SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 
İdeolojiden politikaya-Ercan Gündoğan           (gösterim sayısı: 7.258)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 22.05.2017- 22:05


İdeolojiden politikaya I-Ercan Gündoğan


Soldan sosyalizm geliştiğinden, özellikle Marks'tan bu yana, teori-pratik ilişkisini tartışıyoruz. Bu sorunu, ideoloji- politika ilişkisi olarak da ele alabiliriz. İdeoloji politik sistemi anlamak için kullanılan inançlar ve düşünceler sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tarif, ideolojiyi kavramsal gözlük olarak görür. Takılan gözlüğe göre, görür, sonra da yorumlarız.

İnançlar ve düşünceler, sistemli olarak üretilir. Ancak, ideolojinin sistemli olması ideolojiyi benimseyen ve o çerçevede düşünenlerin sistemli düşündüğü anlamına gelmez. İdeolojisini sistemli düşünenler, kullananlar, sadece ideologlardır. Piyasa ekonomisinin propagandasını yapan televizyon yorumcusunun Adam Smith'i bilmesine ve onun gibi düşünmesine ne gerek vardır, bu ne de olanaklıdır. Özel mülkiyet eleştirisi yapan bir kişinin Proudhoncu ya da Marksist olması gerekmez. Ama sistemli düşünüp liberal ya da Marksist ideolog olanlar olur.

İdeoloji edinme sürecinde, hangi etken, kurum ve ortam belirleyicidir, tartışmalıdır. Aile, anne ve babanın otoriterliği. Ya da okul, müfredat, okunan kitaplar, öğretmenler. Elbette ilk edinilen ahlaki değerler, arkadaşlıklar, dönem, yaşanılan yer. Ya da, idoller, medya, ülkenin yaşadığı sorunlar, kişinin özel yaşam macerası, kişilik yapısı, evliliği. Burada bireye, onun neyin içine doğduğuna, neyin içinde geliştiğine, bakmış oluyoruz.

Ancak, Marks'ın dediği gibi, egemen sınıfın düşünceleri egemen düşünceler olarak, toplumsal alanda dolaşımdadır. Bu düşünceler, kitlesel tüketime uygun biçimde, kitlesel ve yaygın biçimde üretilirler. Ancak bireysel düzeyde sistemli ve bütün halde tüketilmezler. Parçalar halinde ve diğer ideolojilerle karışarak. Bu nedenle, ideolog olmayan birey, biraz liberal, biraz sosyalist, biraz İslamcı, olabilir. Ulusalcı olanda sosyal demokratlık, sosyalistlik ve liberallik pekala yan yana bulunabilir. İdeologlar ideolojilerini olanca saflığıyla üretmeye çalışır. Ama, alıcı, pek çok ideolojiden "yararlanır", beslenir. "İdeoloji karın doyurmaz" bilinciyle hareket edip, tümüyle pratik ve pragmatik bir kişiye dönüşebilir. Çoğu zaman da böyle olur. Ama, pratik ve pragmatik olmak da belli ideolojileri seçmeyi gerektirir. Kaldı ki, her zaman seçim söz konusu değildir. Seçim burada, yemek listesinden seçim yapmaya benzer.

İdeoloji sadece kavramsal bir gözlük değildir. Toplumla ilişki kurma aracıdır. Kişi edindiği ideoloji ya da ideolojiler aracılığıyla kendi yaşamını yaşadığı topluma bağlar. Yaşadığı topluma kendi yaşamını yerleştirir. Bu nedenle, ideoloji sadece anlama, anlamlandırma işlevi değil, toplumsallaşma işlevi de görür. Liberal kişi liberal olarak toplumsallaşır. Eğer faşistse, faşist olarak toplumsal ilişkilerini kurar. Toplumsallaşma seçenekleri, yine Marks'ın "egemen ideoloji" tespitini dikkate alırsak, geniş kitleler için bol değildir. Hakim ideolojiler ve onların çeperinde bulunan ideolojiler de vardır. Karşıt olanları da. Dolaşımda olan ideolojilerin gücü ve etkisine göre, toplumsallaşmanın niteliği belirlenir.

Bir kişi niye liberal olur? Tam olarak bilemeyiz. Ama, toplumun önemli bir kesimi neden liberal olur, bilebiliriz. Bu ideoloji hakim sınıf ya da fraksiyonu tarafından benimsenmiştir. Peki, bu sınıf ya da fraksiyon neden liberalizmi benimsemiştir, daha önemli ve açıklayıcı bir sorudur. Zaten söz konusu kişinin liberalizmi benimsemiş olmasının en önemli nedeni de budur, diyebiliriz.

***

Bireyin içine doğduğu toplumda hazır bulduğu ideolojilerin nitelikleri, kullanıma uygun olup olmadıkları, ideolojiler piyasasının "yasaları" tarafından belirlenir. Bir toplumda ya da toplumun bir kesiminde "eşitlik" yüksek bir değer olarak benimsenmiş olabilir. Ama, bu değer henüz politik anlam ifade etmeyebilir. Değerlidir, ama "para" etmeyebilir. Marks gibi söylersek, bu değerin henüz "mübadele değeri", "piyasa değeri" yoktur. İdeolojik değeri olan, politik değerine hemen kavuşmaz. Diğer deyişle, ideoloji hemen politik güce dönüşmez. Burada da Engels gibi düşünelim ve şöyle diyelim: Bir ideolojik değer "ihtiyaç" haline gelmediyse, "keşif" ve arayış konusu da olmaz.

Sosyalizm için, değer olarak "eşitlik" düşüncesi ve bu düşüncenin, değerin, "ihtiyaç" olması, yaşamsaldır. Sosyalizm güçlü mü sorusu, eşitlik "başka" değerlerle yarışabilecek güce kavuşmuş mudur sorusudur. Eşitsiz ortamdan eşitlikçi düşünce hep çıkar, ama, kitlesel düzeyde alıcısını bulamaz. Eşitsizlik, eşitlikçi düşünceyi değil, rekabeti ve bölünmeyi teşvik eder. Bireye çare olarak bireysel kurtuluş stratejisi kalır.

Sosyalizmin en önemli değeri olan "eşitlik" düşüncesi, kitlesel düzeyde hala alıcı bekliyor. Sosyalist düşünce, sosyalist değerler, parça parça, gün be gün, bireyin önüne geliyor elbette. Bir işçinin de, bir öğrencinin de, bir Kürdün de, bir İslamcının da, bir Ali Koç'un da. Ancak, ideolojiler piyasasında alıcısı bol mallar, henüz başka mallardır. Eşitlik bir değer olarak, henüz, mezhepler, etnik gruplar, cinsiyetler, halklar arası eşitlenme mücadelesinin konusudur. Kimlikler arası eşitlik sınıfsal içeriğiyle görünse ve gösterilse bile, bu haliyle "alıcı" bulmakta henüz zorlanmaktadır.

İdeolojik değerlerin politik güce kavuşması, örneğin "eşitlik" gibi bir değerin "piyasa değeri" elde etmesi, bu değerin diğer "malları" (değerleri) piyasadan kovmasıyla olanaklıdır. Burjuvazi, kendi değerlerini uzun bir mücadelenin sonunda hakim değerler haline getirdi. Bunu yaparken de, diğer "değerleri" ideoloji piyasasından kovdu ya da onları yeni içeriklerle donattı. Bireysel özgürlük, özel mülkiyet, sözleşme, piyasa, rekabet... Bu değerlerin üzerine liberal parlamenter devlet yönetimi... Kuvvetler ayrımı, hukukun üstünlüğü düşüncesi... Feodal beylerin "onur" anlayışı yerine, "gurur"...

Burjuvazinin kendi ilke ve değerlerini hakim hale getirebilmesi, sadece ideolojik mücadeleyle gerçekleşmedi elbette. Bu düşünsel egemenlik, piyasanın ve modern devletin oluşumuyla birlikte gerçekleşmiştir. Ancak, dikkat edilmesi gereken nokta, ideolojik değerlerin çoğunun, üretim, tüketim ve bölüşümle, siyasi iktidarın niteliğiyle ilgili olmasıdır. Burjuvazi yükseliş mücadelesi verirken savunduğu ilke ve değerleri, kısaca ideoloji diyoruz, hem ekonominin, hem siyasal iktidarın diline çevirdi. Özel mülkiyet tek başına savunulmadı, bireysel özgürlüğün bir şartı ve parçası olarak gösterildi. Tanımladığı ve ürettiği birey için nasıl bir devlet ve hukuk sistemi gerektiğini de gösterdi. İdeolojisini bütünsel olarak sundu ve savundu. Bireyden topluma tüm bağlantıları kendi sınıfına göre kavramsallaştırdı ve kurdu.

Bu yazının sosyalist okuru, burjuvazinin yükseliş mücadelesini model olarak mı alalım diye soracaktır.

Sosyalizme ve özel olarak sosyalist "eşitlik" ilkesine alıcı bulmakta zorlanıldığı doğrudur; ancak, ideolojiler piyasasına sık sık başkalarının mallarıyla ya da bizzat sahte mallarla girildiği de bir o kadar doğrudur. İdeolojiler piyasasına, sosyalist değerlerle girilmelidir.

Bu ideoloji şimdilik, ne ekonomik alana ne de politik alana nüfuz edebilecek güçtedir. Çalışma hayatının da, siyasal iktidarın da, dışındadır. Bu anlamda da, sadece "ideolojik" alandadır.

Öyleyse, mücadeleye yoğun biçimde, ideolojik alandan çıkarak yapma zorunluluğu vardır.

Nasıl mı?

Örneğin sadece "eşitlik" kavramını, değerini, ilkesini, yaşamın her alanında işleyerek. Kaba da olsa, her şeyde, eşitliği savunarak.

"Devletler arası eşitlik" anlamında anti-emperyalizm ve "bağımsızlık", inanan-inanmayan ve özel olarak Alevi-Sünni ya da Müslüman ve Müslüman olmayan arasında eşitlik anlamında "laiklik", siyaset yapma imkanlarının eşitliği, temsilde eşitlik, ücretlerde eşitlik, her anlamda kadın-erkek eşitliği, beslenmede eşitlik, temiz hava solumada eşitlik, eğitim, ulaşım ve sağlık hizmetlerinde eşitlik...

Toplumsal alanda he türden eşitlik. Eşitliğin her alanda savunulması.

Oldukça ideolojik, ama, oldukça politik de bir mücadele. Hem bireye, hem onun toplumsal yaşamına seslenen bir mücadele. Birey-toplum ilişkisini sosyalistçe kuran bir mücadele.

Sadece "eşitlik" üzerine gidelim, yeterlidir.

Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

***

İdeolojik alanın dışına mı çıktık acaba?



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:06


İdeolojiden Politikaya II-Ercan Gündoğan


İlk ideolojiler büyüyle ilgiliydi ve gelişip dinleri oluşturdular. Modern dönem din dışında kendi ideolojilerini üretti.Liberalizm, ona tepki olarak gelişen muhafazakarlık ve sosyalizm. Sonra muhafazakarlık ve liberalizm sosyalizme karşı yakınlaştı, sosyalizm de komünizme evrildi. Liberalizm sadece muhafazakarlıkla yakınlaşmadı, sosyal devlet anlayışını da benimsemeye başladı, sosyalleşti. Elbette, milliyetçilik de gelişiyordu. Milliyetçilik gelişirken, ırkçılık da.

Bunlar ana ideolojilerdir, aralarında geçişler, olmuştur. Her birinin daha ılımlı ve daha radikal biçimleri vardır. Elbette, hepsi de evrilir ve "yeni" biçimlerini üretirler. Bir yelpazeye yerleştirirsek ideolojileri, en sola anarşizmi, en sağa faşizmi yerleştirebiliriz.

Ancak, ideolojiler yelpazesinde hep Avrupa model alınır. Avrupa dışına çıkıldığında, yelpazede değişiklikler yapılması gerekir. Ana model, Avrupa modeli, pek çok nedenle, değişime uğrar.

Avrupa liberalizmi "sosyal" nitelik kazanmaya başlarken, sosyalizm de iki farklı ideolojiye bölünmüştür. Komünizm ve sosyal-demokrasi olmak üzere. Modern ideolojileri bu dönemde geliştirmeye, edinmeye başlayan Avrupa dışı ülkeler, Avrupa'nın orijinal modellerini değil, evrilmiş modellerini görür. Bir de, milliyetçilik sorunu vardır ki, ideolojik bilinçlenme, karmaşık hal almaya başlar. Buna bir de bizde İslamcılığı eklersek, modern ideolojilerin orijinal hallerinin epey dışında bir ideolojik ortamla karşı karşıya kaldığımız kolaylıkla anlaşılabilir.

Osmanlı Türkiyesi için konuşursak, Osmanlıcılık, İslamcılık, milliyetçilik, gelişirken, bu ideolojilere ilkel bir liberalizm de eşlik eder. Ferdi hürriyet, ferdi teşebbüs kavramları anayasal düzen arayışlarıyla aynı dönemdir. Üstelik, tüm bu düşüncelere Fransız Devrimi'nin jakobenliği de eklenir. Zamanla, sosyalist düşünce de gelişir, fakat embriyon haldedir, en azından Birinci Dünya Savaşı sonunu beklemek gerekir.

Avrupa'da liberalizm, muhafazakarlık, sosyalizm, komünizm ve sosyal demokrasi vardı.Sonra faşizm de eklendi. Bizde, Osmanlıcılık, İslamcılık, milliyetçilik vardı. Bunlara sosyalizm ve komünizm de eklendi. Ancak, Birinci Dünya Savaşı ve Cumhuriyet'le birlikte, Osmanlıcılık ve sosyalizm bitti ya da tasfiye edildi. İslamcılık ise, yer altına girdi. Liberalizm ise, 1929 Dünya ekonomik bunalımıyla birlikte, geri plana itildi.

Avrupa modeli yerle bir olmuştur. Muhafazakarlık, liberalizm ve sosyalizm yerine, sadece, Kemalist dönemin milliyetçiliği.

Modern Avrupa ideolojilerinin tekrar ortaya çıkışı, ya da billurlaşması, bizde ideal düzeyde olmamıştır. Menderes dönemini liberalizm olarak görmek olanaklı değil. Sadece, Kemalist devletçiliğe karşı, liberal piyasa ekonomisi, "ferdi teşebbüs" kavramı, tekrar öne sürülmüştür. Bu liberallik muhafazakarlığa, İslamcılığa da göz kırpmış, bir de üstüne, otoriter yönetim modeli kurmuştur. Gelişmekte olan sosyalist hareketse, hem muhatap olarak Kemalizmi, muhafazakar Menderes liberalizmini, hem de, Marks'ı değil, Lenin'i, Mao'yu, Castro'yu kendine model ve muhatap almaya başlamıştır.

Orijinal Avrupa modellerinin evrilmiş, karışmış halleriyle karşılaşılmış, bu ideolojik ortam içinde Türkiye'nin kendi sorunları çözümlenmeye çalışılmıştır.

Bir liberal için bir tarafta Keynes'in liberal ve devletçi müdahaleciliği, bir tarafta ise, İslamcılık ve milliyetçilik vardır. Klasik Avrupa modelinin epey dışında bir ideolojik sentezdir bu.

Sosyalizmse, Sovyet, Çin ve Küba modelleriyle karşı karşıyadır. Kemalist devrimle ilişkisini netleştirememiş, onun tamamlanıp tamamlanmadığı tartışmasına girmiştir. İşçi sınıfı gelişmektedir, ama, köylülük hala başattır. 27 Mayıs Anayasası özgürce örgütlenme ve propaganda olanağı vermiştir.

İslamcılarsa, liberal-muhafazakar-milliyetçi sağ partiler içinde sadece bir küçük fraksiyondur. Diğer ideolojiler gibi, saf bir model üzerinden gelişme olanağı bulamamıştır. İslamcılık sadece Türk-İslam sentezinin bir kanadı olarak gelişir. "Türk" kısmı olmadan, sadece tarikata, cemaate, sivil topluma dönüşür.

İdeolojik sentezlerden söz ettik. Milliyetçilik ve İslamcılık bir sentez yaratırken, sosyalizm ve Kemalizm de başka bir sentez yaratmıştır. İlki Türk-İslam sentezi ismini alırken, diğeri, Milli Demokratik Devrim sentezini, tezini, stratejisini üretmiştir. İlk sentez içine piyasa liberalizmini alarak, olabildiği kadar, liberalizmi içinde tutabilmiştir. Tuhaf sentezlerden biri de budur. Milliyetçilik, İslamcılık ve liberalizm, Türkiye'de aynı ideolojik cephe içindedir.

Tuhaf sentez diyoruz, çünkü, laik liberal ideolojiyle, İslamcılık yan yana gelebilmiştir. Tuhaf diyoruz, liberal bireycilik yanında milliyetçilik de bulunmaktadır.

Tuhaflık sol cephede de bulunmaktadır. Kemalizm sosyalizm tarafından kabullenilmiş, hatta, sosyalist devrim için bir temel olarak görülmüştür. Kısmen doğrudur, Kemalist Devrim bir burjuva devrimi olarak tarihsel alt yapıdır. Ancak, tuhaflık şudur; bir burjuva devrimcisi, kendine tarihsel alt yapı olarak feodalizmi görmez, onu tamamlamaya çalışmaz. O başka bir düzendir, ve kendi, başka bir düzen peşindedir. Bir burjuva devrimcisi, feodalizm tamamlanmış mıdır diye, sormaz. Sadece, feodalizm dönüşüyor mu, oradan bir burjuva-kapitalist düzen çıkabilir mi, diye sorar. Burjuvazi, devriminden çok önce kendi mücadelesini başlatmıştır. Sadece önceki sistemin çözülüşünü, çelişkilerini, olanaklarını görür ve kendi sistemini savunmaya başlar.

Türkiye'de sosyalist ideolojinin gelişiminde Kemalizmin özel bir yer işgal etmesi, Birinci Dünya Savaşı sonrası ülkenin işgal edilmesi ile, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan emperyalizminin rahatsız edici ağırlığa kavuşmuş olmasından kaynaklanır. Haliyle, sosyalizm, milli bağımsızlık ve anti-emperyalizm sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bağımsızlık ve anti-emperyalizmin ön plana geçmesi, sosyalizmin anti-kapitalist niteliğinin geri plana düşmesine neden olmuştur. Burada, bağımsızlıkla anti-emperyalizmin yan yana konulması da tuhaftır. Kurtuluş Savaşı ve ardından kurulan Kemalist Cumhuriyet'in bağımsızlıkçı olduğu kadar anti-emperyalist olup olmadığı tartışmalıdır. Siyasi olarak bağımsız ya da egemen devlet kurmakla, anti-emperyalist olmak aynı şey değildir. Emperyalizmin gelişmesinden bu yana, anti-emperyalizm sadece sosyalizm mücadelesi anlamına gelmemektedir, ama, sosyalistler için, sosyalist devrim anlamına da gelmektedir.

Türkiye sosyalizmi, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm arasındaki ilişkiyi hala netleştirememiştir dersek, abartmış olmayız.

İdeolojilerimizin evriminde, yeni sentezler ortaya çıkmıştır. Özal dönemiyle birlikte, liberalizm değil ama, bir tür neo-liberalizm, yeni-muhafazakarlık, ya da yeni-Sağ diyebileceğimiz bir hakim ideoloji üretilmiştir. Bu ideolojinin klasik liberalizmle ilişkisi epey tartışmalıdır. Çünkü, bireyciliği piyasayla sınırlıdır. Ferdi teşebbüsçüdür. Toplumsal düzeyde, cemaatçidir. Milliyetçiliği kısmen geri plana atıp, dışa açılmayı savunur. Modernlik ve İslami muhafazakarlık yan yanadır.

Sosyalist solsa, Leninizm'den, Maoculuk'tan, Castroculuk'tan uzaklaşıp, malum, sivil toplumculuğu, yeni-Solu, Euro-komünizmi, post-Marksizmi benimsemeye başlamıştır. Faşist, otoriter devlete, askeri vesayete, onun 12 Eylül Anayasası'na karşı, sivil toplumu ve bireyi, dışlanmış ve bastırılmış kimlikleri kendine konu edinmeye başlamıştır. Onun ideolojisi artık, "devlete karşı toplum"dur, bireysel özgürlüklerdir, otoriteye ve vesayete karşı çıkmaktır. Sol artık demokrattır, biraz da radikaldir.

Sosyalist sol, ilk gelişiminde bile Avrupa modelinden uzaktır. Diyebiliriz ki, doğrudan Leninizm'le başladı. Sonra Maoculuk adı altında bir Kemalist sosyalist evrim yaşadı. 12 Eylül'den sonra da, önemli bir kısmıyla, radikal demokrasiye evrildi. Ancak, bu yönde evrilmeyenler de vardır. Bu gün hızla güçleniyorlar.

Liberallere, muhafazakarlara, milliyetçilere neler oldu?

Hepsi Recep Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli oldu.

Tüm sağ, ayrı ayrı bir liberalizm, muhafazakarlık, milliyetçilik yerine, Cumhuriyetçi değil, Osmanlıcı bir sağ koalisyon kurmuş durumdadır. Bu koalisyon içinde Türk-İslam sentezi de, Kürt-İslam sentezi de bulunuyor. Ancak, Türkiye bu sentezlerin zor sentezler olduğunu da her gün yaşamaktadır. İslam ön plana çıkınca, milliyetçilik gerilemekte, milliyetçilik öne geçince, İslamcılık gönül koymaktadır. Liberalizm ise, cemaatçilikle takviye edilmiş, sadece piyasada birikim yapmaya indirgenmiştir. Muhafazakarlık ise, içi boş bir dindarlık, dinciliktir.

Bu arada, Kemalizme ne oldu? Perinçek'in Vatan Partisi oldu ve orijinine uygun olarak, muhafazakarlarla cephe kurdu. CHP "ortanın solu" projesinden, "sosyal-demokrasi" ya da "demokratik sol" macerasına, oradan da Kemal Derviş'in Dünya Bankası soluna evrildi ve Kemalizm'le ilişkilerini tümüyle kesti. Altı oksa, sadece tarihi bir amblemdir.

***

Tüm bu yazılanlardan sonra, okuyucu, Türkiye'de Avrupa modeline uygun ideolojiler hiç yok mu diye soracaktır.

Bence, yoktur, çünkü, Türkiye yepyeni ideolojiler, ideolojik sentezler üretmeye uygun ve mahkum bir ülkedir. Bizde İslamcılık ve milliyetçilik, milliyetçilik ve Kemalizm, Kemalizm ve sosyalizm, İslamcılık ve liberalizm, liberalizm ve milliyetçilik, kolaylıkla yan yana gelebilmiştir. Aslında Avrupa modelinde bulunan ideolojiler de o kadar saf değildir. Ancak, Avrupa modelinde, Marks'ın Kapital'de vurguladığı gibi, sınıfların "billurlaşması" diyebileceğimiz bir süreç yaşanmıştır. Öyle ki, artı değerin parçaları ve ücretler, dört sınıfı tarif edecek biçimde "billurluğa" kavuşabilmiştir.

Bizde sınıflar, ücret ve artı değerin parçaları yeteri kadar, hala, billurlaşmamıştır. İdeolojiler de billurlaşamamıştır haliyle.

Olması da pek beklenemez!

Sosyalistler için karamsar bir durum gibi görünebilir, ama hiç de öyle değildir.

Çünkü, ideolojiler arası geçişler, haliyle sentezler, olanaklıdır. En umut verici durumsa şudur: Türkiye'de milliyetçilik de, İslamcılık da, liberalizm de, oldukça zayıftır. Bu nedenle, güçlenmek için yan yana, çoğu durumda blok halde, bulunmak durumundadırlar.

***

Bir önceki yazıda, sosyalizmin "eşitlik" değeri üzerinden bir ideolojik-politik mücadele önerilmiş, sınıfsal ilişkilerin kaldırılmasıyla sağlanacak toplumsal eşitlik demeye ihtiyaç duyulmamıştı. "Komünizm"den, propagandası yapılmadan, bahsedilmişti.

Çünkü, rakip ideolojiler her zaman reaksiyoner ama tek başlarına zayıf, bu nedenle de çoğu zaman yan yana, sık sık da blok halde, bulunuyorlar.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:08


İdeolojiden politikaya III-Ercan Gündoğan


İdeoloji ve politika o kadar iç içedir ki, aralarındaki ayırıma dikkat etmeyiz. Politika yapanın ideolojisi vardır, hatta, o ideoloji çerçevesinde olmanın ötesi, bizzat o ideoloji için politika yapıldığını söyleyebiliriz. Ancak, ideolojik olanla politik olan arasında ciddi, yaşamsal ayrımlar vardır.

Politik bir kampanya düşünelim: Televizyonlarda parti temsilcileri "propaganda" konuşması yapıyorlar. Bir "popülist" sağ parti temsilcisinin konuşmasında, "millet", "mili irade", din, ahlak, "adalet", "ekonomik kalkınma"dan bahsedilirken, birlik, bütünlük mesajları mutlaka verilir. Seslenilen kişi, her anlamıyla "ortalamayı" temsil eden kişidir. Hatta, o kişiye değil, onun "sağduyusuna" seslenilir. Elbette, bolca vaatte de bulunulur. Bu temsilci, "ideal" ve aşırı örneğinde, tam bir "Zübük" olarak karşımıza çıkar. Bu temsilci ideolojinin alasını yaptığı halde, hiç de ideolojik görünmez. Hatta, tümüyle "politika" yaptığını söyleyebiliriz.

Bir de, bir komünist parti temsilcisinin "propaganda" konuşmasını düşünelim: Eşitsizlikten, işsizlikten, işçi sınıfının yaşam koşularından bahsederken, dış politikada emperyalistlerle birlikte hareket edildiğinden, yöneticilerin halkı kandırdığından, sendikal haklardan, örgütlenme özgürlüğünden bahsetmekte, sosyalist iktidarın ilk aşamasında neler yapılacağını ilan etmektedir. Zübük'ün tam tersi bir dil kullanmakta, gerçeklik ve gelecek için konuşmaktadır. Komünist parti temsilcisi, Zübük'ün tam tersidir, düşmanıdır. Kendisi tümüyle ideolojiktir, politika adeta, ideolojisinin dile getirilmesinden ibarettir.

İlk örnek, ideal düzeyde Zübük'tür, politiktir, politika yapar. İkinci örnekse, büyük ölçüde ideolojiktir, politika geri plandadır.

İdeoloji - politika ayrımında, temel ölçüt, kime, neye seslenildiğidir. Zübük doğrudan vatandaşa, onun en temel, güncel gereksinimlerine, duygularına, çıkarlarına seslenmektedir. Seslendiği kişi, her anlamda toplumun ortalamasıdır, bu nedenle de çoğunluk olandır. Marjinal konumda olanlara kesinlikle seslenilmemektedir. Akla ve mantığa değil, "sağduyuya", güncel ve basit olana yönelik konuşulur. İkinci örnekte ise, açıkça teorik-ideolojik bir kullanılarak, toplumsal dönüşüm için seferberlik çağrısında bulunulur. Örgütlenme, bilinç ve dönüşüm çağrısı, sınıf ilişkilerinin bir çözümlemesini takip eder. Kimlere seslenilmektedir? En bilinçli işçilere, sosyalist öğrencilere, sosyalist aydınlara, rakip sosyalist partilere... Mevcut ya da potansiyel öncü güçlere. Çoğunluğa ve ortalama bireyin sağduyusuna değil, bilinçli kesim ve katmanların aklına, hatta vicdanına seslenilir.

Burada yapılan, ideolojik bir dil kullanılması ve ideolojik bilinçlenmeye dönük propagandadır. Aslında, ideoloji topluma takdim edilmekte,övülmektedir.

İdeolojik olmakla politik olmak arasındaki temel farkı göstermiş olmakla birlikte, formüle etmiş bulunmuyoruz henüz.

Politika yapmak, açıkça destek istemek, destek toplamaktır. Bu destekle elde edilecek olansa, iktidardır. Ancak bu iktidar özel olarak siyasal iktidardır. Arkasından da devlet iktidarı hedeflenir. Politika yapan, yönetilmekte olana, yönetici olma vaadinde bulunmaktadır. Ya da, yönetici-yönetilen ayrımı üzerinden konuşmaktadır. Bu nedenle de "politik" alanda yeralır.

İdeolojik olmak ya da ideolojinin sunulmasıyla yetinmekse, henüz sadece bir düşüncenin, idealin ya da olası bir geleceğin propagandasını yapmaktır. Düşüncelere, zihne, seslenilir. İdeolojik olan, bütünsel çözümlemeler yapar, sorunların köküne iner. Esas çağrı, toplumsal dönüşümdür. Bir seçmen desteğiyle hükümete gelmek, kullanılan ideolojik çerçeveye göre zaten talep edilmez. Politika değil, devrimci propaganda yapılmaktadır.

Sosyalist okur, "devrimci propaganda" da politika değil midir, diye soracaktır elbette.

Burada, Lenin'den bu yana "devrimci politikanın" merkezi kavramı "öncülük" konusunda bazı tespitlerde bulunmak gerekiyor. Leninist gelenekte, öncülük, hem sınıf, hem parti, hem de kadrolar için kullanılmaktadır. Parti öncüdür, öncü kadroları vardır, öncü sınıf içinde de en bilinçli, öncü katmanlar bulunur. Evet, ama, tüm bu öncüler, kime öncülük yapacaktır. Kitle halinde, halk halinde bulunan, bir devletin yurttaşı olan emekçiler, işçi sınıfı, devrimci propagandanın ideolojik diliyle kendi arasına her zaman mesafe koyar. Çünkü o dil, öncülerin dilidir. Bu dil de, öncülerin kendi iç tartışmalarıyla biçimlenir, gelişir. Bu nedenle, politik propaganda konuşması yapan komünist parti temsilcisi, ideolojik alandan politik alana geçemez. O öncülerin kendi içlerinde geliştirdiği öncü dilini konuşur.

İdeolojiden politikaya geçmek için, halka, sınıfa gitmek gerekir. Ancak, burada, halkın ve sınıfların politik alanda nasıl yer aldıklarına dikkat edilmesi gerekir. Politik alanda, sınıflar, sınıf olarak değil, en genel anlamıyla "yurttaş" ve "yönetilen" olarak bulunur. Politika eğer ayrı bir alansa, yurttaşın sorunları, yönetilen-yöneten ilişkisi merkezi sorunları oluşturur. Bu nedenledir ki, yoksul ya da işsiz kişi, yaşamını anlamlandırırken, sınıfları değil, kapitalizmi değil, yaşadığı yeri, anne babasının iş ve mesleklerini, cinsiyetini, mezhebini, etnik kimliğini düşünmeye başlar.

Marks Kapital'i yazarken, işçiler de okusun diye yazmıştır. Ancak, "öncüler" bile Kapital'i okumakta zorlanırlar. Bu gerçek bize, teoriyle-pratik arasındaki uçurum kadar, ideolojiyle politika arasındaki büyük ayrımı da anımsatmalıdır. Ancak, Marks'ın kendi entelektüel-teorik eserinin bu konuda anımsattığı bir başka gerçek daha vardır: Marks, ayrı bir ideoloji teorisi üretmemiştir? Nedeni sadece bireysel yaşamının kısıtlılığıyla açıklanamaz. Kendi dönemi, politik mücadeleyle ideolojik bilinçlenmenin, hatta, sınıf örgütlenmesinin, eş zamanlı olarak geliştiğine tanıklık ediyordu.

Biz bu "eş zamanlılık" olanağından yoksunuz. O nedenle de, oldukça politik, ya da oldukça ideolojik olunabiliyor. Zübük ideolojiler yokmuş gibi politika yapabiliyor. Bir komünist ise, politika yokmuş gibi, ideoloji.

İdeolojiyle politikanın eş güdümlü ve eş zamanlı harekete geçirilebilmesi içinse, sadece şu öneri ve saptamalarda bulunabiliriz:

İşçiler, emekçiler, politik alanda bir halk halinde, yönetilen yurttaşlar halinde, bulunurlar. Politik alan, ekonomik alanın "sınıfsal" ilişkilerini böyle dönüştürür. Politika alanda işçi, patronunu, ücretini değil, politikacıyı, bürokratı, memuru, vergileri, kamu hizmetlerini düşünür.

Demek ki, politik alan sadece ideolojik alandan değil, "ekonomik" alanın sorun ve gündemlerinden de farklıdır.

Bu konu gelecek yazının konusu olacak.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:09


İdeolojiden politikaya IV-Ercan Gündoğan


İdeolojiden politikaya III yazımızda, "politik alan sadece ideolojik alandan değil", "ekonomik" alanın sorun ve gündemlerinden de farklıdır" denilmiş, bu konunun gelecek yazıda ele alınacağı belirtilmişti.

Konuya giriş olarak bir örnekle başlayalım: Sendikalı işçiler grev yapıyorlar. Ve Max Weber'den esinlenerek şu soruyu soralım: Grev ne için yapılıyor? Eğer ücretlerin artırılması içinse, bu grev eylemi, Max Weber'e göre, ekonomik bir eylemdir. Yok eğer, grev politik bir değişim de talebediyorsa, eylem, ekonominin ötesine geçer ve politik bir nitelik kazanır.

Althusser, Marks gibi, ekonomik alanı maddi ilişkilerin ve doğanın değişimiyle ilgili bir alan olarak görüyordu. Politikayı da toplumsal ilişkilerin değişimiyle ilgili bir alan, seviye olarak. Kendisi ideolojik seviyeyi ise, düşünceler açısından ele alıyordu.

Engels'ten buyana, bir alt-yapı, üst-yapı tartışması vardır. Althusser bu yapılar yerine, üç seviye, ekonomi, politika ve ideoloji olmak üzere, önermişti. Fakat yine de, ekonomi hariç diğer iki seviye zaten Marks'ın kullandığı üst-yapı içinde yer alıyordu.

Her neyse, Marx "yapılardan" bahsederken, Althusser, "seviyelerden bahsediyor, ilkinin ikili yapısını üçlü seviye olarak düşünüyordu.

Gerek Marks gerekse Althusser'in toplumsal ilişkileri modellerken "üç boyutlu" düşündüklerini söyleyebiliriz. Bir mimari mecaz kullanılmakta ve toplumsal ilişkiler alttan yukarı, bir inşaat gibi, katmanlardan oluşmaktadır: Alt-yapı ve üst-yapı, ya da, ekonominin üzerine politika, onun üzerine de ideoloji katmanı.

Bilindiği gibi bu türden mimari mecaz ve modellemelerin ciddi sıkıntıları vardır ve Marksist teorinin Engels sonrası tüm dönemlerinde tekrar tekrar ele alınmıştır. Konu Lenin döneminde, iradecilik-ekonomizm ikiliği biçiminde tartışılmıştır. Bu tartışmanın pek çok varyasyonları bulunmaktadır. Althusser de benzer sorun üzerine çalışmış ve "yapıları" öne çıkaran bir teori geliştirmiştir. Yine anımsanacağı üzere, teorisi İngiliz Marksistler tarafından, Miliband ve Thomson gibi, şiddetle eleştirilmiştir.

Bu sorun, alt-yapı ve üst-yapı ilişkisi ya da ekonomi-politika-ideoloji ilişkisi, tarafımca "A Theory of Capitalist Society and Social Dialectics" kitabında tekrar ele alındı ve mimari mecaz ve modelleme, kübik bir yöntemle yeniden kuramsallaştırıldı.

Bu yeni modelde, toplumsal ilişkilerin bütünlüğü ekonomi tarafından çerçevelenmekte, onun içinde politik ilişkiler yer almaktadır. Politik alanın içindeyse, ideoloji bulunmaktadır. Ekonomi, bir alan olarak toplumsal ilişkilerin çerçevelendiği en geniş alanı ve sınırı oluştururken, ideoloji bu ilişkilerin merkezini, çekirdeğini oluşturmaktadır. İki alan arasındaysa, politika yine bir ayrı alan olarak yer almaktadır.

Bu çalışmada, ekonomi, politika ve ideoloji arasındaki farklılıklar şöyle tanımlanmıştır:

Ekonomi;, değer ve artı-değerin üretilip el konulduğu, üreticiyle üretime el koyanın belirlediği, tanımladığı bir ilişkilerler alanıdır.

Politika; ekonomi alanından farklı olarak, yöneticilerle, yönetilenler arasındaki ilişki tarafından belirlenen, daha önemlisi, ekonomi alanının taraflarını bu yeni ilişki içinde tekrar belirleyen, tanımlayan farklı bir alandır. Yönetenler devlet haline gelmişlerdir. Marksist-Leninist teori kapsamında düşünürsek, burada yönetici diye tanımlanan kesim, esas olarak bir sınıftır ama, kendisi doğrudan yönetmeyip, diğer farklı kesimlerden devşirilen bir yöneticiler katmanını kullanır. Haliyle, hakim sınıfla, yönetici sınıf arasında ayrım yapılmalıdır.

İdeoloji alanı ise, ki toplumsal ilişkilerin içinde, merkezinde yer alır, düşünce üretimi ve kullanımıyla ilgilidir. Ekonomi ve politika alanlarından farklı olarak, ideologlar ve sistemli ve bütünsel ideolojiye sahip olmayanlar, düzensiz, ve parçalı düşünenler tarafından belirlenir, tanımlanır.

Marks'ın burjuva ideologları olarak nitelendirdiği ekonomi politikçiler, burjuva ekonomik ve politik düzeni, alanı için, sistemli düşünce üretirler. J. Locke, A. Smith ya da D. Ricardo, piyasa, değer, sınıflar, bölüşüm ve devlet ve kamu politikaları üzerine düşünür ve yazarlar. Ekonomi teorileri bir tarafta toplumsal ekonomidir, diğer tarafta ise, ekonomi politiktir. Ayrıca, Marks'ın dediği gibi, burjuvaziye ideoloji üretirler.

İdeologların parçalı düşünen insanlardan farkı, anlaşılacağı üzere, toplumsal ilişkilerin bütünü üzerine düşünmeleri, bunun yanında da, bir sınıfın çıkarlarına, bilimsel, felsefi ya da edebi, tercümanlık yapmalarıdır. Burjuva ideoloğu, Smith örneğin, ahlak felsefesiyle de, uluslararası piyasa ve ekonomiyle de ilgilidir. Ricardo, ulusların avantajlı oldukları alanlarda üretim yapmalarının rekabet mantığına uygun olacağını söyler. Locke, Smith'ten çok daha önce, birey-mülkiyet-hukuk devleti bağlantısını kurmuştur.

İdeolojiden politkaya dedik, ama, ideolojiden ekonomiye geçmedik.

En güzel bağlantı, Marks'ın meta fetişizmi kavramıdır. Marks bu kavramı yabancılaşma kavramının daha bilimsel, Hegelci olmayan, bir türü olarak kullanır. Bu konu hakkında Marks'ı tekrar etmek yerine, bir kaç örnek verelim ve ideolojiden ekonomiye diyelim:

Marks metaların apayrı birer güç gibi göründüğünü, "onlara" insan ilişkilerinden ayrı bir güç atfedildiğini, bunun meta fetişizmi olduğunu söylüyordu. Onun tüm Kapital'i, aslında bu fetişizmin çözümü üzerinedir, denebilir.

Toplumsal zenginlik, metalar olarak görünür, ama, bu metalar bir sınıf ilişkisi içinde üretilir. Daha da ötesi, metalar üretilirken, sınıf ilişkileri de üretilmiş olur. İşçi, her gün, kendi işçi konumunu üretir. Ama, görünen, sadece metadır, fiyatlardır.

Fiyat konusu ise, fetişizmin çok daha ileri, soyut, anlaşılmaz hale gelmiş biçimidir. Değerler, fiyatlardan ayrılır, değer üretme süreci görünmez hale gelir.

Bir örnek: İstanbul'da bir kaldırımda bir liraya dört adet çakmak satılıyor. Oysa, sadece bir adet çakmak, markette en az üç liradır. Fiyat farkı, burjuva ekonomistin dediği gibi arz-talep kanunlarıyla hiç bir biçimde anlaşılamaz. Arz-talep ilişkisi, olsa olsa, ilkinin fiyatıyla ikincisinin göreli fiyatlarını değiştirir. Burada soru şudur: Dört adet çakmak nasıl bir liraya satılabilmektedir?

Marks, metaların üretimindeki sınıflara, emekçilere götürür bizi. Dört adet çakmak bir liraya satılıyorsa, çakmak üreten işçiler yoğun bir sömürüye maruz kalıyorlar demektir. Büyük ihtimalle, karın tokluğuna çalışıyor olmalılar. Bu işçilerin çalışma koşullarını, "özlük" haklarını, çalışma sürelerini de düşünelim.

İdeolojiden ekonomiye derken, piyasa denilen sistemin, meta üretiminin, sınıfsal içerikleriyle görülmemesini kastediyoruz. Herkes Marks olmadığına göre, bu sınıfsal içerik, toplumsal ilişkilerin soyulması ya da, ancak, Marksist ideologlar tarafında görülebilir. Burjuva ideoloğu ya da burada burjuva ekonomisti, bize sadece piyasayı, fiyatları, verimliliği, üretkenliği söylemektedir. Değerin üretimi ve aynı anda bölüşümü, onun ilgisi ve "çıkarı" değildir.

İdeoloji, yöneticilerin yönetici, kapitalistlerin kapitalist olmasını, nasıl açıklıyor? İdeoloji, yığınların yönetilen, doğrudan üretici olduğunu nasıl açıklayıp, temellendiriyor, savunuyor?

İşsizliğe çare olarak, okuduğumuz gazetenin yazarı, izlediğimiz televizyonun yorumcusu, üniversitenin hocası, ne sunuyor? Daha fazla yatırım, daha fazla dış sermaye mi diyor. Ya da, politik istikrardan mı dem vuruyor?

İdeolojiden ekonomiye geçmek, en ileri anlamında meta fetişizmine geçmektir, ama bu da, iyi bir Marksist olmanın ötesine götürmez bizi.

İdeolojiden politikaya geçmek, yönetici-yönetilen ayrımını deşifre etmek, eleştirmekse, ideolojiden ekonomiye geçmek, bizzat kapitalistlerin varlığını, piyasa mekanizmasını, sorgulamak, eleştirmek ve reddetmektir.

Meta fetişizmi mi dedik, kapitalistler niye vardır, gerekliler mi artık, sadece bununla başlayalım!

Ya da sadece, bir liraya satılan dört çakmaktan!

İdeolojiden ekonomiye de böyle geçelim!

Geçelim çünkü yukarıda geliştirdiğimiz teorinin söylediği gibi, politikayla birlikte aynı düzlemdeler, yan yanalar, sadece sınırları bulunuyor.

***

Çok mu politik oldu acaba?

***

Konu "küçük-burjuvazi" üzerine devam edecek..



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:11


İdeolojiden politikaya V-Ercan Gündoğan


Geçen yazıda belirtmiştik. İdeoloji ve küçük burjuvazi ilişkisi. Konuya böyle devam edelim.

Marksist sınıf teorisinde ana sınıflar olarak kapitalistler ve işçi sınıfı (proletarya) kabul edilir. Ancak, bizzat Marks, Kapital'in 3. cildinde, üç sınıflı bir teori sunar. Bu sınıf, ilk ikisine ilave olarak, arazi sahipleri, arazi rantı elde edenlerdir.

Ancak, yine Marks ve Marksist teoride, oldukça sık kullanılan diğer kategori, sınıf, kavram, bilindiği üzere, küçük burjuvazidir. Bu sınıfa neden "küçük" denir ve aynı zamanda "burjuva" kabul edilir, dikkat edilmesi gerekir. Küçük burjuvazi de adı üzerinde burjuvadır, ama, küçük burjuvadır.

İdeoloji konusunda küçük burjuvazinin önemli yer işgal etmesi, bizzat bu niteliğinde kaynaklanır. Burjuvadır ama küçük olanından. İşçi sınıfına ait değildir, ama, söz konusu küçüklüğü, onu işçi sınıf ile kapitalistler arası bir yere yerleştirir. Bu nedenle de, yirminci yüzyılda, özellikle burjuva sosyolojisinde, bu sınıf, ki katman da denebilir, "orta sınıf" olarak da adlandırılır.

Hem burjuva, hem de küçük olanından, esas sınıf karakterini verir. Bu sınıfın üyesi, belli bir gelir ve yaşam konforuna sahiptir. İşçiler gibi yaşamaz. Ama, çalışmadan da yaşayamaz. Bir ücrete, maaşa, ya da küçük de olsa bir kar, faiz ya da rant gelirine sahiptir. Sınıfların arasında, ortasında ve burjuvazinin "küçük" olanı olarak görülmesinin nedenleri budur.

Tipik küçük burjuva, emeğiyle küçük mülkü ya da statüsünü birleştiren kişidir. Yükselme olanağı vardır, o nedenle de, bir üstüne, burjuvaziye, kapitalistlere bakar. Onun gelişmiş hali, burjuvadır. Ama, bilindiği üzere, kapitalist sistem, her kesin kapitalist olmasına izin vermez. Ama, nasıl sermaye süreci işçi yaratırsa, küçük burjuva da yaratır. Bu sınıf bu nedenle de, sınıflı toplumun benimsenmesi ya da bu topluma "katlanılabilmesi için, ara, orta bir katmandır. Hatta, iki sınıf arasına yerleşen bir yastık olarak da görülebilir.

İdeoloji teorisinde küçük burjuvazinin işgal ettiği yer ancak böyle anlaşılabilir. Bu sınıf, çalışarak yaşar, ama, zihinsel faaliyetler için bir eğitim, geçimlik ve serbest zaman olanağını da bulur. Zihinsel faaliyetleri ise, Marksist teoride üst-yapı ögeleri ya da alanları denilen, politika, ideoloji, hukuk, sanat ve bilim üzerine olur. Küçük burjuva, en ileri halinde, teorisyen, bilim adamı, akademisyen, politikacı, devlet adamı (ya da kadını) olur. Fikir, bilgi ve estetik üretirken, aynı zamanda, devlet aygıtını da kullanan, bizzat bu sınıftır. Geniş memur tabakasının, entelektüel küçük burjuvaziden farkı, kamusal alanın sorunlarıyla doğrudan ilgilenmeleri ve pratik alanda bulunuyor olmalarıdır. Ancak, entelektüel olan küçük burjuvamız, pratik baskısını doğrudan yaşamaz. O bizzat, fikir, bilgi ve estetik üretmek üzere kendince bir işlev yüklenmiştir.

Anlaşılmış olmalıdır, ideoloji üreten sınıf ya da katman, entelektüel küçük burjuvazidir. Diğer deyişle, entellektüeller ve aydınlardır. Ancak, bu kesimler, küçük olsa da, burjuvadırlar.

Konuya henüz açıklık getirmedik. Küçük burjuvazi, sermaye üretiminde kapitalistlerin görevini görmez. Hatta, ücret, küçük karlar, rantlar ya da maaşla geçinir çoğunlukla. Ama, neden küçük unvanı kendisine verilmektedir? Küçük denilerek, küçümsenmekte midir kendisi? Gerçek anlamda bir burjuva ya da kapitalist olmadığı halde, neden küçük de olsa, burjuva olarak görülmektedir kendisi?

Kavramın kökenini değilse de, mantığını anlayabilecek durumdayız. Küçük burjuva, toplumsal ilişkilerde bulunduğu konum ve gördüğü işlevlerle, ana sınıflardan birine, kapitalistlere ya da işçi sınıfına, fikir, teori ve estetik üretir. Eğer bu üretimi burjuvazi, kapitalistler içinse, küçük burjuvaziyi oluşturur. Yok eğer, bu küçük burjuva konumuna rağmen, diğer ana sınıf olan, içi sınıfı yararına, onu çıkarlarını ve sorunlarını ele alan, fikir, teori ya da estetik geiştiriyorsa, küçük burjuvaziden ayrılıp, sosyalist aydın haline gelir.

Küçük burjuvazi, kafası üç yüz atmış derece dönebilen tek sınıftır. Biraz üzerinde kapitalistler, biraz altında işçi sınıfını görür. İstediği tarafa bakabilir. Kendisine de bakabilme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle, Hegel gibi, bilincin bilinci üzerine düşünüp, yüksek teoriler geliştirebilir. Ya da, bir küçük burjuva konumuna sahip olduğu halde, burjuvaziye değil, işçi sınıfına da teori üretip, Marks olabilir.

Küçük burjuvazi diğer sınıflar yanında, kendisi üzerine de düşünebilen tek sınıftır. Kendisini ve diğerlerini aynı anda düşünebilme yeteneği ve olanağı, ki bu arada bir katman olmasından kaynaklanır, onun ideoloji üretiminin esas öznesi ve ögesi yapar. Küçük burjuvazinin bazı teorisyenler tarafından "sınıflar üstü" görülmesinin nedeni, bu sınıf ya da katmanın, ana sınıflar arasındaki konumudur. Sınıflar üstü değil, sınıflar arasındadır.

Küçük burjuvazi, sadece fikir, teori ve estetik değil, neden ideoloji de üretiyor? Nedeni klasik Marksist metinler dikkate alınırsa gayet açıktır. Kapitalistler sermaye üretim süreciyle ilgilidirler ve ekonomik alandaki hakimiyetlerinin aynısını ideoloji ve politika alanlarına taşıyamazlar. Mustafa Koç, ihaleleri, yatırımları, kar oranlarını, işçilerinin durumunu düşünürken, elbette roman yazamaz, anayasa teorisi üzerine çalışamaz. Öte tarafta, işçi de, işsiz kalmayıp işçi olma talihine erişmiş kişi, sadece geçimini ve en temel gereksinimlerini düşünmek durumundadır. İçlerinde ancak küçük bir kesim, sendika, parti gibi örgütlerde çalışabilme olanağını bulabilir. Haliyle, hem kapitalistler, hem de işçi sınıfını, toplumsal bütünün içinde düşünebilmek, bu bütün içinde bu sınıfların sözcülüğünü yapmak, ancak küçük burjuvazinin, ya da sosyalist aydınların elde edebileceği bir olanaktır.

Kapitalist de, işçi gibi, ideoloji üretimine, politikaya, zaman ayıramaz. Ama, ilki, zaman ayıramasa bile, para ayırabilir. İkincisi ise, adeta öksüz ve yetimdir. Kendi aydınlarını, Lenin'in dediği gibi, çıkaracak gücü yoktur. Ayrıcalıklı bir işçi kesimi, örneğin ustabaşıları, teknisyenler gibi, işçi sınıfının kendi içinden çıkardığı sınıf öncüleri olabilir. Ancak, mutlaka, sosyalist olmuş küçük burjuva aydınlara gereksinim duyarlar. Marks, Engels ve Lenin'in dediği gibi, sosyalist bilinç, küçük burjuva konumda ama sosyalist olan aydınlar tarafında üretilir, ve Lenin'de açık olduğu üzere, bu "öncüler" tarafından onlara sunulup, benimsetilebilir.

Küçük burjuvazinin ideoloji üretimiyle ilgili sınıf ya da ara katman olduğunu söyledik. Peki, politika?

Ana sınıflardan olmayan, onların arasında bir toplumsal konum işgal eden küçük burjuvazi, sadece fikir, teori ve estetik üretmiyor, bizzat, yönetici sınıfı içinde bir "yönetici" konumu da elde ediyor. Devlet bürokrasisi, politik partiler, medya, sivil toplum örgütleri, küçük burjuvaziyle doludur ve küçük burjuvalar tarafında kurulur, harekete geçirilir. Zaten bu politik konum nedeniyle de ideoloji üretimine gereksinim vardır. Ancak çok küçük bir kısmında sosyalist aydın haline gelen küçük burjuvalar olduğunu söylemeye dahi gerek yoktur. Çünkü, hakim, egemen, sınıf, daha büyük bir yönetici sınıf olarak konumunu yaratır, korur ve yeniden üretir.

Şimdiye kadar, çok fazla sınıflardan bahsettik ve "yapılar" üzerine çok durmadık. Marks'ın "meta fetişizmi" kavramı, ya da onun daha az gelişmiş hali olan Hegelci "yabancılaşma" kavramı, ideolojinin yapısal açıklaması için gerekli ögeleri sunar. İdeoloji küçük burjuvazi tarafından üretilir ve politika olarak harekete geçirilir dedik. Ama, "yapısal" nedenlere değinmedik.

Okuyucu şunu fark edecektir: Artık yapı-özne, sınıf-yapı gibi "dikotomiler" üzerinden düşünmüyoruz. Yapı dediğimiz, yine sınıflarla ilgili olup, sınıfların karşılıklı, göreli konumlarına ait bir karam olmalıdır. Ekonomik yapı derken, kimler nasıl ve ne kadar üretiyor, ne kadar kar sunuyorlar demek isteriz. Kapitalistler karlarını nasıl tekrar değerlendiriyorlar diye sorarız. Ya da, kapitalist ne kadar işçi, ne kadar makine kullanacak, buna nasıl karar veriyor diye bakarız. Yapı dediğimiz,sınıflar arası ilişkilerin bütünlüğünü ifade etmektedir.

Politik yapı ya da alan dediğimizde, nasıl yönetiyorlar, kimlerle diye sormuş oluyoruz. Aslında kavramları kavramlarla değiştiriyoruz.

İdeoloji derken, bu fikirler nereden çıktı, kimler üretti, nasıl yaygınlaştı, benimsendi diye düşünüyoruz. Mutlaka küçük burjuvazinin konumuna, gücüne, yeteneğine bakıyoruz. Diğer sınıfların gücü nedir, sayıları ya da, küçük burjuvaziye bakışımızı değiştiriyor.

***

Küçük burjuva derken, çok bilinen bazı tespitleri tekrar etmedik. Küçük burjuva, sosyalist yazında, küçümseme bir kimliktir. Küçük çıkarları büyük sözleri olan, bencil bir birey olarak tarif edilir. Doğrudur, zaten, kapitalist sistem, küçük burjuva bireyi sürekli üretme ve işçi sınıfına kendisinin vitrini olarak sunmak ister. Küçüğü, büyüğü vardır. Olabilir, olabilirsiniz, der.

Ekonominin politikadan, onun da ideolojik alandan ayrılması, ileri derecede yabancılaşma durumudur. Biz de böyle ayırıyorsak, kapitalist toplumu modellemek, onu teorize etmek içindir. İleride, böyle ayrımlar elbette olmayacak.

Küçük burjuvaziye dikkat! O, en az kapitalistler kadar önemli bir işlev yüklenmiş, onunla birlikte yönetici sınıf haline gelmiş, iki büyük sınıf arasında, politik ve ideolojik görevleriyle, toplumsal ilişkilerimizin karakterini belirlemiştir.

Küçük burjuvazi olmadan, burjuvazi, ya da kapitalistler, olanaksızdır. Ne politikada, ne de ideolojide...

***

Gelecek hafta, devlet ve ideolojiden politikaya VI...



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:12


İdeolojiden politikaya VI-Ercan Gündoğan


İdeolojiden V’in sonunda, daha sonra ideoloji ve devlet ilişkisini ele alacağımızı yazmıştık.

Önce bazı eski soruları sorarak başlayalım: 1) Devlet iktidarı ve siyasal iktidar aynı olgular mıdır?2) İdeolojinin üretiminden esas sorumlu özneler ya da kurumlar hangileridir?

Bu soruları yanıtlamak için 1980 öncesinde bazı Avrupalı Marksistler arasında geçen hararetli tartışmaları tekrar etmeyeceğiz. N. Poulantzas ve R. Miliband ve E. Laclau, ve ikinci kısım içinse, L. Althusser. Bir de, devlet-sivil toplum bağlamında tüm Gramscian tartışmaları. Ancak, tekrar etmesek de, bazı anıştırmalar ve “ekolar” olacaktır.

***

Devlet iktidarı siyasal iktidarı kapsar ve onu aşar. Siyasal iktidar bir anlamda hükümet güçleridir. Devlet, tüm hükümet güçlerinin yanında merkezi ve yerel tüm teşkilatları, yargı kurumlarını, yasama faaliyetlerini de kapsar. Bunun da ötesi, kendine bağlı ya da kendiyle içice geçmiş sivil örgütleri ve süreçleri de içine alır. Sivil toplum zayıf ya da korumaya kollanmaya muhtaçsa, devlet uzanabildiği kadar uzanır, müdahale edebildiği kadar eder. Özellikle, egemen sınıf zayıfsa, modern burjuva devleti tam olarak ortaya çıkmamışsa, devlet olağan durumda sivil toplumca gördüğü işlevleri de yerine getirir. Ancak yine de, devlet sivil toplumun içinde yer alır, onun tarafından sınırlandırılır. Bu sivil toplum zayıf ve cılız olsa bile. Bu durum, sadece burjuvazinin zayıflığı ve henüz palazlanmadığını gösterir. Burjuvazi, kapitalist sınıf, çok güçlendiğinde de, paradoksal biçimde, devlet yine güçlüdür, ve her yana dal budak sarmıştır. Ancak bu durumda da, kapitalistlerin sisteme, hem sivil topluma hem devlete,   tümüyle hakim oldukları görülür.

Devlet sivil toplumun içinde yer alır dedik, aynı mantığı ekonomi ve politika için de kullanmalıyız. Siyaset de, ekonomi içinde yer alır ve onun tarafından sınırlandırılır. “Belirlenme “ilişkisini, içinde yer alma ve sınırlanma olarak sunduğumuz gözden kaçmamalıdır.

Siyasetin neden ekonomik alan içinde yer aldığı ve onun tarafından sınırlandırıldığı çok açıktır. Siyaset, ekonomik ilişkilerin yarattığı ve tahsis ettiği para, zaman ve bilinçle yapılır. Ekonomik konumunuza göre bu parayı, zamanı, bilinci bulursunuz. Geçmiş dönemlerden kalma aristokratik kesimleri bir tarafa bırakırsak, siyasetin kimler, hangi sınıfsal kesimlerce yapılacağı da açıkça görülür. Ne burjuva kapitalist kesim, ne de işçi sınıfı, ama büyük ölçüde küçük burjuvazi tarafından. Burjuva kapitalist kesimler zenginliğin üretimi ve dağıtımından sorumlu ve görevli oldukları için, sadece ideoloji üretimi değil, siyaset yapmak da, küçük burjuvaziye kalır. Daha doğrusu bir kesim bu alana girer.

Kısa ve özet olarak söyleyelim: Şair de, ideolog da, gazete yazarı da, sivil toplumu harekete geçirenlerin ezici çoğunluğu da, devlet görevlerini yerine getirenler de, çoğunlukla, küçük burjuvazidir. Farklı işlevlerle donatılmış olsa da, bu sınıfın ya da katmanın hem siyaset yaptığını, hem de ideoloji ürettiğini söyleyebiliriz. En uç örneklerse, bir tarafta sadece ideolojiyle ilgilenenler, ideologlar, teorisyenler, fikir ve estetik üretenler, öte tarafta ise, özellikle sivil ya da devlet örgütlenmesi içinde pratiğe yoğunlaşanlar bulunur.

Örneklerle daha da açalım.

İlk durumda, saf anlamda ideologluk, teorisyenlik, fikir ve estetik üreticiliği yapıyorsunuz. Kendinizi devletin ve sivil toplumun dışında, daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, sınıfların arasında olmaktan kaynaklanan bir sınıf-üstü konumda görüyorsunuz.  

İkinci durumda ise, bir küçük burjuva olarak devlet memurusunuz, memur olarak avukatlık ya da mimarlık yapıyorsunuz. Sadece pratisyen olsanız bile, mezun olduğunuz okulda, üyesi olduğunuz meslek örgütünde edindiğiniz meslek ideolojiniz vardır. Bu meslek sahipleri “hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti”, “kamu yararı” gibi kavramlar çerçevesinde düşünüp meslek pratiklerini yerine getirirler. Ya da, diplomatsınız ve “ulusal çıkar” kavramı çerçevesinde, devlet görevinizi yerine getirirsiniz. Örnekler en az küçük burjuvalarımızın mesleği kadar çok olacaktır. Hekimseniz, “parasız sağlık hizmeti”, “eşit sağlık hizmeti” fikirleri üzerinden devlette ya da sivil örgütünüzde faaliyette bulunur, düşünürsünüz.

Yukarıda devleti sivil toplumun, siyaseti de ekonomik alanın içine yerleştirmiştik. İdeolojiyi yerleştireceğimiz yer ise, bizzat siyaset alanının içidir. Açıkça görülüyor olmalıdır, devleti çevreleyen, sınırlandıran sivil toplumsa, ideolojiyi çevreleyip sınırlandıran siyasal alandır. Daha önceki yazılarımızda belirtildiği gibi, siyasal alan da, daha geniş ve güçlü, ekonomi alanı tarafından çevrelenir, sınırlandırılır.

İdeolojinin siyasal alan tarafından çerçevelenmesi, ideolojiyi özel olarak “siyasal” ideolojiler” alanına yerleştirir. Gerçekten de, siyasal olmayan bir ideoloji, modern toplum ve devletin gelişmesiyle bilikte, neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Dini düşünceler siyasetin sadece desteği, malzemesi, atıf alanı olabilir sadece. Özerkliklerini tümüyle kaybetmişlerdir.

Devletin kavramsal ve diyalektik karşıtı ya da muhatabı nedir sorusunun yanıtıysa, Miliband-Poulantzas’ın 1980 öncesinde yaptıkları tartışma çerçevesinde yanıtlanamaz. Devlet iktidarı-siyasal iktidar ayrımı yapmanın tek yararı, sosyalistlerce ele geçirilen iktidarın henüz sadece siyasal iktidar olabileceği, hızla devlet iktidarının da ele geçirilip, “parçalanması” ve “yeni devletin” yaratılması gerektiğini göstermesidir. Çünkü, ele geçirilen siyasal iktidar ve devlet iktidarı, eski sınıfın yükselişi ve çıkarlarına uygun biçimde gelişmiştir. Yeni hakim sınıf, eski hakim sınıfın iktidar araçlarını, ortamlarını kullanamaz. Daha da iyi anlaşılması için şunu da demeliyiz: Yeni hakim sınıf, eski hakim sınıfın yönetirken kullandığı “sarayları” bile kullanmamalıdır.

Siyasetin içinde aslında siyasal ideolojiler halinde üretilen ideoloji, devlet tarafından da üretilmez mi diye sorulacak, Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” içinde geliştirdiği teori anımsatılacaktır. Devlet de ideoloji üretmekte ve bu üretimde belli kurum ve “aygıtları” kullanmaktadır elbette. Ancak, burada sunulan, önerilen teorik şemaya göre, ideoloji siyasal alan içinde ve bizzat siyaset için, siyasal ideolojiler biçiminde üretilmektedir. Üretimi sınıfsal dille söylersek, doğrudan küçük burjuvazi gerçekleştirmektedir. İdeolojiyi gerek devlet gerek sivil toplum içinde örgütlü, küçük burjuvazi üretmektedir. Devlet ideoloji üretip yayarken, öğretmenler, imamlar, maaşlı sanatçılar, akademisyenler örneğin, bu işlevi yerine getirmektedir. Ama bu kesimler sivil toplumda da, aynı iş ve görevleri yerine getirirler. Küçük burjuvazi, devlette ya da sivil toplumda iş tutabilir, çalışabilir. Devlette istihdam edilip iş tutmak, farklı olarak, bir devlet ideolojisi üretiminde yer almayı da gerektirir. Devlete hakim olan, onu denetleyen sınıf, sadece ekonomik alana değil, siyasal alana, devlet aygıtına da hakimdir. Devlet haline gelmiş bu sınıf, sadece ekonomik alanı değil, siyasal alanı da dolaylı denetiminde bulundurur. Sınıf egemenliği, devlet egemenliğiyle taçlandırıldığı için, sınıfının ötesinde diğer sınıfları, tüm ulusu da dikkate alarak yönetmek gerekir. Sınıf ideolojisinin içeriği korunmakla birlikte, ulusal, kamusal bir ideolojiye de dönüştürülür. Sınıf çıkarı değil, “kamu çıkarı” gibi bir kavram ve kavrayış, teori geliştirilmelidir. İlgili mesleki donanıma sahip küçük burjuva kesimleri bu görevi yerine getirecektir. İşsizlik ve yoksulluk karşısında, liberalizm “sosyalize” edilecek, “pozitif haklar” propagandası yapılacaktır. İki sınıf arasında yer alan küçük burjuvazimiz, liberalizmin, piyasanın, sermaye birikiminin yanına, sendikal hakları, yeni siyasal özgürlükleri koymayı ilk düşünecek sınıftır.

İdeolojinin üretiminde, elbette ekonomik alan da söz sahibidir. En geniş ve en soyut anlamda, Marks’ın “meta fetişizmi”, kapitalist ekonomin bizzat, siyasete ihtiyaç duymadan yarattığı bir ideolojidir. Hatta bu ideoloji, diğer tüm ideolojilere de rengini, kokusunu verir. Çünkü, meta fetişizmiyle birlikte, kapitalizme, kapitalistlere, emeğe, emekçiye, devlete ve devlet görevlilerinin söylediklerine farklı bakarız. Meta fetişizmi nedeniyle, yığınlar, emekçiler, kapitalistler olmadan üretim sürecinin gerçekleşmeyeceğine inanırlar. Kapitalistler, üretimle birlikte, tüketimin, zenginliğin, refahın zorunlu ögesi olarak görünür. Hatta, özgürlüklerinin, demokrasinin bile zorunlu ögesi, hatta yaratıcısı olarak.

Yukarıda, devletin hakim sınıfın ulusal düzeydeki, haliyle kendine egemenliği nedeniyle, sadece sınıf ideolojisi sunamayacağını belirttik. Devlet, genel, ulusal, kamusal bir görünüm ve içerikle ideoloji alanına girer. Burada, siyasetçiler, bürokrasi ve geniş memur tabakasının büyük ölçüde küçük burjuvazi içinde yer aldığını anımsayalım. Hem devlet, hem de tüm devlet görevlileri, tüm seçilmişler ve atanmışlar, Gramsci’nin kavramını kullanırsak, bir “siyasal toplum” oluştururlar. Gramsci’nin burada kastettiği, egemen sınıftan daha geniş ve kapsayıcı bir kavram olarak görmemiz gereken, “yönetici sınıf”tır. Yoksul ve alt düzeyde görevlerde bulunan devlet memurları ve kamu işçileri ayrı, “yönetici sınıf”, hem egemen sınıfı, hem de yönetim işlevi edinmiş tüm üst düzey politikacıları, bürokratları, teknokratları, entelektüelleri içine almaktadır (Bu kavramlarla ilgili olarak tarafımca yapılmış bazı çalışmalara bakılabilir. Örneğin “Conceptions of Hegemony...” ve “The Sphere of Political Economy and the Ruling Class”). Bu nedenlerle de, devlet ideolojisi olarak gelişen ve topluma sunulan ideoloji, egemen sınıfın yönetici sınıf olarak sunduğu, çoğu zaman “kamusal” ya da “ulusal” nitelikte görülen, gösterilen düşüncelerdir. Kamu yararı ya da ulusal yarar düşüncesi olmadan, ne yeni bir yasa yapılabilir, ne de bir kasabanın yolu. Ne de bir mahkeme karar alabilir.

İdeolojiyi neden siyasal alanın içine yerleştirdiğimiz ve ideolojilerin neden kaçınılmaz biçimde siyasal ideoloji olacağını biraz daha netleştirerek yazımızı sonlandıralım:

Siyasetin, siyaset yapmanın, siyasal sürecin kendisi ideoloji gerektirir. Siyaset yapan, ideolojiye, siyasal ideolojiye ihtiyaç duyar. Ama, duymanın da ötesinde, ideoloji de üretir. İdeoloji bu anlamda, siyasal sürecin bir gereği ve yan ürünüdür.

Siyaset yapanlar, siyasal ideolojileri hem hazır bulurlar, öğrenip içselleştirirler, hem de siyasal ideoloji üretirler. Ancak, “hazır” bulunan ideolojilerin öğrenimi de, içselleştirilmeleri de, tam ve kusursuz gerçekleşmez. Hele de siyasal yaparken kullanılmaları.

Kaldı ki, her siyasal ideoloji diğer siyasal ideolojilerle rekabet halindedir. İdeolojilerin değişimi bu nedenle de kaçınılmazdır.

Değişime direnen ideoloji olabilir mi diye sorulacaktır. Siyasal ideolojiyse, olamaz. Siyaset dışıysa, siyaset yaparken kullanılıp yeniden üretilmiyorsa, doğmalar alanına atılmış demektir. Ama, dinler bile bu alana atılmaz, değiştirilip yeni işlere koşulurlar.

***

Bir sonraki yazımız, özel olarak, sosyalizm, sosyalist hareket, ideoloji ve sosyalist politika için olacak: İdeolojiden politikaya VII...



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:13


İdeolojiden politikaya VII-Ercan Gündoğan


Bir önceki yazımızda, bu yazının özel olarak, sosyalizm, sosyalist hareket, ideoloji ve sosyalist politika hakkında olacağı söylenmişti.

Marks, Engels ve Lenin’de “ideoloji” olumsuz bir anlam taşımaz. Daha sonra özellikle Althusser, ideolojiyi bilimin karşısına yerleştirerek, Marksist teorinin bilimselliğini geliştirmek ve altını çizmek istemişti.

Ancak, biz ideolojinin sınıflarla, sınıfların eylem ve mücadeleleriyle ilgili, özel olarak siyaset içinde yer alan, bu nedenle de siyasal ideoloji halinde kullanılan, düşünceler, iddialar, tezler ve kanıtlama biçimlerinin bir bütünü olarak görüyoruz. Haliyle, ideoloji ve teori arasında bir benzerlik, paralellik görüyoruz. Teori, içiçe geçmiş, bağlantılı kavramlarla bir bütünü anlamak demektir. Örneğin, emek, sermaye, artık, artık değer kavramlarıyla, kapitalist ilişkilerin bütününü anlamaya çalışırız. Söz konusu kavramlar, farklı teorilerde bulunabilir. Ancak, içerik ve karşılıklı ilişkileri, teorileri birbirinden ayırmamıza olanak verir. Bu da, ideolojimiz sayesinde ve nedeniyle olur. Dolayısıyla, teorinin temel kavramlarına verilen anlamlar ve bu kavramların belli bakış açısıyla kullanılması, ideolojimizden kaynaklanır. Bir Marksist için artık değer kavramı sömürü, sermaye birikimi kavram ve teorileriyle ilişkilidir. Bir liberal ise, bu kavramı en bir “katma değer” olarak görür ve bu değerin kaynağı olarak da, üretim faktörlerinin sermaye tarafından harekete geçirilmesi ve karşılığında elde edilen ilave zenginlik olarak görür. Esas devindirici ve yaratıcı güç, sermaye ve sermayedardadır. Her üretim faktörü sahibi, katkısının karşılığı alır. Biri ücret, diğeri rant, bir diğeri faiz, bir diğeri, sermayedar da, kar olarak. Oysa her faktör sahibinin katkısı oranında karşılık aldığı düşüncesi, özellikle Marks’ın Kapital’inden sonra, temelsiz bir düşünce haline gelmiştir. Özet, bir sömürü ilişkisi vardır ve emek sahibi, emekçi, ürettiğinin sadece bir bölümünü almakta, gerisini üretim ilişkisi içinde sermayedara ve dolaylı olarak diğer sınıflara aktarmaktadır.

Daha çok örnek vermeye gerek yoktur. Kavramla aynı olsa bile, teoriler farklıdır ve bu fark da, özel olarak ideolojilerin farklılığından kaynaklanmaktadır.

Sosyalist hareketi diğer siyasal hareketlerden ayıran, gayet açık, sosyalist teori ve bu teorinin kavramlarıdır. Bu kavramların farklı teorik bağlantıları, daha önemlisi farklı ideolojik içerik ve açıklama biçimleri bulunmaktadır. Bir Marksist, istihdam ilişkilerine bakarken, bir liberalden neredeyse tümüyle farklı süreçleri görmektedir. Üretici güçlerin gelişme seviyesi, bekletilen, kullanılmayan ya da kullanımdan düşürülen emek gücünü, çalışma saatlerini, emekçilerin sınıfsal örgütlenme seviyelerini, sınıf bilinçlerini vs... Liberal ya da muhafazakarın, hatta sosyal demokratın böyle düşünmediğini söylemeye gerek bile yoktur.   Kavramlar, teoriler, ideolojiler farklıdır.

Tekrar edelim, bir siyasal hareketi diğerlerinden ayıran, kullandığı kavramlar, içerikleri, teorisi, bu nedenle de ideolojisidir. Buradan hemen şu diyalektik geçişi yapabiliriz: Siyasal hareketleri birbirine yaklaştıran da, aynı nedenle, kullanılan kavramlar, teori ve ideolojidir. Kavramları her hareket aynı içerikle ve aynı karşılıklı bağlantılarla kullanmış olsaydı, teorik düşünce kalırdı, ama ideolojilerin yok olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Her hareket, her insan gibi, laiklikten, emekten, yoksulluktan, ekonomik gelişmeden, devletten   örneğin, aynı anlamları çıkarır, aynı dili kullanarak, zenginliği ve iktidarı ortak kullanabilirdi. Ancak, iyi bilinen gerçek nedeniyle, toplumun sınıfsal bölünmüşlüğü, çıkarların, ideolojilerin, haliyle teorilerin farklılaşmasına, daha da ötesi çelişip çarpışmasına yol açar. En geniş anlamıyla, çıkarlarımız farklıysa, hatta biriyle çelişik durumdaysa, aynı düşünemeyiz, aynı ideolojiye ve teoriye sahip olamayız.

Sosyalizmin ve sosyalist hareketin teorisi açıkça ve özel olarak işçi sınıfının sınıf çıkarlarıyla ilişkilidir. Bu çıkarlar, bu sınıfa yakın duran ya da sempati gösterenler tarafından da görülür, benimsenir. Sosyalist olan küçük burjuvazi, işçi sınıfının sınıf çıkarlarına ideolojik çerçeve verip, teorize eder. Bu nedenle de, sınıfsal olmasa da, teorik ve ideolojik olarak o sınıfın parçası, hatta düşünsel, örgütçü lideri, önderi olur. Bu liderlik, önderlik kendiliğinden   gerçekleşemezse, kaçınılmaz biçimde, “dışarıdan bilinç” sorunu, gereksinimi ortaya çıkar.

Kavramların kullanımı, en geniş ve derin anlamıyla, sınıfsal çıkarların, haliyle ideoloji ve teorilerin farklılığıyla ilişkilidir dedik. Burada kavramlara hakim olmanın, bu kavramları kamusal alanda yayıp benimsetebilmenin önemine değinmeliyiz. Özel olarak, kavramlarımızın başarısından söz ediyoruz.

Kavramların başarısında en önemli test, onların karşıt siyasal ve ideolojik hareketler tarafından benimsenip benimsenmediğidir. Açıklayıcı en güzel örnekler, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye sosyalist hareketinin kullanıp karşıtlarına bile bir biçimde benimsettiği kavramlardır. Bu dönem Türkiyesinde , faşizme yaklaşmış ülkücüler bile, sosyalistlere “devrimci” demektedir. Büyük bir iltifat ve gizli bir öykünmeyi içerir. Sosyalistlerin özellikle ekonomik gelişme ve siyasal bağımsızlık arasında kurdukları bağlantı, sosyal demokrat solu da, İslamcıları da etkisine almıştır. Erbakan hareketi adeta, sosyal yönü olan, İslamcı, bağımsızlıkçı, ağır sanayici bir İslamcılıktı. Tümüyle sosyalist solun başarısı ve etkisinden kaynaklanmaktadır. Yine, her türüyle birlikte sosyalist soldan dolayı, 12 Eylül anayasası bile, biçimsel ve pragmatik dahi olsa, Atatürkçü, laik bir iddiaya sahip çıkmak zorunda kalmıştır.

Ancak, kavramların başarısı, her zaman uzun vadeli başarılar getirmemiştir. “Tam bağımsız Türkiye” sloganı, özel olarak “bağımsızlık” kavramı, sosyalist solu Kemalizme, ulusal sola, en geniş anlamıyla Maoculuğa yakın bir hatta yaklaştırmıştır. Sanıyorum artık “bağımsızlığın” eski anlamlarının ötesine geçme gereği daha fazla anlaşılmaktadır. Çünkü “bağımsızlık” en nihayetinde, “ulus-devletler”ce oluşturulan “uluslararası sistemin” içinde, “ulusal egemenlik” kavramıyla ilişkilidir. Ulusal egemenlikte, ulusal burjuvazinin doğrudan ve dolaylı olarak denetlediği, hakim olduğu, piyasa, devlet, ve üzerine yükseldiği yurttaş anlaşılmalıdır. Ancak, soruna pek de öyle yaklaşıldığı söylenemez.

Sosyalist hareket, bu gün hangi temel kavramlarla, hangi teorik çerçevede düşünüyor, gelişiyor?

Şu gözlem ve tespitleri yapıp, bu yazıyı bitirmeye çalışalım:

Kürt sorunu 1910’ların liberal ya da Leninist çerçevede olsun, ya “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde, ya da yine eskiye savrulunarak, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal kimlik” çerçevesinde düşünülüyor;

“Bağımsızlık” düşüncesi, “bölgesel” ve “küresel” coğrafi “seviye” ve “alanlarla” ilişkili olarak henüz kavramsallaştırılamıyor;

Laiklik kavramı, henüz “sosyalist” içerikle kavramsallaştılmış bulunmuyor;

“Din” ve “dindarlar”, İslamcı hareket arasında titiz ayrımlar henüz yapılmıyor;

“Kamu” ve “kamusallık”, “kamuculuk”, “kamu ekonomisi”, aslında liberal geleneğe savrulunarak, ele alınıp, propaganda ediliyor;

“Devlet” ve “hükümet”, “devlet iktidarı” ve “siyasal iktidar” ayrımlarına özel bir dikkat verilmiyor;

“Halk”, “sınıf”, “yığın”, “kitle”, “ulus” arasında, titiz sosyalist kavramsallaştırmalar yapılamıyor;

Daha önemli ve yaşamsal olansa, hala ne kadar Lenin, ne kadar Mao, ne kadar Euro-komünizm, sorularını gizli gizli, içimizde,   soruyor olmamızdır. Bu yazının okurları için özel olarak söylemeliyiz: Bir “neo-Marksizm Leninizm” henüz geliştirilememiştir.

Kavramlarımız, ideolojimiz, teorimiz ve haliyle hareketimiz kapsamında,   hem güncel hem de tarihsel gereksinim, görev, budur!

“Dışarıdan bilinç” mi? “Öncü” mü? “Emperyalizm” mi? “Kendi kaderini tayin hakkı” mı? “Proletarya diktatörlüğü” mü? “Profesyonel devrimciler” mi? “Sovyet iktidarı” mı? “İkili iktidar” mı?

Hemen ve sadece "evet" denilmesi, yeterli bulunmamalıdır! İleri gidilecekse eğer!

***

Konuya, sonraki yazıda devam edeceğiz: İdeolojiden politikaya VIII.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:16


İdeolojiden politikaya VIII-Ercan Gündoğan


İdeolojilerin diğer düşünce sistemlerinden bir farkı olmalıdır. İdeoloji özel bir düşünme biçimi olup, ayırt edici özelliği, politik yaşamla doğrudan ilişkisidir. Diğer düşünme sistemleri, politikayla ilişkiliyse, ideolojiler alanına girer. Örneğin, din ve sanat, politikleşirse, kendi özelliklerinin yanında, ideolojik nitelik de kazanırlar.

İdeolojilerin ayırt edici özelliği politik yaşamla doğrudan ilişkili olmalarıysa, bir çıkarsama daha yapma olanağına sahibiz: İdeolojiler, aslında her zaman politik ideolojilerdir. Buradan şu çıkarsama da kolayca ortaya çıkar: İdeolojiler, politik ideoloji biçiminde var olurlar. O aşamaya gelemezlerse, her hangi bir düşünce olarak kalırlar.

Politik ideolojiler, ya da genel olarak ideolojiler, mutlaka bir sistemleştirme, kuramlaştırma süreci gerektirirler. Sistemsiz, kuramsız bir politik ideoloji, iddialar, öneriler ve eleştiriler aşamasında kalır. İç kavramsal bağlantılar zayıf, kavramlar da kaygan, bulanık, belirsizdir. Bağlantılar sağlam olsa bile, tutarsızlık söz konusudur. Burada, kuramsallaştırma süreci, tecrübe ve gereksinimlere boyun eğer. Aslında bir pratiğe uygun, düşünceler demeti söz konusudur.

İdeolojide, kavramlar ve bağlantılar, sayıca az temel tezler üzerine inşaa edilir. Bu temel tezler, paradigma ya da problematik denilebilir, gelişitirilebilir ama ideoloji kendisini devam ettirecekse, değiştirilmez. Değişiklik durumunda, ya ideoloji başka ideolojilerle sentez içine girmiş, ya da tümüyle değişmeye başlamış demektir.

Bu kapsamda, bir ideolojisi olan, ya da bir ideolojinin üretimine katkı koyanlar için, canalıcı bir soruna değinmiş bulunuyoruz. İdeolojilerin içsel değişimleri ve gelişimleri ya da diğer ideolojilerin etkisine girmeleri sorununa. Elimizde, ideolojiler tarihinin zenginliğine uygun olarak, bolca örnek var. Klasik liberalizmin evrimi, değişimi, sosyalizmin Marksist sosyalizmin derinliğine kavuşması, muhafazakar ideolojilerin değişime direnen kendine has gelişmeleri. Fakat bizi burada ilgilendiren, ideolojilerin içsel değişim ve gelişimi, ya da diğer ideolojilerin etkisine maruz kalmaları ve orijinalitelerini yitirmeleri, ya da yepyeni ideolojilerin oluşturucu parçaları halinde kullanılmaları sorunudur.

Klasik liberalizmin 19.yüzyıldan itibaren değişimi, “sosyalize” olması, ardından 20.yüzyılda “müdahaleci”, “refahçı”, adalet dağıtıcılığı benimseyen nitelikler kazanması, açıkça, liberalizmin liberalizm olmaktan çıkmasıdır. Kapitalist bunalımlar, iktisadi, politik ve ideolojik, işçi sınıfının uluslararası nitelik kazanan mücadelesi, Marksist teoriyle donanması, liberalizmi bir ideoloji olarak bitirmiştir. Liberalizmin tekrar dirilmesi ve neo-liberalizm ismiyle ortaya çıkışı ise, hiç de sanıldığı gibi liberal paradigma ve temel tezleri üzerine geliştirilmiş bir ideoloji üretildiği anlamına gelmez. Üretilen ideoloji, klasik liberalizmle ilgisi ve bağlantısı oldukça zayıf, muhafazakarlıkla yapılan yeni bir sentezdir. Bu yeni ideolojiye neo-liberalizm denmesi, sadece kavramsal bir kargaşaya değil, ideolojik bir kargaşadır da. Liberalizm Aydınlanma içinde geliştirilmiş bir teori ve ideolojiydi. Bireyi, aklı, özgürlüğü savunuyordu. Laikti, dünyanın bilinebilir olduğunu savunuyordu, bilimseldi ve ilerleme ilkesine sıkı sıkıya bağlıydı. Neo-liberalizm bu anlamda, pek liberal olarak nitelendirilemez.

Sosyalist teori ve ideolojinin gelişiminde de benzer sorunlarla karşılaşılmıştır. Marksizm öncesinde ortaya çıkmış sosyalizm anlayışları ile sosyal-demokrasi, başından bu yana, Marksist sosyalizmle, Marksist olmayan sosyalizmler arasında varolan gerilim önemli kaynaklarıdır. Ne Proudhonculuk, ne Blankuicilik, ne Bakunincilik, ne de örneğin Lassallecilik, bitecektir. Bu düşüncelerin Marksist sosyalizmle etkileşimleri inkar edielemez. Ancak, farklı paradigmaları vardır ve sentez haline gelmeleri, her birini kendisi olmaktan, ayrı bir ideoloji olarak devam etmekten mahrum bırakır. Ancak, değişik bir durum, Lenin'le ortaya çıkmıştır. Öyle ki, Leninizm, Marksizm-Leninizm halinde gelişmiş ve devam etmiştir. İşte, revizyonizm-ortodoksi tartışmalarının en can alıcı kaynağı. Lenin'le birlikte, Marksist sosyalizm içsel bir evrimle mi, değişmiş, gelişmiştir, yoksa, ortaya yepyeni br teori, ideoloji mi, çıkmıştır? Lenin de, en az Bernstein kadar revizyonist midir? Yüzyıllık geçmişi bulunan bu çetrefil sorunu burada hemen çözmeyiz. Ancak, şu tespitlerde bulunabiliriz: Lenin, Marks'a, Marksist sosyalizmin temel tezlerine, paradigmalarına sadık kalarak mı onu geliştirmiş, revize etmiştir? Marksizm-Leninizm yeni bir ideoloji midir, yoksa, Marksizmin yeni biçimi midir? Diğer deyişle, Leninizm, aslında neo-Marksizm midir? Yoksa, bu teoriye Leninist Marksizm mi demek gerekirdi

Amacımız kafa karıştırmak, lüzumsuz sorular sormak değil elbette. Sadece, ideolojilerin saflığı, saf kalarak gelişmeleri, geliştikçe   de daha fazla kendileri olmaları olanağı üzerine kafa yormaktır.

Marks'tan entellektüel olarak yararlanmakla, Marksist ideoloji ve teorinin gelişimine katkı yapmak, elbette farklı ilgi, farklı çabalardır. Lenin'in Marks'tan yararlanmanın çok ötesinde, katkı koyarak onu geliştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Marks'a oldukça sadık bir revizyonizm, katkıdır söz konusu olan. Marksist kalınarak, emperyalizm teorisi, parti ve örgütlenme teorisi, bilinç teorisi, devrim teorisi geliştirilmiştir. Bu katkılar elbette, teorinin, ideolojinin daha da geliştirilmesi için yeni sorular ve sorunlar da gündeme getirmiştir. Katkı olmasının bir göstergesi de katkıyla birlikte gelen soru ve sorunlardır. Marksist kalınarak Marks'a katkı yapılmakta, Marksizm aslında, Hegel gibi söyleyelim, daha da açılmaktadır.

İdeolojilerin kendi kalarak gelişmelerine daha iyi bir örnek aslında Marks'ın kendi teorik durumudur. Marks'ın döneminde sosyalizm bir teori ve ideoloji olarak, özellikle Fransız sosyalizmi örneğinde tarihsel bir gelişmişliğe sahiptir. Marks'ın geliştirdiği teori bu teoridir. Marks bu teoriyi alıp Ricardocu liberal politik ekonomi teorisiyle ve Hegel'in sol yorumlarıyla sentez haline getirmemiş, bilakis, Ricardo ve sol-Hegelcilerin düşüncelerini dönüştürüp geliştirerek Fransız sosyalizm teorisini geliştirmek için değerlendirmiştir. Marks'ın sentezci olmanın ötesinde, adeta entellektüel açıdan bir kolonyalist olduğunu söyleyebiliriz. Marks sol Hegelciliği ve Ricardo iktisadını kolonize edip, sosyalizm teorisini geliştirmek için gerekli “değeri” üretmiştir. Bu nedenle, Marksizm derken,daha önce varolan bir sosyalizm teorisinin Marks tarafından oldukça ileri düzeyde yenilenmesini, hatta revizyonunu anlamalıyız. Lenin'in Marks'la ilişkisini de böyle gördüğümüzü söylemeye gerek yoktur.

***
İdeolojilerin aslında politik ideolojiler olduğunu yukarıda yazmıştık. İdeolojiler her ne kadar, teorik hale gelmek için zorunlu olarak teorisyene gereksinim duyuyorsa da, politik yaşamın, mücadelenin içinde, bizzat politik amaç ve nedenlerle üretilmektedir. Bu nedenle, politik pratiğin zorunlu ögesidir. Politika yapmak için ideoloji gereklidir, ama, ideoloji için de politika yapılır. Çünkü, politika yapmadan, o ideoloji sıradan bir düşünce sistemi halinde kalır ve sadece entellektüel ilgi haline gelir. Ölü diller gibi, ölü ideolojiler de vardır. İdeolojinin ölmesi, politik ideoloji olmaktan çıkmasıdır. Ardından gidecek ne sınıf ya da kitle, ne de onun benimsemiş partiler vardır. Ancak, bazı ideolojilerin ölmemek için, diğer ideolojilere karıştığını, onlarla işbirliğine gitmesi gerekir. Yukarıda verdiğimiz liberalizm örneğinde olduğu gibi. Liberalizm yaşamak için muhafazakarlaşmış, orijinal özelliklerini kaybetmiştir.

Bu yazının okuyucusu soracaktır, peki, muhafazakarlıkta durum nedir diye. Bu ideolojinin ideoloji olup olmadığı bile tartışmalıdır. Planlı ve bilinçli kökten değişimlere karşı olmak, geleneksel kurumlara sahip çıkmak, aklın sınırlarından bahsetmek, muhafazakarlıktır. Bazen bir ideoloji, bazen sadece bir tepkiselliktir. Liberal düşüncelerin   muhafazakarlıkla senteze girmesi, liberalizmin kaldığı kadarıyla o da, ideolojik niteliğini daha da zayıflatmıştır. Peki, onca neo-liberalizm edebiyatı nedir diye itiraz gelecektir elbette. Sorunun olası sahibi sadece şuna baksın yeterlidir: Piyasa fetişizmi dışında sözde neo-liberallerin bir ideolojisi var mıdır? Bir ideolojiye sahip olmak için yeterli midir bu? Ayrıca, bir ideoloji ideolojiyse, bambaşka, hatta kendine karşıt diğer ideolojilerle neden sentez içinde kendini devam ettirir? Daha doğrusu, devam ettirebilir mi?

***
“İdeolojiden politikaya” konusuna devam edeceğiz..



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.989
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:17


İdeolojiden politikaya IX-Ercan Gündoğan


“Tefrika” halinde yazdığımız “ideolojiden politika”nın şimdiki konusu ideolojilerin saflığı ve politika nedeniyle mutlaka saflıklarından ödün vermeleri üzerinedir.

Bu konuda, devrimci kuramcıların düşüncelerinin evrimini düşünmek gerekir. İdeoloji pratik olmadan da, saf ideoloji olarak geliştirilebilir. Ama, ideolojimiz politik ise, politikanın pratiğine uygun da olması gerekir.

Bir İslamcı, nasıl da gömlek değiştirir, örnektir. İdeolojisi baştan itibaren saf değildir, zamana ayak uydurarak devam ettirir kendini. Faşizm de öyledir, gereksinimi neyse, alır içine. Sağ ideolojiler, her zaman pratik ve pragmatiktir. Nedeni, statükocu olmalarıyla, mutlaka muhafazakar bir yönlerinin olmaları nedeniyledir. Sağ ideolojiler, her zaman, otoriteye, sağ duyuya, inanca, geleneğe, düzene yönelik bir söylem üretir. Bu nedenle, ideolojiler piyasasında, doğal bir ayrıcalığa, avantaja, üstünlüğe sahip olurlar. Kolay yarışır, kolay kazanırlar. Tüm ayrıcalık ve avantajlarını yitirdikleri anlar, zamanlarsa, devrimci durumlarda olur.

Saf ideolojiler, saflıklarını korur, sürdürürlerse, bizzat bu saflıkları nedeniyle geleceğin kurucusu olma olanağını yakalarlar. En azından devrimci durum öncesinde. Ama, saf kalmak da olanaklı değildir.

Demek ki, ilk başta, devrim öncesinde bir saflık hali gerekir. Ama, bu başarı anına kadar, saflık da değişime uğramak zorundadır.

Örnekleri peşi sıra yazalım: Liberal ideoloji taraftarları, bu ideolojiyi kendi durumlarına, dönemlerine uyar hale getirmeleriyle başarılı oldular. Liberalizmin Uluslar arası başarısı, aslında Fransız Devrimi, hatta, Napoleon'un bu devrimi Avrupa'ya yaymasıyla başladı. Bu devrim, orijinalitesinden uzaklaşarak, yayıldı, benimsendi. Ancak, saflığı bozulsa bile, paradigmaları aynı kaldı.

Marksizm, Rus devrimcileri ve özellikle Lenin ile birlikte, tüm paradigmalarını koruyarak, değişti ve Rus politik kültürüne, tarihi gelişim sorunlarına uyarlandı. Lenin sadece Marks ve Engels'i, İkinci Enternasyonel'i değil, Bakunin'i, ağabeyini de, Rus Halkçı (Narodnik) geleneğini de devrimci kuramının içine almıştır. Marks, taşraya, köylülere dikkatleri çekmişti, işçi sınıfı devriminin başarısı için. Lenin, bunu bir işçi-köylü ittifakı haline getirdi. Mao, daha da ileri gidip, işçi ideolojisi öncülüğünde, bir köylü devrimi, “halk” devrimi gerçekleştirebildi.

Saflık, Marks ve Engels'tir, gelişip, saf kalarak gelişmektedir. Önemli olan, paradigmadır, yöntemdir, hedeftir. Hedef açıkça, sosyalist devrimdir.

Büyüyen, gelişen, saf kalamaz, ama daha fazla kendisi olur. Aristo gibi düşünmekte, bu kapsamda, hiç bir sorun yok. Tohum, ağaç olmak içindir örneğin, ağaç olmaktadır. Değişip, saflığını bozarak, daha fazla kendisi olmuş, amacına kavuşmuştur.

Saflık ve paradigma sorununu daha da açmak gerekir. Örneğin, Marksist sosyalizm, anti-parlamentaristtir. İşçi sınıfının iktidarını hedefleyerek mücadele eder. Plancıdır, piyasayı, planla kaldırmak ister. Bu nedenle, üretim araçlarının kamusal mülkiyetini zorunlu görür. Elbette, enternasyoneldir. Ama, devrimini yapan halkın yaşadığı yerde devrimini sürdürmesini de ister. Bizim devrim çok “nasyonel” kaldı, vazgeçelim demez.

Paradigmalar bunlardır. Paradigmalara bağlı kalınarak seçilecek, üretilecek araçlarsa, elbet, daha fazladır ve bölgeden bölgeye değişiklik gösterir. Kaldı ki, sadece dış koşullar değil, devrimcilerin bizzat kendi durumları da apayrı bir etkendir. Örneğin, eski devrimci kuşakların benimsediği baskın ideoloji, Marksist sosyalizmi benimseyenlerin sınıfsal nitelikleri ve elbette, kuşaklar, yaşlar, meslekler. Daha da önemlisi, teorik donanım sorunu.

Bir ideolojinin saflığı sorunu, ilk oluşumunda önemlidir esas, bırakalım, sonraki gelişimini, evrimini, diğer ideolojilerle etkileşerek, farklılaşmalarını. Marks için, sosyalizm Fransız sosyalizmidir, sosyalist çözümlemenin, teorinin mantığı Hegel diyalektiğidir. Somut temeli ise, sanayidir, piyasadır ve bunların teorisini kuran burjuva ekonomi politiğidir. Ama bir Türkiye sosyalisti, bambaşka yerlerden, kaynaklardan beslenir, bambaşka başlangıçlar yapar. Mao ülkesinin işgalinden, Çan Kay Şek'ten ve elbette, yoksul Çin köylüsünden başlar. Lenin ve Stalin'i okur. Bir diğeri, Fransız sömürgeliğinden sonra, Amerikan müdahalesiyle karşılaşır, yan tarafında Mao'nun devrimi vardır ve Ho Şi Minh olur.

Türkiye sosyalisti de, yanı başında gerçekleşen Rus Devrimini görür, İttihatçılara, sonra da Kemalistlere bakar. Modernleşmeyi görür, Amerika'nın, Avrupa'nın kapitalist, emperyalist sızmasına, etkisine tanık olur. Anti-emperyalizm mi, anti-kapitalizm mi, tartışmasına girer. Askerin müdahalesini alkışlar, 27 Mayıs Anayasası'nı, bizzat yapanlardan daha fazla benimser. Legal başlar, hemen illegal olur. Parlamentarizm başlar başlamaz bitmiştir. Ama, 12 Eylül olur, illegalite de biter. O da olmaz, bu da.

Bazı sosyalistler ve sosyalizmleri, adeta saf olmamak için doğmuş, gelişmiştir. Hegemonya sorununun en hakiki biçimleri yaşanmaktadır. Başkalarının ne kadar görevi varsa, üstlenilmek zorunluluğu ortaya çıkar. Demokratik devlet hukuku, demokratik yurttaşlık, hukuk önünde eşitlik, hukukun üstünlüğü, anayasal devlet, ya da, hukuk devleti ve elbette, laiklik, baştadır.

Saflık, paradigmalar sağlam kaldıkça, saf olmaktan çıkmalı, değişimin, gelişimin temeli olmalıdır. Ama, farklı paradigmalarla olmamalıdır bu değişim.

Anayasal devlet, laiklik, Kürtler'e özerklik, peşinde koşan bir sosyalizm, yapabileceğinin en azını yapıyor demektir. Eşitlikçi bir burjuva devletinin pek eşitlikçi, laik anayasası, Kürtler de vardır diyen bir anayasa, ufku bir Avrupa devleti olmanın ötesinde olmayan bir sosyalizmdir. Saf kalarak saflığını geliştiren, değişen bir sosyalizm değildir.

Sosyalist, hegemonya sorunu nedeniyle, başkalarının işini, görevini üstlenmek zorunda kalabilir. Ama, kendisi olmaktan da çıkmamalıdır. Köylülerle ittifak yapıldı diye, sosyalizm köylülerin sosyalizmi olmamalıdır. Sosyalizm Kemalistlerin hukukçuluğunu, laikliğini, burjuva demokrasisi kapsamında destekleyebilirler, ve bu saflıklarına helal getirmez ille de. Ancak, açıkça, sosyalist bir laiklik, sosyalist bir hukuk da, savunulmalı, dile getirilmelidir. Aydınlanma mı deniyor, sosyalist, mutlaka, Aydınlanma'nın sosyalist eleştirisini de dikkate almalıdır.

Başkalarının saflığını devam ettirmesi için, sosyalist kendi saflığını bozmamalıdır.

F. Hayek, herkesin liberalizmden uzaklaştığı bir dönemde, sabırla ve inatla, klasik liberalizmi geliştirip 20.yüzyıla uyarlamaya çalışıyordu. Soldan gelen ne varsa, hepsini liberalizmden çıkarmaya çalışıyordu. Amacına ulaştı da. Sol zayıflamaya başladığında, yeniden canlanan liberalizmin esas teorisyeni oldu.

Sosyalizmin saflığından, ideolojisi demektir, ödün vermemek gerekir. Paradigmalar sıkı sıkıya tutulmalı, açılmalı, geliştirilmelidir. Politikanın kendisi, ideolojiyi bilinçli olarak üreten sosyalist ideologlardan farklı olarak, ideolojiyi açmalı, geliştirmelidir.

Daha fazla ideolojik kalıp daha fazla politikleşerek. Politika ideolojinin başlangıcı olduğu kadar, ideolojiyi açıp yaymaktadır da. Politika bir anlamda, ideolojiyi açmak, daha önemlisi, ideolojiyi yaymaktır.

Konuya devam edeceğiz.



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör İdeolojiden politikaya denizcan 2 3664 07.02.2016- 12:58
Konu Klasör Şafak Pavey: Politikaya herhalde devam etmem melnur 0 4168 14.11.2013- 14:54
Konu Klasör Selahattin Demirtaş: Aktif politikayı bırakıyorum... melnur 0 191 01.06.2023- 06:42
Konu Klasör Eşitlik - Ercan Gündoğan melnur 0 1921 11.03.2018- 08:12
Konu Klasör İktidar-Ercan Gündoğan denizcan 0 4089 07.12.2014- 19:41
Etiketler   İdeolojiden,   politikaya-Ercan,   Gündoğan
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS