SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Bildiğimiz AKP’nin Sonu           (gösterim sayısı: 3.874)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: umut
Konu Tarihi: 22.03.2015- 11:02


Bildiğimiz AKP’nin Sonu

Melih Yeşilbağ


Adalet ve Kalkınma Partisi’nin içerisindeki çatlaklar giderek daha belirgin hale geliyor. Dahası, parti içerisindeki gerilim artık kamuoyundan gizlenebilir boyutları çoktan aştığı gibi her geçen gün yeni   gerilim eksenleri ortaya çıkıyor. Sadece geçtiğimiz hafta yaşanan bir dizi olay dahi sözkonusu gerilimleri iktidar partisinin tarihinde hiç olmadığı kadar ayyuka çıkarmış durumda. Bir süre önce resmen milletvekilliği adaylığı için MİT görevinden istifa eden Hakan Fidan’ın adaylığını geri çekip görevine dön(dürül)mesi, Gül’ün Erdoğan’ın aktif siyasete dön çağrısını reddetmesi ve elbette Erdoğan ile Babacan ve Merkez Bankası yönetimi arasındaki “şimdilik tatlıya bağlandığı” iddia edilen faiz oranı-döviz kuru tartışmaları parti içi fay hatlarının en güncel görünümleri. Biraz daha geriye gidersek Mehmet Ali Şahin’in Yüce Divan oylaması sonrası sarf ettiği “Bir siyasetçi asgari ücretin daha yeni bin liraya çıktığı bir ülkede 700 bin liralık bir saat alamaz” sözlerini, yine Gül’ün “İç Güvenlik paketi gözden geçirilmeli” açıklamalarını hatırlayabiliriz. Tüm bunları nasıl yorumlamalıyız?

AKP başından beri   bir koalisyon partisi olageldi. 12 yıldır ülkeyi yöneten parti Milli görüş kökenli kadrolar, merkez sağın devletlü isimleri, soldan devşirilen Ertuğrul Günay gibi isimler ve diğer bazı vitrinlik transferlerin bir bileşimi halinde yoluna devam etti. Buna elbette zamanında bir süre öncesine kadar beraber yürünülen Gülen Cemaati’nin ve   liberal entellektüellerin dışarıdan desteğini de eklemek gerekiyor. “Böyle geniş bir koalisyon içerisinde görüş ayrılıklarının olması doğal” deyip geçebilir miyiz? Ya da bir yandan başkanlık sistemi bir yandan çözüm süreci bir yandan “paralel yapıyla mücadele” gibi netameli gündemlerde adım atan bir partide olur böyle şeyler” değerlendirmesinde bulunabilir miyiz? Ya da son günlerde şiddetlenen iç gerilimi doların dünya ölçeğinde değerlenmesinin yarattığı acil önlem ihtiyacının ve seçim sathı mailine girilirken yaşanması kaçınılmaz tartışmaların iktidar partisinde neden olduğu konjonktürel ve dolayısıyla gelip geçici dalgalanmalar olarak görebilir miyiz?  

Bu sorulara evet yanıtı vermek mümkün gözükmüyor. Öncelikle basit fikir ayrılıklarından değil derin çatlaklardan bahsediyoruz. Kamuoyuna yansıyan tartışmalar, işlerin AKP için tıkırında gittiği zamanlarda sözgelimi Arınç’ın zaman zaman merkezden farklı görüş bildirmesiyle kıyaslanacak düzeyde değil. Benzer şekilde, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı dönemindeki iyi polis Gül- kötü polis Erdoğan işbölümünü andıran bir stratejinin varlığından bahsetmek de zor. Adlı adınca, partinin ikinci adamının fiilen partiyle yollarını ayırmasından, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısının kamuoyunun gözü önünde “Erdoğan’ı dinlemeyin” açıklaması yapmasından söz ediyoruz! Dahası, tüm bunlar muhtemelen buzdağının görünen kısmı. Kamuoyuna yansımayan iç tartışmaların çok daha keskin geçtiğini tahmin etmek güç değil.

Çatlakların derinleşmesinde elbette doların yükselişinin ya da seçim atmosferinin doğrudan etkisi var. Tüm bunlara Erdoğan’ın özellikle de Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduktan sonra parti içi dengeleri kontrol altında tutmakta zorlanmasını ve yönetme tarzının giderek başlı başına bir kriz dinamiği haline gelişini de ekleyebiliriz. Lakin, mesele bu tür   dışsal ya da psikolojik faktörlerle açıklanabilecek boyutları çoktan aşmış durumda. O yüzden de ortada “tatlıya bağlanmış” bir sürtüşme filan değil artık ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak yapısal sınırlarına dayanmış ve ancak bir tür “suni denge” halinde bir arada durabilen bir iktidar aygıtı var. Bu yapısal sınırları daha iyi ortaya koyabilmek   için sadece son 7 ayı değil AKP dönemini bir bütün olarak değerlendiren bir analize ihtiyacımız var. Bu konuyu bir sonraki hafta değerlendirmek üzere bırakalım ve şimdilik bir sonucun altını çizmekle yetinelim.

Karşımızda dış politikada epik başarısızlıklara imza atmış, yerli ve yabancı sermayenin güvenini büyük oranda yitirmiş, alarm veren ekonomiyi derme çatma yollarla ayakta tutmaya çalışan, bir dizi temel meselede günü kurtarma dışında   stratejik bir yönelim sergliyemeyen bir iktidar var. AKP giderek züccaciye dükkanındaki fili andırıyor. Dahası, stratejisizlik yalnızca Erdoğan liderliğine özgü değil. Görünüşe bakılırsa ne AKP içerisindeki diğer odaklar ne diğer düzen partileri ne emperyalist aktörler ne de sermaye sınıfı dört başı mamur bir “geçiş” kurgusuna sahipler. Bildiğimiz AKP’nin sonuna geldik ancak sonrasında ne geleceği herkes için büyük bir soru işareti olmaya devam ediyor.  



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 22.03.2015- 11:03


Beraber yürümekle aşınan yollar

Melih Yeşilbağ




Geçen hafta AKP içerisinde giderek derinleşen çatlaklara değinmiş ve bu durumun konjonktürel bir tıkanıklıktan ziyade AKP rejiminin yapısal sınırlarına dayanmasının bir sonucu olduğunu vurgulamıştım. Bu hafta, bu noktaya nasıl gelindiğini açmaya çalışacağım.

AKP’li yılları kabaca iki alt döneme ayırabiliriz. Tutunma, güç biriktirme ve meşruiyet aranışlarıyla tanımlanabilecek temkinli bir iktidar stratejisinin damga vurduğu 2002-2007 arası dönem ve varolan rejimi tasfiye etme ve yeni bir rejim kurma odaklı cüretkar bir saldırı stratejisinin damga vurduğu 2007 sonrası dönem. Bu stratejik dönüşümü gerek genel olarak devlet aygıtıyla kurulan ilişkilerde, gerek sermaye birikim süreçlerine dair kararlarda, gerek dış politika tercihlerinde, gerekse ideolojik stratejilerde gözlemlemek mümkün. Bu alanlardan her birini ayrıntılarıyla ele almak bu yazının sınırlarını aşacağı için sözünü ettiğimiz yapısal sınırların ve AKP içerisindeki çatlakların en belirgin şekilde hissedildiği sermaye birikim stratejilerine odaklanalım.  

AKP, 2002 sonunda iktidara geldiğinde Türkiye ekonomisi zaten 2001 krizi sonrası IMF gözetiminde hazırlanan Derviş programına teslim edilmişti. AKP’nin yaptığı, fiilen bir tür “ekonomik anayasa” statüsü kazanmış bu programı büyük bir sadakatle takip etmek oldu. AKP’nin yerli veyabancı sermaye çevreleri nezdinde “güven ve istikrar unsuru” olarak görülmesi, 2008 yılına kadar fiilen yürürlükte olan bu program   sayesinde oldu. Bu dönemde iktisadi politikalara genel olarak sermaye lehine reformların damga vurduğu bir neoliberalleşme gündemi hakimdi. Bu gündemin kendi parametleri açısından değerlendirildiğinde AKP’nin performansı son derece başarılıydı. Kısaca özetlemek gerekirse, özelleştirme sürecinde büyük ivme katedildi, sosyal güvenlik alanında piyasalaşma derinleştirildi, işgücü piyasası esnekleştirildi, enformel çalışma biçimleri ve taşeronlaşma yaygınlaştırıldı, kanun hükmünde kararnameler ve özerk kurullarla sermaye lehine reformların önündeki hukuki engeller baypas edildi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, tüm bunlar AKP’nin icatları olmaktan çok geçmiş dönemin ekonomi politik müktesebatının devamı niteliğinde hamlelerdi.

***

2008’le birlikte, AKP’nin iktisadi yönelimlerinde belirli ölçülerde bir kırılma gerçekleşti. Bu kırılmanın gerçekleşmesinde iktidarda olduğu süre boyunca tecrübe ve özgüven kazanan partinin devlet aygıtında kendisine muhalif unsurlara karşı bir tasfiye hareketi başlatması kadar Derviş programının vadesinin dolması sonucu   ekonomi politikalarında daha geniş bir serbesti kazanmasının da payı vardı.

İlk dönemde tipik neoliberal modelle daha çok örtüşen bir görünüm arz eden AKP’nin ekonomik politikalarında, ikinci dönemde eski rejimi tasfiye odaklı siyaset mantığının ekonomik rasyonaliyete bir ölçüde   galebe çaldığı bir anlayış hakim hale gelmeye başladı. Bu durum, AKP’nin bir bütün olarak sermaye sınıfının çıkarlarını gözeten bir profil çizmekle beraber, “İslamcı sermaye” fraksiyonunun doğrudan temsilcisi olmasıyla yakından ilgiliydi. Bununla paralel olarak, ikinci dönemde AKP kendisine organik olarak bağlı sermaye gruplarını ihya etmeyi bir öncelik haline getirdi.
Daha önceden altyapısı hazırlanmakta olan bir dizi yönelim bu dönemde belirgin hale geldi. Bu yönelimlerin merkezinde “inşaat odaklı birikim modelinin” durduğu artık yaygın kabul görüyor. İnşaatın merkeze oturmasında 2008 krizi sonrası dünya piyasalarındaki daralmayla birlikte iç pazarın daha fazla önem kazanması ve sektörün diğer sektörlerle bağlantıları sayesinde üretimi ve tüketimi pompalama ve bu yolla “lokomotif” işlevi görerek hızlı bir büyüme ivmesini tetikleme kapasitesi kadar, AKP’nin organik sermayedarlarının ihtiyaçları da etkili oldu. Arazi tahsisi ve ihale süreçlerinde hükümete yakınlık yoluyla sağlanan ayrıcalıkların ayakta kalma ve büyüme için elzem olduğu inşaat sektörü, AKP’ye ve giderek doğrudan Erdoğan’a göbekten bağlı bir yandaş sermaye yaratma süreci için biçilmiş kaftan niteliğindeydi.

İkinci dönemin kamusal kaynakları fütursuz bir şekilde yandaş sermaye lehine kullanma tercihi ve Erdoğan’ın giderek artan bir şekilde keyfi, ölçüsüz ve fevri çıkışlar sergilemesi, köklü sermaye grupları için bir rahatsızlık kaynağı olsa da istikrar sürdüğü müddetçe o kadar da sorun edilmedi.   TÜSİAD’la AKP geriliminin zirve noktasına çıktığı 2010 referandumunda dahi büyük sermaye   kamuoyunda AKP’yi doğrudan karşısına alan bir pozisyon takınmaktan ya da bir tür yatırım boykotuna gitmekten imtina etti. Ne de olsa AKP’li yıllar büyük sermaye için bir önceki dönemin siyasal istikrarsızlıkla ve basiretsizlikle malul koalisyon hükümetlerine oranla altın yıllardı. Sözgelimi, Koç grubu AKP’li yıllarda aktif büyüklüğünü yüzde 683 arttırdı, istihdam saıyısını da iki katına çıkardı.  
Ne var ki, sermayenin ihtiyaçları sınırsız, iktidarın kaynakları ise giderek daha sınırlıydı. 2008 krizi sonrasında dünya ekonomisinin girdiği durgunluk süreci ve AKP’nin Ortadoğu’da bölgesel liderlik maceralarını eline yüzüne bulaştırması ihracat imkanlarını kısıtladı, pastayı giderek küçülttü ve paylaşım savaşını kaçınılmaz olarak kızıştırdı. 2013’te patlak veren Haziran Direnişi AKP’nin siyasi ve ideolojik stratejilerinde de doğal sınırlarına ulaştığını gözler önüne serdi ve AKP’nin en büyük kozunun, yani siyasal istikrar kozunun, zayıflamasına neden oldu.

***

Kabaca parti örgütü, cemaat, büyük sermaye ve yandaş sermayeden mürekkep “Genişletilmiş AKP Koalisyonu”nun çatlamaya başlaması da bu tarihsel momente denk geldi. Cemaatin 17 Aralık hamlesine ve sonrasındaki gelişmeler herkesin malumu. Daha az gündeme gelen konu ise büyük sermayenin AKP içerisindeki temsilcisi konumundaki Ali Babacan’ın Merkez Bankası geriliminden çok daha öncesinde de birikim rejimine dair esaslı denilebilecek eleştiriler getirmeye başlamasıydı. Babacan, sık sık, inşaat ve rant ekonomisinin sürdürülebilir olmadığını,   üretici sektörleri eğitim ve AR-GE’yle güçlendirme stratejisiyle sağlanabilecek bir ihracat hamlesinin gerekli olduğunu ifade ediyordu.

AKP içerisindeki çatlakları konjonktürel ve olağan görüş ayrılıkları olarak değerlendirememizin sebebi de burada yatıyor. Tanık olduğumuz kavga, bir ölçüde iki farklı sermaye fraksiyonunun ve iki farklı birikim stratejisinin kavgası. İnşaat odaklı birikimin devam edebilmesi için faizlerin düşük tutulması, yeni teşvik mekanizmalarıyla iç talebin canlandırılması, kentsel yağmanın önündeki pürüzlerin bertaraf edilmesi,büyük projelerin batma riskine karşı güvenceye alınması ve benzeri bir dizi acil önlem gerekiyor. Bunun için de Merkez Bankası bağımsızlığı, parlamenter sistem, hukuki çerçeve gibi Erdoğan’ın deyimiyle “el kol bağlayan” mekanizmaları etkisizleştirecek bir başkanlık sistemi. Karşı tarafta ise inşaat odaklı birikimin tıkanıklığını ve risklerini gören, geliyorum diyen krize karşı önlem almaya çalışan, görece daha uzun vadeli bir perspektife sahip, kaynak dağıtımında “adalet” ve “şeffaflık” talep eden ve   Erdoğan’ın ölçüsüzlüklerini etkisizleştirmeye ya da en azından dizginlemeye çalışan bir yumuşak geçiş stratejisi bulunuyor. Sivrilikleri törpülenmiş bir tür ilk dönem AKP’sine geri dönme çabası söz konusu. Şimdilik şunu söylemekle yetinelim: bu iki stratejinin bir uzlaşıyla sonuçlanması ya da birinin galip gelmesi durumunda buradan yeni bir “stabil denge”ye ulaşılması mümkün gözükmüyor. Beraber yürünen yollar geri dönüşsüz bir şekilde aşındı.



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör AKP’nin sınırları var mı? melnur 2 2777 03.11.2019- 04:33
Konu Klasör Türkiye AKP’den de TÜSİAD’dan da kurtulmalıdır! proletkült 7 1520 25.10.2021- 15:13
Konu Klasör Bir Metin Akpınar bir daha gelmez. melnur 1 1052 27.11.2021- 08:19
Konu Klasör Metin Akpınar: Devrim lazım... melnur 1 2847 25.03.2019- 08:20
Konu Klasör Erdoğan'ın 'müjde'si AKP’nin yeni bir hamasetidir melnur 1 2223 23.08.2020- 06:36
Etiketler   Bildiğimiz,   AKP’nin,   Sonu
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS