SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Eylül acısı: Bir pasaport alamama hikayesi...           (gösterim sayısı: 3.671)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
dayanışma
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: dayanışma
Konu Tarihi: 21.09.2014- 18:38


Eylül acısı: Bir pasaport alamama hikayesi...

Galileo’nun “dünya dönüyor” dediği için yargılandığı günden 352, Türkiye’nin ilk resim ve heykel müzesinin açıldığı günden 48, John Lennon’ın Beatles’tan ayrıldığı günden 16 yıl sonra, 1985 yılında, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan Ruhi Su öldü...

Resim Ekleme

MURAT MERİÇ

Eylül, bir yandan (Feridun Nâdir üstadımızın söylediği gibi “dünyanın en güzel kelimelerinden birisi olan”) “hazan”ın başlangıcı olduğu için şahane, diğer yandan Türkiye’nin acılar tarihinde unutulmaz izler bırakmış bir ay olduğu için yürek dağlayıcı. Hazanın hüznünden çok uzakta, “keşke yaşanmasaydı” dediğimiz onlarca olayı barındırıyor. Gelişi ve yaşaması güzel, ancak 6-7, 12, 20 gibi rakamlara denk geldiğinde fena. Bir nefret, bir darbe ve ölümler, Eylül’ü bir anda “kötü” yapıyor. Bunda Eylül’ün suçu yok elbette, o hâlâ hazanın başlangıcı, üstelik kişisel tarihimde iki önemli günü barındıran bir şahanelik. Ancak belirli günlerinde, her şeye rağmen, onu sevmek mümkün olmuyor.

20 Eylül, böyle bir tarih. 1985 yılında gazetelere yansıyan, baskılar yüzünden ilk sayfadan verilemeyen ve iç sayfalara hapsolan küçük bir haberin başlığı, “olmasın” dediğimiz şeyi bize duyuruyordu: “Halk türkülerinin ustasını yitirdik.” 21 Eylül 1985 tarihli Milliyet gazetesinden aldığımız haber şöyle devam ediyor: “Türk Halk Müziği yorumcusu büyük usta, Devlet Operası eski sanatçısı basbariton Ruhi Su, 73 yaşında dün sabaha karşı İstanbul’da öldü. Ruhi Su, bir süre önce kaldırıldığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ameliyat edilmişti. Tanınmış sanatçı, gösterilen tüm ihtimama rağmen kurtarılamayarak, hayatını kaybetti.”

Devletin “engel”leri
Buradaki “gösterilen tüm ihtimam” faslı gerçek lakin yeterli olmadığı da açık. Ruhi Su’nun yurt dışında tedavi edilmesi gerekiyordu. Bir umuttu bu ve belki de yaşatılabilirdi. O günleri, eşi Sıdıka Su’dan dinleyelim: “1977’de (bütün engeller aşılarak) alabildiği pasaportuyla yurt dışında konserler verebilmek olanağına kavuştu Ruhi Su. 12 Eylül’den sonra da çıktı yurt dışına. (…) Türkiye’ye dönüşünde pasaportunun dolan süresini uzatmak için 2 Kasım 1981’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün ilgili şubesine başvurdu Ruhi Su. Ben ise 23 Nisan 1981’de başvurmuştum pasaport almak için. Bana, ilk kez pasaport verileceği için evraklarımın İçişleri Bakanlığı’na gönderildiği ve beklemem gerektiği söylenmişti. Ruhi Su’ya da ikinci bir emre kadar beklemesi. Bu bekleme nedense hiç bitmedi. Bu süre içinde Ruhi Su yurt dışından gelen konser çağrılarını ya yanıtlamadı ya da reddetti. Ama başka bir gelişme pasaport konusunu gündeme getirmekte gecikmedi: Ruhi Su hastaydı.” [(Cumhuriyet gazetesinin eki) Siyaset 85, 24 Kasım 1985]

Dönemin güçlü dergisi Nokta, 15-21 Ekim 1984 tarihli sayısında “pasaport alamayanlar”ı haberleştirdi. Ruhi Su’dan yola çıkmıştı. Bu haber konuşulmaya başlayınca, devlet yetkilileri, “başvurusu bulunmadığı için pasaport verilmedi” açıklaması yaptı. Sıdıka Su’yu dinlemeye devam edelim: “Ruhi Su’ya prostat kanseri teşhisi konmuştu. Kendisine hiçbir zaman söylenmeyecek olan bu kötü haber hızla yayıldı. Ama pasaport olayında herhangi bir gelişme yoktu. (…) Yanıt hep aynıydı: Bir süre beklemesi gerekmekteydi. (…) Yurt dışından çeşitli başvuruların yapıldığı, Kültür Bakanlığı’na dört yüzü aşkın müzisyenin imzaladığı bir mektup gönderildiği, Ruhi Su’ya pasaport verilmesi için aracılık yapılmasının istendiği haberleri dolaşmaktaydı. (…) 6 Nisan 1985 tarihli Cumhuriyet’te yer alan bir haberden, (…) altı Alman sanatçının Kültür Bakanlığı’na baş vurduğunu öğrendi kamuoyu. Heinrich Böll, Wolf Bierman, Ingeborg Drewitz, Günther Grass, Siegfried Lenz, Günther Wallraff imzalı mektupta Ruhi Su’nun yurt dışında tedavi edilebilmesi için pasaport verilmesine aracı olması isteniyordu Kültür Bakanlığı’ndan. Aynı sanatçılar Ruhi Su’ya da bir mektup göndermişlerdi.”

Çabalar işe yaramadı. Gazeteler olayın peşini bırakmadı, Mustafa Ekmekçi, Uğur Mumcu gibi isimler ortak tanıdıklarını araya sokarak devletin önemli kişilerinden ricacı oldu ancak hep bir engel çıktı. Son “engel”, 1985 baharında bildirildi: Sıdıka Su’nun 1981’de yaptığı başvuru “incelenmiş”, pasaport çıkartılmış ancak “alınmadığı için arşive kaldırılmış”tı. Ruhi Su’nun başvurusu ise “bulunamıyor”du. Hızla yeni bir başvuru yapıldı, 14 Haziran 1985 tarihinde, 11022 sayılı yazıyla, sanatçının “bir defaya mahsus olarak yurt dışına giriş ve çıkışına” izin verildi. Ruhi Su, Sıdıka Su’nun deyimiyle, “sağlığı yurt dışına çıkamayacak ölçüde kötüleştiği için” bu pasaportu hiçbir zaman kullanamadı.

20 Eylül: Kara gün
Galileo Galilei’nin “dünya dönüyor” dediği için yargılandığı günden 352, Türkiye’nin ilk resim ve heykel müzesinin açıldığı günden 48, John Lennon’ın Beatles’tan ayrıldığını açıkladığı günden 16 yıl sonra, 1985 yılında, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan Ruhi Su öldü. Ölümünden beş yıl önce, aynı gün, bu karara imza atan “ekip”ten biri olan, emekli amirallerden Bülend Ulusu, Kenan Evren ve arkadaşlarının isteği üzerine başbakanlık koltuğunu devralmış, cunta hükümetini kurmuştu. Ruhi Su’nun ölümünden üç yıl sonra, yine aynı gün, aynı “ekip”, hiçbir şey olmamış gibi, dünya şampiyonu olan haltercimiz Naim Süleymanoğlu’nun başarısıyla kıvanç duyuyor, “Türk’ün sesini bir kere daha dünyaya duyurduğumuzu” gururla söylüyordu. Yedi yıl sonra yine büyük bir acı yaşanacak, 20 Eylül 1992’de, Kürt halkının en büyük değerlerinden Apê Musa olarak tanıdığımız Musa Anter, Diyarbakır’da öldürülecekti.

Cumhuriyet hariç gazeteler, Ruhi Su’nun ölüm haberini iç sayfalarda verdi. İlk sayfadan büyük bir fotoğrafla haberi “gören” Cumhuriyet’in ikinci sayfasında, iki küçük ilan göze çarpıyordu. Sıdıka Su – Ilgın Su imzasıyla yayınlanan, çok sadeydi: “20.09.1985 / Ruhi Su aramızdan ayrıldı.” Diğer ilan, “dostları”ndan bir çağrıydı: “Ruhi Su’yu çiçeklerle sevgilerle uğurlayacağız. O’nu 22 Eylül 1985 Pazar günü öğle namazından sonra Şişli Camii’nden alıp, Zincirlikuyu Kabristanı’na defnedeceğiz.”

Aynı gün, Milliyet, kimi sanatçılara Ruhi Su’yu sormuştu. Vedat Günyol, “Çok üzüldüm. Canım kadar sevdiğim bir adamdı. Çok yakın dostumdu. Türküleriyle günü açan bir dosttu” derken, onunla çalışmış, onun ileri görüşlülüğünü ve terbiyesini sahnesine taşımış olan Timur Selçuk şunları söylüyordu: “Ruhi Su’nun dünya görüşü ve sanatı, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Halk türkülerimizin çağdaş bir biçimde yorumlanması ve derlenmesi konusunda bir ömür boyu verilen emek, hepimize örnektir. Bundan böyle anısı ve eserleri, bizlerle beraber olacak. Başımız sağ olsun.” Aynı sayfada görüşleri sorulan müzik eleştirmeni Faruk Yener, Ruhi Su’nun “sanatı”na farklı bir yerden bakmayı tercih etmişti: “Türk sanat yaşamı, yarattığı özgün üslupla, inandığı doğrultuyla seçkinleşen değerli bir müzik adamını yitirdi. Operadan kaynaklanan köklü bilgisini, halkın geleneksel folkloruyla özdeşleştirmeye yönelik çabası ilgiyle karşılanmış, bu yürekli sentez, daima söz konusu edilen ilginç sonuçlar getirmiştir. Opera tarihimizdeki yeri ve bu çabaları, Ruhi Su’nun unutulmaması için yeterli sayılacaktır inancındayım.”

Cenazeye saldıran asker, kurşunlanan mezar…
Ruhi Su’nun cenazesi de olaylıydı. 12 Eylül’den sonra düzenlenen, binlerce kişinin katıldığı ilk “buluşma”ydı bu ve askerin saldırmasıyla sonuçlandı. Katılanlardan 163 kişi gözaltına alındı. Orada kalmadı, mezarına da saldırdılar. Sıdıka Su, Roll’un Ekim 1997 tarihli 12. sayısında şunları söylüyor: “Ruhi’nin bu ülkede rahat dolaştığı hiçbir zaman görülmemiştir. Derlemelerini hep büyük şehirlerdeki göçmen gecekondu halkından yaptı. Ona böyle baskı yapılmasının nedeni komünizm düşmanlığıydı. Bugün yaşasaydı gene aynı eziyeti çekerdi. (…) TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. On senedir her yıl anıt mezarını kırıyorlar. Değiştiriyoruz, bu sefer ateş ediyorlar. Düşünebiliyor musunuz, dört bir yanından mezarı kurşun yağmuruna tutmuşlar…”

Kimileri vardır, hakkında ne söylense az gelir, eksik kalır. Ruhi Su’nun ölümü erken bir ölümdü. Hayatının en verimli aşamasında kaybettik onu. Sadece halk müziğine değil, Batı müziğine de yeni bir boyut kazandırmış, Anadolu-pop, biraz da onun çalışmaları ve çabalarıyla doğmuştu: Tülay German’a, bu türün fitilini ateşleyen “Burçak Tarlası”nı ve diğer türküleri öğreten oydu: “(1962’de, Erdem Buri) ‘Türküleri gazino şarkıcısı gibi söylüyorsun. Olmaz böyle şey,’ diyerek elimden tuttu, beni Ruhi Su’ya götürdü. Ruhi Su’dan, haftada üç kere olmak üzere, ders alacağım. Atıf Yılmaz’ın evinde.” (Erdemli Yıllar, Bilgi Yayınevi, 1996) German, anılarında, Ruhi Su’yla aynı sahneyi paylaştığı As Kulüp’te, “Burçak Tarlası”nı söylerken başına geleni şöyle anlatıyor: “Çok istediler, ‘Burçak Tarlası’nı söylüyorum. ‘Bakın şu deyyusun kaç tarlası var’ dedim, biri ayağa kalktı. Elinde bir şey var. Şişe falan atacak zannettim sahneye. (…) ‘Bu orospunun yüzünden tarlalarımız elimizden gidecek’ diye bağırıyor (…) Meğer adam tabanca çekmiş!”

Ruhi Su ve onun izinden gidenler, bu memlekette hep baskı gördü. Baskılar sürüyor. Sıdıka Su’nun söylediklerinde bugün de değişen bir şey yok: TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. Belli programlarda göstermelik olarak deliniyor belki bu yasak ama o kadar. Yaptıklarını anlatmak bana düşmez. Bugünkü yazı tanıklıklardan oluştu, son sözü de, bambaşka bir hattan Ruhi Su müziğine bakan ve yine onun izinden ilerleyen Fikret Kızılok söylesin: “Ruhi Su sesli türkülerde Anadolu’nun beraberliğini birliğini, Muzaffer Sarısözen ekolünden çok daha iyi başaran bir kişi. (…) Bunu TRT otuz senedir yapmaya çalışıp beceremiyor. Büyük ve geniş bir ses, bas bariton bir ses; söyleyiş yalnızca bas baritonlukla kalmıyor, buna daha sonra yürek katılıyor. Karakter icabı direnen bir kişiliği var, hepsi sesinde birleşiyor.” (Yeni Gündem, 18 Ekim – 1 Kasım 1985)

Birgün



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 21.09.2014- 21:04



Ruhi Su İle Konuşma – Hasan Hüseyin Korkmazgil



20 Eylül 1985’te yurtdışında tedavisine izin verilmediği için yitirdiğimiz çağdaş ozanımız Ruhi Su ile şiirimizin yüzaklarından Hasan Hüseyin Korkmazgil’in konuşmasını sizlere sunuyoruz.

Akı karasından çok, dalgalı, gür saçlarla çevrili vakur bir yüz. Ve bu yüzü gizli bir el gibi dolaşan, acı, öfke, umut, sevgi ve dostluk karışımı, ince, ipince bir gülümseme. Tok, işlenmiş, ölçülü bir ses. Uyanık, bilinçli, tane tane sözcükler. Fırtına öncesi gibi bir adam.

“BİR YERDE TÜRKÜLER NE KADAR GELİŞMİŞSE, ANLATIM GÜCÜ NE KADAR ARTMIŞSA, ORADAKİ KOŞULLAR O ORANDA AĞIR DEMEKTİR”
Bu adamla kötü şey konuşulamaz, diyor insan. Bu adamla sanat konuşulur, türkü konuşulur, halk konuşulur, güzel ve güzellik konuşulur, dostluk konuşulur, kötü şey konuşulamaz. O ince İstanbulluluğun altında gürül gürül, inim inim, iniş-yokuş, eşkıya bir Anadolu. Göğsünde bir ak güvercin tutuyor gibi. Göğsünde tuttuğu güvercini kendi elinden, kendi kolundan, kendi gövdesinden koruyor, kıskanıyor gibi.

“Ooo, çok severim çayı! Dudak rengi, dudak sıcaklığı, dudak dudağa… ”
Elindeki çay bardağını gözleri hizasına kaldırıyor, sevgiyle bakıyor çayın rengine: “İşte böyle… Sıcak olmalı, keklik kanı olmalı ve silme dolu olmalı. Severim çayı!”
Ve çay birdenbire güzelleşiyor.

“Kimi Adanalı bilir sizi, kimi Vanlı, kimi Sıvaslı…” diyorum.
“Doğum yerim Van. Adana’da büyüdüm,” diyor.
“Benim de lise yıllarım Adana’da geçti. Güzel yer, Adana.”
Çayını hazla yudumluyor.
“Güzel ve değişik… Çocukluğumun ve gençliğimin gelişmesini, insanından bitkisine kadar, Çukurova’ya ve çevresine borçluyum.”
“Aile çevrenizde müziğin yeri nedir? Bugünkü çalışmalarınızı konservatuvar yıllarına kadar uzatmak mümkün mü?”
“Türkülerle olan ilişkim, çocukluğuma kadar uzanmaktaysa da, bu konuda bilinçlenmem Devlet Konservatuvarı’nda başladı.”
Duvarda asılı sazı alıp oturuyor sedire. Dik ve usta. Taşları yontup hazırlamış. Bu taşlarla ne yapacağını iyi biliyor. Onun sanata saygısı karsısında son derece duygulanıyor insan. Ruhi Su, işlenmiş sesin ötesinde başka bir şey. Örneğin bilinç, örneğin sesin başkaldırısı, örneğin halkın diri yanı, durmadan yenilenen yanı. Ruhi Su’yu dinlerken tarih bilinciyle coşmamak elde değil.
“Kaç yıl sustunuz Usta? Bu susuşun bugünkü sanatınızdaki payı, etkisi, rengi sizce nedir?”
Bağlamayı bırakıp sedire, çayına dönüyor.
“1945 yılına kadar radyolarda söyledim. Türkü söyleyenin susması, türkülerin susması demek değildir. Bu türküleri ortaya koyan, hayatın kendisidir, halkın içinde bulunduğu koşullardır. Bu hayat, bu koşullar sürüp gidecek, fakat bu türküler söylenmeyecektir denilemez.”
Birden bir fırtına yalayıp geçiyor yüzünü, sesi daha tok, daha öfkeli, daha kesin bir ton kazanıyor:
“Akşam öten kuştan kork, sabah solunda uyanmaktan kork, fukaradan kork, dostluktan, türkülerden kork. Bir düzen; türkülerinden korkmaya başladı mı, artık o düzeni kimse ayakta tutamaz. Nesimi’nin derisi yüzülmüş, Pir Sultan Abdal asılmış; fakat bütün asmalara kesmelere rağmen, ne o düzen kalmış, ne de o debdebeli sultanlardan bir kimse…”
Konuşmuyor, türkü söylüyor sanki. Kırık dökük bir tek sözcük çıkmıyor ağzından, her sözcüğü yontmataş gibi sağlam, ölçülü, dengeli.
“Sabahacak kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl dönerdi
Ha diyende beş yüz atlı binerdi
Alnı top zülüflü beyler nic’oldu” diyor sanki.
Hayat akıp gidiyor. Beyler, sultanlar göçüyor. Saltanat da, zulüm de, debdebe de kimseye kalmıyor. Yaşayıp giden sadece türküler, türkülerde halk. İşte bitmeyen, susmayan sadece bu ses! Ruhi Su, bu damara bağlamış kendini.
“En son yaptığınızla ilk yaptığınız türkünün adları ve aralarındaki ayrım sizce nedir? İkisi arasında kaç yıl geçti?”
“Yapmak sözcüğünü ‘söylemek’ anlamında kullanıyorsanız, ilk söylediğim türkülerle bugün söylediklerim arasında kırk beş yıla yakın bir zaman geçti. Yok, ‘bestelemek’ anlamında kullanıyorsanız, benim işim genellikle icracılıktır.”
“Halk türkülerinin doğuş nedenlerine, yani -bir bakıma- özlerine inmek ve sanatınızı oradan başlatmak gerektiği görüsüne ilk nerede, hangi tarihte, ne gibi etkiler ve koşullar altında vardınız? O sırada batıda bunun örnekleri var mıydı?”
“Söylediğim gibi, türküler üzerinde bilincim konservatuvar yıllarına rastlar. Bu bilinçlenmeye yalnız müzik eğitiminin yettiğini söylemek, tabii, eksik olur. Bütün eylemlerde olduğu gibi, müzik çalışmalarını da etkileyen, insanın genel kültürü, çevresi, içinde yasadığı koşullar ve dünya görüsü oluyor.”
“Haklısınız… Müzik eğitimi yetseydi, o güzelim halk melodilerini, motiflerini çorba yapıp armonize müzik diye pazara sürmezlerdi. Peki, Ustam, türkülerin de toplumun gelişmesine paralel bir gelişmeleri olduğu düşünülürse, ortaya bir ‘zaman’ faktörü çıkmaktadır. Türkülerin köklerine, doğuş nedenlerine inerken, acaba bu ‘zaman’ faktörünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunda ölçünüz, sadece türkünün sözleri midir?”
Eksik fazla bir şey söylememe kaygısıyla bir an susuyor, sonra, sesleri birleştirir gibi sıralıyor sözcükleri:
“Türkülerin melodi örgüleri olsun, tonalite özellikleri olsun, insana bir ‘zaman’ kavramını düşündürebilirse de, mimaridekine ya da tarihsel kalıntılardakine benzer kesin bir şey söylenemez. Söz gelişi, Yunan heykelleriyle bugünkü heykeller arasında bir Hitit heykeli görülse, kesinlikle ayırt edilir de, bugün dinlediğimiz türküler arasında hangisinin bir Hitit türküsü ya da Hitit üslubunda bir türkü olduğu ayırt edilemez. Oysa, bu heykeller, çanak-çömlekler, kabartmalar nasıl kalmış ve bugünkü sanatı etkilemişse, türkülerinden ve oyunlarından da bir şeyler kaldığı ve bugünkülerin arasında bulunduğu muhakkaktır. Yalnız bunlar değil, Hitit insanının da bugünkü Anadolu insanında devam ettiğini söylemek bir kehanet olmasa gerek. Tabii, türkülerde sözün zamanını tespit etmek melodiye göre daha kolaydır. Bir türkünün icrasında, sözleri değerlendirmektir bütün çaba. Çünkü türkünün gerek melodi örgüsünün, gerek ritminin de çabası bu sözleri değerlendirmektir. Dikkat ederseniz, halk, oyun havasını ağıt gibi, ağıdı kaşık havası gibi söyler. Türküler, zamanla, amacından, doğuş nedeninden uzaklaşıyor halkın ağzında. Bunları düşünen icracıda bir yorum sorunu çıkar ortaya.”
“Çay?”
“Memnun olurum… ”
Ruhi Su, yöntem bakımından, kazılarda ele geçen bir çömlek parçasından o çağın ekonomik ve sosyal yapısını, kültür ve sanatını ortaya çıkarmaya çalışan bir bilim adamına benziyor.
“Sayın Ruhi Su, bugüne kadar, çalışmalarınızda izlediğiniz yöntem, uyguladığınız ilkeler, kullandığınız araç ve gereçler neler oldu? Bari şöyle sorayım. Yaptığınız işin batıdaki karşılığı, yeri nedir?
Armonizasyon yoluyla üzerinde çalıştığınız başarılı yapıtlar ve varsa eğer, orijinal yapıtlarınız nelerdir?”
“Ben türkü söylerken iki araç kullanıyorum: Biri sesim, biri sazım. Bazen, yanlış olarak, benim yaptığım ise ‘armonize etmek’ diyorlar. Armonize etmek, kolay bir tanımla, tek sesli bir müziği, bir melodiyi, çok sesli hale getirmek demektir. Ben, tek sesli olan bu türküleri, görüyorsunuz ki, yalnız kendi sesimle söylüyorum. Benim yaptığım işte armonize etmek deyimi ancak türkü söylediğim sırada sazda, türkünün melodisinden ayrı sesleri ve akorları duyurabilirsem gerçekleşebilir. Bu anlamda, sazın olanakları içinde bunu bazen yaptığımı söyleyebilirim.”
“Örneğin hangilerinde?”
“Örneğin, bir masal türküsü olan ‘Bebek’te…”
Güzel türkü ‘Bebek’! Plak Ankara’ya ilk geldiğinde, Ruhi Su’yu hiç dinlememiş olanları deli etmişti. Gecenin geç saatlerine dek, ellerinde “Bebek” plağı, dolmuş dolmuş dolaşarak dolmuşların pikaplarında “Bebek”i çalanları hatırlıyorum.
“Bugünkü çalışma olanaklarınız nasıl, yeterli mi? Karşılaştığınız belli başlı güçlükler ve içinde bulunduğunuz zorluklar, bunların sanatınıza etkisi sizce nedir? Şu anda, hangi çevrede daha etkili olduğunuz kanısındasınız?”
“Konserler, kulüpler ve plaklardan ibaret çalışma olanaklarım. Yaptığım iş, geri kalmışlığın alışkanlıklarını zorlayan bir iş olduğundan, güçlükler ve zorluklar bu alışkanlıklarını sürdürmek isteyenlerden geldi. Sanatımda bunların etkisiyse daima olumlu oldu. Bu bakımdan, aydınlar ve aydınlanmış insanlar çevresinde daha etkili oldum kanısındayım.”
Çay içiyoruz.

“Ustam, merak ettiğim bir şey daha var: Yıllarca sustuktan sonra, ilk olarak nerede ve hangi tarihte topluluk karşısına çıktınız? O günkü dinleyicilerin tepkilerini bugün berraklıkla değerlendirebiliyor musunuz?”
Az önceki gülümseyen adam gidiyor, yerine çetin bir adam geliyor:
“Hiçbir zaman, hiçbir yerde susmadım!”
Sesi dalga dalga dolaşıyor salonu, “Yama’dan gel Yama’dan” oluyor,
“Kalktı göç eyledi Avşar elleri” oluyor, “Bebek” oluyor, “Kalenin bedenleri” oluyor, “Debreli” oluyor, “Hayali gönlümde yadigâr kalan” oluyor!
Devam ediyor:
“Tepkileri değerlendirme sorunuysa, bu, az önce söylediğim gibi oldu her zaman.”
“Peki, sanat hayatınızda, bugüne kadar en çok neye sevindiniz, neye üzüldünüz, neye kızdınız, neden nefret ettiniz, neyi beğendiniz?”
“Sevindiğim, üzüldüğüm, kızdığım, beğendiğim, nefret ettiğim şeylerin hepsini türkülerle söylüyorum.”
“Böyle bir araca sahip olmak ne büyük mutluluk!” diyorum.
Dostça gülüyor.
“Söz yetmiyor bir yerde!” diyorum dostça gülüyor.
“Türk halk müziği, özellikle türkülerimiz üzerindeki görüşleriniz?”
“Tarih süreci içindeki özel durumundan dolayı, folkloruyla, folklor müziğiyle, türküleriyle dünyanın en güzel birikimine sahip memleketlerden biri de bizim memleketimizdir. Fakat bu zengin birikim çağdaş bir kültüre dönüşemediğinden, ancak evvel gelenin çilesini sonra geleninkine eklemekle yetinmektedir. Bir yerde türküler ne kadar gelişmişse, anlatım gücü ne kadar artmışsa, oradaki koşullar o oranda ağır demektir. Türkülerden korkulması boşuna değildir!”
“En çok emek verdiğiniz ve en çok sevdiğiniz yapıtlarınız hangileridir?”
Doğrusu bu soruyu bana sorsalardı, ne karşılık vereceğimi bilemezdim.
Ruhi Su:
“Türkülerdir. Bu türküleri ben kendim yapmışım gibi seviyorum.” deyiveriyor.
Birden aklıma geliyor:
“Son birkaç yıl içinde büyük kentlerde görülen saz şairi bolluğunda sizin sanatınızın ve size benzeme isteğinin büyük rolü olduğu görüşüne ne dersiniz? Son günlerde halkta saz şairlerine karşı bir isteksizlik, bir kanıksama olduğu gözden kaçmıyor. Bu,ekonomideki arz-talep’le açıklanabilir mi, yoksa halkın müzik beğenisinde bir incelme, bir yükselme mi söz konusudur? Plak furyasının kötü etkisinin önüne geçilip geçilemeyeceği konusunda ne düşünüyorsunuz?” diyorum.
“Türkülerin radyolarda, gazinolarda, plaklarda gittikçe ağır basmasının nedenini türkülerdeki yasama gücünde ve hayata bağlı bir anlatıma sahip olmasında aramalı. Kentlerde yaşayan halkın beğenisinde kültürünün ve görgüsünün etkisi su götürmez bir gerçek olduğu gibi, son günlerde bu beğeninin geliştiği de bir gerçektir. Bütün diğer sanatçılar gibi, ben de bu beğeninin gelişmesine bir emekle katıldığımdan dolayı mutluyum.

Plak furyasına gelince:
Devlet’in şu sıra ivedilikle ele aldığı konu, beğenileri bozanlar değil, fikirleri bozanlar olduğundan, kötünün iyiyi kovması bir süre daha devam edeceğe benzer.” diyor.
“Acaba sorabilir miyim: Eski ve yeni saz şairlerimizden hangilerini beğenirsiniz?”
“Hepsini ayrı ayrı yönleriyle beğeniyor ve seviyorum.”
“Size bir soru daha, sayın Ruhi Su: İlkel halk türkülerini malzeme olarak alan ve onları caz tekniğiyle işleyen Pop’çular hakkında ne düşünüyorsunuz? Caz tekniğiyle ortaya konan ürünler Türk halkının ruhuna aykırı mıdır, değil midir?”
“Sokaktaki dilenciden ve satıcıdan tutun da senfonik müzik ustalarına kadar herkes, kendi ölçüleri içinde halk türkülerinden yararlanmaktadır. Pop’çularla cazcılar da bizim dünyamızın dışında insanlar değildir, onlar da elbet bu halk kaynaklarından yararlanacaklardır. Kim olursa olsun, bu yararlanmadaki basarısızlığı tutulan yolun yanlışlığında değil, yaptıkları işin gerektirdiği yetenek ve olanaklardan yoksun olmalarında aramalıyız. Halkımızın diliyle yapılan başarılı bir işte aykırılık düşünülemez kanısındayım.”
“Son yıllardaki sosyal ve politik gelişmenin Türk halk müziğine etkisi ve katkısı sizce olumlu mudur, değil midir?”
“İster sosyal ve politik gelişmelerin halk müziğini, ister halk müziğinin sosyal ve politik gelişmeleri etkilemesi olsun, bunlar, bir oluşumun bütünü içinde kaçınılmaz gerçeklerdir. Bunun olumlu ya da olumsuz sayılması kişilere göre değişen bir şeydir.”
“Bugüne kadar Türkiye’nin hangi bölgelerinde, hangi kentlerinde konser verdiniz?”
“Daha çok Ankara, İzmir, Zonguldak, İstanbul’da konserler verdim.”
“Size, sanat çalışmanızla ilgili bütün olanaklar sağlansa, Türkiye’de ilk gideceğiniz ve inceleme yapacağınız bölge neresi olur? Bugüne dek en çok hangi bölgelerden ve kaynaklardan yararlandınız?”
Başını, Ruhi Su’ca, yan öne eğiyor, bir süre susuyor, sonra gözlerini kısarak:
“Hiçbir ayrım yapmadan, yurdumun bütün bölgelerine giderdim” diyor. “En çok yararlandığım bölge, şüphesiz, çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim Toros ve Çukurova çevresi oldu.”
Başını kaldırıyor ve:
“Zaman yetmiyor Hasan Hüseyin” diyor, “su gibi akıp gidiyor zaman. Oturup şöyle hoşbeş etmeye bile vakit bulamıyoruz!”
“Ne yazık ki… Ömrümüz yaşayarak değil, ekmek parası için didinerek geçiyor. Günlük ekmek derdine biz yaşamak demişiz yanlışlıkla. Bütün dava bu yanlısı düzeltmek! Haa, aklıma gelmişken sorayım: Ruhi Su Ekolü diye bir ekolden söz ediliyor. Acaba bu ekol birtakım kurallardan çok, sizin kişiliğinize dayanmıyor mu?”
“Beğenilen bir sanatçıyı izlemek ve ona benzemeye çalışmak olağan bir şeydir. Halk ozanlarına özenen aydın sanatçılar olduğu gibi, aydın sanatçılara özenen halk sanatçıları da vardır. Fakat, ekol diye tanımlanabilecek bir şeyin herhalde biçimsel özentileri aşması gerekir; yoksa, bir taklit olmaktan ileri gidemez. Ama taklidin de insanları, özellikle çocukları geliştiren bir şey olduğunu unutmamak gerekir.”

* Bu konuşma 1 Nisan 1968 tarihli Forum’un 336. sayısında ve Ruhi Su’yu anlatan Ezgili Yürek adlı kitapta yer almıştır.




Bu ileti en son umut tarafından 21.09.2014- 21:04 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör 12 Eylül ve Faşizm... umut 8 5472 13.09.2021- 11:07
Konu Klasör O fotoğrafın hikayesi ayhan 0 4233 27.12.2015- 17:08
Konu Klasör 12 Eylül ve üç tanık... melnur 2 2363 13.09.2021- 11:05
Konu Klasör Eylül - SERDAL BAHÇE melnur 1 327 16.09.2023- 00:24
Konu Klasör 12 Eylül'ün 40.yılında Dev-Yol'un liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu... melnur 1 1905 13.09.2020- 10:51
Etiketler   Eylül,   acısı:,   Bir,   pasaport,   alamama,   hikayesi.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS