SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Dilsiz kalan toplumun çığlığı olmak için!           (gösterim sayısı: 3.079)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
munzur
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 19.12.2013
İleti Sayısı: 1.075
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: munzur
Konu Tarihi: 13.12.2015- 13:48


Dilsiz kalan toplumun çığlığı olmak için!

Yazı yazmak; saf tutmak, hatta taraf yaratmak anlamına gelir. Eğer bir kitap bir ölçü koymuyor, yandaş ve karşıt doğurmuyorsa, iz bırakmaz. Herkesle iyi geçinen, her sözüyle dost arayan birinden yazar olmaz

ENVER AYSEVER  

İlgimi toplayıp, en önemli işimin ‘yazmak’ olduğunu anımsamaya çalışıyorum. Yazıya koyulmak ikna işidir. İlkin kişi kendine açıklamalıdır ‘niçin yazması’ gerektiğini! Ardından en az bir kişinin ilgisini çekecek bir ‘söz’ bulmalıdır. Aksi durumda düşünceyi içinde tutmaması için bir neden yoktur. Oysa bir ileti işidir yazmak ve karşındaki okuru sezerek yola koyulmak gerekir. Okur dediğimiz, soyut bir varlıktır aslında. Yola çıkarken yazarın kurmacasının bir parçasıdır okur. Seslenmek, hesaplaşmak isteyeceği bir kimse; bir yanıyla düşman saflarında yer alan, hakikatteyse, her an pusula görevi üstlenen ve yazarın duymak istemediği uyarıları çekincesiz dile getirendir. Tepkisini ölçmek mümkün değildir okurun yola çıkarken. Biçim vermek, etkilemek isteğiyse baskındır kuşkusuz. Yazarın okuru karşısında bulması, yani capcanlı biçimde belirip, üstelik bir de yalın tepkiler vermesi ürkütücüdür. Bir yanılsamadır bu. Kurgu yazarı kimse, baştan okuru tasarladığı için, aniden karşısına çıkan kişi oyunu bozar. Yaratının, yani yazarın kafasındaki kurgunun bozulmasıdır bu. En cabbar, konuşkan, huysuz kavgacı yazar bile; sırf bu nedenden utangaçtır, çekingen ve sessizdir okur karşısında.

Yazgıya müdahil olunmaz


Resim Ekleme

“Basit Bir Es” adlı kitabını okudum Enis Batur’un. Uzun bir tren yolculuğuna çıkan bir yazarın, yüzünü bilmeyen bir okuruyla, rastlantısal karşılaşmasını anlatıyor. Yazar gözünden durum hayli ilgi çekici. Bir başına yazdığınız bir metni, türlü duygular ve hallerde oluşturduğunuz kurguyu, karşınızda biri okumaya başlıyor. Tuhaf bir durum! Upuzun sürecek bir yolculukta, okur, biçimden biçime girerek karşınızda duracak. Kestirmek zor olmasa gerek ne hissettiğini, düşündüğünü. Yüzde beliren ifade hemen ele verir kişiyi. Ne katlanılmaz bir yolculuk, yazgıdır bu. Biri, sizin siz olduğunu bilmeksizin, size dair duygular arasında, düşünceler içinde geziniyor ve size dair tüm bu olan bitene kayıtsız, tepkisiz kalmak zorundasınız. Eğer kitabın, yazardan bağımsız bir varlık olduğunu biliyorsak; kendi yazgısını belirlemesine inanıyorsak, bu aşamada müdahil olmak mümkün değildir. Dahası, dilese bile yazar bunu, yapamaz. Yaratı izin vermez buna!

Yazı yazmak; saf tutmak, hatta taraf yaratmak anlamına gelir. Eğer bir kitap herhangi bir ölçü koymuyor, yandaş ve karşıt doğurmuyorsa, iz bırakmaz. Herkesle iyi geçinen, her sözüyle dost arayan birinden yazar olmaz. Doğasına uygun değil işin. Pişmanlıklar, sevinçler bu aşırılıktan gelir. Bir yerde kahraman şöyle diyor “Basit Bir Es’”te: “Kitapların sana dostluklar ve düşmanlıklar getirdi zaman içinde. İroniyle kazandırdı da diyebilirdim ama düşmanlığın bir kazanım sayılabileceğini düşünmüyorum elbet. Yazdıkların nedeniyle sana husumet duyanlar arasında seni şahsen tanıyan pek az okur olsa gerektir: Onların hakkında olumsuz kanı ya da duygu beslemeye yönelten dolayısıyla kendin değil imgen. İmgenin bütünü, bazı özellikleri. Sorumluluğun yok diyemeyiz burada, imgenin oluşmasında küçük ya da büyük oranda pay sahibisin doğal olarak, ama üslubun, ama yaklaşımların, belki toplumsal varlığın, belki duruşun imgeni yoğurmuştur- kuşku yok ki tümü.”

Gençlikten kurtuluyorum


Resim Ekleme

Reşat Nuri Güntekin için bir toplantı daveti aldığımda bir süre durdum öylece. Bazı yazarların adını, eserinin içeriğini bilirsin de, esasen ona dair hiçbir fikrin yoktur. Yani herkes kadar tanımak bir yazarı, tanımamak demektir.

Neden kabul ettim ki konuşmayı? Haklıydım. Okumuşluğum, ayrıntılı bilgi sahibi olmuşluğum vardı Güntekin hakkında. Beni rahatsız eden, aramızda içten bir köprü, ondan söz etmeme değecek bir bağ kurmamış olmamdı demek. Biraz daha düşününce, sanki yazdıklarını hafifsemiş, yok saymış gibi davrandığımı fark ettim. Yaşım ilerledikçe, bu gençlikten kalan acımasızlığımdan kurtuluyorum demek. Edebiyat tarihine ölmeyecek karakterler, romanlar bırakmak sanıldığı kadar kolay değil elbet. Bugün biz, iki satırımız okunsun diye ne çaba harcıyoruz. Yazar anılmak, değer bulmak istiyor…

Reşat Nuri’yle gönül bağı kurmam “Anadolu Notları”yla oldu. Memleketi gezerken, kendi demesiyle, neredeyse çalakalem yazdıklarının ne denli incelikli olduğunu gördüm iyice. Bazı metinlerin tadına ancak zamanla varılıyor. Konu yollardan ve trenlerden açılınca, aklımda birleşti bu iki yazar. Biri, yazarın okurla buluşması üstüne yazmış, kurgu içinde tartışmış, diğeri, memleketi adım adım gezerken, gördüklerini düşündüklerini, duygularını kaleme almış ve belki daha önemlisi, yalın yazmanın gücüyle, bugüne benzersiz bir resim bırakmıştı. Öylesi canlı bir ortam kurmuş ki Güntekin, söz ettiği kahveler, kimi eğlenceli, bazısı kederli otel odaları, yoksul tuluat tiyatroları, kasabaların mübarek meczupları benimle konuştular. Az şey değil bunca yalın olmak ve zamana direnmek.

İki gün süren Reşat Nuri sohbetlerinde türlü konular tartışıldı. En çok: “Kahraman mı, yazar mı?” sorusu üstüne sinirlendim. Onur Behramoğlu ve Tuna Kiremitçi konuştular. İyi yerlere değindiler. Yalnız sinemayla edebiyatın aynı terazide tartıldığı anlara öfkeliyim ben. Hangi belgeselci Reşat Nuri kalemine yetişir ki? Okumak, kalıcı ve yaratıcı bir eylem… Oysa izlemek insanı tembelliğe alıştırıyor ve dahası düş kurmasına engel. Onur Caymaz’la katıldığımız oturum bir milli eğitim okulundaydı. Nasıl izin alıp bakanlıktan, bizi kabul ettiler, hepimiz şaştık. Dinleyenler hazırlıklıydı, bereketli tartışma oldu. Konu “günümüz edebiyatının sorunları” idi. Ben de şakayla takıldım: “İşte yanımda oturuyor, Caymaz’dan daha büyük sorun var mı?” dedim.

İzmir beni mutlu etti

İki hafta üst üste edebiyat için İzmir’e gitmek beni mutlu etti. Karabağlar gibi yoksul bir semtte, bu türden bir çaba heyecan verici. Belediye başkanını ve öncülük eden yazar arkadaşım Gülşah Elikbank’ı kutlarım. Özellikle genç okurlarla karşılaşmak heyecan verici… İzmir Üniversitesi ilk gün oturumunun yapıldığı yerdi. Tuna Kiremitçi ve ben konuşmacıydık. Üniversite diye gittiğimiz yerin rektörü, ne gelen konuklar hakkında, ne konu hakkında bilgi sahibi değildi. Odasında bizi ağırladı. Kalabalık bir topluluk olarak ve sordu: “siz ne iş yapıyorsunuz?” diye. Bu nasıl bir anlayıştır! İnsan konuklarının kim olduğunu ve niçin orada bulunduklarını bilmez mi? Rektörün hepimizi utandıran bu tavrına karşın, bizi dinlemeye gelen genç okurlar umut oldu. İyi hazırlanmışlardı.

Anadil halledilmeli

Böyle söyleşiler, hem bizim kendimizi ifade etmemize olanak sağlıyor, hem de öğrenmemize. Üniversiteye gelmiş, yaşı bizden ileri bir hanımefendi öyle güzel bir soru sordu ki, hepimiz tüm gece bunu tartıştık. Antakyalıymış. “Anadilim Arapça. Ben yaşlıları rüyamda Arapça görürüm, gençleri Türkçe” dedi. “Biraz Türkiye’den uzak kalsam memleketimi özlerim” diye ekledi. Şimdi bu insanlara kapıyı gösterip, “Suriye’ye gidin” diyenlere ne güzel tokat bu. Sevgili okur: “Bu anadil meselesi halledilmeli. Ama eğer hepimiz ayrı dilde eğitilirsek birbirimizi kaybederiz. Bu sorun nasıl çözülecek?” diye sordu. Bence iyi, yerinde, haklı ve içten bir soru. Birbirimizi kaybetmeden, anadilin kutsal olduğunu bilerek ve hak olduğunu kavrayarak çözüm bulmalıyız. Birbirimizi kaybetmek ürkütücü…

Bir hafta önce Saint Joseph Lisesi davetiyle, kitap günlerinin ‘Onur Yazarı’ olarak yine İzmir’deydim. Yaşımın ilerlediğini buradan da anlıyorum artık. Daha önce de katılmıştım bu toplantılara. Gençlerin, öğretmenlerin, velilerin sevgisi, ilgisi, dostluğu çok mutlu etti beni. Kitap okumak üstüne umudunu yitirenlere yanıttı buradaki ilgi. Gençler sorular sordu, ben elden geldiğince yanıtladım. Edebiyatın yaşamla bağı önemli! Yine konu dil meselesine geldi. Bir Fransız okulunda olmamız, gittiğimiz tüm üniversitelerde yabancı dilde eğitim verilmesi büyük utançtır. Kendi dilimize, insanımıza güvenmiyoruz. Felsefe, bilim konusunda gelişemeyişimizin nedeni de bu. Ülkemizin sorunlarını başka dilde öğrenmek aşağılık bir hal doğuruyor. Bunu söyleyince her yerde çok alkış geliyor. Demek insanımız kendi diline sahip çıkmak istiyor. Yabancı dil eğitimi ile yabancı dilde eğitim arasındaki farkı gizliyor özel okullar, üniversiteler ve bilimciler…

Tepeden bakan anlayış


Resim Ekleme

Tartışma insanı geliştirir. Ancak bizim yöneticiler bunu bilmiyor ve yazık ki şımarıklar. Okulun Fransız müdürü müstemleke valisi gibi, benim konuşmam bittikten sonra kürsüye geldi ve teşekkür konuşması yaptı. Sözde teşekkür. Görüşlerime katılmadığını ama yine de orada bulunmama izin vererek ne denli demokrat olduğunu, söyledi. Tepeden bakan, şımarık, sömürgeci anlayış… Elbet bu fikirleri söyleme hakkı var. Ancak son söz olarak değil, karşıma çıkıp tartışarak. Uyanıklık etti sözüm ona. Dünyayı kendi ekseninde gören, başka tüm kültürleri yok sayan bu insanların çocuklarımıza hiçbir faydası yok. Milli eğitim okulları yobazlığın pençesinde; vakıf üniversiteleri, yabancı okullar ve yabancı dilde eğitim verenler de bu sömürgeci anlayışın elinde can çekişiyor. Akademisyenler korkak, öğretmenler çaresiz ve çocuklarımız tutsak!

Yurdu gezdikçe türlü duygular yaşıyor insan. Güzel yüzler, etkili fikirler ve sevgili kimseler olduğu kadar, sığ ve üzücü olaylara da denk geliyor kişi. Okul bahçesinde maç yapan çocukları görünce kendimi tutamadım. Girdim maça. Tuna Kiremitçi de diğer takıma kaleci oldu. Biz bir türlü o kaleye gidemedik, yenildik. Çocuklar: “Abi siz önemli biri misiniz?” diye sordu. Çocuklar haklıydı da, rektör, Fransız müdür için ne demeli?

Gençlerin umudumu yüceltmesi aklımda…

Dilsizliğin nasıl can yaktığı bir de!



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Rosa Luxemburg – Toplumun Sosyalizasyonu spartakus 0 3310 08.04.2016- 17:42
Konu Klasör Bir barınaktan yükselen çığlık... melnur 0 195 28.09.2023- 07:39
Konu Klasör Devlete karşı olmak mı, devletten yana olmak mı? melnur 3 4775 05.04.2016- 23:37
Konu Klasör Sosyalist olmak için ateist olmak mı gerekiyor? melnur 5 5346 22.06.2015- 14:13
Konu Klasör Sosyalist olmak için ateist olmak mı gerekiyor? melnur 17 21437 15.12.2015- 16:39
Etiketler   Dilsiz,   kalan,   toplumun,   çığlığı,   olmak,   için
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS