SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 
Çetin Altan hayatını kaybetti           (gösterim sayısı: 9.296)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
munzur
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 19.12.2013
İleti Sayısı: 1.075
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: munzur
Konu Tarihi: 22.10.2015- 13:10


Çetin Altan hayatını kaybetti

Gazeteci-yazar Çetin Altan, tedavi gördüğü hastanede 88 yaşında hayatını kaybetti.

Resim Ekleme

USTA gazeteci-yazar Çetin Altan, 88 yaşında hayatını kaybetti. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nce (TGC), yapılan açıklamada, "Basınımızın usta kalemlerinden gazeteci-yazar Cetin Altan'ı yitirdik. Üzüntümüz büyüktür" denildi.

Basın Konyesi de Çetin Altan'ın ölümüyle ilgili mesajında,   "Romanları, oyunları ile edebiyat dünyasının renkli yazarı, eserleri dünya dilerine çevrilmiş 20. yüzyılın güçlü kalemi, eski milletvekili, duayen gazeteci-köşe yazarı Çetin Altan'ı kaybettik. Başta Ailesi’ne, sevenlerine, dostlarına ve basın camiasına başsağlığı diliyoruz. Çetin Altan ışıklar içinde uyusun..." ifadelerine yer verdi.

ÇETİN ALTAN KİMDİR? GAZETECİLİĞE 1946'DA BAŞLADI

1946’da Ulus Gazetesi’nde başladığı gazetecilik hayatını 87 yaşında Milliyet’teki ‘’Şeytanın Gör Dediği’’ köşesindeki yazılarına ara verene kadar sürdürmüştü. Büyük Gözaltı (1973), Bir Avuç Gökyüzü (1974), Viski (1975) ve Küçük Bahçe (1978) ile roman, Üçüncü Mevki (1946) ile şiir, Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat (2009) ile eleştiri,   Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri(1985) ile öykü dalında eserler verdi; çoğu sahnelenen on tiyatro oyunu yazdı. Sayısız deneme, inceleme kitabına imza attı.

Cumhuriyet



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
munzur
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 19.12.2013
İleti Sayısı: 1.075
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: munzur
Cevap Tarihi: 22.10.2015- 13:16


Çetin Altan: Hayal ettiğim ülke bu değildi

Çetin Altan doğum gününü kutladı, 88 yıllık mücadelesini Cumhuriyet için özetledi.

Resim Ekleme

Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.

Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i maksuda ulaşılamasa da çok yol katettik.

Bir ömür, sadece amaca ulaşmak için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de harcanır.

Yaralı bir devi ayaklarının üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki gibi “sihirli kedinin çizmelerini” giyerek amacına doğru uçarak gidecek.

Biz torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakamıyoruz.

Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken “torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakıyoruz” deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz.

Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.

Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz.

Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.

O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.

Enseyi karartmayın.

Cumhuriyet



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
munzur
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 19.12.2013
İleti Sayısı: 1.075
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: munzur
Cevap Tarihi: 22.10.2015- 21:15


Çetin Altan’dan 10 hayat dersi.

Türkiye’de vasata kafa tutan insanların en başındaydı Çetin Altan. Yazıları, kitapları zihin açardı. Bilgiyi aktarmaz çağlayan gibi akıtırdı. İşte o güzel insandan geriye kalan 10   hayat dersi

Resim Ekleme
1- Başarı yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmektir.

2- İnsanlar değerli olmayı unuttular, önemli olmaya çalışıyorlar.

3- Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra, ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta.

4- Politika demek, kazığı atarken söylediğin nutukları, kazığı yiyenlere alkışlatmak demektir.

5- İyi yaşamak zamanı olanaklar çerçevesinde en unutulmaz bir tat içinde.

6- Mutluluk sevdiğinle zamanı unutmaktır.

7- Neyi merak ediyorsan, o önemlidir hayatta. Merak etmediğin şey görünmez sana.

8- Yazı dediğin, 100 sene sonra birileri baktığı zaman sana ‘dangalak’ demesinler diye özenle yazılmalıdır.

9- Uydurunuz. Uydurdukça dünya ile belki daha kolay anlaşırsınız. Nasıl olsan onun için de ‘yalan dünya’ diyorlar. Ama unutmayın ki, uydurma gereği duymayanlar için de ‘adam’ diyorlar.

10- İnsan gerçekleşmeyecek şeyi düşünemez. Kristof Kolomb mutlu olsa denizlere açılır mıydı?

Hürriyet



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 23.10.2015- 10:47


Şeytanın gör dediği
Asaf Güven Aksel



Dün, iki ölüm haberi geldi. Önce Çetin Altan, sonra Yılmaz Köksal. Bu iki ismi birlikte düşünmenin başka bir gerekçesi olabilir miydi? Sanmıyorum.

Biri, siyasal ve entellektüel hayata ilişkin damga niteliğindeydi, biri, pelikülde akıp giden, genel gündelik hayata etkilemeyen bir siluet. Gene de, ölüm tarihlerindeki çakışmanın dışında, ortak bir yazının konusu olabilirler mi? Sanırım.

Çetin Altan’ın ardından yazılanlar, sadece hazırlıksız yakalanmışlığın nötr tepkilerinden ibaret değildi sanki ilk gün için. Bugünden sonrasını bilemem, ama, haberin duyurulmasında ve paylaşımında kullanılan dil, ilginçti.

“Aramızdan ayrıldı”daki sahiplenmede de, “hayatını kaybetti”deki nesnel mesafede de, tavırsızlıkla başlıklara yansıdı. Basit ansiklopedi maddesinden ibaret yaşam öyküsüyle haberleştirmekte ortaklaşıldı. En kabadayısı, köşe yazılarının başlıklarından göndermecilik oynadı. Öznel değerlendirmelerde, ağırlıklı olarak, “acı bir kayıp” yaklaşımına rastlandı.

Gerek yazılarıyla, kitaplarıyla, gerek bir aydının partili yaşantısıyla, gerek parlamento kürsülerinde verdiği mücadeleyle ve bu uğurda göğüsledikleriyle, sonrası ne olursa olsun, Çetin Altan’ın özellikle 60’larda sosyalizm dalgasının yükselmesindeki payı unutulamaz. Aktif siyasetten gazete sayfalarına çekildiği dönemde bile, sosyalist bir aydın kuşağı beslemeyi sürdürdüğü kaydı düşülmeden, eksik bırakılamaz. Birikimdir, zekâdır, maharettir.

Ama, bu gerçeklere, -tekrar edeyim, sonrası ne olursa olsun- o yıllarına vefaya bağlı bir saygı duruşu muydu söz konusu nötr yaklaşım?

Keşke bu kadar insanca olsa. Keşke, Orhan Veli’nin “ölünce biz de iyi adam oluruz” dizesi hükmünü yürütse. Keşke, birini kaybettiğinizde zihninizde ilk belirenin güzel anılar olması türünden bir sızı diyebilsek. Hayır, korkarım bu, ölür ölmez unutulmak. Ya da, daha kötüsü...

Mezar soyguncusu bir babanın insanlarca lanetlenip durmasına içerleyen oğulun, herkesi ona rahmet okutacağına and içmesi ve soyduğu mezarlardaki bedenlere bir kazık çakarak bunu yerine getirmesi, “rahmetli hiç değilse bunu yapmazdı” dedirtmesi durumu olabilir mi?

Mahdumları, babalarının tırnağı etmeyecekleri çapsızlıklarıyla siyasal, edebi ve akademik öyle kepazelikler sergilediler ki, sistemin ve efendilerinin hizmetine öyle banal soyundular ki, Çetin Altan’ın bütün bunları bir çelebilik, entellektüel derinlik, usta işi üslup ve hünerli bir kalemle yapıyor olmasına rahmet okuttular. Kötü birer kopya bile olamadılar, Çetin Altan’ın en çok indiği noktaya bile çıkamadılar. Babaları vezirdi diyelim, onlar dalkavuk...

Söylemeye gerek var mı, burada mahdumlar sadece rastgele örnektir.

AKP kadrolarının, Erdoğan’ın, Demirel’in ölümüne bile hayıflanan solcular gözlemletmesi gibi. “O, hiç değilse...”

Bir hakkı teslim etmekle, hak sahibinin üstlendiği rolü ayırt etmek, gene de bu kadar zor olmamalıydı.

Ara dönemleri geçelim, Türkiye’nin 12 Eylül sonrası idaresinin devredildiği ANAP yıllarına, Özal “sivilliği” denilen dizginsiz liberalizme verdiği büyük destekle, Çetin Altan, halen hakkını teslim etmekte sakınca görmediğimiz çizgisine de, halkın bilinçlenmesinde pay sahibi olan entellektüel yetilerine de ihanet etmişti.

Yaşarken söyleyip durduğumuzu, ölünce söylemekten bizi alıkoyan ne? Bir dönekti. Üstelik, bir sürü pespayeyle kıyaslanamayacak nitelikte olduğundan, hayli yıkıcı bir dönek. Kalitesini düzenin emrine amade kılan bir dönek.

Lenin, Marksizmi kavramasındaki rolünü inkâr etmeksizin, literatüre dönek olarak kaydedilmesinden çekinmemişti hocasının.

“Ölüleri hayırla yad eden” bir gelenek sirayet etmiş olabilir mi, yazıklanan solculara peki? Ama daha kötü bir şey var sanki...

Hani, mahdumları demokrasi kahramanı olarak algılatan bir şey. Hani, solcuları Taraf’çı yapan bir şey. Hani şimdi düzen partilerine demokrasi için akıtan bir şey.

Kalite farkı tartışılamazsa da, babalar ve oğullar edebiyatındaki siyasal konum farkı neydi ki, bu kadar nötrüz?

2000’e Doğru dergisinde “dönekler” konulu yazı dizisi yapmaya karar verdiğimizde, uzunca bir listenin başındaki isim Çetin Altan’dı. Yaptığım tartışmalı röportaj, diziyi güme götürmüş, Çetin Altan’ın “Marksizm haklı” sözü kapak olmuştu.

1987’de Çetin Altan’ın Marksizmi doğruladığını söylediği şeyler, teknolojinin emek sömürüsünü ortadan kaldıracağı, robotların çalışma zorunluluğu bırakmayacağı türünden, kendisine yakışmayacak kadar kof ezelî tezlerdi aslında. Bölüşüm ve siyasal iktidar sorularına, “ufak sorunlar var tabii, ama bulunur çaresi” diye yanıt veriyordu.

Marksizm sınıfları, emekçi iktidarını, devrimi unutursa haklıydı! Kapitalizm Marksistti o zaman!

Bu röportaja ve kullanılan başlığa, o zaman soldan epeyce tepki gelmiş, Çetin Altan’ın Marks’ın öngörülerine uygun şekilde kendini değiştirip ehlileşmiş bir kapitalizm ve anti-otoriter özgürlük dünyası, demokrasinin yükselişi gibi görüşlerine reddiye mektupları yağmıştı. Bunun neresi Marksizmdi?

Aynı Çetin Altan, Nokta dergisinin kapağında, elinde “u dönüşü serbest” tabelası tutarak gülmüyor muydu?

Şimdi o reddiyelerin, tepkilerin soğurulduğu bir manzaradır, o görüşleri giderek sistematik olarak beyinlere zerk eden bir kalemin ölümüne nötr kalışı açıklayan.

Bunun neresi Marksizm sorusu, sınıflar ne olacak sorusu, siyasal iktidar sorusu, devrim sorusu unutulduğu için, aslında bir vefa, sosyalizmin kitleselleşmesine verdiği katkıya saygı değildir bu.

Vazgeçiş yıllarının Çetin Altan’ına kıyamdır ölüsünün ardından...

Amerikan işgaline karşı savaşırken ölen 365 Vietnamlı çocuğun destanını, “yaşlarının ortalaması 15’ti, yani ortanca oğlum Mehmet’ten bile küçüktüler” dediği çocukların vatanları için toprağa düşüşünü anlatırken Çetin Altan, oğlunun “bağımsızlık en kötü ve kan akıtıcı kavram” dediğine tanık oldu.

“Eğlenin yavrularım eğlenin” diye seslenirdi ülkesinin çocuklarına, o ironik 23 Nisan şiirinde, göklerimizde dalgalanan çok yıldızlı bir bayraktan ve sömürücüler iktidarından söz ederdi. Sonra ailecek o bayrağa, o sömürücü sisteme selam dururlarken, Çetin Altan yaşıyordu.

Bir generalle düelloya hazırdı, şakakta mermi sürülmüş bir namluyla, vatanseverliği sınamaya çağırmıştı. Kiraz ağacı ve kadın memesine vatanı satarım dediğini duydu Ahmet'in.

Yeni yolunda elleri birleşmişti...

Öldü ve ne kaldı geriye? Anısına nötr yaklaşım mı?

“Hayal ettiğim ülke bu değildi” demiş. “Demokrasiyi göremeden öleceğim” demiş. “Daha iyi bir dünya için mücadele” demiş...

İsteyen, bu sözlerin içini kendi siyasal meşrebince doldurabilir şimdi. Biz dahil.

Ama bir de hayat vardı, bunlar söylenmeden önce. Bütün bunları çelen ya da kastını farklılaştıran bir hayat. Bugünlerin yoluna taş döşeyen bir hayat. O ne olacak?

Kimileri, bütün görüşleriyle birlikte, diyelim demokrasi faslını, ustanın vasiyetine uygun olarak bir düzen partisine çağrıyla tamamlayabilir.

Biz, sosyalizmin Çetin Altan’ını liberalizmin Çetin Altan’ına evirmeden, kesintiyi ve dönüşü unutmadan, bize kattıklarıyla anmayı da, karşı safa geçişini anımsatmayı da biliriz. Bu yüzden, nötr bir ölüm değildir.

Yılmaz Köksal’ın hayatımızda tuttuğu yere çok daha nötr kalabiliriz kuşkusuz. Yaşam öyküsünü, siyasal görüşünü, filmler dışındaki yapıp etmelerini hiç bilmiyorum. Sonraları dizilerde oynamış, hiç görmedim.

Ama aklınıza ne gelir? Daha doğrusu, bizim kuşağın aklına ne gelir? Önce, niye bilmem, siyah eldiven gelir. Siyah fular. Kovboy fimlerinden mi? Gangster öykülerinden mi? Kılıç sallarken balon gömlek kolları gelir.

Bir sinema emekçisi, haydi Yılmaz sen akrobatik hareketler yap derler. Uçar, zıplar, perende, takla atar, dıkşın dıkşın ateş eder, döşünde kılıç yarasıyla dövüşür...

Bir de bıyık vardır ama, bir de ne yapsa kendini dışa vuran gülen göz içleri.

İşte bende bu kadardır Yılmaz Köksal. “Koçum benim”dir. “Sen kaç, ben onları oyalarım”dır. Dostunun omuzlarını kavrayıp sıkıştır, kucaklayıştır. Vedadır.

Bazı isimler vardır, İhsan Yüce gibi, Kadir Savun gibi, onlar başrole çıkmadan iz bırakırlar bellekte. Bir güven duygusudur, bir iyi insan imgesidir. En berbat filmde görseniz onları, kurtarırlar vaziyeti. Sami Hazinses gibi.

Yılmaz Köksal, o soydandır. Vahşi Batı’da at da sürse, çıplak bir kadına siyah eldivenler ve silahla da yanaşsa, muzip gözdür, sevimli bıyıktır. Sıcaktır akışı size.

Hayatını bilmem, siyasal görüşünü bilmem. Şimdi ölmüş. Hep o yüzle sıcak kalacak yani.

Bu ölümün anlamı bu kadar düz. Bir Yılmaz Köksal vardı denilecek ve çok derinlere inerseniz belleğinizde, bir yol kıvrımında, bir filmin tek gülümsemelik sahnesinde durur çıkacak karşınıza. Kollarını kavuşturmuş, bir kapı eşiğine yaslanmış, şapkasını hafifçe yukarı kaldırmış bir gülümseme. Size kattığı şeyle kalmış ve kalacak demek bu.

Ne çok isterdim, Çetin Altan için de bunları söylemeyi. O sık ve uzun görüşmelerimizde, karşılıklı en düşmanca hitaplarda bulunurken bile keyifli sohbet tadı veren zekâ için...

Biri siyasal ve entellektüel hayata damga vurandı ölenlerden, biri pelikülde bir siluet.

Aynı gün öldüler.

Ne çok şey kattı Çetin Altan, ama bir sorgu ve kopuş kaldı geriye, bir öfke ölmeden bırakıp gidene.

Farkında bile değilizdir Yılmaz Köksal’ın, ne katacak ki, ama bir sıcak yüz, bir gülen çocuk göz kalmış işte, hep kalacak.

“Şeytanın gör dediği”, bu kıyastı işte. Bir soğukluk, bir sıcaklık.

Çetin Altan öldü, ama özgür ve mutlu bir ülkeydiyse istediği, ona da sözümüz olsun, “biz oraya bir başka yoldan gideceğiz”, onun vazgeçtiklerine sarılarak, buluştuklarına karşı savaşarak ve hiçbir koşulda, enseyi hiç, ama hiç karartmayarak.

O ülkede, siyah eldivenler örtemeyecek, çocuk gözlerindeki muzip gülüşü. Raketler, piyanolar, kırıntısız peynir tabakları, ferah balkonlar...



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
dayanışma
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: dayanışma
Cevap Tarihi: 26.10.2015- 14:10


Hangi Çetin Altan?
Ayşenur Arslan


Ölenin ardından konuşulmaz denir. Doğrudur. Ancak ‘ölenin görüşleri’ hakkında konuşulur. Hele o kişi, Çetin Altan ise. Yani, bir zamanlar ‘sosyalist’ hareketin güçlü kalemi ya da sesiyken, yıllar sonra kendisini ‘liberal’ diye tanımlayan bir köşe yazarına dönüşen bir isim ise..

Ardından yazılan yazılar arasında en ilginç olanı, tam da bu değişime vurgu yapıyor. Vatan yazarı Mehmet Soysal, programında “Kırk yıllık sosyalist idiniz, Özal döneminde liberal oldunuz. Değişiminizdeki süreci anlatır mısınız?” diye sorduğunu yazıyor. Ve Çetin Altan’ın verdiği yanıtı paylaşıyor:

“Özal yeni iktidara gelmişti. Bir gün ağır bir yazı yazmıştım Özal ile ilgili. Gece yarısı telefonum çaldı ve açtığımda Özal’ın ‘hayırlı geceler üstadım’ deyişi ile sohbet başladı. Özal ‘Yazınızı okudum üstadım. Ben de size bildiklerimi anlatayım sonra siz düşünün’ dedi. Ve başladı anlatmaya... Ertesi gün yazımı yazmak için daktilonun başına oturunca anlattıklarını düşündüm... Kendime dedim ki- biraz ağır yazsam gece yarısı yine arayacak- ve duygularımdan, geçmişin yükünden kendimi biraz kurtarıp yazıyı yazdım. Aynı gece Özal yine aradı ve yazıyı okuduğunu söyledi, tebrik etti. Sonra bir akşam oturup birlikte yemek yedik ve Özal anlattıkça anladım ki aslında ikimizin de hayal ettiği Türkiye aynı. Aynı şeyi düşünüyoruz o halde niye kavga ediyoruz dedim kendime... Benim liberal ve Özalcı oluşumun özeti budur!”

70’li yıllar.. Sosyalist hareket.. TİP’in yarattığı heyecan.. O heyecan dalgasıyla Meclis’e giren TİP’li vekiller.. Sonrasında yaşananlar.. ‘GEÇMİŞİN YÜKܒ müydü?

Geçenlerde Çetin Altan’ın fotoğraflarına bakarken fark ettim. Aynı karede yer alan isimlerin neredeyse tamamı öldürülmüş ya da linçten dönmüştü. TİP’in kurucularından DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler örneğin… İşçi hareketini ezmek için gelen 12 Eylül’ün ‘işaret fişeği’ gibi evinin önünde kurşunlanmıştı. Milliyet’in genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi 12 Eylül’ün yolunu açmak için katledilmişti. Sosyalist mücadeleye belki de Çetin Altan’ın yazılarından etkilenerek katılan 7 TİP’li genç, 12 Eylül’e giden yolda vahşice öldürülmüştü.

Ya Özal? 24 Ocak kararlarının mimarı, 12 Eylül’ün öncesi ve sonrasında yerli / yabancı sermayenin programının uygulayıcısı değil miydi?
İkisinin hayal ettiği Türkiye nasıl ‘AYNI TÜRKİYE’ olabilirdi?

Sosyalizm ile liberalizm aynı dilden konuşabilir miydi? Kayıpları / hedefleri / arkalarındaki destekleri / hatta ‘kelimeleri’ bile birbirinden onca farklı iki ideoloji nasıl buluşabilirdi?

90’lı yıllarda bunu Özal denedi. 2000’li yıllarda da Erdoğan ve AKP’nin çekirdek kadrosu…

Aralarında ikinci kuşak Altan’ların, yani Ahmet ve Mehmet Altan’ın da olduğu pek çok yazar / kamuoyu önderi, Türkiye’ye aynı şeyi anlatmaya başladı. (Bu kez) DİNDARLAR tıpkı ‘bizler gibi’ özgürlük, demokrasi, çağdaşlık istiyordu. Yani AYNI HAYALLERİ kuruyorduk.

Siyasal İslam ve İslamcılar hakkında (bana göre) hiçbir fikri olmayan liberal demokratlar, sahiden hayal içindeydi.

Siyasal İslamla demokrasinin evlenebileceğini düşünüyorlardı.

Hatta, Ergenekon / Balyoz / OdaTV gibi davalarda çok önemli bir misyon gören gazeteci Alper Görmüş’e göre, “Türkiye demokrasisinin sigortası, dindarların demokratlaşması” idi.

‘Dindarlık’ diye ideolojik ya da sınıfsal bir kategori olmadığı ile ilgilenmiyorlardı belli ki. Çünkü ‘dindarlık’ kavramı yerine, gerçekte olması gerektiği gibi ‘SİYASAL İSLAM’ kavramını koysalar, hayali kolay kolay pazarlayamayacaklarını biliyorlardı!

Bu yüzden ‘dindarlar’ diyerek pazarladılar. Bununla da kalmadılar. Siyasal İslam ile solun da ‘arasını yapmaya’ çalıştılar.

Şahsen tanıdığım pek çok ‘ESKİ SOLCU’, birden bire AKP’lilerin ve Gülencilerin masasından kalkmaz oldu. Özel ya da kamuya kapalı toplantılarda görünürde demokrasiyi konuştular. Ama yine şahsen tanıdığım pek çok ‘ESKİ SOLCU’ o masalardan yeni işler, yeni evler, yeni imkânlarla kalktı.
Altan kardeşler, bu hayallerden uzaklaşalı çok oldu. Siyasal İslam ile demokrasinin bağdaşamayacağını (umuyorum ki) anladılar.
Babaları.. Bir zamanlar gençlerin rol modeli olan Çetin Altan ise, zaten son yazısında “hayal ettiğim ülke bu değildi” diye yazmıştı.
Çok hazin elbette.

Ama hem O’nun adına hem de Türkiye için, ben ‘eski’ Çetin Altan’ı hatırlamak istiyorum. Hani şu fotoğraftaki gibi.. Cezaevine girerken bile dudaklarındaki o hınzır gülümsemeyi, gözlerindeki o “vız gelirsiniz” bakışını silemedikleri Çetin Altan’ı.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 27.10.2015- 14:07


Çetin altan 'kandırıldığını' bile anlayamadan veda etti

Mümtaz İdil yazdı...


  Resim Ekleme  

Murat Belge’yi “Birikim” dergisini çıkardığı yıllarda tanıdım. Bir süre de yazıştık. O sıralarda bu ülkede marksizmi çok iyi bilen ve bunu Satre-Althusser geleneğinde en iyi analiz eden birkaç kişiden biri olarak biliyordum. Yıl 1970’lerin ortalarıydı. Mektupları hala bir yerlerde durur.

Bir diğer kişi de Mete Tunçay’dı. Mete Tunçay, SBF’de “misafir öğrenci” olduğum 1980’li yılların başında hocam oldu.

Bir diğeri, çocukluk arkadaşım Levent Çuhalı’nın dayısı Sadun Aren’di. Onunla dama oynardık, bir kere olsun yenememiştim, ama tavırlarıyla çok şey anlatabilen bir adamdı. İnsan olmanın gereklerini yapmak, o sıralarda henüz “delikanlı” olan beni çok etkilemişti.

Mete Tunçay, Macar felsefecisi ve estetik üzerine kitaplarıyla tanınan Georg Lukac üzerine de bir sunum hazırlamamı istemişti benden.

Ben de o sunumda fena halde çuvallamıştım. Lukac’ın siyasi görüşlerinden çok edebiyat ve sanat üzerine görüşlerini anlatmaya çalıştıkça, Mete hoca da üzerime gelip, siyasi görüşlerinden söz etmemi istemişti.

Edememiştim, ama o hırsla da Lukac’ın siyasi görüşlerini öğrenmeye başlamıştım.

Oysa basit bir kurnazlıkla, yani estetik veya sanat üzerine görüşlerini siyasi olarak çevirmeyi başarabilseydim, eminim ki Mete hocanın da estetik ile ilgili sınırlı bilgisinin üzerinde bir sunum yapabilecektim.

Ama gençlik işte. Aklım o kadar çalışmadı. Karşımda, “sol ideolojiyi” öğrenmek üzere huzuruna çıktığım koskoca Mete Tunçay duruyordu. Kurnazlık ne kelime, bildiğimi bile tekrarlamakta zorlanmıştım sunumda.

Murat Belge’ye yazışmalar aşamasında yenilmiştim.

Şimdi onlar söylüyorlar ya (Mete Tunçay henüz söylemedi belki, ama sessizliği anlamlıydı yıllardır), benim belki otuz yıl öncesine dönüp “kandırılmışım” demem gerek. Böyle bir şey işte siyasi sistemleri, ideolojileri ve felsefeleri öğrenmeye çalışmak yerine öğretenin ağzına bakarak kendi yaşam biçiminizi belirlemek.

Hasan Cemal’i, Adalet Ağaoğlu’su, Ayşe Kulin’i ve şu sıralarda hiç ortada görünmeyen devletin “akil” insanları nasıl kendilerini “kandırılmış” olarak görüyorsa, bir dönemin gençliği olarak buna en çok itiraz etmesi gerekenler benim gibiler.

Biz de kandırılmışız gerçekten, ama yıllar yıllar önce...

ÇETİN ALTAN KANDIRILDIĞINI BİLE ANLAYAMADAN VEDA ETTİ

Bir yığın insan 13 yıllık AKP iktidarı döneminde hallaç pamuğu gibi dağıldı gitti. Çetin Altan gibileri ise kandırıldığını bile anlayamadan bu hayata veda etti. Sırada daha bir çok “kandırılmış” insan kitlesi var ve sıralarını bekliyorlar. “Yetmez ama evet” listesinin bir yığın aydını, yazarı, öğretim görevlisi, “ağır toplar” itiraf hareketine geçtiğinden kendilerine yer bulamıyorlar sanki. Değilse, koro halinde toplanıp “aldatıldık” diye bağıracaklar da alan dar...

Şimdilere geldiğimizde, geriye, yaklaşık 30 yıl öncesine bakıyorum ve o sıralarda mangalda kül bırakmayanların bir arpa boyu yol gitmediklerini de görüyorum.

NASIL OLDU DA BERLİN DUVARI'YLA YERLE BİR OLDULAR

1980 öncesinin bu “sıkı” devrimci hocaları, akil adamları, teorisyenleri nasıl oldu da Berlin duvarı ile birlikte yerle bir oldular?

Nasıl oluyor da, bayrağını taşıdıkları düşünceleri, hayatlarının son çeyreğine girdikleri şu günlerde “çanak” sorularla reddetmek zorunda kalıyorlar? Ya da “kandırılmayı” bir erdem olarak görebiliyorlar?

Sol ideolojinin bir “çıkmaza” sürüklendiğini, tüm Avrupa’nın “Hıristiyan Demokratlar” tarafından kuşatıldığını görmek mi onları böylesine umutsuz hale getirdi?

Marks’ın ideolojisine sıkı sıkıya bağlı olduklarını haykırdıkları yıllardan sonra, şimdi artık yüzlerine taktıkları plastik maskeleri çıkarmanın utancını mı paylaşmaya çalışıyorlar? Tarih, siyaset kürsülerini koca cüsseleriyle işgal ettikleri günlerden bu güne sadece “kandırıldık” sütresinin gerisine kaçmak mı geliştirebildikleri? Peki bizler ne olacağız? Yetiştirmeye çalıştığınız binlerce öğrenci? Elimizde bayrak gibi sallamak gafletinde bulunduğumuz yazılarınız, dergileriniz, tezleriniz?

BU NASIL BİR İŞ

Ne diyordu 6 yıl kadar önce Mete Tunçay: “Sosyalizm öncelikle demokrat olmak zorunda.” Güzel laf. Doğan Avcıoğlu’nun “büyük şirketlerin devletleştirilmesiyle sosyalizme gidiş” görüşünü de yanlış buluyor üstad. Ama Sadun Aren’e hak veriyor: “Sosyalizm kalkınma yöntemi değildir. Sosyal adalet, eşitlik, insan haklarıyla ilgili bir değerler setidir.”

Bunu söylüyor Mete Tunçay, Sadun Hoca’ya da hak vererek söylüyordu üstelik. Ama sosyalizme varmak için aşılması gereken yolları yıllarca “mırıldanan” Tunçay, Belge gibi aydınlar işin en başına dönüp, gençliğinde bir kez bile aklına getirmediği demokratlığı, sosyalizmin birinci şartı olarak önümüze sürdüler. Üstelik de şimdi “demokratlığın” AKP’nin hiçbir kademesinde olmadığını acı şekilde öğrenerek.

Bu nasıl bir iş?

Demokrasi şu anda belki de en çok tartışılan kavram. Bir sürü ayın, demokrat, hocalarımız vb, AKP’nin “istibdat” döneminde bile onların ne kadar “demokrat” olduğundan dem vurdular. İlk Ergenekon soruşturmaları ve tutuklamaları zinciri zayıflattı, ama kırmadı. Bazıları suskunlaştı, bazıları ise daha vahşice yapılanların “bağırsak temizleme” olduğunu söyledi. Türkiye’nin bağırsaklarını temizlemesine bizler aldırmadık, ama güvendiğimiz, inandığımız aydınlar “askeri vesayet ortadan kalktığı” aldatmacasının arkasına sığınıp sessiz kaldılar. Doğruydu askeri vesayet ortadan kalkıyordu, ama çok daha ağır bir vesayetle karşı karşıyaydı Türkiye, susmayı yeğlediler.

Nedir acaba aldatılan aydınlarımızın “demokrat” kelimesinden anladığı? Nedir sosyalist kültürde demokrat sözcüğünün karşıtlığı?

Türkiye 20. Yüzyılın son çeyreğinde demokrat değildi de, şimdi demokratik kazanımlarda çok büyük mesafeler mi kat etti? Neydi bunlar?

Yuvarlak sözcüklerle konuşmak artık bu çağın işi değil. Gençken yedik...

“Türkiye bir demokratik hukuk devletidir” diyen çığırtkan laf ebelerinden farkı neydi bütün bunların?

Düşünce yapısının bir zamanlar öz suyunu oluşturan Marks herhalde kahkahayla gülerdi sosyalizm için önce demokrat olmak zorunluluğuna? Doğruyu değişik yollardan dolaştırıp, başka kelimelerle insanların önüne koymak ile ABD yeniden keşfedilmiyor.

Tersi mümkün müydü Belge, Kulin, Ağaoğlu, Cemal vb?

AKP-Cemaat ortaklığı bozulup da dengeler tamamen değişince, AKP kanadının “kandırılmışız” sözleri aydınlarımızın da hoşuna gitmiş olmalı ki, onlar da bu sanal savunmanın arkasına sığınmakta hiçbir “beis” görmediler.

O halde bunu söylemenin anlamı ne?

Mümtaz İdil

Odatv.com



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 27.10.2015- 14:09


Bu toplumda kandırılan, dönen ne kadar çok adam var. Berlin duvarı gibi yıkılıp gittiler.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 01.11.2015- 13:14


Öldüğünü herkes biliyor bir ben bilmiyorum

Son gecesi nde, saat bire doğru onu görmek için yeniden hastaneye döndüğümde, “Nasılsın babacığım” diye sormuştum, başıyla “iyiyim” işareti yapmıştı. Altı yedi saat sonra öldü. Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum. Bunu beceremiyorum.

Ahmet Altan  

Resim Ekleme

Günlerimi, babamın öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.

Ölümle babamı birlikte algılayamıyorum.

Halbuki ölürken yanındaydım.

Zeynep’le Mehmet elini öpmüşlerdi.

En son ben gelmiştim.

Aydınlık bir odada yatıyordu.

Yüzüne bakmıştım, huzurlu ve sakindi.

Son zamanlarda çok zayıfladığı için parmaklarının üstündeki kılcal damarların kabarıp görünür olduğu elini öpmüştüm, kendimi tutmaya çalışmama rağmen küçük bir dal kırılır gibi bir ses çıkmıştı dudaklarımdan.

Babamın başucunda duran Doktor Fatma, ağlayacağımdan ve beni ağlarken göreceğinden bir an korkup “güçlü olalım” diye fısıldadı.

Çocukluğum boyunca bana anlattığı hikâyelerle “acıyı taşımayı” ve “güçlü olmayı” öğreten bir adamın başucunda ağlamayacağımı, beni babam için ağlarken kimsenin göremeyeceğini bilmiyordu.

Bizi odadan çıkardılar.

Kapıları kapattılar.

Birkaç dakika sonra kapıları açtılar, artık bizi terk etmiş olan babamın yüzünü son kez gördük.

Hafifçe sararmıştı.

Biz hastaneden çıkarken, kapının yanındaki televizyonda “Çetin Altan vefat etti” yazısını gördüm.

Aklımı zorlayan çelişkiyi ilk o anda hissettim, biraz önce babam benim yanımda ölmüştü ama bu haberin yanlış olduğunu düşünmüştüm gördüğümde, bu yanlış bir haberdi ve böyle yanlış bir haberin çıkmasına yol açtığımız için babam bize kızacaktı.

Kerem’le hastanenin otoparkında yürürken haftalardır beni gören otopark görevlisi her zamanki gibi “Hastamız nasıl” dedi.

- Öldü, dedim.

Tek kelimelik bir cevap.

Kerem’e, “Hiç şikayet etmedi” dedim.

Hastalığı boyunca, bir defa bile “kötüyüm” dememişti.

“Nasılsın babacığım” dediğimde, “iyiyim,” diyordu, “bir sıkıntın var mı”, “hayır”, “bir emrin var mı”, “estağfurullah, bir ricam yok oğlum.”

O “estağfurullah” dediğinde hep çok utanıyordum.


Yalnız kaldığımda ‘babam...’ diyordum...


Resim Ekleme

Ama yaklaşan ölüm karşısındaki o aldırmaz duruşu, o alaycı gülüşü ona olan hayranlığımı artrıyordu, hayatının son günlerinde hiç kimse ondan “kötüyüm” sözünü ya da herhangi bir yakınmayı duymadı.

Yalnız kaldığımda “babam...” diyordum kendi kendime, sonunu getiremiyordum bu sözcüğün.

Ben on bir yaşında ülser olmuştum, Afşin Bey mide röntgenimi çekecekti, o zamanlar mide filmini çektirmeden bir gece önce koca bir bardak “baryum” içiliyordu, baryum hayatımda tattığım en korkunç şeydi.

Bardaktan bir yudum almış sonra anneme “Ben bunu içmeyeceğim” demiştim, “Röntgen için içmen lazım” demişti, “röntgen çektirmeyeceğim” “Ama o zaman iyileşemezsin”, “İyileşmeyeceğim.”

Annem bana söz geçiremeyeceğini anlamış, gidip babama durumu anlatmıştı, salonda misafirler vardı, seslerini duyuyordum.

Biraz sonra babam gelmişti.

“Baryumu içmiyormuşsun...”

“Tadı çok kötü.”

Babam bana bakmıştı sonra hiçbir şey söylemeden masanın üstünde duran koca bardağı almış, dibine kadar içmiş, boş bardağı masanın üstüne bırakıp çıkmıştı.

Sesimi çıkarmadan baryumu içmiştim ve hayatım boyunca benim için baba olmanın tarifi, insanın hiç mecbur olmadığı halde o korkunç baryumu oğlu için içmesi olmuştu.

Bu yazıyı yazmak kolay değil benim için, yastayım ben, biliyorum, “ölenle ölünmez”, “hayat devam eder”, hayat devam etsin başkaları için, benim için de bir zaman sonra devam edecek herhalde ama şimdilik bir süreliğine hayatın durmasında bir sakınca yok... Durmuş bir hayatın içinden yazıyorum bu yazıyı... Ve biliyor musunuz neden korkuyorum, bu yazının iyi olmasından korkuyorum, babamın, yazıyı onun ölümünden daha önemli bulduğumu düşünmesinden korkuyorum.

Öyle bulmuyorum çünkü...

“Yazının kutsallığını” öğrenerek büyümemize, “yazıya ihanet etmeyin” öğüdünü hayatımızın en önemli öğüdü olarak kabul etmemize rağmen yazıyı babamın ölümünden daha önemli görmüyorum, babamın bunu bilmesini istiyorum. Bu yazıyı okuyabilirse eğer, “yazı biraz dağınık olmuş” demesini ve saklamaya çalıştığı bir memnuniyetle usulca gülümsemesini istiyorum.

Dedem, babam çok gençken öldü... “Yazı kutsal” olduğu için babam günlük yazısını babasının öldüğü gün de yazmıştı... Ama sanırım bundan pişman olmuştu.

Bir gün bana “Sen, ben öldüğüm gün yazı yazma” demişti.

Yutkunmuştum, cevap bile verememiştim, babamın ölümünden konuşamazdım ben, hiçbir zaman babalarının ölümünden soğukkanlı bir şekilde söz edebilen “mantıklı” insanlardan olamadım, bütün hayatım bir gün babamın ölümünü göreceğim korkusuyla geçti.

Robert Kolej’de okurken, son etütle yatma saati arasında kırk beş dakikalık bir teneffüs vardı, günün belki de en keyifli zamanıydı, ben o kırk beş dakikayı kütüphanenin ön kısmındaki santralda, eve telefon edebilmek için kuyrukta bekleyerek geçirirdim, babamın sesini duymadan rahat uyuyamazdım, onu vuracaklarından korkardım hep.

Babamla sabaha kadar konuşurduk...

Babam geceleri çok geç uyurdu, evde olduğum zamanlar ben de genellikle uyumazdım, ben on dört on beş yaşlarındayken sabaha kadar konuşurduk, bana Hegel’i, Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Feuerbach’ı anlatırdı, Marksizmle Leninizm arasındaki farkı, emperyalizmin yorumlarını, bütün görüşlerin açılarını ayrı ayrı değerlendirerek anlatmaktan yorulmazdı.

Bu konuşmaların arasına, daha sonra benim yazılarımda da kullandığım, bütün hayatımı etkileyen hikâyeler girerdi.

- Kartaca elçisi Roma imparatoruna bir mesaj getirmiş, şöminenin başında konuşurlarken imparator elçiyi işkence yaptırmakla tehdit etmiş, elçi elini şöminedeki ateşin içine soktuktan sonra “Özür dilerim majesteleri, ne diyordunuz” diye söze devam etmiş...

Bu hikâyeleri anlattıktan sonra onları yorumlamazdı ama benim aklıma çakılırdı o sözler.

Seni işkenceyle tehdit ederlerse elini ateşe sok da konuş.

Pautus’un macerasını duyduğumda ise büyülenmiştim.

- Pautus, imparatora karşı ayaklanmış, yakalanmış, idama mahkûm olmuş, o zamanlar Romalı asillere daha aşağı sınıfların dokunması yasak olduğu için, idama mahkûm olan asilleri bir odaya koyar, intihar etmesi için de yanına bir bıçak bırakırlarmış, yakınları kapıda mahkûmun yere düşüşünün sesini bekler, o sesi duyunca içeri girerlermiş... Pautus’u da odaya bir bıçakla koymuşlar, annesi, babası, karısı kapıda bekliyorlarmış... İçerden odayı adımlayan Pautus’un adım sesleri geliyormuş... Ama bir türlü yere düştüğünü duymuyorlarmış... Pautus intihar edemiyor, odanın içinde dolaşıyormuş... Karısı onun korkaklığından çok utanmış, içeri girmiş, masadaki bıçağı almış, karnına saplayıp çıkardıktan sonra kocasına uzatmış, “Pautus, non dole” demiş… Pautus, bak acımıyor.

Ders zihnime kazınmıştı, korkma, korksan da korkunla kimseyi utandırma... Hele seni seven kadını, asla.

Babam, annemi hiç utandırmadı.

Annemi çok kızdırdığı, üzdüğü zamanlar olmuştur ama asla utandırmadı, hayatı boyunca annemin babamdan söz ederken sesinde beliren o gururlu tını hiçbir zaman solmadı.

Bir gece, biz yattıktan sonra gelmişti babam, bizim uyuduğumuzu sanıyorlardı, “İşten ayrıldım Karagöz” dedi, anneme iri siyah gözlerinden dolayı Karagöz derdi, “İyi yapmışsın” dedi annem, “Sadece elli kuruşumuz var” dedi babam, annem inançlı bir kadındı, “olsun Çetin,” dedi, “Allah yardım eder.”



‘Para için yazma’


Ertesi gün, bir sağcı gazeteden teklif geldi, ben yanlarındaydım, konuşmayı dinliyordum, babam teşekkür edip reddetti.

Adam gittikten sonra niye reddettiğini sordum.

- İnsan yazısıyla para kazanmalı, dedi, yazıdan para kazan ama para için yazma... O gazete bize göre değildi.

12 Mart muhtırasından sonra bir sabah polisler babamı almaya geldi.

Hava daha yeni aydınlanıyordu.

Babam, “Ben hazırlanayım” dedi, “Siz bir kahve için.” Polisler şaşırdılar bir an kahve teklifine, babam dalga geçerek güldü, “Korkmayın, rüşvet değildir, evimizde misafir sayılırsınız.”

Aynı sabah İlhan Bey’i de almışlardı, Turhan Selçuk, Mehmet ve ben günlerce kışla kapılarında ikisini aramıştık.

Selimiye’de, subaylar bize bir boşluğa bakar gibi bakarak yanımızdan geçerler, hiçbir sorumuza cevap vermezlerdi, bir gün kalabalık bir subay grubu yanımızdan geçerken arkalarda kalan genç bir teğmen yanıma yaklaşıp hızla “Yukarıdalar, iyiler” deyip uzaklaşmıştı.

Epey sonra babamı ilk kez Maltepe askeri Cezaevi’nde, tel bir kafesin arkasında görmüştük, elini göğsüne koymuştu, bize bakmış, biz ona sormadan o bize sormuştu, “Nasılsınız.”

Bir aslana benzediğini düşünmüştüm.

O görüntüsü hiç aklımdan silinmedi.

Yazı yazan bir adamdı ve hapse atmışlardı. Yazı yazdığı için.

Babam her sabah yazı yazardı, o yazı yazarken kimse sesini çıkarmazdı evde, fısıltıyla konuşurduk, ben onu seyrederdim, yazarken sağ elini hafifçe havaya kaldırır, sanki cümlelere yol veriyormuş gibi sallardı. Ne garip, ben de yazı yazarken aynı hareketi, aynen babam gibi yapıyorum.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 01.11.2015- 13:17


Her sabah mahkemeye giderdi

Resim Ekleme


Onun gibi, elimi havada sallayarak aklımdaki cümleleri bir düzene sokuyorum.

Yazısını yazdıktan sonra giyinir ve mahkemeye giderdi, neredeyse her sabah giderdi mahkemeye, kimse yazı yazan bir adamın her gün mahkemeye gitmesine şaşmazdı, ben bütün babaların işten önce mahkemeye uğradığını sanırdım.

O yıllarda yazısını yazmadan önce mutlaka İlhan Bey’le telefonla konuşurlardı, ikisi sol hareketin en önde gelen iki yazarıydı ve ben hayatım boyunca iki yazarın o kadar yakın dost olduğunu görmedim.

Turgut Özal döneminde yolları ayrılmıştı, babam Türkiye’nin dünyayla bütünleşmeden, dünyadan kopuk bir biçimde kendi dinamikleriyle ayağa kalkamayacağını düşünüyor, Türkiye’nin mutlaka dünyayla bütünleşmesi gerektiğini savunuyordu.

İlhan Bey ise Özal’ın liberal politikalarına karşıydı.

O sıralarda Mehmet’le ben de yazı yazmaya başlamıştık. İlhan Bey, babamı pas geçiyor ama bize çok sert vuruyordu.

Bir gün Mehmet babama, “İlhan Bey’e cevap vereceğim”, dedi.

Mehmet’in polemiklerde çok sert ve hırpalayıcı bir kalemi vardır, sağlam bir mantık çerçevesi kurar ve muhatabını çok ağır kalem darbeleriyle sarsar. Babam, onun ağır bir yazı yazacağını anladı.

“Sen bilirsin ama bence yapma,” dedi.

Bu iki kelime, “bence yapma” bizim ilişkimizde asla karşı çıkamayacağımız bir sözdü.

Mehmet biraz da sitem eder gibi, “ama çok ağır yazıyor baba” dedi.

“Olsun,” dedi babam, “sen gene de yazma.”

Bizim taraftan İlhan Bey’e hiç sert bir cevap yazılmadı... Babam eski dostunun önünde durmuş, bize izin vermemişti.

Şimdi düşündüğümde iyi de olmuş.

Eski dostların gizli bir soyluluğu bulunur, Mehmet’le benim için çok ağır yazılar yazan İlhan Bey’in yönetimindeki Cumhuriyet gazetesi, bana roman ödülü verdi daha sonra.

Ödül töreninde, ben ödülü almak için sahneye yürürken, İlhan Bey karanlıkta tek başına oturmuş, “Çetin’in serseri oğlunun” ödülü almasını o solgun ve yakışıklı yüzündeki gülümsemeyle izliyordu.

İlhan Bey’in öldüğünü söylediğimde babamın yüzündeki dalgalanmayı görmüş, odadan hemen çıkıp, babamı yalnız bırakmıştım.

İlhan Bey’le o yalnız başına vedalaşmıştı.

O zamanlar, bir “entelektüel sosyete” vardı, müzisyenler, heykeltıraşlar, tiyatrocular, şairler, yazarlar iyi dosttular, sık sık buluşurlardı, İlhan Bey hafif bir tebessümle oturur, babam uzun konuşmalar yapardı. Konuşmayı, anlatmayı severdi.

Çok iyi bir konuşmacıydı babam.

İşçi Partisi zamanında babamla birlikte biz de mitinglere gider, babamı dinlerdik.

“Dostlarım” diye başlardı konuşmasına.

Gür ve etkileyici bir sesi vardı ve gerçekten çok güzel “dostlarım” derdi, bir mitingde galiba on beş defa “dostlarım” demek zorunda kalmıştı, o “dostlarım” diyor, büyük bir alkış patlıyor, o tekrar “dostlarım” diyordu.

Taksim’deki bir mitingde babamın elli bin kişiyi güldürüp, sonra aynı elli bin kişiyi yumrukları havada direnme kararlılığıyla bağırttığını görmüştüm.

Askeri darbe döneminde bir gün süngülü askerler arasında Selimiye’deki askeri mahkemeye yargılamaya getirmişlerdi, salonda Mehmet’le ikimizden başka dinleyici yoktu. Babama söz verdiklerinde babam ayağa kalkıp konuşmaya başlamıştı, gür sesi gittikçe yükseliyor, Selimiye’nin yüksek tavanlı taş koridorlarında çınlıyordu.

Selimiye’deki subaylar bu sesi dinlemek için gelmişler, kapıya bir subay kalabalığı birikmişti.

Askeri mahkemenin reisi olan Albay, denetimi yitirdiğinden korkup birden, “susturun” diye bağırdı, “oturtun,” süngülü askerler babamı omuzlarından bastırıp yerine oturttular.

Hesapsız ve şeffaf bir adamdı

O anda hissettiğim çaresiz öfkeyi hala hissediyorum, fikre cevap veremediği için şiddete başvuran zorbalığa, bu zorbalık kimden gelirse gelsin duyduğum nefret hiç değişmedi.

O zorbaların hepsinin gizli çıkarları olduğunu, yazarların hesapsız cesaretinden ve dürüstlüğünden korktuklarını somut olaylarla görmüştüm.

Babam hesapsız ve şeffaf bir adamdı.

Bir keresinde, “ben en gizli lafımı Taksim’de söylerim” demişti.

Gerçekten düşündüğü her şeyi yazardı, bu düşündüğünün kendisine neye patlayacağına hiç aldırmazdı. Düşünüp de yazmadığı hiçbir şey görmedim.

Kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak kadar büyük bir cesareti vardı, bu bizim gibi ülkelerde çok az rastlanır bir özelliktir, karşı kampla dövüşecek cesur adamlar her zaman bulunur ama kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak adam çok az çıkar.

Yazmaktan vazgeçmedi...

Türkiye’nin kapılarını ilk kez dünyaya açan Özal’ı desteklediğinde çok ağır saldırılarla karşılaştı, eski dostların neredeyse hepsiyle yolları ayrıldı, “döndü” diye yazılar yazıldı, kapaklar çizildi, bir an bile düşündüğünden ve düşündüğünü yazmaktan vazgeçmedi... Tek bir an bu konuda bir tereddüte kapıldığını görmedim.

Babam “dünyayla bütünleşmek” üzerine yazılar yazarken ben de Hürriyet Gazetesi’nin Dış Haberler Şefiydim ve babama saldırdıkları için içim acıyordu... Bir gün teleks tıkırtıları arasında çalışırken Associated Press’in teleksinde “flaş haber” zili çaldı, kalkıp habere baktım.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçov’un konuşması geçiyordu ve Gorbaçov, babamın aylardır yazdıklarını neredeyse birebir tekrarlıyordu.

Yazıişlerine bile haber vermeden önce babamı aramıştım, “Gorbaçov senin söylediklerinin aynısını söylüyor, haberi getirtip bir bak.”

O konuşmayla dünyada yeni bir dönem açılmıştı, kimse bunu açıkça söylemese bile bu değişimi yeryüzünde en erken görenlerden birinin babam olduğunu ben biliyordum ve bununla çok gururlanıyordum.

Onunla hep gururlandım, hep övündüm, hep hayran oldum.

Gençliğimde çok şiddetli kavgalar ettiğimiz de oldu.

Baba-oğul kavgaları.

Bir keresinde James Joyce yüzünden, üstelik de kalabalık bir misafir topluluğunun önünde kavga etmiştik, o sıralarda ben lisede Ulysses okuyordum ve nedense “Joyce’un dünyanın en büyük yazarı” olduğunu söylemiştim.

Bir edebi tartışma sonra şiddetli bir kavgaya dönüşmüştü.

Şimdi babama hak veriyorum, Joyce konusunda söylediklerim saçmaydı, bir gençlik böbürlenmesiydi, bilgiçlikti ve babam bunu sezmiş, böyle bir gösterişçiliğe sapmama üzülmüş, üzüntüsünü de öfkeyle göstermişti.

Babam kavgada sözünü hiç sakınmazdı ve karşısındakinin canını çok acıtırdı, oğlu olmasına da aldırmazdı. Bugün beni eleştirenler, neden onların sözlerine hiç aldırmadığımı pek kavrayamıyorlar, ben Çetin Altan’la kavga ederek büyüdüm, öylesine vahşi bir öfkenin, öylesine haklı bir mantığın ve öylesine parlak bir zekanın vurduğu en ağır darbeleri aldım, aradaki büyük sıklet farkına rağmen ben de aynı darbelerle cevap vermeye çalıştım. Kim babamdan daha etkileyici sözlerle eleştirebilecek ki beni, kim babam kadar zekice, haklı ve acımasız darbeler indirecek...

Bir keresinde, ben herhalde on yedi on sekiz yaşlarındayken, gene bir gece büyük bir kavga patlamıştı aramızda.

Sabaha karşı evi terkedip çıkmıştım.

Babam, arkamdan koşup “dön” diyecek bir adam değildi.

Ama ertesi gün bir yazı yazmıştı, öfke ve acı dolu bir yazı, ne kadar üzüldüğünü görmüştüm, yazısının bir satırını hâlâ hatırlarım, “ben de dört oktav yukardan basmayı bilirim bu tuşlara” diyordu.

Bilirdi gerçekten.

Köşe yazısını sanata dönüştürmüş belki de son yazardı.

Edebiyatı çok severdi ama bilmediğim bir nedenden dolayı, aklını dünyanın pek de önemli olmayan bir ülkesinin daha iyi ve daha mutlu bir ülke olmasına takmıştı, bize de aynı hastalığı geçirdi aslında, niye Türkiye’ye bu kadar aklını taktığını hep merak ettim, üstelik de buranın kolay kolay düzelmeyecek bir ülke olduğunu, hastalığın derinlerde olduğunu biliyordu.

Bir keresinde sinirlendiğinde, “pijama lastiği gibi bu memleket,” demişti, “çekiyorsun uzuyor, bırakıyorsun eski haline dönüyor” onun ne dediğini defalarca yaşayarak gördük.

O uzun gecelerde siyasetten çok çabuk edebiyata geçerdik, herhalde iki binden fazla şiiri ezbere bilirdi, şiirler okurdu.

Hiçbir yazarı çekiştirdiğini, hakkında kötü konuştuğunu duymadım.

“Kim olursa olsun, işini iyi yapan adama mutlaka saygı gösterin” derdi.

Severdi yazarları, onların maceralarını, acılarını, mutsuzluklarını... Neredeyse şefkatle söz ederdi onlardan.

Orhan, Nobel’i aldığında babam çok sevindi

Bir gece babam, Mehmet ben otururken, Orhan Pamuk aramıştı beni, “Sıkıntılıyım, sana gelebilir miyim,” demişti. “Gel” demiştim, “babamla Mehmet de burada.”

Ama hafifçe korkmuştum da, babamın ne zaman ne yapacağı belli olmazdı, ters bir şey söyleyip Orhan’ı kırmasından çekinmiştim.

Bir masanın başına dördümüz oturmuştuk, babam, sırayla hepimizi küçük darbelerle haşlayarak bize edebiyat anlatmıştı, Orhan, Mehmet, ben, üç küçük çocuk, üç kardeş gibi onu dinlemiştik, Orhan yazarlığına uygun bir zarafetle davranmıştı.

Orhan Nobel’i aldığında babamın ne kadar sevindiğini hatırlıyorum.

Çok da güzel bir yazı yazmıştı.

Bize yazarlara saygı göstermeyi, onları sevmeyi öğretti.

Cesareti sevmeyi öğretti.

Dürüstlüğü sevmeyi öğretti.

Hak ettiğinden fazlasını istememeyi öğretti.

Acıyı taşımayı öğretti.

Fatin Rüştü’nün idama mahkûm olduğu mahkemeyi anlatmıştı bir keresinde.

“İdama mahkûm olduktan sonra diğer sanıklar hakkındaki kararlar okundu. Dava bittiğinde Zorlu salondan çıkarken arka sıralardaki bir milletvekilini kutladı. Adam beraat etmişti. Zorlu da idama mahkum olduğunu duyduktan sonra bile bütün kararları dinlemiş, beraat eden arkadaşını kutlamıştı.”

Aynı fikirde olsun ya da olmasın, cesarete hep bir saygısı vardı.

Bütün bu hikâyeleri geçmiş zamanda anlatmak öldürecek beni.

Biz babamın doğduğu köşkün yerine yapılan apartmanda oturuyoruz, otuz yıl boyunca aynı katta, yan yana dairelerde yaşadık, son üç yıl boyunca neredeyse her gün babama uğrardım ben, konuşurduk.

Hastalanıp gücü tükenene kadar hep aynı coşkuyla anlattı.

Ben herhalde iki ya da üç yaşındayken bir gün bir kuzuyla karşılaşmışız kırda, ben kuzudan korkmuşum.

Altmış beş yaşındayım, neşeli olduğu zamanlarda babam beni hâlâ biraz alaycı biraz sevecen bir gülümsemesiyle “kuzudan korkan oğlum” diye karşılardı, duyduğum en şefkatli laftı.

Bizim ailede, erkekler birbirlerine duygularını çok göstermezler, duygularından çok söz etmezler, garip feodal geleneklerimiz var, babamızdan hep çekindik, onun beğenmeyeceğini düşündüğü hiçbir şeyi yapmamaya gayret ettik, beğenmeyen tek bir bakışıyla bile yaralanırdık, beğenmeyecek diye ödümüz kopardı ve “kuzudan korkan oğlum” sözleri içimi sevinç ve güvenle doldururdu.

Artık kuzudan korkmuyorum.

Komşum gitti.

Bir tek kez bile “kötüyüm” demedi.

Son gecesinde, saat bire doğru onu görmek için yeniden hastaneye döndüğümde, “Nasılsın babacığım” diye sormuştum, artık hayata kapanmaya başladığı halde, başıyla “İyiyim” işareti yapmıştı.

Altı yedi saat sonra öldü.

Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.

Bunu beceremiyorum.

Hiç becerebilecek miyim onu da bilmiyorum.

“Hastamız nasıl” dediğinde “öldü” dedim.

Bunu şimdi herkes biliyor, bir ben bilmiyorum.

Benim kuzudan korktuğumu da bilen kimse yok artık.

Yan dairenin kapısı kapalı.

Sonsuz bir sessizlikten başka hiçbir şey kalmadı orada.

Cumhuriyet



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Teslim Töre hayatını kaybetti... melnur 3 2648 29.11.2019- 05:52
Konu Klasör ABD İran'ı Irak'ta vurdu: Kasım Süleymani hayatını kaybetti... melnur 5 1790 04.01.2020- 16:52
Konu Klasör Hayata toslamak melnur 0 3302 09.11.2016- 12:56
Konu Klasör Kürdistan’da çok partili hayata geçiş umut 0 3322 09.02.2015- 10:42
Konu Klasör Hayata Dönüş soruşturmasında suçlar örtbas edildi' özgür 0 3943 09.10.2013- 11:25
Etiketler   Çetin,   Altan,   hayatını,   kaybetti
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS