SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 27.07.2014- 03:21


Stalinist Tavır

Stalin; gerek Ekim devriminden önce gerek sonra proletarya davasına büyük bir inançla ve bilimsel bir teoriyle bağlanmış ve hayatını buna göre şekillendirmiştir. Profesyonel parti örgütçülüğünün basit işlerinden işçi gruplarının örgütlenmesine, miting ve grev örgütlemeden partinin en önemli organlarındaki görevlere kadar Stalin tüm yaşamını küçük/büyük iş ayrımı yapmadan devrime ve partiye adamıştır. Nispeten güvenli bir yaşamı reddetmiş, bireysel çıkarlarını toplumsal olanla birleştirmiş; proletarya davasını hayatının anlamı haline getirmiştir. Bireyin kurtuluşunu proletarya, emekçiler ve ezilen halkların kurtuluşuyla birleştirmiştir.

Hayatı boyunca partinin verdiği görevler karşısında geri adım atmamış, büyük bir disiplinle devrimci görevleri yerine getirmiştir. Parti içindeki liberal, ‘aydın’ ve sözde özgürlükçü görüşlere karşı partinin birliğini, önderliğini ve sıkı proleter disiplini savunmuştur. Ancak birlik halinde, Bolşevik disipline sahip bir komünist parti Ekim devrimini gerçekleştirebilir ve yığınları komünizmin yolunda ilerletebilirdi. Stalin partinin birliğinin ve Bolşevik disiplin anlayışının en büyük temsilcilerindendir.  

Stalinist disiplin kör bir boyun eğmeciliğe değil kararların demokratik mekanizma ile alınmasına ve karar alındıktan sonra birlik içinde hayata geçirilmesine dayanır. Kölece baş eğme yoktur çünkü bilimsel teorinin daha ileriden kavranmasına ve bilinçli/gönüllü katılıma dayanır. Alınan kararların birlik içinde ve büyük bir devrimci disiplinle uygulanması, bu konuda tavizsiz tutum anlamına gelir.

Stalinist tavır bilimsel teoriye vakıf olmak, bunun gereklerini yerine getirerek hayatını tüm ezilenlerin kurtuluşu ile birleştirmek, partinin birliğini ve Bolşevik disiplini savunmak anlamına gelir.

Sonuç

Stalin tartışılırken, emperyalist propaganda merkezlerinin iddialarını temel almak en büyük yanlıştır. Kabesi emperyalizm olanın sosyalistliği de liberal ve en iyi haliyle burjuva-demokrat olur. Diğer adıyla reformizme batmış, sosyalist olmaktan çoktan çıkmış demektir.

Stalin’i değerlendirirken burjuva demokrasisinin çok partili parlamenter sistemi kıstas olarak alınamaz. Sosyalizmde burjuva demokrasisi değil burjuvaziyi baskı altına alan proletarya ve emekçilere özgürlük sağlayan proleter demokrasi söz konusudur. Stalin önderliğinde SSCB’deki siyasal sistem bu nedenle bürokratik diktatörlük değil (burjuvazi için) proleter diktatörlük, emekçiler için proleter demokrasisidir.

Stalin’i emperyalizmin tanımlaması üzerinden değil bilimsel ve nesnel bir perspektifle ele alırsak, her önderin olduğu gibi onun da bir sınıfın temsilcisi olduğu sonucuna varırız. Stalin bir sınıfın, kapitalizm çağında tek tutarlı devrimci sınıf olan proletaryanın temsilcisidir. Proletaryanın sosyalizmi inşa çabasının, sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya yürüyüşünün önderidir.  

Tarihteki ilk sosyalist devrim başarısı, sosyalist inşanın zaferiyle taçlandırılıyordu. Sosyalist inşanın karmaşık, zigzaglı ve (Paris komünü deneyimi hariç) daha öncesinde hiçbir örneğin bulunmadığı zorlu yolu ancak bilimsel bir teori, zorluklar karşısında yılmaz bir inanç ve sabırlı bir çalışma ile aşılabilirdi. Bunlardan birisinin eksik olması Sovyet iktidarının çöküşü demektir.  

Stalin’i savunmak bilimsel sosyalizmi savunmak olduğu kadar onun ilkelerini hayata geçirme noktasındaki sabır, inanç, disiplin ve çelik irade demektir. Partinin ideolojisini daha ileriden kavramak, politik mücadelenin başarısı için içtenlikle mücadeleye atılmak demektir. Proletaryanın ve tüm ezilenlerin kurtuluş davasına adanmak demektir.

Stalin, sosyalizmin inşasının tartışmasız önderidir. Onun hiç ayrılmadığı Marksist-Leninist ideoloji ve sosyalist pratiği yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.

Marksizm Okulu



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 25.01.2015- 20:01


Stalin ve Demokratik Reform Mücadelesi

Grover Furr  
(Çeviren: S. Yalçın)

”Sovyet Ülkesinin Tanınmış Simaları”
Vasilii Efanov

Savaş Zamanı


1. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Stalin ve politbürodaki destekçileri, Bolşevik Partisi’nin Sovyet yönetimini doğrudan kontrolüne son vermek için bir teşebbüste daha bulundular. Yuri Zhukov bu gelişmeyi şöyle anlatmaktadır:

“1944 Ocağında… savaş döneminde ilk kez, plenum [merkez komitesi] ve SSCB Yüksek Sovyeti’nin bir oturumu bir arada yapıldı. Molotov ve Malenkov, yasal olarak parti ile iktidar arasına mesafe koymaya dönük bir merkez komitesi karar taslağı hazırladılar. Partinin elinde sadece ajitasyon-propaganda faaliyetini yönetme yetkisi kalacaktı. Hiç kimse onu bu normal parti meselelerinden ve yine, tamamen doğal olan, kadro seçimine katılımdan uzak tutmayacaktı. Buna karşın taslak, açıkça, partinin ekonomiye ve devlet organlarının işleyişine müdahalesini yasaklıyordu. Stalin taslağı okudu; sekiz sözcüğünü değiştirdi ve üzerine “Kabul” diye yazdı. Sonrasında neler olduğu, bir sır olarak kalmıştır…

… Bu, partiyi, ona sadece savaş sırasında gerçekten yerine getirdiği fonksiyonları bırakarak, devletin ihtiyaçları doğrultusunda hizmet veren bir kurum olmaya yöneltme yolunda yeni bir girişimdi. Taslağın altında beş kişinin imzası vardı: Molotov, Malenkov, Stalin, Khrushchev, Andreev. Ortada bir steno kaydı yoktur ve biz, diğerlerinin nasıl oy verdiğini sadece tahmin edebiliriz. Maalesef, dört üyesi de merkez komitesi politbürosunda yer alan tam yetkili Devlet Savunma Komitesi bile, eski işleyişi kıramamıştır. Bu, bir kez daha, Stalin’in hiçbir zaman, anti-Stalinistlerin ve Stalinistlerin ona atfettikleri düzeyde bir güce sahip olmadığını kanıtlamaktadır.” (Zhukov, Kul’tovaia; vurgular eklenmiştir)[1]

2. Parti ile ekonomik işleyiş ve devletin arasına “mesafe konması” nasıl gerçekleştirilecekti, bilmiyoruz. Muhtemelen, devlet organlarında görev yapacak personeli belirlemek için farklı bir yöntem düşünülüyordu gibi görünüyor. Bu, 1936 Anayasasında belirtilen seçimlere dönüş anlamına gelebilir miydi?

3. Bu tür soruların cevapları ne olursa olsun, anlaşıldığı kadarıyla, parti birinci sekreterlerini büyük oranda bünyesinde barındıran merkez komitesi, Stalin liderliğinin Sovyet sisteminde kökten bir değişikliğe gitme planlarını bir kez daha geri püskürttü. Khrushchev, “gizli konuşma”sında, böyle bir plenumun hiçbir zaman yapılmadığını söyledi! Dinleyiciler arasında bulunan MK üyelerinin çoğunun bunun bir yalan olduğunu bilmesi gerektiğine göre, bu yalanın hedefi, onlara, sahip oldukları güce yönelik bu tehlikenin artık resmen “mezara gömüldüğünün” örtük işaretini vermek olmalıdır.

Savaş Sonrası

4. Görmüş olduğumuz üzere, Stalin, “ikili iktidar” durumunun hem SSCB, hem de parti için önemli bir problem olduğuna inanıyordu. Aslında toplumu hükümet değil, parti yönetiyordu. Giderek artan bir biçimde, parti kadroları, kontrolü, üretimi yönetmekten ziyade, gözetim ya da teftiş biçiminde sağlıyorlardı.

5. Partinin devleti doğrudan kontrolüne son vermek, şöyle birtakım amaçlara hizmet edecekti:

&#9632; 1936 Anayasasını kurumsallaştıracak ve Sovyet halkının Sovyet devletiyle bağlarını güçlendirecekti

&#9632; Devlet kurumlarının işleyişini gerçekten kalifiye unsurlara devredecekti

&#9632; Partiyi bir asalak ve bozuk kariyeristler kastının elinde –üst düzeylere kadar- dejenere olmaktan kurtaracaktı.

6. Savaşa kadar politbüro haftada en az iki kere toplandı. 1941 Mayısında, Stalin, SSCB yönetiminin resmi yürütme organı Halk Komiserleri Sovyeti ya da Sovnarkom’un başkanı olarak Molotov’un yerini alıp Sovyet devletinin başına geçti.

7. Fakat savaş sırasında, SSCB, gerçekte ne bu organ, ne de parti tarafından yönetildi. Yönetim, Stalin ve üç en yakın arkadaşından oluşan Devlet Savunma Komitesi’ndeydi. Savaş esnasında merkez komitesi sadece tek bir plenum yaptı; yalnızca savaş sırasında değil, savaştan sonra da politbüro nadiren bir araya geldi. Pyzhikov’a göre, “politbüro, tamamen pratik kaygılarla, devre dışı kaldı”. Sovyet muhalifi Zhores Medvedev, politbüronun 1950’de sadece 6 kez, 1951’de 5 kez ve 1952’de de 4 kez toplandığına inanmaktadır.[2] Yani Stalin, politbüroyu devlet işleyişinin dışına taşımıştı. (Pyzhikov, 100; Medvedev, “Sekretnyi”)

8. Stalin, göründüğü kadarıyla, partinin başı olarak oynaması gereken rolü pek önemsemiyordu. MK plenumları nadiren yapılıyordu. 1939’la 1952 arasındaki on üç yıl boyunca hiç parti kongresi düzenlenmedi. Savaşın ardından, Stalin, parti ve hükümetin ortak kararlarını sadece Bakanlar Kurulu (Halk Komiserleri Konseyi’nin yeni adı) başkanı olarak imzalıyor, parti adına imza atmayı diğer parti sekreterlerine, Zhdanov ve Malenkov’a bırakıyordu. (Pyzhikov, 100)

9. Partinin otoritesi yine büyüktü. Fakat belki de bu, Stalin’in hâlâ parti genel sekreteri olmasından kaynaklanıyordu. O, savaştan sonra konumunu koruyan tek Müttefik lideriydi: Roosevelt ölmüş, seçimleri kaybeden Churchill 1945’te görevinden ayrılmıştı. Şunu söylemek mübalağa değildir: Emekçi halk arasında, Stalin yeryüzünün en ünlü ve en saygın kişisiydi. Onun başını çektiği komünist hareket, yüz milyonlarca insanın umuduydu. Faşizme karşı kazanılan zafer sonucunda, hareketin genişliği muazzam boyutlara ulaşmıştı. Stalin’in devletin başı olarak sahip olduğu büyük prestij, parti organlarına da otorite sağlıyordu. (Mukhin, Ubiytsvo, 622; 13. bölüm, çeşitli yerler)

10. Stalin’in davranışları, onun hâlâ partiyi devlet üzerindeki doğrudan hâkimiyet konumundan uzaklaştırmaya çalıştığını düşündürmektedir. Eğer niyeti böyle idiyse, bunu temkinli bir biçimde yapıyordu. Bu temkinliliğin birtakım nedenlerini belki şöyle ifade edebiliriz:

&#9632; Partiye yönelik yakışıksız bir güvensizlik görüntüsü yaratmak, komünist partilerinin henüz iktidarı ele geçiremediği dünyanın diğer ülkeleri için kötü bir örnek yaratacaktı.

&#9632; Merkez Komitesi ve nomenklatura, savaştan evvel olduğu gibi, bu yaklaşıma karşı çıkacaktı.

Bu nedenle, bu iş, mümkün olduğunca az rahatsızlığa yol açacak biçimde, sakin bir tarzda yapılmalıydı. (Mukhin, Ubyistvo, 611)

1947 Parti Programı Taslağı

11. Stalin liderliğinin demokratikleşmeye dair planları, muhtemelen, bugün onun hakkında bildiklerimizden daha fazlasını kapsıyordu. Tam bir antikomünist ve anti-Stalinist tarihçi olan Pyzhikov, 1947 program taslağından, SSCB’de demokrasi ve eşitliğin geliştirilmesi konusuyla ilgili -sadece ağzımıza bir parmak bal sürüp arkasını getirmediği- seçmeler aktarmaktadır. Bu etkileyici ve şimdiye dek tam olarak bilinmeyen plan hiç yayımlanmamış ve belli ki, başka araştırmacıların ona ulaşması da mümkün olmamıştır.

12. Pyzhikov tarafından kelimesi kelimesine aktarılan bölüm şöyledir:

“Sınıfsız bir sosyalist toplumun kuruluş sürecini tamamlamayı temel alan sosyalist demokrasinin gelişmesi, proletarya diktatörlüğünü giderek Sovyet halkının diktatörlüğüne çevirecektir. Tüm toplumun her bir üyesi, adım adım devlet meselelerinin günlük yönetiminin içine çekilecek; nüfusun komünist bilincinin ve kültürünün artması ve sosyalist demokrasinin gelişmesi, Sovyet halkının diktatörlüğündeki zor biçimlerinin yavaş yavaş ortadan kalkmasına ve yerini gittikçe kamuoyu baskısının zor araçlarına bırakmasına, devletin politik fonksiyonlarının adım adım daralmasına ve giderek, genel anlamda, toplumun iktisadi yaşamını yöneten bir organa dönüşmesine yol açacaktır.”

Pyzhikov’un, bu yayımlanmamış dokümanın diğer bölümlerinden yaptığı özet ise şu şekildedir:

“[Taslak] özellikle Sovyet düzeninin demokratikleştirilmesinin daha ileri boyutlara taşınmasıyla ilgiliydi. Bu plan, kitlelerin kültürel düzeyinde sağlam bir ilerleme kaydetme ve devletin idari fonksiyonlarını maksimum seviyede basitleştirme temelinde, işçileri, devlet işleyişinin, günlük mülki ve sosyal etkinliğin içine çekmeye dönük, tümel bir yöntemi esas alıyordu. O, pratikte, üretim faaliyetinin devlet meselelerinin yönetimine katılımla, yönetim [devlet] fonksiyonlarının adım adım tüm emekçi halk tarafından üstlenilmesine yönelik bir dönüşümle birleştirilmesi biçiminde bir yol benimsenmesini öngörüyordu. O, aynı zamanda, uzun uzun, halkın doğrudan yasama faaliyetinde bulunması aşamasına geçiş fikrini işliyordu. Bu konuda şu unsurlar temel alınıyordu:

a) hem iktisadi, hem de sosyal alanda, idari işleyişin en önemli sorunlarının çoğunun yanı sıra, yaşam koşulları ve kültürel gelişimle ilgili meselelerde de genel oylama ve karar belirleme yolunun tutulması;

b) toplumsal örgütlenmelerin Yüksek Sovyet’e yeni yasa teklifleri sunma hakkını garanti altına alan araçlarla, aşağıdan gelen yasama inisiyatifinin yaygın biçimde genişletilmesi;

c) yurttaşların ve toplumsal örgütlerin, uluslararası ve iç politikanın en önemli meseleleri üzerine Yüksek Sovyet’e doğrudan teklifler sunma hakkının kabul edilmesi.

Yöneticilerin nasıl seçileceğine dair ilkeler de göz ardı edilmemişti. Parti programının planı, komünizme doğru ilerleyişin ulaştığı aşamaya göre, devlet organlarının tüm sorumlu üyelerinin seçim yoluyla belirlenmesi ve bir dizi devlet organının işleyişinde, onları giderek bütünüyle ekonominin hesap işleri ve denetimiyle görevli kurumlara dönüştürecek değişikliklerin hayata geçmesi meselelerini öne çıkarıyordu. Bunun için, bağımsız gönüllü örgütlenmelere maksimum gelişme imkânı sağlanması önemli görülüyordu. Dikkat, halkın bilincinin komünist dönüşümünün gerçekleşmesine; geniş halk kitleleri arasında, sosyalist demokrasi temelinde, ‘sosyalist yurttaşlık’, ‘çalışma kahramanlığı’, ‘Kızıl Ordu yiğitliği’ nosyonlarının gelişmesinde kamuoyunun etkisinin güçlendirilmesine çevrilmişti.” [vurgular eklenmiştir –GF]

13. Yine Pyzhikov’a göre, Zhdanov, Şubat 1947 merkez komitesi plenumuna, planlama komisyonunun çalışmaları hakkında bir rapor sundu. Zhdanov, 19. Parti Kongresi’nin 1947 sonlarında veya 1948’de toplanmasını teklif etti. Ayrıca, parti konferanslarının yılda bir kez ve merkez komitesi üyelerinin her yıl en az altıda birinin “zorunlu değişimi” ile toplanmasına dair basit bir usul önerdi. Önerinin yürürlüğe girmesinin ve bu “değişim”in, fiilen, MK üyeliğinde daha dönüşümlü bir kompozisyona yol açması durumunda, bu, birinci sekreterlerin ve MK’daki diğer parti liderlerinin konumlarının daha sallantılı olması, partinin yönetim organında taze kan için yer açılması, sıradan üyelerin parti liderlerini eleştirmelerinin kolaylaşması anlamlarına gelecekti. (Pyzhikov, 96)

14. Bu cüretkâr plan, Lenin’in, Marx ve Engels’te tespit ettiği birtakım yaklaşımları dönüştürüp geliştirdiği, yeni ufuklar açan çalışması Devlet ve Devrim’de öngörülen “devletin sönmesi”ne dair fikirlerin birçoğunu yansıtmaktadır. Tüm önemli kararların alınmasına Sovyet halkının ve örgütlerinin doğrudan demokratik katılımını ve parti konferansları aracılığıyla her yıl merkez komitesinde, altıda bir oranının altında olmamak üzere –en azından bunun sağladığı nöbet devri imkânı çerçevesinde- “değişim”i önermekle, bu parti planı, hem devlette, hem de partinin kendisinde, aşağıdan demokrasinin gelişmesini hedefliyordu.

15. Fakat bu plan da suya düştü. Daha önce genel hatlarıyla aktarılan, Sovyet devletinin ve partinin demokratikleştirilmesine yönelik evvelki tekliflerdeki gibi, bunun nasıl olduğunun ayrıntılarını da bilmiyoruz. Muhtemelen öneri merkez komitesi plenumunda reddedildi. 19. Parti Kongresi 1952’ye kadar ertelendi. Yine bunun nedeni de bizim için meçhuldür. Parti plan taslağının yapısı, merkez komitesinin –birinci sekreterlerin- muhalefetinin, bu sonuca yol açmış olabileceğini akla getirmektedir.[3]

On Dokuzuncu Parti Kongresi

16. Göründüğü kadarıyla, Stalin liderliği, 1952’de toplanan parti kongresi ve hemen onu takip eden merkez komitesi plenumunda, partinin devlet üzerindeki kontrolünü kaldırmak için son bir çaba daha sarf etti. Khrushchev’le başlayarak, parti nomenklaturası bu kongreye dair tüm anıları hafızalardan silmeye çalıştı ve orada kotarılan her şeyi derhal kökünden söküp atmaya yöneldi. Brezhnev döneminde, 18. Kongre de dâhil olmak üzere tüm parti kongrelerinin tutanakları yayımlandı. Fakat 19. Kongre’nin tutanakları bugüne kadar hiç yayımlanmadı. Stalin kongrede sadece kısa bir konuşma yaptı –ki bu yayımlanmıştır. Ama onu takip eden merkez komitesi plenumunda yaptığı konuşma 90 dakika sürdü. Bu ikinci konuşma, seçme bölümler hâlinde bile, hiç yayımlanmadı. Bu plenumun tutanakları da hiç basılmadı.[4]

17. Stalin, kongreye, partinin konumunda ve örgütsel yapısında değişikliğe gitme çağrısı yaptı. Bu değişiklikler arasında şunlar vardı:

&#9632; Partinin“Tüm Birlik Komünist Partisi (Bolşevik)” olan adı resmen “Sovyetler Birliği Komünist Partisi” olarak değiştirildi. Bu, partiyi ülkeyle ilişkilendiren ve dünyadaki diğer komünist partilerininkilere benzeyen bir isimdi.[5]

&#9632; Merkez komitesi politbürosunun yerini bir “prezidyum” aldı. Bu isim, bir diğer temsili organın (MK) temsilcileri anlamına geliyordu (örneğin Yüksek Sovyet prezidyumu gibi). Böylece bu organ ismindeki “politik” sıfatından da sıyrılmış oluyordu -sonuçta politik olan partinin bütünüydü, sadece yönetici organı değil.

18. Hiç şüphesiz, hem partiyi hem de devleti değil, sadece partiyi yöneten bir organ düşüncesi daha doğruydu. Politbüro, karışık üye profiline sahip bir organdı. Bakanlar kurulu başkanını (devletin yürütme organının –yani devletin- başı), Yüksek Sovyet prezidyumu başkanını (yasama organının başı), parti genel sekreterini (Stalin), başka bir veya iki parti sekreterini ve bir veya iki bakanı daha bünyesinde barındırıyordu. Politbüronun aldığı kararlar, hem hükümeti, hem de partiyi bağlıyordu.

19. Böylece, politbüronun ülkede gerçekten tartışılmaz hâkimiyete sahip konumuyla karşılaştırıldığında, prezidyumun rolü büyük oranda sınırlandı. İçinde devlet başkanı ve Yüksek Sovyet başkanına yer ayrılmadığından, prezidyum sadece komünist partisinin yönetim organı olmak durumundaydı.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 25.01.2015- 20:03


20. Başka değişiklikler de yapıldı:

&#9632; Genel sekreterlik makamı –Stalin’in yürüttüğü görev- kaldırıldı. Stalin artık, hepsi 25 üye ve 11 aday üyeden oluşan yeni prezidyumda yer alan 10 parti sekreterinden yalnızca birisiydi.[6] Prezidyum, 9-11 üyeden oluşan eski politbürodan daha geniş bir yapıydı. Bu genişliği onu, rutin ve hızlı bir biçimde yürütme kararları alan bir organdan ziyade, meselelere daha enine boyuna kafa yoran ve daha az etkili bir organ yapacaktı.

&#9632; Prezidyum üyelerinin çoğu, anlaşıldığı kadarıyla, parti liderleri değil, devlet görevlileriydi. Khrushchev ve Malenkov, daha sonra, Stalin’in, ilk prezidyum için kendi ağzıyla teklif ettiği kişileri nasıl olup da bu göreve uygun gördüğüne şaşacaklardı; zira bunlar tanınmış parti üyeleri –yani birinci sekreterler- değildi. Muhtemelen Stalin onları –parti değil- devlet liderliği çerçevesindeki konumlarından dolayı önermişti.[7]

21. Stalin, parti genel sekreterliğinden çekildiği 19. Parti Kongresi’nin hemen ardından toplanan MK plenumunda, kendi getirdiği teklifle, sadece devlet başkanı (bakanlar kurulu başkanı) olarak kalmak üzere, merkez komitesinden de istifasını sundu.

22. Stalin merkez komitesinde yer almayıp sadece devlet başkanı olarak kalırsa, hükümet görevlileri artık kendilerini prezidyuma –partinin en yüksek organına- hesap vermek zorunda hissetmeyeceklerdi. Stalin’in bu hamlesi, devlet içindeki “gözetim”leri gereksiz olan parti görevlilerinin üretim alanındaki otoritesini ortadan kaldıracaktı. Stalin partinin başında olmadığında, parti liderliği, nomenklatura, daha düşük bir prestije sahip olacaktı. Alt düzeydeki parti üyeleri, kendilerini artık, birinci sekreterler ve merkez komitesi tarafından tavsiye edilen adayları “seçmek” –yani sadece teyit etmek- zorunda hissetmeyeceklerdi.

23. Bu çerçeveden bakıldığında, Stalin’in merkez komitesinden istifası, nomenklatura için bir felaket demekti. Onlar, kendilerini sıradan üyelerin acımasız eleştirilerinden koruyan tek şeyin “Stalin’in gölgesi” olduğunun herhalde farkındaydılar. Bu, gelecekte, parti nomenklaturasının içinde sadece zeki ve yetenekli kişilerin kalabileceği anlamına geliyordu -aynen devlet birimlerinde de olacağı gibi. (Mukhin, Ubiystvo, 618-23)

24. Ortada yayımlanmış tutanakların olmaması, bu plenumda vuku bulan gelişmelerin ve Stalin’in konuşmasında dile getirdiği konuların, nomenklaturanın yayımlanmasını istemeyeceği türden şeyler olduğunu düşündürmektedir. Bu, ayrıca, Stalin’in “tam yetkili” olmadığını da göstermektedir –ve bunu vurgulamak önemlidir. Örneğin Stalin’in bu plenumda Molotov ve Mikoian’a yönelttiği ciddi eleştiriler, ölümünün üzerinden çok uzun bir süre geçene dek yayımlanmamıştır.[8]

25. Ünlü Sovyet yazarı Konstantin Simonov da bir MK üyesi olarak toplantıdaydı. Simonov, Stalin kendisinin merkez komitesi sekreterliği görevinden çıkarılmasının oya sunulması teklifi getirdiğinde, Malenkov’un şok ve panik hâlinde tepki verdiğini kaydetmiştir. (Simonov, 244-5) Gürültülü bir muhalefetle karşılaşınca, Stalin, teklifinde ısrarcı olmamıştır.[9]

26. Bunu yapma imkânı bulur bulmaz, parti liderliği, hemen 19. Parti Kongresi kararlarını iptal etmeye yöneldi. 2 Mart’ta, Stalin bilinci yerinde olmasa da hâlâ hayattayken, Stalin’in daçasında dar bir prezidyum (temelde eski politbüro üyelerinden oluşan) toplantısı yapıldı. Liderlik, prezidyumun 25 üye yerine tekrar 10 üyeye indirilmesini kararlaştırdı. Bu, özünde, eski politbüroya dönüş demekti. Parti sekreterlerinin sayısı yine beşe indirildi. Khrushchev, sekreteryanın “koordinatör”lüğüne getirildi. Ve ardından, beş ay sonra da “birinci sekreter” yapıldı. Sonuçta, 1966’da, prezidyumun adı tekrar politbüroya çevrildi.

27. SSCB’nin geriye kalan tarihi boyunca parti, üst kademesi bozulmuş, kendi kendini seçen, kendi kendine rütbeler veren bir imtiyazlı seçkinler tabakası hâline gelerek, Sovyet toplumunu yönetmeye devam etti. Gorbachev yönetimi altında, bu yönetici grup, SSCB’yi feshetti ve kendi kendine iktisadi zenginlik ve yeni kapitalist toplumun siyasal liderliğini bahşetti. Aynı zamanda, her şeyi emekleriyle yaratan Sovyet işçi sınıfı ve köylülerinin birikimlerini onlardan çaldı, talan etti; SSCB’nin halk tarafından yaratılan muazzam zenginliğinin üstüne oturdu. Bu aynı eski nomenklatura, bugün de, Sovyet sonrası devletleri yönetmeye devam etmektedir.

Lavrentii Beria[10]

28. Beria, Sovyet tarihindeki en çok iftiraya uğramış figürdür. Bu yüzden, Beria’nın yaptıklarına dair tarihsel yargının Sovyetler Birliği’nin sonunun hemen ardından başlayan tersine dönüşümü, bu makalenin ana konusu olan Stalin’in rolünün bilimsel çerçevede yeniden değerlendirilmesinden bile daha dramatik olmuştur.

29. Beria’nın “yüz gün”ü -aslında Stalin’in 5 Mart 1953’teki ölümünden Beria’nın 26 Haziran’da azledilmesine kadar geçen 112 gün- çok sayıda çarpıcı reforma girişilmesine tanık olmuştur. Eğer Sovyet liderliği bu reformların tam olarak hayata geçmesine izin verseydi, Sovyetler Birliği’nin, uluslararası komünist hareketin, Soğuk Savaş’ın –kısacası 20. yüzyılın ikinci yarısının- tarihi son derece farklı olurdu.

30. Beria’nın reform girişimleri, en azından, hepsi ciddi öneme sahip ve bir kısmı bugün, Rus hükümetinin onlar hakkındaki en önemli birinci el kaynakları en güvenilir araştırmacılara bile kapalı tutmasına rağmen, özel çalışma konusu oluşturan şu unsurları içermektedir:

&#9632; Almanya’nın sosyalist olmayan, tarafsız bir devlet olarak yeniden birleştirilmesi (Almanlar arasında haddinden fazla taraftar bulacak ve ABD de içinde olmak üzere NATO müttefikleri tarafından şüphesiz sıcak karşılanacak bir adım)

&#9632; Komintern’e karşı Batı’yla yaptığı ilan edilmemiş ittifaktan vazgeçmeyi taahhüt eden Yugoslavya’yla ilişkilerin normalleştirilmesi

&#9632; Yakınlarda ilhak edilen Batı Ukrayna bölgeleri ve Baltık devletlerinde, milliyetçi göçmen gruplarının en azından bir kısmını etkilemeyi de amaçlayarak, “Ruslaştırma” karşıtı bir uluslar politikası gütme. Gürcistan ve Beyaz Rusya’yı da kapsamak üzere, diğer Rus olmayan bölgelerde uygulanan uluslar politikasında da reforma gitme

&#9632; 1930’lar ve 1940’larda özel yargı organları –troykalar ve NKVD “özel komisyon”ları- tarafından haksız yere mahkûm edilen kişilerin haklarının iadesi ve uğradıkları haksızlıkların tazmini (Beria yönetiminde bu süreç, suçlu olduğu kesin birçok kişinin “itibarının iade edildiği” Khrushchev yönetimindeki süreçten çok farklı bir biçimde işledi).

31. Beria’nın büyük oranda yürürlüğe koyduğu diğer reformlardan bazıları ise şunları içeriyordu:

&#9632; Devlete karşı işlenen suçlardan dolayı hapse atılmış bir milyon kişi için af

&#9632; Eski NKVD şefi Kruglov’un merkez komitesinden tamamen çıkarılması, NKVD görevlilerinin bulaştığı haksız suçlamalar ve cezalandırmaların soruşturulmasına izin verilmesi ve öte yandan, “Doktorlar Komplosu”na yönelik soruşturmanın durdurulması.[11]

&#9632; NKVD “özel komisyon”unun insanlara ölüm ve uzun süreli hapis cezaları verme yetkisinin kaldırılması.

&#9632; Sadece Stalin “kült”üne değil, genel olarak lider kültünün tamamına karşı bir tutumla, resmi tatil törenlerinde liderlerin portrelerinin bulundurulmasının yasaklanması. Bu uygulama, Beria’nın azledilmesinin kısa bir süre sonrasında parti liderleri tarafından kaldırıldı.

Beria’nın Demokratik Reform Hareketleri

32. Beria, resmi olarak, 26 Haziran 1953’te politbüro üyesi arkadaşları ve bazı generaller tarafından tutuklandı. Bu tutuklama faraziyesinin ayrıntıları karanlıkta kalmıştır ve bu konuda çelişkili anlatımlar söz konusudur.[12] Öyle ya da böyle, Temmuz 1953 plenumunda Beria’ya çeşitli suçlamalar yöneltildi. Mikoyan şunları anlatmaktadır:

“O [Beria] Kızıl Meydan’da Stalin’in kabri başında sunumunu yaptığında, konuşmasının ardından şöyle dedim: ‘Konuşmanda her yurttaşa anayasanın öngördüğü hakları ve özgürlükleri garanti ettiğin bir bölüm vardı. Sıradan bir hatibin konuşmasında bile bunlar boş sözler değildir. Hele de bir içişleri bakanının konuşmasında bu bir eylem programı anlamına gelir; onu hayata geçirmek zorundasın.’ O da bana cevap verdi: ‘Onu hayata geçireceğim.’” (Beria, 308-9; Mukhin, 178)

33. Beria, Mikoyan’ı heyecanlandıran bir şey söylemişti. Açık bir gerçekti ki, bu kritik noktada, Kızıl Meydan’da yaptığı ve anayasaya atıfta bulunan konuşmasında, Beria, komünist partisini işin içine hiç katmamış, sadece Sovyet yönetimi hakkında konuşmuştu. Beria’nın, Malenkov’un ardından ikinci konuşmayı yapması, onun artık Sovyet devletinde ikinci kişi olduğunun açık bir işaretiydi. Beria şöyle diyordu:

“Ülkemizin işçileri, kolhoz köylüleri ve aydınları, Sovyet hükümetinin, Stalin anayasasında yazıldığı üzere, onlara haklarını sebatla ve yılmadan sağlayacağını bilerek, huzur ve güven içinde çalışabilirler… Ve bundan böyle, Sovyet hükümetinin dış siyaseti, Leninist-Stalinist barışı koruma ve güçlendirme politikası doğrultusunda yürüyecektir… (Beria, “Speech”)

34. Mukhin, bu pasajla ilgili olarak, aşağıdaki, makul görünen yorumu yapmaktadır:

“Sıradan halk Beria’nın söylediklerinin ne anlama geldiğini pek fazla anlamadı; lakin parti nomenklaturasına göre, bu, şiddetli bir saldırıydı. Beria, ülkeyi bundan sonra parti –ya da onlar- olmadan yönetmeye kalkışıyordu. O, halka, onların haklarını koruma sözü vermişti; ki bu haklar, parti değil, anayasa tarafından veriliyordu! (Mukhin, 179)

35. Aynı Haziran 1953 plenumunda Khrushchev şunları söylüyordu:

“Hatırlayın, sonra Rakosi [Macar komünist lider] şöyle dedi: Neyin bakanlar kurulunda neyin merkez komitesinde karara bağlandığı nasıl bilinecek; bu noktada nasıl bir ayrım olacak… Ardından Beria şunu söyledi: Ne merkez komitesi? Bakanlar kurulu karar alacak; merkez komitesi ise kadro ve propaganda meseleleriyle ilgilenecek.” (Beria, 91)

36. Daha sonra, aynı plenumda, Lazar Kaganovich, Khrushchev’in üzerinde durduğu noktayı daha da açtı:

“Parti bizim için en üst unsurdur. Hiç kimsenin o alçak [Beria] gibi konuşmasına izin verilemez: merkez komitesi, bizim, bolşeviklerin, kavradığı gibi, politik liderlik, bütün hayatın liderliği değil de, kadro ve propaganda [içinmiş].” (Beria, 138)

37. Bu adamlar, öyle görünüyor ki, Beria’nın partiyi ülkenin doğrudan yönetimi işinin dışına taşımaya yöneldiğine inanıyorlardı. Bu, Stalin ve yakın arkadaşlarının 1935-37’de anayasa tartışmaları sırasında verdikleri mücadeleye çok benziyordu. Aynı durum, 1947 parti programı taslağında ve sadece birkaç ay önce gerçekleştirilen 19. Parti Kongresi ile onu takip eden merkez komitesi plenumunda Stalin’in Bolşevik Partisi’ni yeniden yapılandırmaya yönelik girişiminde de görülebilir.

38. Beria’nın oğlu Sergo, babasıyla Stalin’in, partinin Sovyet toplumunun doğrudan yönetiminden uzaklaştırılması ihtiyacı konusunda anlayış birliği içinde olduklarını söylemektedir.

“Babamın parti organlarıyla ilişkisi sıkıntılıydı… O, parti organları hakkındaki düşüncelerini hiçbir zaman gizlememiştir. Örneğin, Khrushchev’le Malenkov’a, doğrudan, parti organlarının toplumu bozduğunu söylemişti. Söz konusu işleyiş, daha önceki süreçlere, Sovyet devletinin daha henüz kurulduğu dönemlere tamamen uygun bir işleyişti. Babam onlara şunu soruyordu: Fakat bugün bu idarecilere kimin ihtiyacı var?

O, aynı dobra dobra konuşmaları, merkez komitesindeki aylakların doğal olarak umurunda bile olmayan endüstri ve fabrika yöneticileriyle de yapmıştı.

Babam, Stalin’e karşı da tamamen açık sözlüydü. Joseph Vissarionovich, parti organlarının somut meselelerde sorumluluk almaktan uzak durduklarını ve sadece laf üretip hiçbir şey yapmadıklarını kabul ediyordu. Ölümünden bir yıl önce, Stalin yeni merkez komitesi prezidyumu önerisini sunduğunda, ana tema olarak, ülkenin yönetimi konusunda yeni biçimler bulmanın gerekliliği ve eski biçimlerin en yetkin biçimler olmadığı üzerinde duran bir konuşma yaptığını biliyorum. O sıralar, partinin etkinliği konusunda ciddi bir tartışma yürütülüyordu.” (Sergo Beria, Moy Otets Lavrentii Beria)

39. Devlet-parti ilişkilerinin Beria’nın planladığı biçimiyle yeniden yapılandırılması, muhtemelen, sıradan parti üyelerinin yanı sıra partisiz Sovyet vatandaşlarının çoğunluğu tarafından da son derece sıcak karşılanacak bir gelişme olacaktı. Nomenklatura için ise, bu, son derece büyük bir tehlikeydi.

40. Mukhin meseleyi şu şekilde koymaktadır:

“Beria, halkın zihnine, ülkenin merkezi ve yerel anlamda, anayasanın belirttiği gibi, Sovyetler tarafından yönetilmesi gerektiği, partinin ise, propaganda yoluyla, her düzeydeki Sovyet temsilcilerinin komünist olmasını temin edecek ideolojik bir organ olması gerektiği fikrini sokmaktan geri durmuyordu. O, anayasanın bütünüyle hayata geçirilmesi çabasının yeniden canlandırılmasını, tekrar onun sloganına (“Bütün İktidar Sovyetlere!”) dönülmesini teklif ediyordu. Beria’nın yaklaşımları yalnızca fikri çerçevede kaldığı sürece, nomenklatura için bu, belki hoşnutsuzluk verici, ama pek fazla korkutucu da olmayan bir durum oluşturmaktan öteye gitmeyebilirdi. İktidarın sahibi onlar olduğundan, Yüksek Sovyet delegelerini seçebilir ve onları, Beria’nın fikirlerinin hayata geçmesini engelleyecek bir biçimde davranmaya yönlendirebilirlerdi. Lakin diyelim ki Beria sekreterlerin ve merkez komitesinin seçimleri ve Yüksek Sovyet oturumlarını yönlendirmelerine izin vermedi, o zaman vekiller ne tür kararlar alacaktı?” (Ubiystvo, 363-4)

41. Mantıksal olarak, bu durum, Beria’yı parti nomenklaturasının büyük çoğunluğundan ciddi biçimde koparmıştı. (Ubiystvo, 380) Bu grubu ya da en azından onun büyük ve aktif kesimini yönlendiren ve çıkarlarını temsil eden kişi Khrushchev’di. Ve Khrushchev tamamen farklı bir “demokrasi” anlayışına sahipti. Ünlü film yönetmeni Mikhail Romm, Khrushchev’in, entelektüellerle yaptığı bir toplantıda kullandığı ifadeleri kaydetmişti:

“Elbette hepimiz burada sizi dinliyor, sizinle konuşuyoruz. Fakat kararı kim verecek? Bizim ülkemizde halk karar vermeli. İyi de, kimdir halk? O, partidir. Parti kimdir? O, biziz. Biz partiyiz. Bu demektir ki, biz karar vereceğiz. Ben karar vereceğim. Anladınız mı?” (Alikhanov)

42. Mukhin’in söylediği gibi: “Partinin, milyonlarca komünistin örgütü olması durumu sona erdi. Onun tepesinde yer alan insan grubu, partinin kendisi oldu.” (Mukhin, Ubiystvo, 494)





Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 25.01.2015- 20:04


Stalin’in ve Beria’nın Ölümleri … ve de Diğerlerinin?

43. Beria’nın ölümünün etrafını saran sır perdesine ek olarak, Stalin’in de, aldığı bir darbenin, hatta belki de zehirlenmesinin ardından, daçasındaki ofisinde, yerde ölüme terk edildiğine dair güçlü kanıtlar söz konusudur. Bu meseleyi burada özetlemek için yeterli zamanımız veya yerimiz bulunmamaktadır.

44. Bununla birlikte, şimdiki amaçlarımız açısından bu gerekli de değildir. Bu öyküler hakkında her türlü siyasi kamptan Ruslar arasındaki yaygın söylem ve inanç, çok sayıda Rusun, Stalin ve Beria’nın ölümlerinin nomenklaturanın çıkarlarına son derece uygun olduğunu düşündüğünü göstermektedir. Beria’nın, aynen Stalin gibi, komünist bir perestroyka -fakat bu isim altında, 1980’lerin sonundan itibaren ülkenin aşırı sömürülmesi ve talan edilmesi sürecini başlatan tarzda iktisadi erkin değil, siyasi erkin “yeniden yapılandırılması”- istediğinin kanıtlanması meselesi, onların öldürülmüş olabileceğini bir biçimde kanıtlama meselesinden tamamen bağımsızdır.

45. Stalin’in ve Beria’nın demokratikleşme konusunda uğradıkları başarısızlıkların dolaysız sonucu, SSCB’nin kaderinin bütünüyle parti liderliğinin eline kalmasıdır. Sovyetler Birliği’nde ortaya bir işçi demokrasisi çıkmamıştır. En üstteki parti liderleri, mülki ve iktisadi çerçevedekiler de dâhil, tüm önemli pozisyonlar üzerindeki tekellerini sürdürmüşler ve doğrudan kapitalist ülkelerdeki benzerleriyle ciddi bir koşutluk içinde, tamamen asalak ve sömürücü bir tabakaya evrilmişlerdir.

46. Bu tabaka, gerçekte, bugün hâlâ iktidardadır. Gorbachev, Yeltsin, Putin ve Rusya ile Sovyet sonrası devletlerin diğer liderlerinin hepsi, eski parti liderlik kurumunun içinde yer almış unsurlardır. Onlar, son derece ayrıcalıklı görevliler olarak, uzun süre Sovyet yurttaşlarını sömürdüler. Derken, aynı unsurlar, Gorbachev liderliğinde, sadece işçileri değil, giderek geniş orta sınıfı da yoksullaştıran, SSCB işçi sınıfına ait, kolektif olarak üretilmiş tüm zenginliğin özelleştirilmesi sürecini yönettiler. Buna, dünya tarihindeki en büyük gasp hareketi denmektedir.[13] Parti nomenklaturası Sovyetler Birliği’ni yok etmiştir. (Bivens&Bernstein; O’Meara; Williamson)

47. Aynı kesim, 1930’larda gerçekleştirilen kitlesel idamlardaki kendi rollerini, Stalin’in demokratikleşme teşebbüslerini boşa çıkarmadaki başarılarını, Stalin’in ve Beria’nın öngördüğü reformları hayata geçirmeyi reddedişlerini –kısacası Sovyetler Birliği’nin demokratikleşmesine karşı çıkışlarını- gizlemek için her şeyden dolayı Stalin’i suçladılar, 1930’larda SSCB’deki ciddi komplolar hakkında yalanlar söylediler ve gerçekleştirilen kitlesel idamlarda kendi oynadıkları rolün üstünü örttüler.

48. Khrushchev’in 1956 “gizli konuşma”sı, tarihte dünya komünist hareketine indirilmiş en büyük ve eşi benzeri olmayan bir darbedir. O, şimdi artık güvenebilecekleri bir komünist lider bulduklarına inanan her yerdeki antikomünistlere cesaret vermiştir. SSCB’nin son bulmasından bu yana gün ışığına çıkan dokümanlar, Khrushchev’in konuşmasında Stalin’e fiilen yönelttiği tüm suçlamaların yalan olduğunu bariz bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Bu ortaya çıkış da, bizi, Khrushchev’in Stalin’e yönelik saldırısının ardında yatan gerçek nedenleri araştırmaya zorlamıştır.[14] Rus araştırmacılar, Khrushchev ve Sovyet liderliği içindeki korosu tarafından Beria’ya yöneltilen “resmi” suçlamaların da düzmece ve tamamen kanıttan yoksun olduğunu şimdiden göstermişlerdir. Beria’nın kanun yoluyla katli, onu katledenlerin asla dile getirmedikleri nedenlerden dolayıdır. Bu her iki olayın da etrafını saran “yalanlar koruması” bizi şu soruyu sormak zorunda bırakmaktadır: Gerçekte olan neydi? Elinizdeki çalışma bu soruya bir cevap önermektedir.

Sonuçlar ve Gelecek Araştırma

49. Stalin’in, çok adaylı seçimlere dair planında, açık bir biçimde rekabetçi politik partileri öngörmemesi, şu soruyu meşru kılmaktadır: Eğer Stalin düşündüğünü yapabilseydi, ortaya çıkan sonuç ne kadar “demokratik” olacaktı? Demokrasi hakkındaki soruların cevapları, bir başka soruyla başlar: “’Demokrasi’yle kastedilen nedir?”

50. Endüstriyel kapitalist dünyada, o, seçimlerde siyasal partilerin yarıştığı, lakin bu yarıştaki tüm siyasal partilerin elit, aşırı varlıklı ve otoriter kişi ve gruplar tarafından kontrol edildiği bir sistem anlamına gelir. Bu “demokrasi”, asla, bizzat kapitalizmin kendisinin iktidardan “oylama yoluyla düşürülmesi” imkânını içermez. Bu “demokrasi”, kapitalist sınıfın yönetiminin –kısaca, “demokrasi yoksunluğu”nun- bir formu ve tekniğidir.

51. SSCB’de, yurttaşlar ve yurttaş grupları arasında, işçi sınıfı iktidarının kabul edebileceği sınırlar çerçevesinde yapılacak çok adaylı seçimler işlevsel bir netice verebilir miydi? Bu tarz seçimler gelecekteki bir sosyalist toplumda işe yarayabilir mi? Sınıfsızlığı amaçlayan bir toplumda “temsili demokrasi”nin, yani seçimlerin önemi nedir? 1936 anayasasının öngördüğü bu yöndeki koşullar SSCB’de hiçbir zaman yürürlüğe girmediğinden, bu önerinin güçlü ve zayıf taraflarının neler olabileceğini asla bilemeyeceğiz. Marx ve Engels, Paris Komünü pratiği üzerine yaptıkları çalışmalarla proletarya demokrasisinin yapısı hakkında önemli çıkarımlarda bulunmuşlardı. Sovyetler Birliği’nde, Stalin döneminde, çok adaylı seçimler biçiminde paralel bir deneyime sahip olamamamız bir trajedidir. Bu süreç yaşansaydı, hiç şüphesiz, bu deneyimin hem zayıf, hem de güçlü tarafları hakkında öğreneceğimiz birçok şey olacaktı.

52. Siyasal olarak antikomünizm güdülü araştırmacılar, eskimiş ve düzmece olan, ama henüz yeterince itibarını kaybetmemiş Khrushchevci/Soğuk Savaşçı “anti-Stalin” paradigmaya hayat vermeye devam edeceklerdir. Buna karşın, Sovyetler Birliği tarihinin, eskiden gizli olan Sovyet dokümanlarının bir sel gibi gün ışığına çıkmasıyla birlikte yeniden araştırılması süreci de, Rusya’da uzun zamandır başlamış bulunuyor. Bu akım yakında başka yerleri de saracaktır. Elinizdeki çalışmanın temel amaçlarından birisi de, bu gelişmeleri, onlardan haberi olmayan diğer insanlara aktarmaktır.

53. Bir nokta, neredeyse her okurun dikkatini hemen çekecektir. “Kişi kültü” ve Stalin’i kuşatan aşırı övgü aracılığıyla, Stalin’i bir “tam yetkili diktatör” olarak görmeye koşullandırılmaktayız. Soğuk Savaşçı/Khrushchevci, tamamen uydurma ve bu çalışmada belirtilen araştırmalar tarafından çürütülen bu paradigma, bizim Sovyet tarihi algımızı ölümcül bir biçimde sakatlamaktadır. Aslında Stalin asla “tam yetkili” olmamıştır. O, diğer parti liderlerinin ortak çabalarıyla, köşeye sıkıştırılmıştır. Stalin, hiçbir zaman anayasal reformlar hedefine ulaşamamıştır. Ayrıca o, ne birinci sekreterleri, ne de yerel NKVD unsurlarını kontrol edebilmiştir.

54. “Kült” politik mücadeleleri gizleyen bir örtüdür. Merkez komitesi plenumlarına ait tutanaklar, bolşevik liderlerin ara sıra Stalin’le doğrudan tartışmaya girmelerine karşın, bunun nadiren yaşanan bir durum olduğunu göstermektedir. Siyasal anlaşmazlıklar açıkça ortaya konup çözümlenemiyordu. Bunun yerine, karşıtlıkların başka zeminlerde halli yoluna gidiliyordu. Bu zeminlerin bir kısmı, birinci sekreterlerin 1937 Temmuzunda yaptıkları gibi, gayri resmiydi. Bazı meseleler polisiye metotlarla çözümlenmeye çalışılıyor, siyasal anlaşmazlıklar düşmanca karşıtlıklara tahvil ediliyordu.

55. Mekanizması ne olursa olsun, “kült”ün işleyişi otoriter ve son derece antidemokratikti. Stalin, bu durumun belirli oranda farkına varmış birkaç Sovyet liderinden biri gibi görünmektedir. Hayatı boyunca, birçok kez “kült”ü kınamıştı.[15] Buna karşın, açıktır ki, Stalin, onun kaçınılmaz biçimde ne kadar kötü sonuçlara yol açacağını hiçbir zaman tam olarak anlayamamıştır.

56. Burada ulaşılan ve neredeyse tamamen diğer araştırmalara dayalı olan sonuçlar, araştırma faaliyetinin genişletilebileceği birkaç önemli alana işaret etmektedir:

&#9632; Sınıfsız bir topluma doğru ilerleme amacındaki bir sosyalist toplumda “demokrasi”nin alabileceği biçim nedir? 1936 anayasasının yürürlüğe girmesi, Stalin tarafından öngörüldüğü gibi, hem Sovyetler Birliği’ni demokratikleştirme, hem de Bolşevik Partisi’ni, temel görevi ülkeyi komünizme doğru götürmek olan bir kendini adamış devrimciler örgütü biçimindeki asli rolüne döndürme yönünde olumlu bir netice verebilir miydi? Yoksa burjuva kapitalist demokrasi konseptinin birçok yönünü daha baştan bünyesinde barındıran bu model, SSCB’nin kapitalizme doğru evrimini, engellemek bir yana, daha da hızlandırır mıydı?

&#9632; Bir komünist partisinin böyle bir toplumda işlevsel rolü nedir? Siyasal liderliğin, işçi sınıfının demokratik erk sahibi kılınmasına uygun, özgün formları nelerdir? Hangi siyasal –ve iktisadi- liderlik formları bu toplumun amaçlarıyla çelişir?

57. Seçimler ve “temsili” yönetimin, devleti işçilerin ve köylülerin çıkarlarını ifade eden devlet hâline getirmeye yeterli olduğu fikrini bir kez sorgulamaya başladık mı, bu bizi 1936 anayasasının da, yürürlüğe girmiş olsaydı bile, bu amacı gerçekleştiremeyeceği düşüncesine götürür. Bu durum, “çözüm”ün devleti daha da güçlendirmek, partiyi ise zayıflatmak olmadığını akla getirebilir –göründüğü kadarıyla Stalin ve Beria’nın düşündüğü gibi. Marksistlerin inancına göre, devlet şu veya bu sınıf tarafından yönetilir; o zaman partinin tepe kademesinden veya toplumun diğer kesimlerinden yeni bir yönetici sınıf türerse, devleti o yönetecek ve devlette bu yönetimi daha etkin kılacak değişiklikleri yapacaktır. Bu da parti-devlet farkının suni ve aldatıcı olduğuna ve ortadan kaldırılması gerektiğine delalet eder.

&#9632; “Bürokratizm”/”bürokrasi” terimi bir yandan bir probleme işaret ederken, öte yandan da diğer problemleri gizlemektedir. Ben, yukarıda aktarılan iki sorunun (demokrasi ve partinin rolü), sosyalist ya da komünist toplumun örgütlü ve siyasal bilince sahip kesimi ile daha az örgütlü ve siyasal bilinci daha düşük, lakin hâlâ iktisadi açıdan üretimin büyük kısmını gerçekleştiren kesimi arasındaki ilişkide yaşanan problemler hakkında kafa yorarken daha verimli ve daha materyalist bir yöntemi işaret ettiğini düşünüyorum.

&#9632; Genel olarak bolşevikler, özel olarak da Stalin, siyasal ve teknik yetenekler veya eğitim arasına büyük bir mesafe koyuyorlardı. Fakat hiçbir zaman, “kızıl” ile “uzman” arasındaki çelişkiyi (Çin Kültür Devrimi sırasında kavramlaştırılan ikilem) layıkıyla ele almadılar. Fiilen tüm sosyalistler tarafından paylaşılan, siyasal “gözetim” veya “denetim”in teknik bilgi ve üretimden ayırt edilebileceği fikri, bir ölçüde, “tekniğin” –bilimin- siyasal açıdan tarafsız olduğu ve eğer randımanlı bir biçimde gerçekleştirilirse, iktisadi üretimin bizzat kendisinin siyasal açıdan “sol” ya da “komünist” olacağı yanlış anlayışının bir yansımasıydı. Devlet-parti ikilemi bu yaklaşımdan çıkıyordu.

&#9632; Bir komünist partisi bağlamında “parti içi demokrasi” ne anlama gelir? SSCB’de, 1920’lerdeki parti konferansları ve kongrelerinde görüşleri yenilgiye uğrayan birçok muhalif güç, sonuçta parti liderlerine dönük suikastları, hükümet darbesini amaçlayan komplolara, düşman kapitalist güçlerle işbirliğine ve onlar namına casusluğa yöneldi. Aynı süreçte, yerel parti liderleri de, kendilerini sıradan parti üyelerine –ve elbette aynı zamanda çok daha yüksek sayıdaki komünist olmayan nüfusa- yabancılaştıran diktatörce alışkanlıklar geliştirdiler ve bir yandan da kendilerine maddi ayrıcalıklar sağladılar.

58. Üst düzeyde parti konumunun getirdiği maddi yararlar, nomenklatura denen tabakanın oluşumunda önemli, hatta belirleyici bir rol oynamış olmalıdır. Keza Stalin’in partiyi doğrudan yönetimden uzaklaştırmaya ve onu “ajitasyon ve propaganda” görevine döndürmeye yönelik aşikar hedefi, Stalin’in -ve belki başkalarının da- bu çelişkili durumun belirli oranda farkında olduğuna dair bir gösterge olabilir. Büyük ücret farklılıkları, SSCB’de endüstrileşmeyi teşvik etmede ne ölçüde temel alınmıştı? Eğer temel alınmışsa, bu, parti üyelerinin maddi ayrıcalıklara ulaşmasına izin veren bir hata mıydı –yüksek ücret, daha iyi konut, özel mağazalar, vs.? Bu kararların alındığı 1920’lerde ve 1930’ların başlarındaki politik koşullara dair daha tam bir araştırma gereklidir. “Maksimum parti maaşı” etrafında dönen ve bugün ulaşılmazlıklarını koruyan tartışmalara dair belgeleri bulmaya ve onların üzerinde çalışma yapmaya ihtiyaç vardır.

59. Zhukov ve Mukhin, tespit ettikleri ve Stalin’le Beria’ya atfettikleri taktiğin (parti liderlerini devleti yönetme işinin dışına taşıma) gerçekten de partiyi dejenerasyondan korumak için en büyük şans olduğuna inanıyor görünmektedirler. Yukarıda işaret ettiğim gibi, belki de dejenerasyonun gerçek nedeni, parti içindeki “Kızıl-uzman” karşıtlığından ziyade, parti liderlerinin kendi ayrıcalıklarını koruma çabasıdır.

60. Elbette başta, maddi teşviklerin, donanımlı fakat burjuva, antikomünist, işçi sınıfı karşıtı entelektüelleri SSCB’nin endüstriyel temelinin inşa edilmesine yardımcı olmak üzere toparlamak için zorunlu olduğu düşünülmüştü. Bundan dolayı, yüksek ücretlerin teknik açıdan yetkin insanları (yetenekli işçiler de dâhil) Bolşevik Partisi’ne katılmaya ya da sıklıkla insan sağlığını tehlikeye sokan ve kişileri aile yaşamlarını feda etmeye zorlayan uygunsuz yaşam ve çalışma koşullarında sıkı bir biçimde çalışmaya teşvik etmek için gerekli olduğu savunulabilirdi. Böylece, baştan aşağı kapitalist tarzda eşitsizlikler zırhı kuşanma eğilimi aklanabilirdi ve aklandı da.

61. Belki de Stalin ve Beria, sadece partiyi “sırf siyasal” işlevine döndürmenin onu dejenerasyondan koruyabileceğine inanıyorlardı. Bu plan (eğer onların planı bu idiyse) asla hayata geçmediği için, bu öngörünün doğru olup olmadığını gerçekten bilemeyiz. Lakin ben, “maddi teşvik”, yani iktisadi eşitsizliğin temel bir unsur olduğundan kuşkulanıyorum. Felix Chuev’le yaptığı söyleşide, yaşlı Molotov giderek artan “eşitsizlik” zarureti karşısında düşüncelidir ve büyüyen eşitsizliği gördüğü için, SSCB’deki sosyalizmin geleceğinden kaygı duymaktadır. Molotov bu sürecin temellerinin izini Stalin’in ya da Lenin’in zamanına kadar sürmemektedir. Aslında Molotov, aynen Stalin gibi, Lenin’in bıraktığı mirasa eleştirel bir gözle bakamamaktadır; oysa üretimi teşvik etmek için eşitsizliklerin muhafaza edilmesi ve genişletilmesi zaruretinin izleri, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ne kadar sürülmese bile, en azından Lenin’e kadar sürülebilir.

62. Kişinin sorduğu sorular, kaçınılmaz bir biçimde, onun siyasal kaygılarını yansıtır ve gösterir. Ve benim sorularım da, bu anlamda bir istisna değildir. İnanıyorum ki, Bolşevik Partisi’nin Stalin dönemi tarihi (antikomünist yalanlar ve şimdiye kadar yazılanlarla bulandırılmış bir tarih) gelecek kuşaklar için çok sayıda ders içermektedir. Yol çizebilmek için geçmişe bakan siyasal aktivistlerin ve daha iyi bir dünyaya ulaşma yönündeki en büyük katkılarını, geçmişteki bu tür mücadelelerin araştırılması yoluyla yapabileceklerini düşünen, siyasal bilince sahip araştırmacıların, Sovyetler Birliği’nin bıraktığı mirastan öğrenecekleri çok şey vardır.

63. Haritaları gerçekten ziyade tasavvura dayalı ortaçağ denizcileri gibi, biz de, bugüne dek genel kabul görmüş ve temelde uydurma SSCB tarihleri tarafından yanıltıldık. Dünyanın ilk sosyalist deneyiminin gerçek tarihini keşfetme süreci, daha yeni yeni başlamış bulunuyor. Bu çalışmayı okuyan herkes, benim bunun geleceğimiz açısından çok büyük öneme sahip bir süreç olduğuna inandığımı fark edecektir.




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 25.01.2015- 20:06


İkinci Bölüm İçin Ek Kaynakça

Chilachava, Raul’, Syn Lavrentiia Beria rasskazyvaet, Kiev: Inkopress, 1992.

Dobriukha, Nikolai, “Otsy I otchimy ‘ottepeli’.” Argumenty I Fakty, 18 Haziran 2003. <http://www.aif.ru/online/air/1182/10_01>de.

Koshliakov, Sergei, “Lavrentiia Beria rasstreliali zadolgo do prigovora”, Vesti Nedeli, 29 Haziran 2003.

Prudnikova, Elena, Beria. Prestupleniia, kororykh ne bylo, St. Petersburg: Neva, 2005.

Prudnikova, Elena, Stalin. Vtoroe Ubiystvo, St.Petersburg: Neva, 2003.

Pyzhikov, A. “N.A., Voznesenskii o perspektivakh poselvoennogo obnovleniia obshchestva”; <http://www.akdi.ru/id/new/ek5.htm>de.

Rubin, Nikolai, Lavrentii Beria. Mif I Rea’nost’, Moskova: Olimp; Smolensk: Rusich, 1998.

Service, Robert, Stalin. A Biography, Cambridge, MA: Belknap Press, 2004.

Smirtiukhov, Mikhail, Mülakat, Kommersant-Vlast’, 8 Şubat 2000; <http://www.nns.ru/interv/arch/2000/02/08/int977.html>de.

Sul’ianov, Anatolii, Beria: Arestovat’ v Kremle, Minsk: Kharvest, 2004.

Toptygin, Aleksei, Lavrentii Beria, Moskova: Yauza, Eksmo, 2005.

[1] Kararın tam metni için bkz. Zhukov, Stalin. Ayrıca, metnin yeniden baskısının da bulunduğu Zhukov’un daha evvelki değerlendirmesi için bkz. Tayny, 270-276.

[2] Bir başka arşiv çalışması, sayıların 6, 6 ve 5 biçiminde olabileceğini göstermektedir. BKZ. Khlevniuk O. ve diğerleri, Politburo TsK VKP(b) i Sovet Ministrov SSSR 1945-1953. Moskova: ROSSPEN, 2002, 428-431.

[3] Pyzhikov, bu demokratik çabayı Leningradlılara, özellikle de Voznesensky’ye atfetmektedir. (Bkz. onun “N. A. Voznesenski” başlıklı makalesi, <http://www.akdi.ru/id/new/ek5.htm>te). Aktarılan gelişmeler, zımnen, Zhdanov’un da teklifi desteklediğine delalet etmektedir ve bu durum, Pyzhikov’un en kapitalizm yanlısı güçlerin (Voznesensky ve “Leningradlılar”) en “demokratik” güçler olduğu yolundaki teorisine “uygun” değildir. Bu yaklaşım, “Leningradlılar” 1947’de hâlâ güçlü oldukları hâlde taslağın neden benimsenmediğini de açıklamaz. Ayrıca o, Voznesensky’ye ününü sağlayan, kapitalizm yanlıları ve “tüketim malları” ile siyasal demokrasi arasında zorunlu olarak bulunduğu savlanan herhangi bir bağlantıyı da pek kanıtlamaz. Son olarak, o, elbette, Stalin’in teklifi desteklemediğini de göstermez.

[4] Zhores Medvedev’e göre, Stalin’in kişisel arşivi, ölümünün hemen ardından yok edildi. (Medvedev, “Sekretnyi”) Eğer öyleyse, Mukhin’in yaptığı gibi, (Ubiystvo, 612) onun bazı fikirlerinin son derece tehlikeli olması gerektiğini ve bu tehlikeli fikirler arasında, söz konusu iki toplantıda dile getirilen düşüncelerin de yer aldığını kabul etmek akla uygundur. Benim burada ve aşağıda yaptığım değerlendirmeler, Mukhin, 13. Bölüm’de ve Medvedev’in daha önce adı zikredilen eserinde aktarılanları temel almaktadır.

[5] Bu elbette birleştirici bir yöntem olarak düşünülmüştü. SSCB’yi meydana getiren cumhuriyetlerin her biri kendi partisini korudu: Ukrayna Komünist Partisi, Gürcistan Komünist Partisi vb. Bu durum, birtakım parti liderlerini, Rusya’nın en büyük cumhuriyet olmasına karşın kendi komünist partisine sahip olmamasının dezavantajlı bir durum yarattığını düşünmelerine yol açtı. Göründüğü kadarıyla, savaş sonrası “Leningrad Vakası” çerçevesinde yargılanan ve idam edilen parti liderlerine yöneltilen en ciddi suçlama, onların bir Rus Partisi kurmayı ve Rus Cumhuriyeti’nin –SSCB’nin değil- başkentini Leningrad’a taşımayı planlamalarıydı. Bu, muhtemelen, çeşitli Sovyet uluslarının birbirine iyice yaklaştırma ihtiyacının söz konusu olduğu bir zamanda, Rusya’yı daha da güçlü bir hâle getirebilir ve Büyük Rus şovenizmini ateşleyebilirdi. Bkz. David Brandenberger, “Stalin, the Leningrad Affair, and the Limits of Postwar Russocentrism”, Russian Review 63 (2004), 241-255.

[6] “Birinci sekreter” makamı ancak Stalin’in ölümünden sonra, Khrushchev için oluşturuldu.

[7] Aktaran Mukhin, Ubiystvo, 617.

[8] Benim bulduğum ilk baskı, solcu bir gazete olan Sovetskaia Rossiia’nın 13 Ocak 2000 tarihli nüshasındadır; <http://www.kprf.ru/analytics/10828.shtml>de. İngilizcesi için bkz. <http://www.northstarcompass.org/nsc0004/stal1952.htm>.

[9] Mukhin bunun ölümcül bir hata olduğuna inanmaktadır. O, Stalin’in -artık “genel sekreter” olmamasına karşın- henüz merkez komitesinde bir sekreter ve devlet başkanıyken –başka bir ifadeyle hâlâ partinin ve tüm ülkenin başı olmayı tek kişide birleştiren bir figürken- ölmesinin parti nomenklaturasının çıkarına olduğunu savunmaktadır. Ardından yerine geçecek MK sekreteri de, çok büyük olasılıkla, ülke ve hükümet tarafından devlet başkanı olarak kabul edilecekti. Eğer bu olursa, parti nomenklaturasını ülkeyi yönetmekten uzaklaştırmaya yönelik hareket de sona erecekti. (Mukhin, Ubiystvo, 604 ve 13. Bölüm, çeşitli yerler)

[10] Beria tarafından teklif edilen ve uygulanan reformlar ve etkileri üzerine Kokurin ve Pozhalov, Starkov, Knight ve Mukhin’in (Ubiystvo) yaptığı uzun değerlendirmelerden yararlandım. Beria hakkında son zamanlarda yazılan ve kaynakçada aktarılan kitaplar da bu reformları ele almaktadır.

[11] Khrushchev de, “gizli konuşma”sında, “Doktorlar Komplosu”nu bir kumpas olmakla itham etmiştir. Lakin suçlamada bulunurken yüzsüzlük yapıyordu –Aslında soruşturmayı durduran kişi Beria’ydı ve Khrushchev konuşmasını yaparken, bu kumpasın sorumlusu olan, övgüler dizilerek Khrushchev tarafından tekrar merkez komitesi üyeliğine getirilen NKVD şefi Kruglov da dinleyicilerin arasında oturuyordu.

[12] Beria’nın aslında tutuklandığı gün öldürüldüğüne delalet eden çok sayıda kanıt vardır. Oğlu Sergo Beria, kendi yazdığı anılarında, “dava” sırasında görevliler tarafından kendisine babasının mahkemede hazır bulunmadığının söylendiğini belirtmektedir. Mukhin, 1953’teki MK üyelerinden sağ kalan tek kişi olan Baybakov’un, kendisine, 1953 plenumu sırasında Beria’nın ölmüş olduğunu, fakat MK üyelerinin o zaman bunu bilmediğini anlattığını söylemektedir. (Sergo Beria; Mukhin, Ubiystvo, 375) Amy Knight (s. 220) Bizzat Khrushchev’in, 26 Haziran 1953’te Beria’nın öldürülmüş olduğunu iki kez belirttiğini aktarmaktadır; fakat daha sonra anlatımını değiştirmiştir. Bu arada, Beria’nın dava dokümanlarının, bulundukları arşivden “çalındığı” söylenmektedir; hatta onların varlığı bile kanıtlanamamıştır. (Khinshtein, 2003) Bununla birlikte, bazı araştırmacılar -örneğin Andrei Sukhomlinov (s. 61-2)- Beria’nın öldürülmesi konusundaki resmi söylemin ikna edici olmaktan uzak olduğunu gösterecek kanıtlar bulmaya devam etmektedirler.

[13] Bu terim, “tarihteki en büyük hırsızlık”, kolektif olarak yaratılmış ve eskiden kolektif olarak sahip olunan SSCB devlet mülkünün özelleştirilmesini tarif etmek için yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Sadece birkaç örnek için bkz. “The Russian Oligarchy: Welcome to the Real World”, The Russian Journal, 17 Mart 2003, <http://www.russiajournal.com/news/cnews-article.shtml?nd=36013>te; Raymond Baker,Uluslararası Politika Merkezi, “A Clear and Present Danger,” Australian Broadcasting Corp, 2003, <http://www.abc.net.au/4corners/stories/s296563.htm>te.

[14] Kasım 2005 tarihi itibariyle, Khrushchev’in “gizli konuşma”sındaki yalanları belgeleyen ve 2006 Şubatında, Khrushchev’in konuşmasının 50. yıldönümünde yayımlanması planlanan bir makale hazırlıyorum.

[15] Roy Medvedev, Let History Judge: The Origins and Consequences of Stalinism’de Stalin’in bunu dile getirdiği birtakım pasajlar aktarılır. Bkz. 1971 Knopf baskısı, s. 150, 507, 512, 538, 547. SSCB’nin sona ermesinden bu yana başka örnekler de ortaya çıkmıştır. Örneğin bkz. The Diary of Georgi Dimitrov 1933-1949, der. ve giriş Ivo Banac (New Haven, CT: Yale University Pres, 2003), 66-67.

“Anti-Stalinist İhanet” kitabının yazarı Profes&#1094;r Grover Furr'la röportaj






 



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 13.07.2015- 21:03


Stalin’e Yönelik Saldırıların Asıl Hedefi Sosyalizmdir – Ulaş Kızılırmak

Resim Ekleme

Emperyalizm beslemesi holding medyası tarafından Stalin’e yönelik olarak yapılan sataşma ve saldırılar, çoğu kez akla, televizyon haberlerinin “meşhur” karelerinden birini getirir. Örneğin, işkenceyi meslek edinmiş ve bunun için maaş alan biri, saldırıya uğradığında; yakınlarından oluşturulan ağlama korosu ekrana çıkarılır ve saldırıdaki insandışılık (!) teşhir edilir. Bu tür sahneler gerçekte, kara propaganda da ustalaşmış olanların, gerçeği çarpıtan iki yüzlü duruşlarının ekrana yansıtılmasıdır.

Stalin’in tarihsel rolüne ve saldıranların konumuna bakıldığında, asıl amacın ne olduğu, büyük ölçüde ortaya çıkar. Stalin’in şahsında, işçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm- Leninizm’e saldıranlar, 1917’de dünyayı bir kan deryasına çevirmişken, dünyanın altıda birinde zafer ilan eden Bolşevikler’in ilk işi, savaşı durdurmak ve Çarlık ordularını işgal ettiği topraklardan (Türkiye’nin doğu bölgesi de dahil) çağırmak oldu. Bunun devamında emperyalistlerin, Çarlığın generalleri komutasında iç gericiliği ayaklanmaya yönlendirdiği bilinmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sürecinde de roller farklı değildir. Yine emperyalistler; paylaşan, sömüren ve savaş çıkaran konumda oldular. Stalin başkanlığındaki SSCB ise; insanlığın baş belası faşizmi yenmiş ve inine dek kovalayarak, halkları böyle bir beladan kurtarmıştır. Bu süreçte Sovyet halklarının ana yurtlarını korumak için gösterdikleri direniş, ancak sosyalizm değerleriyle yüklü olanların başarabileceği nitelikteydi. Gerçeğin bu boyutundan hiçte hoşlanmayan ve sosyalizmin yayılmasından çekinen emperyalistler, elbirliği ile ve hızla bir kara propaganda kampanyası başlattı. Bugün de aynı kampanya, değişik biçimlerde sürmektedir. Dünyayı paylaşmak üzere kan dökenler değil, onları durdurmak ve sosyalist anavatanı korumak için canlarını feda edenler, kan dökücü olarak yansıtılmak isteniyor.

Resim Ekleme

Marksist- Leninistler, sosyalizmin bir geçiş toplumu olduğunu ve bu geçişin bir çeşit diktatörlükle güvenceye alınmasının zorunluluğunu açıkça ifade eder. Diktatörlüğün neden ve kime karşı olduğu da gizli-saklı değildir. Bu süreçte, hem yıkan, hem kuran niteliğiyle proletarya devleti; kurumlarıyla, kanun ve kurallarıyla etkin bir rol oynamak zorundadır. Bunun aksinin, kan ve can bedeli elde edilmiş olan iktidarın burjuvaziye teslim edilmesi anlamına geleceği; sınıflar mücadelesinden bir nebze anlayanlar için bile bilinmez değildir. Bu “etkin rol” sebebiyle bazen sade vatandaş da zorlanır; kendisine fazlalık gibi gelen kurallarla muhatap edilir. Bunların nedenleri ve nasıl aşılacağı da bilinmez değildir.Kısa bir süre önce basında, ABD’nin 1961-75 yılları arasında Vietnam topraklarına uçaksavarlardan sıktığı Agent Orange gazının etkilerinin sürdüğü ve bir milyon insanın bu nedenle çeşitli sakatlık ve hastalıklar taşıdığı haberi yayınlandı. Bunlar, bilinmeyen şeyler değildir. Sosyalizmin insanlığa neler vaadettiği, kapitalizmin neleri tahrip ettiği ile de açıklanabilir. Düşünebiliyor musunuz; kapitalizm, her şeyi meta haline getirmiş ve kadının vücudunu çeşitli biçimlerde pazarlıyor durumdayken; uyuşturmak, kapitalizmin kitlelere yönelik olarak uyguladığı sistemli ve yaygın bir tarz haline gelmişken; rüşvet, adam kayırma, birbirinin sırtına basarak ilerleme vb. olağanlaşmışken, dikkatler sosyalizme kaydırılıyor ve sosyalizm; fuhuşla, uyuşturucu ile bürokrasi ile ilişkilendirilmek isteniyor. Bu durum, namussuzun namus konusunda vaaz vermesine ve üstüne gidildiğinde feveran etmesine benziyor.

Burjuvazi, elbette ki karşı propaganda yapacaktır. Burada asıl önemli olan, “sol”da duruyor görünüp, bu propagandalara malzeme taşır duruma düşenlerdir. Bunların içerisinde, meseleyi neden-sonuç ilişkisinden koparıp, kimi görüntüler ve hatta spekülasyonlar üzerinden değerlendirmeye çalışanların sayısı -ne yazık ki- az değildir.

Burjuvazinin devrimci ayaklanmalar, devrim girişimleri karşısında nasıl kan döktüğü, sayısız örneklerle sabittir. Çarlık despotizmine son veren ve Sovyetler Birliğini kuran 1917 Ekim Devrimi de emperyalist gericiliğin doğrudan veya dolaylı pek çok müdahalesine maruz kalmıştır. Çarpıtılmış bir tarih bilgisi ve yöntemsizlik yan yana getirilip, biraz da propaganda odaklarınca şekil verildi mi; al sana Stalin’e ve sosyalizme dair uydurma senaryolar. İşin kötü tarafı, genelden özele inip, verilen örneklerin neden anlatılmak istendiği gibi olmadığını çıkarabilmek; diyalektiğin en temel kurallarından biri iken, bunun çoğu kez yapılmadığı görülür. Ve zaten emperyalist propaganda merkezlerinin en çok güvendikleri konu budur. Onlar, cehalete yatırım yaparlar.

Örneğin, ne olmuş; Stalin, Almanya’nın bölünmesini mi sağlamıştı? Gerçek tarih bilgisi, Sovyetler’in birleştirici rol oynadığını söyler. Nitekim, Almanya konusunda da böyle olmuş; ancak, Churchill bölünmede ısrar etmiş ve ABD başkanının da desteğini almıştı. Sonuçta Almanya’yı bölenler savaş galibi emperyalistler olmuştur.

Bir başka iddia; Stalin, Türkiye’den Boğazları istemiş… Bunun da gerçekle ilgisi yoktur. Stalin, Türkiye’den Boğaz geçiş trafiğinin yeniden düzenlenmesini istemiştir. Bu talepten duyulan rahatsızlık da, batılı emperyalistlerin saldırganlığını kesmeye yönelik olmasındandır. Karadeniz ve Boğazlar’da savaş gemilerinin geçişi ile ilgili olarak Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin hak sahibi olmasını, savaş filolarını boğazdan geçirip, Sovyetlere karşı denizden de cephe oluşturmayı düşünen emperyalistler istememiştir. Gerçekte boğazların güvenliğinin sağlanması anlamına gelen düzenlemeler için, bilinçli olarak bu tür yaygaralar koparmış ve bu tür propagandalarda Türkiye egemenlerinin de işbirlikçi desteğini almışlardır.

Gelelim Troçki ile ilgili iddialara; Stalin, Troçki’yi kendisine muhalefet etti diye öldürttü mü? Birincisi, öldürme konusu tamamen bir iddia düzeyindedir. İkincisi, Troçki, tüm karşıt faaliyetlerine rağmen defalarca affedilip, yeniden parti saflarına alınmıştır. Devrim davasından yana olanlar meseleye bir de Troçki’nin parti ve ülke yönetimini ele geçirme olasılığının getireceği sonuçlar açısından bakmalıdır.

II. Dünya Savaşı’nda cephede ölen 20 milyon Sovyet insanının faturasını Stalin’e çıkaranlar; bunu, Fransa’daki direniş hareketinden veya Avrupa’daki partizan mücadelelerinden ve o zeminde verilen şehitlerden nasıl ayrı/farklı düşünebilirler. Bu türden yaklaşımlar; bir bütünü parçalayıp, içinden “işe gelen” parçayı seçme tavrının sonucudur. Parçayı bütünden koparır ve onu hazırlayan koşulları yok sayar. Bu konuda dikkatlerimizi “Stalin yerine Hitler kazansaydı ne olurdu?” sorusuna yöneltebilirsek; öyle sanıyoruz ki, gerçekliğin kavrayış dışı kalan yanları daha kolay görülebilecektir.

Şahıslarında, yazarlıkla uşaklığın çakıştığı kimi kalemler, emperyalist kapitalizmin girdiği her yerde halkları gözyaşına boğmasını, esarete mahkum etmesini; “demokrasi götürmek” olarak nitelerler. Bunun karşısında; halkın, tüm kademelerdeki yöneticilerini doğrudan seçtiği ve bunları geri alma yetkisine sahip olduğu; üretimin, insanların ihtiyacına göre düzenlendiği; “herkesten yeteneğine göre” ilkesinin geçerli olduğu; bir yöneticinin bir işçiden daha fazla ücret almadığı ve tüm zenginliklerin, insanlığın hizmetine sunulmasının amaçlandığı bir sisteme ise diktatörlük atfedilir.

İşin garip tarafı, Stalin’e kara çalarken “diktatörlük” terimini kullananlar, tarih boyunca ne denli diktatörsever olduklarını; İran Şahı’na, Marcos’a, Franco’ya, Pinochet’e, vb. diktatörlere verdikleri destekle göstermişlerdir. Bu tür çelişkiler, kişiliğini dolara tahvil etmiş kara propagandacılar için önemli değildir.

Alman faşistlerinin, Moskova önlerine dayandığı savaş koşullarında, Ekim Devrimi’nin yıldönümü sebebiyle radyoda konuşmakta olan Stalin, “bizim sokağımıza da bayram gelecek” der. Buradaki önemli noktalardan biri, devrimin üzerinden onyıllar geçmiş olmasına rağmen, devrimcilerin hala umut vaadeden konumda olabilmesidir; bu konumdaki doğallıktır. Zaten sınıflar mücadelesi, karşıt sınıf ve koşullar yok sayılarak değerlendiriliyorsa; bunun dışında yer alınıyor demektir. Yani bir ülkenin kurucu özneleri canla-başla, birşeylerin imarı için uğraşırken ve yol almışken; ortadaki ürüne bakıp, onun “Anti-Dühring’teki falanca tanıma” uymadığını keşfetmek (!) marifet değildir. Önemli olan bu zorlukları aşma mücadelesinde, somut öneri ve adımlarla varlık göstermektir.

Sömürü, rekabet, kriz ve savaş, kapitalizmin yapısal özellikleridir. Ve kapitalizm var olduğu sürece, insanlık, bu niteliklerin acı sonuçlarıyla karşılaşmaya devam edecektir. Pazarları, hammadde kaynaklarını, ucuz işgücü alanlarını ele geçirme çabaları; yeni güç dengelerine göre yeni paylaşımlar; emperyalist-kapitalizmin değişmez nitelikleridir. Bu nedenle, karşılaşılan sorunların kaynağına gerçekten inilmek isteniyorsa, akla ilk gelmesi gereken olgu kapitalizm olmalıdır.

http://yazinsol.org/staline-yonelik-saldirilarin-asil-hedefi-sosyalizmdir-ulas-kizilirmak-yazinsoldan/




Bu ileti en son spartakus tarafından 13.07.2015- 21:08 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Stalin düşmanlığı bedrettin 20 19685 30.09.2019- 08:41
Konu Klasör Stalin'i savunmak spartakus 89 42754 15.08.2015- 08:32
Konu Klasör Stalin yoldaş ölümsüzdür!.. denizcan 15 12786 06.03.2021- 02:48
Konu Klasör Donetsk'te Stalin posterleri denizcan 1 4092 19.10.2015- 18:12
Konu Klasör Stalin, ULUSAL SORUN spartakus 3 4158 13.03.2015- 22:38
Etiketler   Stalin
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS