SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
POST-MARKSİZM VE TÜRKİYE           (gösterim sayısı: 4.121)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: spartakus
Konu Tarihi: 03.08.2015- 01:59


POST-MARKSİZM VE TÜRKİYE

1. GİRİŞ

Bilinen bir şeydir: Kapitalizmin tarihte kendisine en derli toplu ve tutarlı bilimsel eleştiriyi yönelten Marksist kuram ile mücadelesi hiçbir biçimde sona ermez. On dokuzuncu yüzyıldan bu yana düşünce ve pratik düzeyinde sürüp gider... Çeşitli biçimlerde dönem dönem ortaya çıkartılan klasik Marksist kurama yönelik kapitalist kökenli sözümona bilimsel, ideolojik ve felsefi eleştiriler, gelişmiş batı ülkelerinin akademik ve entelektüel çevrelerinde geniş biçimde tartışılır, kitaplar yayımlanır, makaleler yazılır ve nihayet bu eleştirel düşüncelerin-piyasa dizgesinin işleyiş mantığına uygun biçimde- popülaritesi kaybolur, modası geçer ve sönüp gittiklerini görürüz. Örneğin: 1990’larda Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan, bir anlamda Samuel Huntington’ın Uygarlıklar Çatışması ve nihayet Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un Post-Marksizm/Radikal Demokrasi kuramları bu türden Marksizm karşıtı popüler eleştirel kuramlardır. Kapitalizmin Marksizme yönelik bu aşındırma girişimleri öteden beri ideolojik ve düşünsel yöndedir temelde. Nitekim, günümüzde reel sosyalizm sona ermiş olsa da sözünü ettiğim ideolojik-düşünsel mücadele tüm cephelerde sürüp gitmektedir. Kapitalizm devrevi(cyclic) ekonomik bunalımlara sürüklendikçe, entelektüeller Marx’ın kitaplarını okurlar, işaretledikleri, altını çizdikleri yerleri gözden geçirirler, dünyaca ünlü kapitalist iktisatçı, yönetici ve düşünürler de bunu yaparlar… Marksist kuramı canlı tutan, sağlamlaştıran ve yenileyen de kapitalist toplumlardaki bu bitimsiz diyalektik karşıtlar mücadelesidir. Ekonomik bunalım türleridir… Kapitalizmin yapısal akıl dışılığı, konjonktürel ekonomik ve toplumsal sorunlar üretmesi, meta üretim ve tüketiminin insanı yabancılaştırması sürdükçe Marksist kuramın eleştirel geçerliliğini yitirmeyeceği yeterince anlaşılmış bir gerçekliktir.

Aşağıdaki bölümlerde ayrıntılı olarak açıklayacağım post-Marksist düşüncelerin temelinde, şiddete dayalı kanlı sosyalist devrim stratejisi, Stalinist totaliter proletarya diktatörlüğünün Goulag uygulamaları, kişisel özgürlükleri ve özel hayatı yok eden, sanatı koşullandırarak salt bir propaganda aracına indirgeyen tahakkümcü devlet, sosyalist bir ekonomide asıl amaç olan emeğin özgürleştirilmesi ve insan refahının geliştirilememesi gibi yakın geçmişte Sovyetler Birliği’nde ve sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan olumsuz deneyimlerin korkusu, Avrupa Komünizminin sınıf egemenliğini reddederek proletarya diktatörlüğü yerine kitle demokrasisine ağırlık vermesi ve küresel dünyada postmodernizmin Marksizm gibi ‘büyük anlatılar’a eleştirisi yatmaktadır(Lyotard, Jean-François(1984),The Postmodern Condition: A Report on Knowledge, Minnesota Univ.). Bu bağlamda, Yapısalcılık, Göstergebilim, Postyapısalcılıktan yararlanılarak geliştirilen kuramsal tezlere de post-Marksist kuram içinde yer verilmiştir.
Post-Marksist kuram liberal demokrasiyi toplumsalcı yönde geliştirmek isterken, ileri kapitalist toplumlarda işçi sınıfının klasik Marksçı kuramda belirtildiği gibi öncü güç olarak köklü toplumsal devrimleri gerçekleştirebileceğine giderek artan güvensizlik, reel sosyalizmin Macaristan, Çekoslavakya’ya anti-demokratik müdahaleleri, Afganistan işgali, Çin’in piyasa sistemine geçmesi, Vietnam ve Kamboçya’da devrim sonrasında ortaya çıkan ekonomik ve toplumsal düzensizlikler, geleneksel sosyalist partilerin köklü demokrasi ülkelerinde marjinal konumda olmaları ve sürekli seçim başarısızlıkları, Eurokomünizmin kitlelerin ilgisini çekmemesi, uluslararası terörizm, post-Marksistlere göre klasik Marksist kuramın başarısız olduğunun, artık modasının geçtiğinin göstergeleridir. Post-Marksizm, Marksçı kuramı sosyalizme yönelik pratikte ortaya çıkan hemen tüm siyasi-toplumsal başarısızlıklardan sorumlu tutmakta ve bu kuramın ana unsurlarından olan proletaryanın öncülüğünde siyasal devrim anlayışını eleştirmekte, ideoloji ve politika ile ekonomi ve sınıfsal ilişkilerin belirlenimci(deterministic)bağını kopartmaktadır.

Halen İngiltere’de yaşamakta olan Marksist öğretim üyesi ve New Left dergisinin yazarı Ellen Meiksins Wood, Post-Marksizmi, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde, gerçek tarihsel temeli terk edip ideoloji temeline dönüş yapmakla eleştirdikleri “hakiki” sosyalizmin günümüze uyarlanması olarak tanımlamaktadır(Wood, E.M.(1992), Sınıftan Kaçış: Yeni Hakiki Sosyalizm, çev.Ş.Alpagut, İst., Akış). Ayrıca, Post-Marksizm’in kuramcılarının kendilerini ‘post-Marksist’ olarak tanımlamalarına karşın bunun iyi bir kavram ya da nitelendirme olup olmadığı konusunda da tartışmalar vardır. Örneğin: Norman Geras, ironik biçimde, ‘ex-Marksizm’ adlandırmasının daha doğru olduğu kanısındadır(‘Post-Marxism?’, New Left Review, 163, s.40-82, 1987). Çünkü, Geras’a göre Chantal ve Mouffe’un görüşleri tamamen Marx’ın kuramının dışındadır. Post-Marksizm kavramı ise ‘Marksizmin ötesinde, ondan daha ilerde olmak’ anlamına gelmektedir. Post-Marksizm düşüncesi genel olarak Marksist kurama yönelik burjuva eleştirel Truva Atlarından birisi konumundadır günümüzde. Marksist kuramı geliştirmiş değildir hiçbir yönden. Ülkemizde -batı ülkelerinde artık yeterince ilgi çekmemesine karşın- kimi entelektüel, Marksist görünümlü liberal demokratlar ve akademik çevreler tarafından zaman zaman gündeme getirilmektedir. Post-Marksist düşüncelerin Türkiye kamu oyunda-Birikim çevresinin tüm çabalarına, yayınlarına karşın-geniş biçimde tartışıldığını, kamu oyunun ilgisini çektiğini söyleyemeyiz(Dinler, Ahmet Hamdi(1998), Nihayet Post-Marksistler Türkiye’de, Birinci Baskı, İstanbul, Bilim).

Post-Marksizmin düşünsel kökeninin çok eskilere dayandığı söylenebilir. Bu kuram, batı akademik ve siyasi çevrelerinde 1980’li yıllarda popülerlik kazanmıştır. Arjantin’li siyaset bilimcisi Ernesto Laclau ile eşi Londra Westminster Üniversitesi öğretim üyesi Chantal Mouffe’un birlikte yazdıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Politikalara Doğru(Hegemony and Socialist Strategy:Towards a Radical Democratic Politics, Londra, Verso, 1985.) adlı kitap, post-Marksizmi tüm yönleriyle ortaya koyması bakımından temel kaynaktır. Ayrıca, İtalyan Marksisti Antonio Negri’nin ‘Marx Beyond Marx:Lessons on the Grundrisse’(New York, Autonomedia, 1991) adlı kitabı ile Michael Hardt ile birlikte yazdıkları İmparatorluk adlı ortak kitaplarıyla bu iki yazar post-Marksizmin önde gelen kuramcılarından sayılmaktadır. Post-Marksizmde batı Marksizmi içinde Louis Althusser’in ideoloji ve Antonio Gramsci’nin hegemonya ve tarihsel blok kuramları bağlamındaki düşünceleri öne çıkar. Laclau, Althusser’in öğrencisi olarak onun düşüncelerinden çok yararlanmıştır. Ayrıca,Viyana Çevresi’nden Karl Raimund Popper’in ‘Açık Toplum ve Düşmanları / Open Society and Its Ennemies” adlı kitabının 22. Bölümünde yer alan ‘Marx’ın aslında açık topluma inandığı’ na değin anti-totaliter yorumlar ve postmodern yapısalcı felsefeler de post-Marksist kuramda etkili olmuştur(1-Sim Stuart(1998),Post-Marxism:A Reader, Edinburgh, Edinburgh Univ.Press. 2-Sim, Stuart(2000), Post-Marxism-An itellectual history, Londra ve New York, Routledge.).

Laclau ve Mouffe’un kısa adıyla Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı kitaplarının Türkçe çevirisinin yeni baskısı İletişim Yayınları tarafından Ocak-2008 ayında yayımlanmıştır. Laclau ve Mouffe, Marksist kuramdaki ekonomik belirlenimcilik ve tarihsel materyalizmi reddederek toplumdaki tüm karşıt hareketlerin kendisini ifade edebileceği radikal çoğulculuk demokrasisini savunmaktadırlar. Her iki düşünür de Fransa’daki 1968 öğrenci olaylarına etkin biçimde katılmış; daha sonra meydana gelen işçi sınıfı toplumsal hareketlerini yönlendirmişlerdir. Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabının, klasik Marksçı kurama yönelttiği eleştiriler bakımından değil ama Türkiye’de son yıllardaki sivil toplum ve gerçek demokrasinin kurulması tartışmaları ve mücadelesi açısından yol haritaları düşündürdüğünden önemli olduğunu, kamu oyunda özellikle sol ortodoksluklardan uzak biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Post-Marksist kuramın, Marksizmi temelden sarsacak ölçüde önemli bir eleştiri olmadığı, Rosa Luxemburg, Eduard Bernstein, Antonio Gramsci gibi Marksist yazarların kimi düşüncelerini benimseyip, kimilerini ise –kendi deyimleriyle- “radikalleştirerek” eklektik bir radikal demokrasi kuramı ortaya çıkardığı, bu bakımdan daha çok gelişmekte olan ya da kapitalizme çevre (periferi) gelişmekte olan ülkelerde kozmopolit kapitalist liberal demokrasilerin geliştirilmesine yönelik olarak küresel türdeşleştirici düşünce üretimi ve çözümlemelere zemin hazırladığı kanısındayım. Aşağıda yazımın gelişiminde bilgiler vereceğim proletarya öncülüğünde burjuva devrimi Marksist-Leninist sınıfsal yaklaşımı yerine post-Marksist radikal demokrasi için, içinde işçi sınıfının da yer aldığı karmaşık kolektif irade grupları yaklaşımı bizimki türünden toplumlarda her zaman ortaya çıkan radikal değişim korku ve tedirginliklerini ortadan kaldırabilecek bir yaklaşım olarak görülebilir. Ben bu yazımda post-Marksizmi Türkiye’deki siyasal gelişmeler bağlamında kuramsal yapısıyla Marksçı eleştirel bakış açısından incelemek ve değerlendirmek amacındayım. Şimdi post-Marksist kuramın neliğini düşünsel/eleştirel arka planı itibariyle ortaya koymak istiyorum.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 03.08.2015- 02:01


2. DÜŞÜNSEL/ELEŞTİREL ARKA PLAN:
2.1. Rosa Luxemburg ve Bernstein


Laclau ve Mouffe, post-Marksist düşüncelerini geliştirirken Marksçı düşünürlerin görüşlerinden yararlanmışlar, bu görüşleri özgün Marksist kuramsal amaçlarına uygun olmayan biçimde kendilerine göre yorumlamışlardır. Marksist kuramcı ve militan Rosa Luxemburg, Laclau ve Mouffe’un savladığı gibi, merkeziyetçi öncü partiye karşı değildir. Öyle olsaydı pratikte Spartakistler Birliği’ni kurmazdı. Rosa Luxemburg, ayrıca, Lenin gibi Rusya için proletaryanın önderliğinde ve proletaryanın mücadele yöntemleriyle yönetilecek radikal bir burjuva devrimini savunmuştur. Luxemburg’un devrimin işçi sınıfının kendi bağımsız girişim ve deneyimlerine bırakılması önerisi doğal olarak Marksist kurama uygundur. Ancak, bu öneri Laclau-Mouffe’un post Marksist görüşlerini geliştirmek için kullandıkları gibi ‘olumsal alana bir rol verilmesi’ değildir. Luxemburg’un önerisinin stratejik olarak sınıf kategorisini aşan post Marksist belirsiz birleşik özne tipini öngördüğü de söylenemez. Aynı şekilde, Bernstein’ın siyasal gelişmelerin ekonomik gelişmelerden bağımsız olduğu düşüncesi de Marksist kurama bir karşıtlık içermemektedir. Bernstein’ın, siyasal iktidarın işçi sınıfının eline geçmesi için, önce bu sınıfın politik ve ekonomik haklarının genişlemesi gerektiği görüşü doğrudur. Keza, biraz ilerde açıklayacağım Gramsci’nin, ‘hegemonya’ ve ‘tarihsel blok’ kavramı da, işçi sınıfı öncülüğünü içermesi nedeniyle Marksist kurama karşı bir düşünce olarak görülemez. Dolayısiyle buradan ortaya çıkan şudur: Post-Marksizm Marksçı düşünürlerin görüşlerini Marksist kuramın içinde kalarak değil kendi öznel(subjective) kuramsal amacı doğrultusunda yorumlamış olmaktadır(Kaygalak, Sevilay(2001), Post-Marksist Siyasetin Sefaleti:Radikal Demokrasi, Praksis Dergisi, s.36-37.).

2.2. Antonio Gramsci: Hegemonya ve Tarihsel Blok
Post-Marksist kuram, kendine özgü bir hegemonya tanımı oluşturmada İtalyan Marksist düşünürü Gramsci’nin, hegemonya kavramından yararlanır ve Gramsci’nin bu kavramının Lenin’in sınıf ittifaklarının ötesine geçtiğini savlar. Gramsci, hegemonya kavramını ilk kez “Güney Sorunu Üzerine Notlar” başlıklı yazısında kullanmıştır. Onun hegemonyadan kastettiği kısaca şudur: Kitlelerin bilinçleri, yani kendilerine özgü düşünme tarzları, karşıt siyasal güçlerin ideolojik hegemonyası altında olabilir. Çünkü kitleler yalnız kendi temel çıkarlarına değil, hatta öz pratiklerine bile ters düşen bir anlayışla eğitilmişlerdir. Egemen sınıf(burjuvazi) üretici güçlerle üretim ilişkileri, altyapı ile üst yapı arasındaki çelişkiyi geriletmek amacıyla verdiği mücadelede, türdeşlikten(homogenity) yoksun ve hatta iktidarı ellerinde bulunduranlarla uzlaşmaz bir çelişki içersindeki toplumsal güçler arasında bir birlik kurmak üzere siyasal hegemonyasını kullanır. Bunun için de bir taraftan devletin ve yargı aygıtının eylemlerini, diğer taraftan da ideolojik düzeydeki, eğitim, okul, dini inançlar ve kültürün etkisini harekete geçirir.

Kapitalist bir toplumda proletarya, egemen sınıf olmadan yönetici sınıf olmak, kendi düşünce ve ahlâk yönetimini topluma kabul ettirmek sorunu ile karşı karşıyadır. Burjuvazi, 1789 Fransız devrimi öncesinde aristokrasinin dünya görüşüne karşı kendi yeni dünya görüşünü toplumun en uçtaki köşelerine kadar yaymış; Aydınlanma çağı ideolojisi ile eski aristokrat düşünce sistemini yok etmiş, iktidardan önce kendi sınıfsal hegemonyasını kurmuştur. Proletarya da, tıpkı burjuvazi gibi, daha egemen sınıf olmadan, düşmanın ideolojik ve üstyapısal(kültürel)blokunu parçalamak, yeni devrimci görüşün ilerlemesini sağlamak için eski blokun çelişkilerini açığa çıkarmak zorundadır. Proletarya, burjuva sivil toplumunun en ücra köşelerine kadar kurulmuş bulunan cepheleri dağıtmak için yeni bir hegemonya sistemi yaratmak zorundadır. Proletaryanın da tıpkı burjuva devrim sürecinde olduğu gibi, mekanik tekrardan uzak biçimde, sosyalist toplumu kurarken bu stratejiyi izlemesi gerekmektedir. Gramsci’nin hegemonya düşüncesi özetle bu kapsamdadır.

Post-Marksizm, Gramsci’nin söz konusu hegemonya kavramının Marksçı içeriğini değiştirerek, politik öznelerin günümüzde artık sınıflar değil ‘karmaşık kolektif irade grupları’ olduğu, gelişmiş kapitalist toplumlarda politik özne olarak sınıfsal kimliğin geçersizleştiği, bu nedenle de çeşitli ülkelerde özellikle 1980’lerden beri sık sık gösteriler düzenleyen, eylemler yapan, barış eylemcileri, feministler, eşcinseller, çevreciler, öğrenciler, etnik azınlıklar, göçmenler gibi ‘özne konumları’ nın hegemonya oluşturmada ‘sınıf’ ın yerini aldığı sonucuna varır. 2001 yılında Porto Alegre’de ‘Başka Bir Dünya Mümkündür’ sloganıyla, Davos karşıtı alternatif bir küreselleşmenin koşullarını oluşturmaya girişen, ancak, şimdilerde herhangi bir etkinliği kalmayan ‘Dünya Sosyal Forumu’ türünden anarşist denilebilecek hareketler de işçi sınıfının Marksçı enternasyonalist hareketinin yerine kozmopolit hegemonik bir yapılanma olarak gösterilmiştir. Şimdi tam burada şunu özellikle belirtmek gerekir: Bir kere Gramsci, Post-Marksistlerin savladığı gibi politikanın öznesi olarak sınıftan başka bir “karmaşık kolektif irade grubu” kavramı ortaya atmamıştır. O, kapitalist sivil toplumda sadece, burjuvazi ve proletarya gibi temel sınıfların hegemonik güç olabileceğini, bu iki sınıf dışında kalan toplumsal katmanlar ve ara tabakaların bu temel sınıfların hegemonyası altında yer alacağını, siyasal işlevinin olabileceğini söylemiştir.

Post Marksist düşüncenin hegemonya kavramı gibi yeniden yorumladığı, yine özgün bir Gramsci kavramı olan ‘tarihsel blok’ ise, toplumsal güçler biçiminde birleşmiş, çeşitli müttefiklerle bir araya gelmiş hakim bir sınıfın hegemonyasına dayanmaktadır. Bu hegemonyanın kaynaklandığı maddi temel ise söz konusu hakim sınıfın toplumdaki ekonomik gücünden başka bir şey değildir. Gramsci’nin tarihsel blok kavramı sadece bir hegemonyanın gerçekleşme biçimidir. Post-Marksistler hegemonik biçimlenmede birleştirici ve eklemleyici unsur olarak işçi sınıfını kabul etmiyor, onun da diğer toplumsal unsurlar gibi eşdeğer olarak kolektif iradeye eklemlenebileceğini, onun içinde yer alan bir unsur olduğunu ileriye sürüyorlar. Buna göre, Marx’ın deyişiyle her birinin özgür gelişiminin hepsinin özgür gelişiminin koşulu olacağı hegemonik kuruluş içinde her toplumsal grup özerk olacaktır. Böylelikle farklı toplumsal gruplarla, bu farklı grupların kimliklerini değiştiren ortak duyu yaratılması mümkün olacak, her toplumsal grubun talebinin değerine eşdeğer olarak eklemlendiği bir hegemonya bloku meydana getirilecektir.

Laclau ve Mouffe’un ortaya koydukları yeni toplum anlayışı, anti-kapitalist bir yaklaşıma sahip değildir. Çünkü, post-kapitalist bir topluma geçildiğinin kabulünden hareket etmektedir. Aslında küresel kapitalizmin ileri demokrasi amacına hizmet eden bu kuramda; sınıflı toplumun kapitalizmin karakteristik bir unsuru olmaktan çıktığı, burjuvazi ve proletaryanın çelişen sınıflar olma konumlarının ortadan kaldırılarak ‘özneler’ adı altında farklılaştırıldıkları ve yine çalışanların-klasik Marksçı kuramda olanın tersine- üretici kimliklerinden çok, tüketici, yurttaş ya da azınlık kimlikleri ile tanımlanan özne konumları edindikleri görülmektedir. Post-Marksist kuram, klasik Marksist kuramdaki emek gücünün sahibi işçinin hem işçilikten hem de insan olarak yabancılaşmadan kurtulması, toplumun kapitalist yapısının dönüştürülerek insanileştirilmesi, üretimin kollektifleştirilmesi konusunu radikal bir demokrasi sorunu olarak görmekle klasik Marksizmi yanlış yorumlamaktadır. Marksist kuramın bilimsel temeli, özündeki emek-değer kuramı ve bu kurama göre kapitalist dizgenin insanın kendisini ifade etmesi ve doğal yaşaması açısından akıldışılığı, sömürüyü temel alan dizgesel yanlışlığıdır. Çünkü, emek ve mal üretimi piyasa için değil insanın kendi gereksinimlerini gidermesi için yapılan doğal ve özgür bir çalışma etkinliğidir. Kapitalizm, insanca bir etkinlik içindeki insan emeğini piyasada alım satımı yapılan mal haline, insanın kendi ihtiyacı için emek harcayarak ürettiği emek gücünün doğal ürünü olan malı da piyasada alım-satım konusu yapılan metaya dönüştürmesi sonucu yabancılaşmasına yol açarak insani yaratıcılığa aykırı bir dizge ortaya çıkartmıştır. Kapitalizm tamamen ortadan kalkıp, üretim, herkese çalışmasına göre, herkese ihtiyacına göre ilkesi bağlamında kolektif hale getirilmedikçe post-Marksizmin radikal demokrasisinde insanın emeği meta olmaktan kurtulamayacak, yabancılaşma sorunu sürüp gidecektir. Post-Marksizmin eksik yönü klasik Marksist kuramın bilimsel özünü oluşturan emek-değer ve bölüşüm konularını hiç dikkate almamasıdır. Bunu yapmamakla, yani klasik Marksizmin dönüşüm sorunu(transformation problem) gibi emek-değer ve kapitalist piyasada değerlerin fiyatlara dönüşümü açmazlarına tutarlı ve yeni açıklamalar getiremediği ölçüde “post-Marksist” adlandırmasını hak etmemektedir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 03.08.2015- 02:04


3. RADİKAL DEMOKRASİ
Post-Marksistlere göre, ekonomi ile siyasal alan, üretim ve sömürü
ilişkileri ile toplumsal ve siyasal tahakkümün tüm yapısı arasında derin bağlantılar bulunmamaktadır. Kapitalist birikimin ve sömürünün etkilerine karşı işçi sınıfının ekonomik alanda verdiği mücadeleler ile başka bir alanda kapitalist düzene karşı verilen mücadeleler arasında hiçbir bağlantı yoktur. Siyasal bir proje olarak sosyalizmin sermaye ile emek arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasına yönelik bir mücadele olması gerekmez. Post-Marksistler, sosyalist hareketin ekonomik ve sınıfsal koşullardan özerk olarak, ideolojik ve siyasal amaçlarla oluşturulabileceğini, bu hareketin oluşumunun ilke olarak sınıftan bağımsız bir olgu olduğunu iddia ediyorlar. Toplumdaki diyalektik ve tarihsel maddeci sınıfsal karşıtlıklar yerine ideoloji ve söylem ayrılıklarını öne çıkartıyorlar.

Onlara göre ideolojik ve siyasal bağlarla harekete geçebilen ve çeşitli toplumsal unsurlardan oluşan halk, işçi sınıfı yerine konulan çeşitli öznelerden oluşan bir kitledir. Bu eklektik kitle, Marksçı sınıf mücadelesinin klasik biçimlerine uygun düşmeyen yığın hareketleri meydana getirmektedir. Yani post-Marksist düşüncede iktidar bloğuna karşı halk yığınlarının hareketi toplumda yeni bir zıtlık olarak ortaya çıkmaktadır. Bu halk kitlesinin içinde ekolojik, anti-otoritaryen, cinsel, feminist, anti-ırkçı, anti-kurumsal, göçmen, bölgesel azınlıklar vardır ve bu kitle Marksçı kuramdaki işçi sınıfının türdeşliğinden yoksun olarak mücadele etmektedir. Klasik Marksizmdeki gibi ortada artık bir sınıf tavrı yoktur. İşçi sınıfı bu biçimde sadece halk bloğu içinde tamamlayıcı, kendi talepleri olan bir unsur olacaktır. Post-Marksist düşünce burada çoğulcu radikal demokrasinin devreye girdiğini ileriye sürer.

Laclau ve Mouffe, Marksizmi tam bir yapı bozuma uğrattıktan sonra, Radikal Demokrasi adını verdikleri projeyi sunmaktadırlar. Bu iki düşünüre göre, yeni sağın yükselişi karşısında solun bir alternatif yaratabilmesi için liberal demokratik ideolojiyi reddetmek yerine onu ‘radikal ve çoğul bir demokrasi’ doğrultusunda derinleştirmeli ve genişletmelidir.Bu yaklaşım da Marksist tarihsel materyalizm kuramının ortadan kaldırılmasıdır. Zira, dışa dönük bir proletarya diktatörlüğü olan sosyalist toplum ile nihai aşama komünist toplumun yerini radikal ve çoğulcu bir demokrasi toplumu alacaktır. Chantal Mouffe, Klasik Marksizm açısından eleştirdiğim post-Marksist radikal demokrasi kavramını şöyle özetlemiştir: ‘Sol kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu hemen herkesi kapsar. Marksizmden bir kopuştur; çünkü, herkes için eşitlik ve özgürlük örgütleyici ilkeleri esas alınmıştır. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. O halde biz önceki toplumdan radikal kopuş fikrini, yani devrim fikrini bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmin tatmin etmeyen ama zaten var olan fikir ve değerlerinin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Herkes için eşitlik ve özgürlük istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun, bu fikirlerin onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya zorlamaktır.’ Türkiye’deki Birikim ve Özgürlük ve Demokrasi Partisi(ÖDP) çevrelerine, genel olarak liberal sola çekici gelen de bu düşüncelerdir. Kanımca CHP de Kemalist statükocu politikalarını bırakıp post-Marksçı düşüncelerden yararlanabilir!. Liberal-sol çizginin istediği de budur. ÖDP, kendisini halka anlatamadığından post-Marksist düşünceleri pratikte gerçekleştirecek potansiyele ulaşamamış, Liberal Parti gibi siyasi fanteziler üreten bir siyasi parti olarak toplumun gelişmişlik düzeyinin ilersine düşmüştür. Bunun nedeni şudur:

Post-Marksist ‘radikal demokrasi’ teorisinin hayata geçirilmesinin önünde merkezi bir sorun bulunmaktadır: Bu sorun, stratejisini üzerine kurdukları kolektif iradeyi meydana getiren grupların kolektif eylemini ortaya çıkaracak söylemsel koşulların tanımlanması sorunudur. Liberal sol çevrelere göre toplumumuzda bugünkü durumun nedeni de budur: Yani toplumda radikal demokrasiyi kuracak güçler bir araya gelerek söylemsel koşulları(ortak stratejiyi)tanımlayamamaktadır. Her iki düşünür de bunun, sosyalist değil, liberal bir zemin üzerinde kurulmasının mümkün olduğunu belirtiyorlar. Marksizmi aşmak için yola çıkan, fakat aslında onun gerisinde kalarak liberalizme savrulan post-Marksizmin pratikte öngördüğü siyaset, liberal demokrasinin iyileştirilerek orada kalınması, sosyalist yeni bir toplumun inşasının gereksiz olduğunu savlaması bakımından söz konusu gerçek demokrasi önerisi ‘radikal’ olma nitelendirmesini hak etmiyor. Bu konuda Miguel Abensour’un Devlete karşı Demokrasi / Marx ve Makyavel Momenti(2002), (çev:Z.Gambetti, N.Başer, Birinci baskı, Ankara, Epos) adlı kitabındaki gerçek demokrasi yorumları ilginçtir. Öte yandan post-Marksist kurama göre düşünüldüğünde sınıfsal yapısı çok farklı olan Türkiye gibi burjuva sivil olmayan bir toplumda radikal demokrasi kurulması ile gelişmiş bir batı ülkesinde mesela Fransa’da radikal demokrasi kurulması farklı olacaktır. Bu bakımdan post-Marksist düşünceler daha çok gelişmiş kapitalist ülkeler toplumlarına yöneliktir ve evrensel değildir.

Post-Marksist düşünce, ‘ideolojik ve politik çıkarların söylem yoluyla kurulabileceğini’, ‘siyasetin hegemonik pratiklere yönelen bir söylem kurma süreci olduğunu’ ve ‘herhangi bir sınıfın maddi çıkarları üzerinden biçimlendirilemeyeceğini’ savlamaktadır. Bu noktada Marksist kuram, post-Marksistler tarafından, siyaset ile ekonomi arasında bire bir ilişki tanımlamış olmak ve bir politik özne olarak işçi sınıfını merkeze koymakla eleştirilmektedir. Post -Marksist kuramı ortaya atanlar, bu kuramın Marksizm gibi özcü, belirlenimci ve indirgemeci olmadığı savındadırlar. Laclau ve Mouffe’a göre, ekonominin toplumsal süreçleri belirlemedeki göreli ağırlığı ya da işçi sınıfının politik önder olduğu şeklindeki ‘özcü’ anlayışlar terk edilmelidir. Bu noktada, politikanın öznesi olarak toplumdaki yukarıda adlarını andığımız ‘özne konumları’ nı gösteren post-Marksistler, bu grupların değişken ve kimi zaman karşıt çıkar sahibi gruplar olarak aynı politik proje içinde nasıl yer alabilecekleri konusunda somut bir şey söylememektedir.
Post-Marksistler toplumsal yapıda bir olumsallık ve radikal belirlenimsizlik gördüklerinden indirgemeci Marksist teoriyi reddederler. Çünkü, toplumsal ve belirlenimsiz, sürekli değişen özne konumlarının hareketlerine dayanan bir toplumsal yapıda işçi sınıfının ayrıcalıklı bir konumu olamaz. Çünkü, çoğul özne konumları arasında eklemlenme ve hegemonya ilişkisine bağlı olarak sürekli bir geçişkenlik söz konusudur. Bu nedenle de belirli bir sınıfın ayrıcalıklı, sabit, önceden belirlenmiş bir konumu varsayımı üzerinden siyaset yürütülemez. Burada öne sürülen tartışma, söylemsel olarak üretilmiş olan çoğul ve istikrarsız özne konumlarının bağımlılık ilişkilerine karşı sürekli, sonu gelmez ve bitimsiz mücadelesinin söz konusu olduğudur.

Post-Marksizm bu düşünceleriyle Marksizmdeki sınıf siyasetinin içerdiği program ve hedefleri, sosyalist toplumu yadsımaktadır. Laclau ve Mouffe, demokrasinin radikalleştirilmesi, yani istikrarsız özne konumlarının çoğul mücadeleleriyle gelişecek ve gelişmekte olan radikal demokrasi fikrini öne sürerken, Marksist kuramdaki(Das Capital) gibi bilimsel, ekonomi politik bir kapitalizm çözümlemesiyle ilgilenmezler. Onların toplumsal projesi, burjuva liberal demokrasinin derinleştirilmesi ve insan özgürlüklerinin genişletilmesi doğrultusunda radikalleştirilmesidir. Bu radikal demokrasi toplumunun kapitalist ekonomik yapısı aynı kalacaktır. Post-Marksistlere göre, Marksizmdeki iktidar odaklı sınıf mücadelesi özcü olmanın yanı sıra siyasal olarak da zorunlu bir biçimde totaliter yapıya sahip görünmektedir. Marksizmin sınıf kavramını eleştiren post-Marksistler, toplumsal ilişkileri dışlayan, kaba ve indirgemeci bir ekonomi anlayışını Marx’a atfederek bu eleştiriyi temellendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa, toplumsal ilişkilerin üretim alanı ve süreçleri üzerindeki rolü Marx’ın temel vurguları arasındadır ve ekonomi, Marksist bilim yönteminde en üst soyutlama düzeyi olarak çözümlemeye katılmaktadır. Marksizm, post-Marksistlerin iddia ettiğinin aksine, ekonomi ile siyaset arasında diyalektik bir ilişki olduğunu savlar. Sınıfın tarihsel materyalizmde toplumları geliştirici iç çelişkilerde baş çelişki unsurlarından olması tarihsel maddeci toplumsal gelişmenin diyalektik özüdür. Post-Marksistler sosyalist mücadelenin başarısızlığını tarihsel maddeci sınıf mücadelesine bağlarken toplumda devletin rolünün genişlemesine de karşı çıkmaktadırlar.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
spartakus
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 23.11.2013
İleti Sayısı: 624
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: spartakus
Cevap Tarihi: 03.08.2015- 02:06


4.POST-MARKSİZM VE TÜRKİYE
Türkiye’deki kimi sol çevrelerde 1960’lı yıllardan bu yana toplumumuzun tarihsel gelişimini Marksist tarihsel materyalizmin kuramsal aşamalarıyla çakıştırmak, böylelikle de olası bir Marksist devrimi Marksist kurama uygun biçimde amacına ulaştırmak, daha doğrusu Marksist kuramsal tarih modeline ülkeyi uydurmak kaba(vulgar)ideolojik saplantısı sürüp gitmiştir. Buna göre Marksist militan ve entelektüel çevrelerdeki Marksçı kuramın pratikte gerçekleştirilmesine yönelik şabloncu saplantılı çabalar, mitolojik haydut Prokrüstes’in kaçırıp da yatağına uydurmak için boyu kısa insanları uzatması ya da uzun boylu olanların ayaklarını kesip kısaltmasından başka bir anlam ifade etmemiştir. Şimdilerde aynı süreç bu kez post-Marksist kuram açısından yaşanmaktadır. Bir ülkedeki toplumsal gelişmelerin ille de radikal bir kurama uydurulması gerekmemektedir. Ülkemizde halk katılmadıkça, daha doğrusu sosyalizme yönelik önyargılar giderilerek barışçı ya da barışçı olmayan devrim gerçekleştirilemedikçe başka kuramlara, düşüncelere başvurulmuş ya da toplumumuzda en örgütlü güç olan TSK’dan medet umulmuş, onunla ittifaklar yapılmasına çalışılmış, bu güç sosyalist devrim için türlü propaganda ve ajitasyonlarla tahrik edilmiştir.. Birikim ve Mürekkep gibi dergilerin sık sık gündeme getirdiği post-Marksist düşünceler de bu türden çalışmaların bir yenisidir. Ayrıca, sosyalizmin nasıl bir toplumsal sistem olması gerektiği konusunda, Marx-Engels’in Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi dışında, fazla bilgi vermemiş olan Marksist kuramın sonradan ortaya çıkan Sovyet deneyiminin Stalinci totaliter-bürokratik devleti, insanların özel yaşamını sosyalizmi gerçekleştirmek, sosyalist insanı ortaya çıkarmak adına yok ettiğinden, bu olumsuz deneyimlere bir çare bulunmak üzere öncelikle Stalincilik yadsınmış, mutlu, sömürünün yok olduğu sosyalist bir ekonominin ancak ‘gerçek bir demokrasi’(radikal demokrasi) olarak sosyalist ve komünist toplum aşamaları yerine gerçekleşeceği ileriye sürülmüştür. Bu doğrultuda Ömer Laçiner’in Birikim dergisinin Kasım-2010 tarihli 259.sayısında yer alan ‘Sosyalizm Nedir, Ne Olmalıdır?’ başlıklı yazısı ile Ahmet İnsel’in yine aynı sayıdaki Engels’in bir sözünü başlık yaptığı ‘Günümüzde Demokrasi Komünizmdir veya tam tersi’ başlıklı yazısı post-Marksist düşünce bağlamında iletiler içermektedir. Marksist tarihsel materyalizm kuramına göre sosyalist ve komünist toplumun gerçekte ‘radikal bir demokrasi’ olması yaklaşımı yukarıdaki açıklamalarım ışığında post-Marksist bir yorum olarak düşünülmelidir.

Türkiye solu başlangıçtan beri ideolojik-düşünsel bağlamda Türkiye üzerine kuramsal tezler ve yorumlar karmaşası, romantik özellikli verimsiz tartışmalar yığınıdır. En önemlisi de geniş kitleler hep bu tartışmaların dışında olmuş, daha çok küçük sol gruplar, bir kısım akademisyen ve entelektüel kişiler Türkiye toplumuna yönelik Marksçi kuramsal tartışmaları yürütmüş, yayınlar yapmış, dergiler çıkartmış, gerektiğinde ‘pratik’ açıdan diyelim(!) kavga da etmiştir. 1960’lı yıllarda Milli Demokratik Devrim(MDD) hareketi bağlamında Türkiye’nin Doğu Anadolu’daki aşiret yapısına bakılarak yarı feodal bir ülke olduğu savunulmuştur. MDD kuramsal yapısı bu nedenle asker-sivil bürokrasiyi toplumda devrim yapacak güçler olarak görüyordu. Çünkü, Türkiye, azgelişmiş ve sömürge deneyimi dışında kalmış bir ülke olduğundan devrimi yapacak batılı gelişmiş ülkelerdeki burjuva sivil toplumlardaki gibi proletaryaya sahip değildi. Bu nedenle sosyalist devrim için köylülerden medet umuldu ve Maocu yöntemler, Çin Halk Cumhuriyeti devrim stratejisi tartışıldı. Kimi solcu gruplar da Kemalizm’de sosyalizme açılan devrimci öz bulmaktaydı. Hala bu düşünceyi romantik biçimde sürdüren, seçilmiş hükümeti devirmek üzere ittifaklara girişen sol gruplar bulunmaktadır.

Post-Marksistlerin radikal demokratik devrim stratejisi ile Türkiye’yi yarı feodal, yarı sömürge kabul eden MDD hareketinin milli demokratik devrim stratejisini birbirine karıştırmamak gerekir. Post-Marksistlere göre barışçı ve şiddet içermeyen demokratik devrimin derinleşmesiyle radikal bir antikapitalist politikanın potansiyel olarak ortaya çıkması, proletarya öncülüğünde yapılacak bir sosyalist devrimle değil, toplumun çok geniş kesimlerince alınacak global politik kararlar sonucu gerçekleşecek; Marksist kuramdaki gibi toplumsal yapı içindeki belirli konumlara, sınıfsal çıkarlara bağlı olmayacaktır. Onlara göre, sosyalizme uygun hedefler, sınıfsal çıkarlar açısından tanınan dar maddi amaçlar değil, sınıfı aşan evrensel insan hedefleridir. Sosyalist politika bütünüyle maddi çıkarlara dayandırılamaz. İkna yolu ile sosyalizmin sunduğu daha yüksek ve akılcı yaşam ülküsüne açık olan sağduyulu insanlara seslenen özerk değerler ve düşünceler yolu ile kurulmalıdır. Reel sosyalizmde proletarya diktatörlüğü uygulanmış, ancak, insanlar arasında eşitlik, kardeşlik ve özgürlük gerçekleştirilememiştir.
Post-Marksistler, yeni toplumsal hareketler bağlamında yürütülen demokrasi mücadelesini sınıf savaşının yerine ikame ederken sosyalizmin eşitlik ve özgürlüğün sistemi olduğunu söylüyorlar. Bu bakımdan onlara göre sosyalizm liberal demokrasinin uzantısıdır. Liberal devlet insanların daha fazla özgür olmasına yönelik demokratik reformlara tabi tutulmalıdır. Liberal devletin kurucu ilkelerinin bütünü olan güçler ayrımı, genel oy hakkı, çok partili sistem, medeni haklar, özel yaşamın korunması radikal biçimde geliştirilmelidir. Solun günümüzdeki görevi liberal-demokratik ideolojiyi reddetmek, kurumlarını kanlı bir devrimle ortadan kaldırmak değil, tam tersine onu radikal ve çoğul bir kurumsal demokrasi doğrultusunda geliştirmek, derinleştirmek ve genişletmektir. Post-Marksistlere göre siyasal proje, türdeş bir özne olan işçi sınıfının yürüttüğü sosyalizm mücadelesi yerine çoğul bir öznenin yürüttüğü radikal çoğulcu demokrasi mücadelesidir. Bu konu ülkemizde ÖDP’nin Özgürlükçü Demokratik Devrim sloganıyla halka yansıtılmıştır.
Post-Marksistlere göre, Marx’ın, Hegelci ve on dokuzuncu yüzyıl matrisleri içindeki kuramının yeniden yorumlanması bağlamında bu kuramın temel dayanağı, işçi sınıfının toplumdaki demokratik konumunun yeniden değerlendirilmesi, şiddete dayalı devrim amacını ortadan kaldıracaktır. Post-Marksistler, İkinci .Enternasyonal’de Karl Kautsky’nin yanıldığını belirterek, kapitalizmin giderek orta sınıfların ve köylülerin proleterleşmesine yol açacağını, bunun sonucu olarak da sistem bunalıma girdiğinde her şeyin kapitalistlerle işçi sınıfı arasındaki son hesaplaşmaya(kanlı devrime) indirgeneceği düşüncesinin anlatıldığı gibi gerçekleşmediğini, mutlak artı-değerden göreli artı-değere geçişin, hiç de kapitalist birikimin içsel mantığının bir sonucu olmadığını, bunun işçi sınıfının geniş çaplı mücadelesinin bir sonucu olduğunu ileriye sürmüşlerdir.

Bu düşünceler 1968’li yıllarda TİP’teki tartışmaların odağını oluşturmuştur. 1970’li yıllarda Türkiye İşçi Partisi(TİP), ‘Tek Parti Tek Cephe’ sloganını öne çıkararak Türkiye Komünist Partisi(TKP)ile birlikte hareket etmeye başlamıştır. Avrupa solunun etkisiyle 1968’de TİP Başkanı Mehmet Ali Aybar, Türkiye için ayrı demokratik geçişli “Türkiye sosyalizmi” modeli önermiştir. Bu model gerçekte tipik post-Marksist düşünceler içermektedir. Türk solunda 1960’lardan sonra etki yapan ve model olan Latin Amerika tipi fokocu devrim çabaları(Castro, Guevara, R.Debray çizgisi) da halktan kopuk olduğundan sonuçsuz kalmıştır. Asker kökenli Doğan Avcıoğlu’nun tezleri de bu çizgiyi devrimci çevrelerde popüler hale getirmiştir. Bu silahlı hareketleri TSK’daki kimi devrimci gruplar destekler gibi göründüyse de bu gücün yönetim kademesi Amerikan yanlısı olduğundan istenilen şekilde bir sonuç alınamamıştır. 12 Eylül askeri darbesinden sonra Avrupa’ya giden göçmen solcuların yurda dönüşleri sol düşünceyi etkilemiş ve post-Marksist görüşlere ivme kazandıran bir etken olmuştur. B u görüşler sonradan ‘özgürlükçü, laik, demokratik cumhuriyet’ peşinde koşan Özgürlük ve Demokrasi Partisi(ÖDP)’nde cisimleşmiştir. Solun bir bölümünün günümüzde siyasal iktidara karşı askeri vesayet yanlısı Kemalist güçlerle birlikte hareket etmesi de bu bağlamda düşünülmelidir.

Gerçekte Türkiye topraklarında 1919 yılından bu yana toplumun iliklerine kadar denetim sahibi olan uzun bir askeri darbe süreci yaşanmaktadır. Bu dönemde zaman zaman liberal ve demokratik çok parti denemeleri yaşanmış olsa da Kemalist asker-sivil bürokrasi ve onun tek partisi(CHP) militarist vesayetçi statükoyu devam ettirmiş, uzun darbeyi sürdürmekte yarar gören askeri vesayet sistemi nedeniyle Türkiye toplumu hiçbir zaman sivil bir burjuva demokrasisine dönüşememiştir. Türkiye’nin bir sivil toplum olmaması Marx’ın kuramına temel aldığı batılı sivil toplum için geliştirdiği bilimsel düşüncelerle bire bir çakışmamaktadır. Marx, kapitalizm öncesi ekonomi biçimleri, asya tipi üretim tarzı ve doğu sorunu bağlamında doğudaki azgelişmiş tarım toplumlarının iç dinamiklerini tartışmış; ancak, ömrü bu konularda derli toplu bilimsel çözümler gerçekleştirmesine izin vermemiştir. Doğu toplumlarında din de özellikle bireyin yaşamında çok etkili bir üst yapısal kurumdur ve batılı gelişmiş toplumlardaki işlevi açısından doğu ülkelerinde çok farklı durdurucu, tutucu toplumsal etkileri vardır.
Gramsci’nin çözümlemeleri bağlamında toplumumuzdaki hegemonik yapıyı şöyle açıklayabiliriz: Ülkemizde Kemalist baskı ve onaya dayanan militarist ideolojik sistem yurttaşı her tarafından sımsıkı kavrar. Daha çocukluğundan başlayarak onu önce aile, sonra okul dünyasıyla, daha sonraları da ordu, adalet, kültür, eğlence ve bürokrasi ile bütünleştirir ve böylece ölene kadar hiç soluk aldırmadan onu militarist Kemalist kültür içine hapseder. Birey böylelikle askeri, milliyetçi sloganlarla düşünür ve her an militarist siyasaları benimsemeye eğilimli koşullandırılmış bir yurttaş haline getirilir. Ülke, binlerce penceresi olan bir hapishane olarak Kemalist hegemonyanın hüküm sürdüğünü simgeler ve bu hegemonya gücünü, kaba kuvvetten değil, demir parmaklıkları göze daha az görünen ne kadar az görünürse o kadar etkinleşen hapishane gücünden alır. İdeolojik egemenliğin hegemonyacı asker-sivil bürokratik sınıfa sağladığı başlıca yarar, toplumun diğer sınıflarında yabancılaşmış bir bilinç yaratarak, sınıflı toplumun içersinde debelenip durduğu güncel çelişkileri milliyetçilik, yurtseverlik ve birlik- bereberlik, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz resmi propagandalarıyla gözlerden saklamaktır. Dolayısıyla birincil tabi sınıfın(burjuva ya da proletarya olabilir) karşı karşıya olduğu ana sorun; asker-sivil bürokratik yönetici sınıfa karşı ideolojik düzeyde de ardı arkası kesilmeyen ideolojik mücadele verme sorunudur. Kemalist cumhuriyette halkı denetim altında tutmanın en etkili yolu, okullar, camiler, partiler, geleneksel ve organik aydınlardan oluşan kültür kurumlarınının organik ağıdır. Bu yapı, Cumhuriyet dönemi boyunca olağanüstü dönemlerde yeni anayasal düzenlemeler yaparak halkın onayını almış göründüğünden sürekli olarak kendisini yeniden üretebilmiştir.

Solun Türkiye toplumuna değin kuramsal ve pratikte stratejik hedef belirleme çalışmaları günümüzde de sürüp gitmektedir. Bu bağlamda şimdilerde Kemalist faşizan özellikli Jacobin Cumhuriyeti savunmak da bir tür “solculuk” olarak görülmekte, bu nedenle bazı ayrıksılar dışında ileri ufaklı sol gruplar askeri vesayet rejimini savunan asker sivil bürokrasiyi desteklemektedir. Bu sol grupların yanı sıra Kürt halkı adına ‘halk savaşı’ yürüttüğünü savlayan Kürdistan İşçi Partisi(PKK) de gerici iç çelişkileri artırmak, savaşı tırmandırmak amacıyla asker-sivil bürokrasiyi destekler görünmektedir. Bu durum 2010 yılında yapılan referandumda ortaya çıkmıştır. Türkiye’de öncelikle bir sivil toplum gereksinimi olduğu ortadadır. Bu sivil toplum talebi ekonomi politik bağlamda daha dinamik özellikleri olan taşra burjuvazisi üzerinden gelmektedir. Ancak, post-Marksist kurama uygun biçimde karmaşık kolektif irade grupları örgütlü biçimde ortaya çıkmış değildir.

İstanbul’daki büyük burjuvazi çevreleriyle taşra burjuvazisinin dinamik çevreleri, işçi sınıfı, küçük burjuvazi öncelikli toplumsal amaç olan sivil toplum ve gerçek demokrasi için birleşememektedir. Sivil toplum için burjuvazinin özgün fikri olmadığı gibi özgün bir laik liberal felsefe de üretilememektedir. Bu boşluğu toplumda demokratikleşme ve sivillik talep eden taşra burjuvazisinin İslâm dinine yaklaşımları doldurmakta, bu nedenle gerçekte sivil toplum ve demokrasi talepleri Kemalist laikliğe, bürokratik cumhuriyete karşıtmış izlenimi yaratmaktadır. Taşra burjuvazisinin tarihte batının gelişmiş kapitalist ülkelerinde görüldüğü gibi laik bir düşünce yapısı, filozofları ve batılı anlamda bir felsefesi olmadığından derli toplu fikirler ve uygulamalar bütünü görülen İslâm dini ister istemez öne çıkmakta; sivil ve demokratik özgürlükler topluma din özgürlüğü üzerinden sunulmaktadır. Kısacası günümüzün temel sorunu, en başta, Türkiye’de, laik, sivil, özgürlükçü bir burjuva sınıf felsefesinin olamaması, din ve bürokratik jacobin eklektik düşüncelerin bunun yerini doldurarak toplumun gelişme aşamasıyla bağdaşmayan yapay ve gerici bir çatışma ortamı yaratmasıdır. Ülkemizde liberal, sivil toplum ve gerçek demokrasi yanlısı taşra burjuvazisinin aslında bu çizgiyle hiç de bağdaşmayan dinden, dinsel uygulamalara özgürlük üzerinden düşünsel düzeyde medet umması, İstanbul’daki büyük burjuvazinin askeri vesayet sistemi ve Kemalizmin sloganlardan oluşan düşüncelerinden medet umması kadar çelişkili ve yanlıştır. Kısaca, Türkiye toplumunda hiçbir şey yerli yerinde değildir. Atın önünde et, itin önünde ot vardır. Kısır çekişmeler, değişim açısından enerji savurganlığı sürüp gitmektedir. Bununla birlikte, AKP’nin seçime yönelik olarak, kendi dönüşümü açısından din ve etnik milliyetçiliğin uzağında kalacağını açıklaması ilginç ve umut vericidir.
Türkiye’nin temel sorunu orta erimde sivil ve gerçekten demokrat bir burjuva toplumunu tüm kurumlarıyla oluşturmaktır. Kemalist Cumhuriyet Marksist tarihsel maddecilik kuramına göre askeri darbeye dayanan militarist yapısıyla toplumun geçmişten gelen iç dinamiğini yok etmiş, toplumsal sınıfların gelişimine ve siyasal güç kazanmasına izin vermeyerek onları devlet aygıtını kullanan asker-sivil bürokratik seçkinler zümresinin vesayetine bağımlı kılmıştır. Bu nedenle günümüzde Cumhuriyetin devlet eliyle palazlandırdığı büyük burjuvazi devleti yönetmek, siyasal gücü toplumda hegemonya yaratacak biçimde ele geçirme, askeri vesayetten kurtulma konusunda isteksiz ve cesaretsizdir.Daha doğrusu büyük burjuvazi asker-sivil bürokrasinin yurtseverliği, devleti yönetmesi, siyasi işleri üstlenmesinden memnundur. Bu işlerle can-ı gönülden uğraşanlar varken o sadece ceplerini doldurmakla uğraşmaktadır. Oysa, siyasi misyonu taşra burjuvazisi daha radikal biçimde yürütmekte ve anlamaktadır. İşçi sınıfı da sivil toplumun geliştirilmesi için liberal burjuvazi öncülüğünde hegemonyaya katılacak, onu destekleyecek yerde, sendikaları öncülüğünde gerici Kemalist askeri vesayet sistemini ve onun partisi CHP’yi destekleyerek büyük burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir. Türkiye’de günümüzde hegemonik güç, geriletilmiş olsa da, yasalar değişmediğinden hala büyük burjuvazi ve laik yönelimli Cumhuriyet işçilerinin 12 Eylül modeli sendikaları aracılığıyla desteklediği asker-sivil bürokrasidir. CHP’nin yapılacak ilk seçimde iktidara gelmesi Kemalist askeri vesayet sisteminin tekrar onarılması ve eskiden olduğundan daha güçlü duruma getirilmesi sonucunu doğuracaktır. Bu nedenle toplumumuzda post-Marksist radikal demokrasi ya da Gramsci’nin Marksist hegemonya kuramına uygun burjuva sivil toplumu ve gerçek demokrasiyi kurmak için Kemalist hegemonik bürokrasinin ‘Cumhuriyet elden gidiyor’ propagandasına kapılmayan ilerici burjuva sınıfı öncülüğünde sivil ve gerçek demokrasi toplumunu kurmalıyız. Bu toplum post-Marksistlerin radikal demokrasisi de olabilir. Post-Marksizmin radikal demokrasi yaklaşımı Türkiye’de kariyeri açısından sosyalizm ve komünizmden korkan akademik çevrelerde de taraftar bulmuş olup; Türkiye solunun yaşadığı derin bunalımın aşılmasının tek yolu olarak da görülmektedir. Radikal demokrasi Fuat Keyman’a göre demokratik bir devlet/sivil toplum ilişkisinin parametrelerini kurmaya çalışan bir projedir(Keyman, E.F.(1999)Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul, Bağlam). Levent Köker de, ‘Radikal Demokrasi’ adlı çalışmasında liberal demokrasinin yaşadığı meşruluk bunalımını kendisini katılımcı bir demokrasiye dönüştürerek aşabileceği görüşündedir(Keyman, 1999,s.139). Nur Betül Çelik ise, küreselleşmenin Türkiye’de daha radikal ve çoğulcu bir demokrasi tasarımını belirginleştirdiğini ileriye sürmüştür(Çelik, N.B.(1997) ‘Radikal Demokrasi, Çoğulcu Demokrasi ve Sol’, Mürekkep, No:7, s.49-58).

Ülkemizin, klasik Marksist kuram ve batılı gelişmiş ülkelere göre’ tarih dışılığı’ toplumumuzun gerçek bir sivil toplum ve burjuva demokrasisine dönüşmesiyle sona erecek; daha doğrusu Marksizmin öngördüğü gerçek bilimsel gelişim rayına oturacaktır. Bu açıdan, Türkiye’de öncelikle sivil ve gerçek bir demokrasi kurmak amacına yönelik olarak klasik Marksist veya post-Marksist olmak bu aşamada fazla bir şey ifade etmiyor. Ancak, Cumhuriyet mitinglerinde ortaya çıkan kitle, post-Marksist karmaşık kolektif irade gruplarına benziyordu ve saman alevi gibi yanıp söndü. Kanımca, günümüzde dinamik burjuvazi öncülüğünde sivil toplumu ve gerçek kurumsal demokrasiyi kuracak Gramsci’nin belirttiği türden dinamik öncü sınıflara ve demokrasi yanlısı ilerici etnik azınlık unsurlarına dayanan bir hegemonyaya gereksinimimiz var. Bu hegemonya her türlü çatı altında gerçekleşebilir. Post-Marksizm türünden metafizik özellikli kuramsal fantezilere gereksinimimiz olduğunu düşünmüyorum. Marksist kuram, ilerici ve bilimsel yapısıyla, insanlık ve toplumumuz için post-Marksizm gibi kapitalist ekonomi biçimini sürekli kılan radikal burjuva demokrasisi vaad etmekle yetinmiyor. Karşıt güçlere dayanan diyalektik toplumsal gelişmeyi radikal demokrasiyle dondurmuyor. Aksine, radikal demokrasiyi bizimki türünden toplumlar için zorunlu bir aşama kabul edip, kapitalist ekonomik dizgenin ortadan kaldırıldığı yeni ve daha dinamik toplumsal aşamalar öngörüyor. Klasik Marksist kuramı doğru anlayıp toplumumuzu ve dünyayı doğru çözümlemeliyiz.

Nisan-2010, Ankara. Abdullah Şevki




Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör MARKSİZM nedir? melnur 10 7510 15.02.2021- 13:36
Konu Klasör Post-Ergenekon melnur 0 3360 15.08.2013- 10:29
Konu Klasör Liberal mi? Post-modern mi? tarihselmaddeci 1 4479 26.06.2015- 15:29
Konu Klasör Neo + Post = Pre-Metin Çulhaoğlu denizcan 0 2920 23.12.2014- 12:17
Konu Klasör Post-modern faşizm toplumcu 0 3115 14.01.2014- 23:21
Etiketler   POST-MARKSİZM,   TÜRKİYE
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS