Owen, anaokullarının kurucusudur ve ilk anaokulunu New Lanark'ta açmıştır. İki yaşında iken okula gelen çocuklar, orayı öylesine seviyorlardı ki, onları evlerine götürmek güç oluyordu. Onun rakipleri, işçilerini günde onüç ya da ondört saat çalıştırırlarken, New Lanark'taki işgünü onbuçuk saatti. İşleri dört ay durduran bir pamuk bunalımında, onun işçileri, ücretlerini her zaman tam olarak aldılar. Ve bütün bunlara karşın iş, ortaklara dağıtılan son büyük kâra göre, değerce iki katının üstüne çıktı.

Bütün bunlara karşın Owen kıvançlı değildi. Onun gözünde, işçilere sağladığı yaşayış, hâlâ insana yaraşır olmaktan uzaktı. "Bu insanlar, benim insafıma kalmış kölelerdi." Başka işçilere oranla işçilerine sağladığı elverişli koşullar, kişiliğin ve zihnin her yönde usa-uygun bir gelişimine elvermek şöyle dursun, onların bütün yetilerini engelsiz kullanmaya bile elvermiyordu. "Ve yine de, bu 2.500 kişinin çalışan kesimi, toplum için, her gün, yarım yüzyıldan daha az önce, 600.000'lik bir nüfusun çalışan kesiminden istendiği kadar gerçek servet üretiyordu. 2.500 kişinin tükettiği servetle, 600.000 kişinin tüketeceği servet arasındaki farkın ne olduğunu kendi kendime sordum."

Bu sorunun yanıtı belliydi. O fark, 300.000 İngiliz liralık net kâra ek olarak, kurumun sahiplerine, yatırdıkları sermaye üzerinden %5 ödemek için kullanılmıştı. Ve New Lanark için geçerli olan bu durum, İngiltere'deki bütün fabrikalar için daha da büyük bir ölçüde geçerliydi. "Bu yeni servet, makinelerle yaratılmasaydı, Napoléon'a karşı Avrupa savaşları eksiksiz yürütülemez, ve toplumun aristokrat temelleri ayakta tutulamazdı. Bununla birlikte, bu yeni güç, işçi sınıfının yaratmış olduğu bir güçtü."[48*] Onun için, bu yeni gücün meyveleri, işçi sınıfınındı. Owen'a toplumun yeniden kurulmasının temellerini gösteren bu yeni yaratılmış olağanüstü üretken güçler, o zamana kadar yalnız bireyleri zenginleştirmek ve yığınları köleleştirmek için kullanılmıştı. Bu güçlerin, herkesin ortak mülkü olarak, herkesin ortak yararı için işletilmesi kaçınılmazdı.




Bu ileti en son melnur tarafından 29.08.2013- 23:57 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 29.08.2013- 23:59


Owen'ın komünizmi, bu katışıksız iş temeline, sonuca, yani ticari hesaba dayanıyordu. Bu pratik karakterini baştan sona korudu. Onun için Owen, 1823'te, İrlanda'daki acıklı duruma komünist göçmen topluluklarıyla son vermeyi önerdi, ve bunları kurmanın kaça çıkacağını, yıllık gideri ve olası geliri eksiksiz hesapladı. Ve onun gelecek için hazırladığı kesin planda, ayrıntıların teknik hesabı öylesine uygulanabilir bir bilgiyle yapılmıştır ki, -zemin planı, ön, yan ve kuşbakışı görünüşler, hepsi vardır- Owen'ın toplusal reform yöntemi bir kez kabul edilince, uygulama bakımından ayrıntıların gerçek düzenine karşı pek az şey söylenebilir.

Komünizm doğrultusundaki ilerlemesi, Owen'ın yaşamının dönüm noktası oldu. Yalnız bir insansever olduğu sürece, servetten, alkıştan, şereften ve övgüden başka hiçbir şeyle ödüllendirilmemişti. Avrupa'nın en sevilen adamıydı. Yalnız onun sınıfından olan kimseler değil, devlet adamları ve prensler de onu beğenerek dinliyorlardı. Ama komünist teorileri ile ortaya çıkması bambaşka bir şeydi. Şu üç büyük engel, ona, toplumsal reforma çıkan yolu özellikle kapatmış görünüyordu: özel mülkiyet, din, evliliğin yürürlükteki biçimi. Bunlara saldırırsa başına neler geleceğini biliyordu: yasanın tanıdığı haklardan yoksun bırakılmak, resmi toplumdan kovulmak, toplumsal konumunu tümüyle yitirmek. Ama [sayfa 68] bunların hiçbiri, başına geleceklerden korkmaksızın onlara saldırmasını önleyemedi ve öngördüklerinin hepsi başına geldi. Resmî toplumdan çıkarıldı, basında ona karşı bir sessizlik kampanyası açıldı, Amerika'da bütün servetini feda ederek yaptığı başarısız komünist denemeler, onu iflas ettirdi. Doğrudan doğruya işçi sınıfına başvurdu ve işçiler arasında otuz yıl daha uğraştı. İngiltere'de işçilerden yana olan her toplumsal harekette ve her gerçek ilerlemede Robert Owen'ın adı geçer. Beş yıllık bir savaşımdan sonra, 1819'da, fabrikalardaki kadınların ve çocukların çalışma saatlerini sınırlayan ilk yasayı çıkarttırdı. İngiltere'deki bütün sendikaların tek bir büyük sendika birliğinde birleştiği ilk büyük kongrenin başkanıydı. Toplumun tümüyle komünist yolda örgütlenmesine geçiş önlemleri olarak, bir yandan, üretim ve tüketim amacıyla işbirliği yapan dernekler kurdu. Bunlar, o zamandan beri, hiç değilse, tacirlerin ve fabrikatörlerin toplumsal bakımdan tümüyle gereksiz olduğunun pratik kanıtını verdiler. Öte yandan, emek ürünlerinin, birimi tek bir iş saati olan emek-pusulaları aracılığıyla değişimi için iş pazarları kurdu; bu kurumlar, zorunlu olarak, başarısızlığa mahkûmdular, ama Proudhon'un çok daha sonraki bir döneme raslayan değişim bankasının ilk örnekleri oldular, ve bütün toplumsal dertlerin genel çaresi olmayı istemeyip yalnız daha köklü bir toplumsal devrime doğru bir ilk adım olmayı istemeleri bakımından ondan tümüyle ayrıldılar.

Ütopyacıların düşünme tarzı, 19. yüzyılın sosyalist idealarını uzun süre etkiledi ve bazılarını hâlâ etkilemektedir. Çok yakın zamana kadar, bütün Fransız ve İngiliz sosyalistleri, onun egemenliğini tanıdılar. İlk Alman komünizmi, Weitling'inki de, aynı okuldandır. Onların hepsine göre, sosyalizm, salt gerçeğin, sağduyunun ve adaletin dışavurumudur. Ve kendi gücüyle dünyayı fethetmesi için yalnızca bulunmuş olması gerekir. Ve salt gerçek, uzaydan ve zamandan bağımsız olduğu için nerede ve ne zaman bulunacağı, yalnızca bir raslantıdır. Bununla birlikte, salt gerçek, sağduyu ve adalet, farklı her okulun kurucusunda farklıdır. Ve herbirinin kendine özgü salt gerçeği, sağduyusu ve adaleti, onun öznel anlayışı, yaşama koşullan, bilgisinin ve zihinsel eğitiminin ölçüsü ile belirlendiği için, bu salt gerçekler çatışmasında, onların karşılıklı olarak birbirini çelmesinden başka bir son olamaz. Bundan dolayı, bir hiç olan bu sondan, ancak bir çeşit seçmeci, ortalama, ve Fransa'daki ve İngiltere'deki sosyalist işçilerin pek çoğunun zihnine günümüze kadar gerçekten yön vermiş bir sosyalizm çıkabilirdi. Bundan ötürü, bir kanının en çeşitli renklerine izin veren şaşırtıcı bir karışım; farklı çığırlar açanların en az itiraza yolaçan eleştirel demeçlerinin, ekonomik teorilerinin, toplumun geleceği konusundaki taşanlarının şaşırtıcı bir karışımı; tek tek bileştirenlerinin belirli keskin kenarları tartışma akıntısında tıpkı bir derede yuvarlaklaşmış çakıllar gibi aşındıkça daha da kolay kükreyen bir karışımı ortaya çıkabilirdi.

Sosyalizmi bir bilim yapmak için, onun önce gerçek bir tabana oturtulması gerekiyordu.




Bu ileti en son melnur tarafından 29.08.2013- 23:59 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 30.08.2013- 00:01


[size=2]HEGEL DİYALEKTİĞİ

Bu arada, 18. yüzyıl Fransız felsefesiyle birlikte ve ondan sonra, Hegel'de doruğuna varan yeni Alman felsefesi ortaya çıktı. Bu felsefenin en büyük başarısı, diyalektiği, düşünmenin en yüksek biçimi olarak yeniden ele almasıdır. Eski Yunan filozoflarının hepsi, doğal diyalektikçiler olarak doğmuşlardı, ve onların en geniş bilgilisi olan Aristoteles, diyalektik düşüncenin en önemli biçimlerini daha önceden çözümlemişti. Yeni felsefe, öte yandan, içinde diyalektiğin parlak temsilcileri (örneğin Descartes ve Spinoza) bulunmakla birlikte, özellikle İngiliz etkisiyle, metafizik denen düşünme tarzına gittikçe daha çok saplanmıştı. 18. yüzyıl Fransızlarında da, özel felsefi çalışmalarının bütün hallerinde, aşağı-yukarı tümüyle bu düşünme tarzı başattı. Bununla birlikte, Fransızlar, tam anlamıyla felsefenin dışında, diyalektiğin üstün yapıtlarını verdiler. Bunlardan yalnız Diderot'nun Le Neveu de Rameau'su ["Rameau'nun Yeğeni yazmış
ile Rousseau'nun Discours sur l'origine et les fondements de l'inéegalite parmi les hommes'unu ["İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temelleri Üzerine Konuşmalar yazmış
anmamız yeter. Burada, bu iki düşünce tarzının temel karakterini kısaca veriyoruz.

Ayrıntılı olarak doğayı ya da insan soyunun tarihini ya da kendi zihinsel etkinliğimizi inceleyip düşününce, başlangıçta, hiçbir şeyin olduğu gibi ve olduğu yerde kalmadığı, tersine her şeyin hareket ettiği, var olduğu ve göçüp gittiği' bir sonsuz ilişkiler ve tepkiler, değişimler ve bileşimler karmaşasıyla karşılaşırız. Bundan dolayı, bu tabloyu önce bir bütün olarak, ayrıntıları hâlâ azçok arka planda kalmış olarak görürüz; hareket eden, bileşen ve birbirleriyle ilişkili olan şeylerden çok, hareketleri, geçişleri, bağlantıları gözlemleriz. İlkel, bönce, ama aslında doğru olan bu dünya anlayışı, eski Yunan felsefesinindir, ve bunu ilk kez apaçık dile getiren Heraklitos'tur: her şey vardır ve yoktur, çünkü her şey akıcıdır, durmadan değişmektedir, durmadan var ve yok olmaktadır.

Ama görünüşlerin tablosunu genel niteliğiyle doğru olarak saptayan bu anlayış, bu tabloyu meydana getiren ayrıntıları açıklamaya yetmez, ve biz onları anlamadıkça tablonun tümü üzerine açık bir idea edinmiş olmayız. Bu ayrıntıları anlamamız için, onları doğal ve tarihsel bağlantılarından koparmamız ve herbirinin doğasını, özel nedenlerini, etkilerini vb. ayrı ayrı incelememiz gerekir. Bu, öncelikle doğa biliminin ve tarihsel araştırmanın ödevidir: bu iki bilim dalını, klasik çağın Yunanlıları, pek yerinde gerekçelerle, ikincil bir plana itmişlerdi, çünkü, her şeyden önce bu bilimlerin işleyeceği gereçleri toplamak zorundaydılar. Sınıflarda, takımlarda ve türlerde, herhangi bir eleştirel çözümleme, karşılaştırma ve sıralama yapılabilmesi için, doğal ve tarihsel malzemenin belirli bir ölçüde derlenmiş olması gerekir. Bundan ötürü, gerçek doğa bilimlerini önce İskenderiye dönemi54 Yunanlıları ve daha sonra da, ortaçağda, Araplar işlemiştir. Grerçek doğa bilimi, 15. yüzyılın ikinci yarısında başlar ve o zamandan beri gittikçe artan bir hızla ilerler. Doğanın, bireysel parçalarına çözümlenmesi, farklı doğal nesnelerin ve süreçlerin belirli sınıflarda toplanması, çeşitli organik varlıkların iç yapılarının incelenmesi &#8211; bunlar, doğa konusunda son dört yüzyıl içinde dev adımlarla ilerleyen bilgimizin temel koşullarıydı. Ama bu çalışma yöntemi, bizde, doğal nesneleri ve süreçleri o koskoca bütünle bağlantılarından koparılıp ayrıklanmış (izole edilmiş) olarak gözlemleme; onları harekette iken değil de durgudayken; aslında değişken değil de durağan olarak; dirilikleri içinde değil de, ölülükleri içinde gözlemleme alışkanlığı olarak kaldı. Ve Bacon ile Locke, şeyleri bu türlü inceleme tarzını, doğa biliminden felsefeye aktarınca, son yüzyıla özgü, dar, metafizik düşünce tarzı doğdu.

DİYALEKTİK, METAFİZİĞİN KARŞITIDIR

Metafizikçi için, şeyler ve onların zihinsel yansıları, idealar, ayrıklanmıştır, onların birbiri ardına ve birbirinden ayrı olarak incelenmeleri gerekir, ve onlar, her zaman için, durağan, kaskatı, belirli inceleme konularıdır. O, kesinlikle uzlaşmaz antitezlerle düşünür. "Sözleri 'evet, evet; hayır, hayır'dır; bunun dışında olan her şey, kötüdür." Ona göre, bir şey, ya vardır ya da yoktur; bir şey aynı zamanda, hem kendisi ve hem de kendisinden başka bir şey olamaz. Olumlu ile olumsuz, kesinlikle uyuşmaz; neden ile sonuç, birbirine göre, kaskatı birer antitez durumundadır.

Bu düşünme tarzı, ilk bakışta, bize çok açık görünür, çünkü doğru ortak duyu (sound common sense) denen şeyin düşünme tarzıdır. Ancak, bu doğru ortak duyu, kendi dört duvarının çevrelediği yalınkat alanda saygıdeğer bir yoldaş olmakla birlikte, araştırmanın geniş alemine açılmak cesaretini gösterince şaşılacak serüvenlerle karşılaşır, ve metafizik düşünce tarzı, genişliği, özel (tikel) araştırma konusunun niteliğine göre değişen birtakım alanlarda yetkili ve gerekli ise de, eninde sonunda, daha ötesinde tek yanlı, yetersiz, soyut kaldığı, ve çözülmez çelişkiler içinde yittiği bir sınıra ulaşır. Bireysel şeyleri incelerken, onlar arasındaki bağlantıları unutur; onların varlığını incelerken, o varlığın başlangıcını ve sonunu; onların durgunluğunu incelerken, hareketini unutur. Ağaçlar yüzünden ormanı göremez.

Gündelik amaçlarımız için, örneğin, bir hayvanın ölü mü, yoksa diri mi olduğunu biliriz ve söyleyebiliriz. Ama daha yakından araştırılınca, bunun, pek çok halde, hukukçuların çok iyi bildiği gibi, pek karmaşık bir iş olduğunu anlarız. Hukukçular, anasının dölyatağındaki çocuğu öldürmenin cinayet olduğuna usa-uygun bir sınır bulmak için boşuna kafa yormaktadırlar. Bu, ölüm anını kesinlikle belirlemek kadar olanaksızdır, çünkü fizyoloji ölümün birdenbire ve bir anlık bir görüngü olmayıp, çok uzayan bir süreç olduğunu kanıtlamaktadır.

Bunun gibi, her organik varlık, her an hem aynıdır hem de aynı değildir; her an dışardan sağlanmış maddeleri özümser ve başka maddeleri dışarı atar; her an vücudun bazı hücreleri ölür ve yeniden başka hücreler oluşur; uzun ya da kısa bir süre sonra vücudun maddesi tümüyle yenilenir, onun yerini başka madde molekülleri alır, öyle ki, her organik varlık, her zaman kendisidir ve yine de kendisinden başka bir şeydir.

Bundan başka, daha yakından araştırılınca, bir antitezin iki kutbunun, örneğin olumlu ile olumsuzun, karşıt oldukları kadar ayrılmaz ve bütün karşıtlıklarına karşın, birbirleriyle ortaklaşa içice olduklarını görürüz. Ve bunun gibi, neden ile sonucun ancak bireysel hallere uygulanmaları sırasında geçerli kavramlar olduğunu; ama bireysel halleri evrenin bütünüyle olan genel bağlantıları içinde düşünür düşünmez, neden ile sonucun birbiriyle raslaştığını, ve nedenlerle sonuçların sürekli olarak yer değiştirdiği evrensel etki ve tepkiyi dikkate aldığımız zaman, neden ile sonucun birbirine karıştığını, öyle ki burada sonuç olan şeyin, orada ve sonra neden olacağını ya da bunun tersini, vice versa, görürüz.

Bu süreçlerin ve düşünce tarzlarının hiçbiri, metafizik düşünme çerçevesine girmez. Oysa diyalektik, şeyleri ve onların tasarımlarını, ideaları, köklü bağlantıları, sıralanmaları, hareketleri, başlangıçları ve bitimleri içinde kavrar. Yukarda anılanlar gibi olan süreçler, bundan dolayı, diyalektiğin kendi işleme yönteminin birer doğrulanmasıdır.

Doğa, diyalektiğin kanıtıdır ve çağdaş bilimin bu kanıtı her gün artan çok zengin gereçlerle donattığı ve böylece, şunu gösterdiği söylenmelidir: doğa, metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir; hiç durmaksızın yeniden dönülen bir çemberin o sonsuz değişmezliğinde hareket etmemekte, tersine, gerçek bir tarihsel evrimden geçmektedir. Bununla ilişkili olarak, herkesten önce Darwin'in adı anılmalıdır. Darwin, bütün organik varlıkların, bitkilerin, hayvanların ve insanın kendisinin, milyonlarca yıldır olagelen bir evrim sürecinin ürünleri olduğunu kanıtlayarak, metafizik doğa görüşüne en ağır darbeyi indirdi. Ama diyalektik düşünmeyi öğrenmiş doğa bilginleri sayılabilecek kadar azdır, ve bulunan sonuçlarla ileri sürülen düşünme tarzının karşıtlığı, teorik doğa biliminde şimdi başat olan ve öğrenciler kadar öğretmenleri, okurlar kadar yazarları da umutsuzluğa düşüren o sonsuz karışıklığı açıklamaktadır.

Evrenin, onun evriminin, insan soyunun gelişiminin, ve bu evrimin insan zihnindeki yansısının doğru bir tasarımı, bundan dolayı, ancak diyalektik yöntemle, dirimin ve ölümün, ilerleyen ya da gerileyen değişmelerin sayısız etki ve tepkileri sürekli olarak dikkate alınmakla başarılabilir. Ve yeni Alman felsefesi, işte bu ruhla çalışmaktadır. Kant, Newton'un o eşsiz ilk itişin bir defa verilmesinden sonraki kalımlı güneş sistemini ve onun sonsuz süredurumunu, tarihsel bir sürecin, güneşin ve bütün gezegenlerin kendi ekseninde dönen bulutsu bir kütleden oluşmasının sonucu olarak açıklamakla kariyerine başladı. Ve güneş sisteminin belirli bir başlangıcı olmasından, aynı zamanda, onu gelecekte zorunlu olarak ölümün izleyeceği sonucunu çıkardı. Laplace, yarım yüzyıl sonra, Kant'ın teorisinin doğru olduğunu matematikle sınamış, ve bundan yarım yüzyıl sonra da, spektreskop, uzayda, böyle pek çeşitli yoğunlaşma aşamalarında ve akkor halinde gaz kütleleri bulunduğunu saptamıştır.
[/size]




Bu ileti en son melnur tarafından 30.08.2013- 00:02 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 30.08.2013- 00:04


Bu yeni Alman felsefesi, Hegel sisteminde doruğuna vardı. Bu sistemde -onun en büyük başarısı hurdadır- doğal, tarihsel, zihinsel bütün alem, ilk defa bir süreç olarak, yani sürekli hareket, değişim, dönüşüm ve gelişim içinde betimlendi; ve bu hareketin ve gelişimin tümünü bir bütün yapan iç bağlantı izlenmeye çalışıldı. Bu görüş açısından insanlık tarihi, artık, olgunlaşmış felsefi sağduyu mahkemesince hepsi de eşit olarak mahkûm edilebilen ve olabildiği kadar çabuk unutulup giden anlamsız şiddet eylemlerinin yabanıl bir burgacı gibi değil de, insanoğlunun kendisinin evrim süreci olarak görünüyordu. Artık, bu sürecin aşamalı ilerlemesini bütün çapraşık yolları boyunca izlemek ve onun dışardan raslantı gibi görünen bütün görüngülerinin iç düzenini ortaya çıkarmak, zihnin ödeviydi.

HEGEL'İN İDEALİST YANILGISI
Hegel sisteminin, ortaya koyduğu sorunu çözmemiş olması, burada, önemsizdir. Onun çığır açan başarısı, problemi ortaya koymasıydı. Bu, hiç kimsenin tek başına çözemeyeceği problemlerden biridir. Hegel, -Saint-Simon ile birlikte -çağının en bilgili ve güçlü kafasıydı, yine de, önce kendi bilgisinin o zorunlu sınırlılığı ile ve, sonra da, çağındaki bilginin ve kavramların sınırlı genişliği ve derinliği ile kuşatılmıştı. Bu sınırlara bir üçüncü eklenmelidir. Hegel bir idealistti. Ona göre, beynindeki düşünceler, gerçek şeylerin ve süreçlerin azçok soyut resimleri değildi, tam tersine, şeyler ve onların evrimi, yalnız, alem varolmadan, öncesizlikten beri ve herhangi bir yerde varolan "Fikir"in (İdea) gerçekleşmiş resimleriydi. Bu düşünme yolu her şeyi başaşağı ediyor ve alemdeki şeylerin gerçek bağlantısını tümüyle tersine çeviriyordu. Hegel, tek olgu gruplarının birçoğunu doğru olarak ve ustalıkla kavramaktadır, yine de hemen yukarda anılan gerekçelerden ötürü, kötü yamanmış, yapmacık, emek verilmiş, sözün kısası ayrıntı bakımından yanlış yanları çoktur. Hegel sistemi, aslında, pek büyük bir başarısızlıktı -ama kendi türünün de sonuncusuydu. Gerçekte, bir iç ve onmaz çelişkiye yakalanmıştı. Bir yandan, bu sistemin başlıca önerisi, insan tarihinin bir evrim süreci olduğuydu, ve bunun gereği olarak, insan tarihi, salt gerçek denen herhangi bir şeyin bulunmasıyla zihinsel olarak kesin sonuna erişemez. Ama, öte yandan, bu sistem, bu salt gerçeğin kesin özü olma isteğini ileri sürüyordu. Her şeyi kapsayan ve her zaman için kesin (son) olarak bir doğal ve tarihsel bilgi sistemi, diyalektik düşünmenin temel yasasına aykırılıktır. Bu yasa, gerçekten, dış evren konusundaki sistemli bilginin çağdan çağa dev adımlarla ilerleyebileceği düşüncesini asla dışarmaz, tam tersine, içerir.


DOĞA ANLAYIŞINDA MATERYALİZME DÖNÜŞ
Alman idealizmindeki köklü çelişkinin algılanması, zorunlu olarak, materyalizme -ama nota bene, 18. yüzyılın düpedüz metafizik, özellikle mekanik materyalizmine değil- dönülmesine yolaçtı. Eski materyalizm, bütün eski tarihi usa-aykırılığın ve zorbalığın kaba bir yığını olarak gördü; modern materyalizm, onda, insanlığın evrim sürecini görür, ve amacı bunun yasalarını bulmaktır. 18. yüzyıl Fransızlarında, ve Hegel'de bile, edinilmiş doğa anlayışı, onun, Newton'un düşündüğü gibi, ölümsüz gök cisimleri ve, Linnaeus'un düşündüğü gibi, değişmez organik türleriyle birlikte, dar çemberlerde hareket eden, her zaman değişmeden kalan bir bütün olduğudur. Modern materyalizm, doğa biliminin en yeni buluşlarını benimser; bunlara göre, doğanın da zaman içinde bir tarihi vardır; gök cisimleri de, elverişli koşullarda kendilerini yurtlanan organik türler gibi doğmakta ve ortadan kalkmaktadır. Ve doğanın, genel olarak, yeniden dolaşılan çemberlerde hareket ettiği hâlâ söylenmek gerekse bile, bu dolaşmalar çok daha sonsuz büyüklükte boyutlar alır. Her iki durumda da modern materyalizm, temelinden diyalektiktir ve artık, bilimlerin düzensiz duran kalabalığına bir kraliçe gibi düzen vermek iddiasında olan felsefe çeşitinin yardımcılığına gereksinmesi yoktur. Her özel bilim, şeylerin ve şeyler üzerine olan bilgimizin büyük bütünü içindeki konumunu aydınlatmak zorunda kalır kalmaz, bu bütünle uğraşan özel bir bilim fazla ve gereksizdir. Bütün eski felsefeden hâlâ sağ kalan, düşünce bilimi ve onun yasalarıdır - biçimsel (formel) mantık ve diyalektiktir. Başka ne varsa, hepsi, olumlu (positive) doğa ve tarih biliminin kapsamında kalmıştır.


TARİH ANLAYIŞINA MATERYALİZMİN GİRİŞİ

Bununla birlikte, doğa anlayışındaki devrim, ancak, araştırmayla sağlanan, uygun olumlu malzemeyle orantılı olarak yapılabilirken, tarih anlayışında kesin bir değişikliğe yolaçan tarihsel olgular, çok daha önce ortaya çıkmıştı. 1831'de, Lyon'da, işçi sınıfının ilk büyük ayaklanması oldu; 1838 ile 1842 arasında, İngiliz çartistlerinin ilk ulusal işçi sınıfı hareketi doruğuna ulaştı. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı, Avrupa'daki en ilerlemiş ülkelerin tarihinde, bir yandan modern sanayinin, öte yandan da burjuvazinin yeni ele geçirdiği politik üstünlüğünün gelişmesiyle orantılı olarak, ön plana geçti. Sermaye ve emek çıkarlarının özdeşliği gibi, başıboş rekabetin sonucu olan evrensel uyum ve evrensel refah gibi burjuva ekonomi öğretilerini, olgular, giderek daha kesin bir biçimde yalanlıyordu. Bütün bu şeyler, artık çok eksik olmakla birlikte, onların teorik dışavurumu olan Fransız ve İngiliz sosyalizmlerinden daha çok bilmezlikten gelinemiyordu. Ama henüz yerinden atılmamış olan idealist tarih anlayışı, ekonomik çıkarlara dayanan sınıf savaşımları ve ekonomik çıkarlar üzerine hiçbir şey bilmiyordu; üretim ve ekonomik ilişkilerin hepsi "uygarlık tarihi"nin ancak rasgele, ikincil öğeleri olarak görünüyordu.

Yeni olgular, bütün geçmiş tarihin yeniden incelenmesini zorunlu kıldı. O zaman görüldü ki, bütün geçmiş tarih, ilkel aşaması ayrı tutulursa, sınıf savaşımları tarihidir; toplumun birbirleriyle çatışan sınıfları, her zaman, üretim ve değişim tarzlarının, kısaca, kendi çağlarının ekonomik koşullarının ürünleridir; toplumun ekonomik yapısı, her zaman, belirli bir tarihsel dönemin hukuki ve politik kurumlarının olduğu kadar, dinsel, felsefi ve öteki idealarının bütün üstyapısının asal bir açıklamasını ancak kendisinden başlayarak yapabileceğimiz gerçek temeli sağlamaktadır. Hegel, tarihi, metafizikten kurtarmış, diyalektikleştirmişti; ama onun tarih anlayışı, aslında, idealistti. Ama artık, idealizm son sığınağı olan tarih felsefesinden de kovulmuş; materyalist bir tarih görüşü ortaya konmuş, ve bundan önceki o insanın "varlığını" insanın "bilinci" ile açıklama yöntemi yerine, insanın "bilincini" "varlığı" ile açıklamanın bir yöntemi bulunmuştu.




Bu ileti en son melnur tarafından 30.08.2013- 00:06 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 30.08.2013- 00:08


MARX'IN İKİ ANA BULUŞU


O zamandan beri, sosyalizm artık şu ya da bu usta beynin rasgele bir buluşu olmaktan çıktı, tarihsel olarak gelişmiş iki sınıf -proletarya ile burjuvazi-arasındaki savaşımın zorunlu sonucu oldu. Sosyalizmin ödevi, artık, olabildiği kadar yetkin bir toplum sistemi uydurmak değildir; ama bu sınıfların ve onların uzlaşmaz karşıtlığının zorunlu olarak doğduğu tarihsel-ekonomik olayların ardışmasını incelemek, ve böylelikle yaratılmış olan ekonomik koşullarda, çekişmeye son vermenin çaresini bulmaktır. Ama yakın zamanların sosyalizmi, bu materyalist anlayışa, Fransız materyalistlerinin doğa anlayışlarının, diyalektiğe ve modern doğa bilimine karşıt olduğu kadar, karşıttı. Yakın zamanların sosyalizmi, varolan kapitalist üretim tarzını ve onun sonuçlarını elbette eleştiriyordu. Ama onları açıklayamıyordu ve, bu yüzden, onların hakkından gelemiyordu. Ve onları, ancak, kötü oldukları gerekçesiyle düpedüz reddediyordu. Bu sosyalizm, işçi sınıfının kapitalizm koşullarında kaçınılmaz olan sömürülmesini ne kadar kuvvetle haykırdıysa, bu sömürülmenin nerede olduğunu ve nasıl belirdiğini açıkça göstermeye o kadar az güç yetirdi. Ama bunu yapabilmek için,

(1) kapitalist üretim yöntemini, tarihsel bağlantısı ve belirli bir tarihsel dönemdeki kaçınılmazlığı içinde, ve bundan ötürü, kaçınılmaz çöküşüyle birlikte göstermek; ve (2) onun hâlâ bir sır olan temel karakterini ortaya çıkarmak gerekliydi. Bu, artı-değer'in bulunmasıyla yapıldı. Ödenmemiş emeğe elkomanın, kapitalist üretim tarzının ve bu üretim tarzında ortaya çıkan işçi sömürüsünün temeli olduğu; ve kapitalistin, emekçinin emek-gücünü pazardaki bir meta gibi tam değerini ödeyerek satın alsa bile, ondan, ona ödediğinden daha çok değer çıkardığı (sağladığı); ve son çözümlemede, bu artı-değerin, varlıklı sınıfların ellerinde sürekli olarak artan sermaye birikimlerinin çıktığı değerler tutarını oluşturduğu gösterildi. Kapitalist üretimin ve sermaye üretiminin doğumu, ikisi de, açıklandı.

Bu iki büyük buluşu, materyalist tarih anlayışını, ve artı-değer yoluyla kapitalist üretimin sırrının çözümünü, Marx'a borçluyuz. Sosyalizm, bu buluşlarla bir bilim oldu. Bundan sonra iş, onun bütün ayrıntılarını ve ilişkilerini işlemekti.




Bu ileti en son melnur tarafından 30.08.2013- 00:09 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 30.08.2013- 00:11


BİLİMSEL SOSYALİZM

MATERYALİST tarih anlayışı, insanın yaşamını sürdürmeye yarayan araçların üretiminin ve, üretimin yaraşıra, üretilen şeylerin değişiminin bütün toplumsal yapının temeli olduğu; tarihte ortaya çıkmış her toplumda, zenginliğin dağıtıldığı ve toplumun sınıflara ya da takımlara bölündüğü tarzın, ne üretildiğine, nasıl üretildiğine ve ürünlerin nasıl değişildiğine bağımlı olduğu önermesinden hareket eder. Bu görüş açısından, bütün toplumsal değişmelerin ve politik devrimlerin ereksel nedenleri, insanların kafalarında, insanların sonrasız gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında değil, ama üretim ve değişim tarzlarındaki değişmelerde aranmalıdır. Bunlar felsefede değil, her sözkonusu çağm ekonomisinde aranmalıdır. Varolan toplumsal kurumların usa-aykırı ve adaletsiz olduğunun, sağduyunun saçmalaştığının, doğrunun yanlış hale geldiğinin giderek kavranması, yalnızca, üretim ve değişim tarzlarında sessizce değişmeler olduğunun ve eski ekonomik koşullara uyarlanmış toplumsal düzenin artık onlara uymaz hale geldiğinin kanıtıdır. Bundan şu da anlaşılır: günışığına çıkarılan aykırılıklardan kurtulmanın araçları da, değişmiş üretim tarzlarının kendilerinde, epeyce gelişmiş halde bulunmak gerekir. Bu araçlar, tümdengelim yoluyla temel ilkelerden çıkarılmamalı, ama yürürlükteki üretim sisteminin çetin olgularında aranıp bulunmalıdır.

Öyleyse, modern sosyalizmin bu bağlantıdaki konumu nedir?

ÜRETKEN GÜÇLERİN EVRİMİ


Toplumun şimdiki yapısı -bu, artık hemen hemen genellikle kabul edilmektedir- bugünkü egemen sınıfın, burjuvazinin yaratışıdır. Marx'tan beri, kapitalist üretim tarzı diye anılan burjuvaziye özgü üretim tarzı, feodal sistemde, onun bireylere bağışladığı ayrıcalıklarla, bütün toplumsal aşamalarla ve yöresel tüzel kişiliklerle ve onun toplumsal örgütünün çatısını belirleyen kalıtsal astlık bağlarıyla uyuşmuyordu. Burjuvazi, feodal sistemi yıktı ve onun yıkıntıları üzerine kapitalist toplum düzenini, bütün mal sahiplerinin artakalan bütün kapitalist nimetler için özgür rekabetinin, kişisel özgürlüğünün, yasa karşısında eşitliğinin egemenliğini kurdu. Kapitalist üretim tarzı, o zamandan beri, özgürlük içinde gelişebildi. Buhar, makineler ve makinelerin makinelerle yapımı, eski manüfaktürü modern sanayiye dönüştürdüğünden beri, burjuvazinin kılavuzluğunda serpilen üretken güçler, daha önce işitilmemiş bir hızla ve işitilmemiş bir ölçüde gelişti. Ama tıpkı kendi çağında eski manüfaktürün ve onun etkisinde daha da gelişen zanaatçılığın, loncaların, feodal kösteklerle çatışmaya düştüğü gibi, şimdi de modern sanayi, kapitalist üretim tarzının kendisini içine kapattığı sınırlarla çatışmaya düşüyor. Yeni üretken güçlerin kapitalist kullanım tarzı, o büyüyen güçlere şimdiden dar geliyor.

Ve üretken güçlerle üretim tarzları arasındaki bu çatışma, ilk günah ile tanrısal adalet arasındaki çatışma gibi, insanoğlunun kafasından çıkmıyor. Bu çatışma, gerçekte, nesnel olarak, bizim dışımızda ve kendisini yaratan insanların bile istenç, ve davranışlarından bağımsız olarak vardır. Modern sosyalizm, gerçekte, bu çatışmanın, düşünce halinde yansımasından; bu çatışmanın, önce ondan en çok zarar gören sınıftan, işçi sınıfından olanların zihinlerindeki düşüncel (ideal) yansısından başka bir şey değildir.

TOPLUMSAL NİTELİK KAZANMIŞ "ÜRETKEN GÜÇLER" İLE BİREYSEL KALMIŞ "ÜRETİM BİÇİMLERİ" ARASINDAKİ ÇATIŞMA (ÜRETİM DÜZENİ İLE MÜLKİYET DÜZENİ ARASINDAKİ ÇATIŞMA)

Öyleyse, bu çatışma neden oluşmaktadır?

Kapitalist üretimden önce, yani ortaçağda, emekçilerin kendi üretim araçlarındaki özel mülkiyetine dayanan küçük üretim; kırda, özgür ya da serf olan küçük çiftçilerin tarımı: kentlerde, loncalarda örgütlenmiş elzanaatçılığı, genellikle yürürlükteydi. Emek aletleri -toprak, tarımsal aletler, işlik (atelye), avadanlık-, tek tek bireylerin, tek işçinin kullanmasına uyarlanmış emek aletleriydi ve, bu yüzden, zorunlu olarak, küçük, önemsiz ve sınırlı idi. Ama, işte bundan ötürü, genellikle, hepsi de üreticinin kendisinindi. Bu dağınık, sınırlı üretim araçlarını biraraya toplamak, genişletmek ve onları o günün güçlü üretim kaldıraçlarına dönüştürmek -bu, kesinlikle, kapitalist üretimin ve onu gerekli bulan burjuvazinin tarihsel rolüydü. Marx, Kapital, Dördüncü Kısımda, bunun 15. yüzyıldan bu yana, basit elbirliği, manüfaktür ve modern sanayi olmak üzere, üç evrede nasıl başarıldığının tarihini ayrıntılı olarak açıklamıştır. Ama burjuvazi, gene aynı bölümde gösterildiği gibi, bu cüce üretim araçlarını, onları aynı zamanda bireysel üretim araçları olmaktan çıkarıp insanların ancak ortaklaşa (elbirliğiyle) işletebileceği toplumsal üretim araçları haline getirmeden, büyük üretken güçlere dönüştüremezdi. Çıkrığın, eltezgahının, demirci çekicinin yerine iplik makinesi, mekanik tezgah, buharlı çekiç kondu; bireysel işliğin yerini yüzlerce, binlerce işçinin işbirliğini gerektiren fabrika aldı. Üretim araçları gibi, üretimin kendisi de, bir bireysel işlemler dizisinden bir toplumsal işlemler dizisine, ve ürünler, bireysel ürünlerden toplumsal ürünlere dönüştü. Artık fabrikalardan çıkan iplik, kumaş, madensel eşya, tamamlanmadan önce ardarda ellerinden geçtiği birçok işçinin ortak ürünüydü. Bu işçilerin hiçbiri, "şunu ben yaptım; bu benim ürünümdür", diyemiyordu.

Ama, belirli bir toplumda, kerte kerte ve önceden düşünülmüş bir plana dayanmadan emekleyen kendiliğinden işbölümü üretimin temel biçimi ise, orada ürünler, karşılıklı değişimi, alımı ve satımı, tek tek üreticilerin çeşitli gereksinmelerini giderebilecek hale getiren metalar biçimini alır. Ve ortaçağdaki hal buydu. Örneğin, köylü, tarımsal ürünleri zanaatçıya satıyor ve ondan el işi ürünler satın alıyordu. Bu bireysel üreticiler toplumuna, meta üreticileri toplumuna, yeni bir üretim tarzı girdi. Toplumun bütününde başat olan, kendiliğinden ve hiçbir belirli plana dayanmadan gelişmiş eski işbölümünün ortasında, artık belirli bir plana dayanan, fabrika içinde örgütlenmiş, yeni işbölümü belirdi; bireysel üretimin yanıbaşında, toplumsal üretim ortaya çıktı. Her ikisinin de ürünleri aynı pazarda ve, bundan dolayı, hiç değilse yaklaşık olarak eşit fiyatlarla satıldı. Ama belirli bir plana dayanan örgüt, kendiliğinden oluşmuş işbölümünden daha güçlüydü. Bireylerin ortaklaşmasının toplumsal güçleriyle çalışan fabrikalar, mallarını, tek başlarına çalışan küçük üreticilerden çok daha ucuza üretiyordu. Bireysel üretim, bütün alanlarda, birbiri ardına yenildi. Toplumsallaştırılmış üretim, eski üretim yöntemlerinin hepsini baştan aşağı değiştirdi. Ama onun devrimci karakteri, aynı zamanda, öylesine az anlaşılıyordu ki, tersine, meta üretimini artırmanın ve geliştirmenin bir aracı olarak tanıtılıyordu. Toplumsal üretim ortaya çıktığı zaman, meta üretimi ve değişimi için belirli araçları, ticaret sermayesini, zanaatçılığı, ücretli emeği hazır buldu ve bol bol kullandı. Böylece, toplumsallaştırılmış üretim, kendisini yeni bir üretim biçimi olarak tanıtmakla birlikte, onun yarattığı koşullarda, eski mal edinme biçimlerinin tam geçerlikte kalması, ve onun ürünlerine de uygulanması, doğal bir şeydi.

Meta üretimi evriminin ortaçağ aşamasında, emek ürününün kimin olacağı sorunu ortaya çıkamazdı. Bir kural olarak, bireysel üretici, ürünü genellikle yine kendi el işi olan hammaddeden, kendi aletleriyle, kendisinin ya da ailesinin el emeğiyle üretiyordu. Yeni ürünü mal edinmesine hiç gerek yoktu. Ürün, doğal olarak, tümüyle onundu. Ürün üzerindeki mülkiyeti, bundan dolayı, onun kendi emeğine dayanıyordu. Başkasının yardımına başvurulan yerde bile, bu, genellikle az önemliydi, ve pek genel olarak, ücretten başka bir şeyle ödeniyordu. Lonca çırakları ve kalfalar, doyurulmak ve ücret almak için öğrenmekten çok, kendi başlarına usta olmaya çalışıyorlardı.
Bu sırada, üretim araçları ve üreticiler büyük işliklerde ve manüfaktürlerde toplanıyor, gerçekten toplumsallaştırılmış üretim araçlarına ve toplumsallaştırılmış üreticilere dönüşüyorlardı. Ama toplumsallaştırılmış üreticiler ile üretim araçları ve onların ürünleri, bu değişmeden sonra hâlâ önceki gibi, yani bireylerin üretim araçları ve ürünleri gibi işlem görüyordu. O zamana kadar, emek aletlerinin sahibi, ürünü mal edinmişti, çünkü, ürün onun ürünüydü ve başkalarının yardımı istisna idi. Şimdi, emek aletlerinin sahibi, ürün artık onun ürünü olmayıp başkalarının emeğinin ürünü olmakla birlikte, ürünü kendisine mal edegelmekteydi. Böylelikle, artık toplumsal olarak üretilen ürünleri, üretim araçlarını gerçekten çalıştıranlar ve metaları gerçekten üretenler değil, ama kapitalistler mal ediniyordu. Üretim araçları ve ürünün kendisi aslında toplumsallaşmıştı; ama bireylerin özel üretimini ve, bundan dolayı, herkesin kendi öz ürününe sahip olmasını ve pazara götürmesini önkoşul sayan eski mal edinme biçimine bağımlı kılınıyordu. Üretim tarzı, ikincinin dayandığı koşulu ortadan kaldırmakla birlikte, mal edinmenin bu biçimine bağımlı kalıyordu.

Yeni üretim tarzına kapitalist niteliğini veren bu çelişki, bugünkü toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların hepsinin çekirdeğini içermektedir. Yeni üretim tarzının önemli bütün üretim alanlarındaki ve bütün imalatçı ülkelerdeki üstünlüğü arttığı oranda bireysel üretim önemsiz bir hale geldi, toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinmenin bağdaşmazlığı, o oranda günışığına çıktı.




Bu ileti en son melnur tarafından 30.08.2013- 00:12 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 30.08.2013- 00:14


ÜRETKEN GÜÇLER İLE KAPİTALİST MÜLKİYET ARASINDAKİ UZLAŞMAZ KARŞITLIK, SINIFLARIN UZLAŞMAZ KARŞITLIĞINDA AÇIĞA VURULUR
Daha önce söylediğimiz gibi, ilk kapitalistler, emeğin öbür biçimlerinin yanıbaşında, ücretli emeği de pazarda kendileri için hazır buldular. Ama bu, istisnai, tamamlayan, yardımcı, süreksiz bir ücretli emekti. Arada bir gündelikçi olarak çalışan tarım emekçisinin kendisini ancak zar-zor geçindiren üç-beş dönüm toprağı vardı. Loncalar öylesine örgütlenmişti ki, bugünün kalfası yarının ustası oluyordu. Ama üretim araçları toplumsallaştmış kapitalistlerin ellerinde toplanır toplanmaz, bunların hepsi değişti. Bireysel üreticinin ürünü gibi, üretim araçları da, gittikçe değersizleşti; ona, kapitalistin buyruğunda ücretli işçi olarak çalışmaktan başka hiçbir şey kalmadı. Önceleri istisna ve yardımcı olan ücretli emek, artık bütün üretimin kuralı ve temeli oldu; önceleri tamamlayanken, artık işçinin geri kalan biricik görevi oldu. Bir süre için ücretli işçi olan, ömür boyu ücretli işçi oldu. Bu sürekli ücretli işçilerin sayısı ayrıca feodal düzenin aynı zamanda çökmesi, feodal beylerin maiyetindekilerin dağılması, köylülerin yerlerinden yurtlarından kovulması vb. ile görülmemiş ölçüde arttı. Bir yanda ellerinde üretim araçları toplanmış bulunan kapitalistler, ve öte yanda emek-gücünden başka hiçbir şeyi olmayan üreticiler olmak üzere, ayrılma tamamlandı. Toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık olarak belirdi.


DEĞİŞİMİN GENELLEŞMESİ, TOPLUMSAL ÜRETİMDE ANARŞİ
Kapitalist üretim tarzının, toplumsal bağı ürünlerini değişmek olan meta üreticileri toplumuna, bireysel üreticiler toplumuna, sızdığını gördük. Ama meta üretimine dayanan toplumun şu özelliği vardır: Üreticiler, kendi toplumsal karşılıklı ilişkileri üzerindeki denetimlerini yitirmişlerdir. Herkes, kendisi için, elindeki rasgele üretim araçlarıyla, bireysel gereksinmelerini değişimle sağlamak amacıyla üretir. Hiç kimse, özel malının ne kadarının pazara çıkacağını, ve bunun ne kadarının talep edileceğini bilmez. Hiç kimse, kendi bireysel ürününün gerçek bir taleple karşılaşıp karşılaşmayacağını, üretim giderlerini çıkarıp çıkarmayacağını ya da malını satıp satamayacağını bile, asla bilmez. Toplumsallaştırılmış üretimde anarşi egemendir.

Ama meta üretiminin de, üretimin bütün öbür biçimlerinin olduğu gibi, kendine özgü, kendi içinde taşıdığı, kendinden ayrılamayan yasaları vardır; ve bu yasalar, anarşiye karşın, anarşi içinde ve anarşiyle işler. Bu yasalar, toplumsal karşılıklı ilişkilerin biricik kalımlı biçiminde yani değişimde kendilerini açığa vurur, ve orada bireysel üreticileri zorunlu rekabet yasaları olarak etkiler. Üreticiler, başlangıçta, bu yasaları bilmezler; onları kerte kerte ve yaşantı sonucu olarak bulmaları gerekir. Onun için, bu yasalar, üreticilerden bağımsız olarak, ve onlarla uzlaşmaz karşıtlık içinde, onların özel üretim biçiminin amansız doğal yasaları olarak işler. Ürün, üreticileri yönetir.

Ortaçağ toplumunda, özellikle ilk yüzyıllarda, üretim, aslında bireyin gereksinmelerini karşılamaya yönelmişti. Çoğunlukla, yalnız üreticinin ve ailesinin gereksinmelerini karşılıyordu. Kırdaki gibi, kişisel bağımlılık ilişkilerinin bulunduğu yerlerde, feodal beyin gereksinmelerinin doyurulmasına da yardım ediliyordu. Onun için bütün bu durumlarda, değişim yoktu; ve bundan dolayı, ürünler, meta niteliğini almıyordu. Köylü ailesi, yiyeceğini olduğu gibi, giyeceğini ve kullanacağını, gereksindiği şeylerin aşağıyukarı hepsini, üretiyordu. Ancak kendi öz gereksinmesini ve feodal beyinin ayni vergilerini karşılamaya yetenden fazlasını ürettiğinde, ancak o zaman, meta da üretmiş oluyordu. Toplumsallaştırılmış değişime katılan ve satışa sunulan bu fazlalık, meta oluyordu.

Kentlerdeki zanaatçıların daha başlangıçta, değişim için üretmek zorunda kaldıkları doğrudur. Ama onlar da, bireysel gereksinmelerinin en büyük kesimini kendileri sağlıyordu. Bu zanaatçıların bahçeleri, küçük tarlaları vardı. Davarlarını, aynı zamanda kereste ve odun sağladıkları kamu ormanına gönderiyorlardı. Kadınlar keten, yün eğiliyordu vb.. Değişim amacıyla üretim, meta üretimi, ancak başlangıcındaydı. Bundan dolayı, değişim sınırlı, pazar dar, üretim yöntemi dengeli idi; dışarda kapalı yerellik, içerde yerel birlik; kırda mark, kentte lonca vardı.

Ama meta üretiminin yaygınlaşmasıyla, ve özellikle kapitalist üretim tarzının başlamasıyla, o güne kadar uyuklayan meta üretimi yasaları, daha açıkça ve daha büyük güçle yürürlüğe girdi. Eski bağlar gevşedi, eski kapalılığın sınırları parçalandı, üreticiler gittikçe bağımsız, ayrıklanmış meta üreticileri oldular. Toplumsal üretimi, genel olarak plansızlığın, raslantının, anarşinin yönettiği belli oldu; ve bu anarşi arttıkça arttı.

ÖBÜR UZLAŞMAZ KARŞITLIK: ÜRETİMİN FABRİKADA ÖRGÜTLENDİRİLMESİ, BÜTÜN TOPLUMDA ÜRETİM ANARŞİSİ
Ama kapitalist üretim tarzının bu toplumsallaştırılmış üretim anarşisini yeğinleştirmek için yararlandığı başlıca araç, anarşinin tam karşıtıydı. Bu, her bağımsız üretim kurumunda, toplumsal bir tabana oturan üretimin gelişen örgütlenmesiydi. Bununla o eski, sessiz, kararlı koşullara son verildi. Üretimdeki bu örgütlenme, bir sanayi dalına sokulduğu her yerde, yanında eski yöntemlerin hiçbirinin kullanılmasına artık izin vermedi. İş alanı, bir savaş alanı oldu. Büyük coğrafi keşifler,56 ve onları izleyen sömürgeleştirmeler, pazarları çoğalttı ve zanaatçılığın manüfaktüre dönüşmesini çabuklaştırdı. Savaşım yalnız belirli yerlerin bireysel üreticileri arasında patlamakla kalmadı. Yerel savaşımlar, büyüyerek, ulusal savaşımların sınırına, 17. ve 18. yüzyılın ticaret savaşlarına kadar genişledi.

Ensonu, modern sanayi ve dünya pazarının açılması, savaşımı evrenselleştirdi, ve aynı zamanda, işitilmedik ölçüde azgınlaştırdı. Az ya da çok üstün olmalarına göre, üretimin doğal ya da yapay koşulları, bireysel kapitalistler arasında, bütün sanayiler ve bütün ülkeler arasında olduğu gibi, varolmanın ya da olmamanın yazgısını belirledi. Düşen, hiç acımasız, bir yana atıldı. Bu, Darwin'in bireylerin yaşama savaşının yeğinleştirilmiş bir azgınlıkla doğadan topluma aktarılmışıydı. Hayvan için doğal olan varolma koşulları, insan gelişiminin son kertesi olarak belirir. Toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki, artık bireysel işliklerdeki üretimin örgütlenmişliği ile toplumdaki genel üretim anarşisi arasında bir uzlaşmaz karşıtlık olarak kendisini gösterir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 30.08.2013- 00:16



SONUÇLAR:

1. YIĞINLARIN PROLETERLEŞMESİ, ISSIZLIK (YEDEK SANAYİ ORDUSU), YOKSULLUK


Kapitalist üretim tarzı, daha kökeninde, kendiliğinden varolan uzlaşmaz, karşıtlığın bu iki biçiminde kendisini gösterir. Önce Fourier'nin bulduğu bu "kısır döngü"den asla kurtulamaz. Fourier'nin kendi çağında göremediği şey, bu döngünün yavaş yavaş daraldığı; hareketin daha çok bir sarmal çizdiği ve, gezegenlerin hareketinin dönülen merkezle çarpışarak sona ermesi gibi, bir sona varmak gerektiğiydi, insanların büyük çoğunluğunu gitgide proleterler durumuna dönüştüren şey, üretimdeki toplumsal anarşinin itici gücü, ve sonunda üretimdeki anarşiye bir son verecek olanlar da, proleter yığınlardır. Büyük sanayideki makinelerin sonsuz yetkinleşme anıklığını, tekbaşına alınmış her sanayici kapitalist için, onu yıkım tehdidi altında kendi maşinizmini gitgide daha da yetkinleştirmeye zorlayarak, buyurucu bir yasa durumuna dönüştüren şey, üretimdeki toplumsal anarşinin itici gücüdür.

Ama makinelerin yetkinleşmesi, insan emeğini gereksiz kılıyor. Makinelerin kullanılması ve çoğalması, birkaç maki; ne işçisinin milyonlarca el işçisini yerlerinden etmesi demekse; makinelerin geliştirilmesi, gittikçe artan sayıda makine işçisinin kendi kendilerini yerlerinden etmesi demektir. Bu, sonunda, kullanılmaya hazır ücretli işçilerin, sermayenin ortalama gereksinmesini aşan sayıda ortaya çıkması; 1845'te dediğim gibi, sanayinin son hızla çalıştığı zamanlarda kullanılmaya hazır tam bir yedek sanayi ordusunun oluşması; ve o kaçınılamayan çatırtı kopunca bunların sokağa atılması; sermayeye karşı vermekte olduğu varolma savaşımında işçi sınıfının sırtına ezici bir yük vurulması; ücretleri sermayenin çıkarlarına uygun bir düşük düzeyde tutmak için bir düzenleyici demektir. Marx'ın deyişiyle, makinelerin, sermayenin işçi sınıfına karşı savaşımında en zorlu silah haline gelmesi; emek aletlerinin, emekçinin elindeki geçim araçlarını sürekli olarak zorla çekip alması; işçinin öz ürününün, işçiye boyun eğdiren bir araca dönüşmesi, işte böyle olmaktadır. Emek aletlerinin tutumlu kullanımının, aynı zamanda, başlangıçtan beri, emek-gücünün hiç umursanmadan boşuna harcanması; ve emeğin görevini yaptığı normal koşullara dayanan soygunculuk halini alması; emek-zamanını kısaltmak için en güçlü araç olan makinelerin, emekçinin ve ailesinin zamanının her anını, sermayenin değerini artırması için kapitalistin buyruğuna sokan en şaşmaz araçlar olması, işte böyle gerçekleşmektedir. Bazılarının aşırı çalışmasının, başkalarının boş gezmesinin önkoşulu halini alması, ve bütün dünyada yeni tüketiciler arayan modern sanayinin, kendi ülkesindeki yığınların tüketimini açlıktan ölmeyecek en düşük düzeyde kalmaya zorlaması, ve bu yüzden kendi öz yurdundaki pazarı yıkması, işte böyle olmaktadır. "Nispi artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu, birikimin büyüklüğü ve hızı ile her zaman dengeli durumda tutan yasa, emekçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Prometheus'u [sayfa 89] kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Sermaye birikimine tekabül eden bir sefalet birikimi yaratır. Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, öbür kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilisizliğin, zalimliğin, akli yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur." (Marx'ın Capital'i [Sonnenschein & Co.], Ve kapitalist üretim tarzından, ürünlerin bir başka türlü bölüştürülmesini beklemek, bir bataryanın elektrotlarının bataryaya bağlı oldukları sürece, asitli suyu ayrıştırmamasını, oksijeni artı, hidrojeni eksi kutupta açığa çıkarmamasını beklemekle birdir.

2. AŞIRI-ÜRETİM, BUNALIMLAR, SERMAYENİN YOĞUNLAŞMASI

Modern makinelerin durmadan artan yetkinleşebilirliğinin, toplumsal üretimdeki anarşi ile, her sanayici kapitalisti, kendi makinelerini durmadan iyileştirmekle, onların üretken gücünü durmadan artırmakla yükümlü tutan zorun, bir yasa haline geldiğini görmüştük. Üretim alanını genişletmenin kıt olanağı, kapitalist için buna benzer zorunlu bir yasaya dönüşür. Modern sanayinin pek büyük genişleme gücü, -ki bunun yanında gazların genişlemesi gerçekten çocuk oyuncağı kalır-, tüm direnmeyle alay eden bir nitel ve nicel genişleme zorunluğu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu direnme tüketimden, sürümden, modern sanayi ürünlerinin pazarlarından gelir. Ama pazarların yaygın ve yoğun genişleme yeteneğini yöneten yasalar tümüyle farklıdır ve daha düşük güçlü işlemektedir. Pazarların genişlemesi, üretimin genişlemesine ayak uyduramaz. Çatışma kaçınılmaz olur ve kapitalist üretim tarzı ortadan kaldırılmadığı sürece, herhangi bir gerçek çözümle sonuçlanamayacağı için, çatışmalar dönemli olur. Kapitalist üretim, başka bir "kısır döngü" doğurur.

Gerçekten, ilk bunalımın çıktığı 1825'ten beri, bütün sınai ve ticari alem, bütün uygar ulusların ve onların azçok barbar çanak yalayıcılarının ülkelerindeki üretim ve değişim, aşağıyukarı her on yılda bir, çığrından çıkmaktadır. Alışveriş durmakta; pazarlar malla dolup taşmakta; satılamayacak kadar çok olan ürünler birikmekte; kredi kesilmekte; fabrikalar kapanmakta; işçi yığınları, gereğinden çok geçim aracı ürettikleri için, geçim araçlarından yoksun olmaktadır; iflaslar iflasları, hacizler hacizleri kovalamaktadır. Durgunluk yıllarca sürmekte; üretken güçler ve ürünler, birikmiş meta yığını epeyce değerden düşerek sonunda elden çıkarılıncaya, üretim ve değişim giderek yeniden canlanmaya başlayıncaya kadar, büyük ölçüde boşa harcanmakta ve ortadan kaldırılmaktadır. Gidiş, yavaş yavaş hızlanmakta, tırısa dönüşmektedir. Tırıstaki sanayi, eşkin gitmeye başlamakta, eşkin gidiş, tam bir sınai ve ticari kredi ve spekülasyon engelli yansının dolu dizgin dörtnalına gelişmekte, ve bu da, sonunda, boyun kıran atlayışların ardından, başladığı yerde -bir bunalım çukurunda- bitmektedir. Ve bu, durmadan yinelenmektedir. 1825'ten beri beş kez başımızdan geçen bu hal, şimdi (1877) altıncı kez başımıza geliyor. Ve bu bunalımların karakteri öylesine açıkça belirmektedir ki, Fourier, onların ilkine "crise pléthorique", bolluktan doğan bunalım, dediği zaman, hepsine uygun düşen tanımı yapmıştır.

Bu bunalımlarda, toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki, korkunç bir patlamaya varır. Meta dolaşımı, o an için, durmuştur. Dolaşım aracı olan para, dolaşım için bir engel olur. Bütün meta üretim ve dolaşım yasaları altüst olmuştur, çatışma doruğuna ulaşmıştır. Üretim tarzı, değişim tarzına karşı ayaklanmış durumdadır.

Fabrika içindeki toplumsallaştırılmış üretim örgütünün kendisiyle yanyana bulunan ve kendisine egemen olan o toplumdaki üretim anarşisi ile bağdaşmaz hale geldiği noktaya kadar gelişmesi olgusu, bunalımlar sırasında, büyük birçok kapitalistin ve daha da çok sayıda küçük kapitalistin yıkıma uğraması ile ortaya çıkan zorlu sermaye yoğunlaşması gerçeğini, kapitalistlerin kendilerine de kabul ettirmiştir. Kapitalist üretim tarzının bütün mekanizması, kendi öz yaratıları olan üretken güçlerin baskısı altında işlemez olur. Bütün bu üretim araçları kitlesini sermayeye dönüştürmeye artık güç yetiremez. Üretken güçler boş durur, ve aynı nedenle, yedek sanayi ordusu da boş durmak zorundadır. Üretim araçları, geçim araçları, çalıştırılmaya hazır emekçiler, üretimin ve genel servetin bütün bu öğeleri, bol bol vardır. Ama "bolluk, sıkıntının ve yoksunluğun kaynağı olur" (Fourier), çünkü üretim ve geçim araçlarının sermayeye dönüşmesine asıl engel olan şey odur. Çünkü kapitalist toplumda, üretim araçları, ancak önce sermayeye, insan emek-gücünü sömürme araçlarına dönüştükleri zaman işleyebilirler. Üretim ve geçim araçlarının bu sermayeye dönüşme zorunluluğu, onlarla işçiler arasında bir hayalet gibi durur. Üretimin maddesel ve kişisel kaldıraçlarının biraraya gelmesini önleyen yalnız odur; üretim araçlarının işlemesini, işçilerin çalışmasını ve yaşamasını yasaklayan yalnız odur.




Bu ileti en son melnur tarafından 30.08.2013- 00:18 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  kilitli
 Toplam 3 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2]   3   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 3 kişi görüntülüyor:  3 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm* spartakus 5 5535 24.09.2015- 21:45
Konu Klasör Bilimsel ve ütopik sosyalizm bedrettin 4 4562 19.02.2018- 21:04
Konu Klasör Marksizm, bilimsel ve ütopik sosyalizm denizcan 47 25816 01.02.2016- 20:13
Konu Klasör Sn.Veda'nın ''bilimsel sosyalizm'' anlayışı... melnur 33 18046 04.08.2017- 21:54
Konu Klasör SF'de ''bilimsel sosyalizm bilimi üzerine'' melnur 6 5380 01.07.2015- 17:55
Etiketler   Ütopik,   Sosyalizm,   Bilimsel
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS