SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 
'Aydınlanma nedir?' 233 Yaşında!           (gösterim sayısı: 10.938)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 02.10.2017- 12:54


‘Aydınlanma nedir?’ 233 yaşında!

Kant’ın ünlü makalesinin kaleme alınmasının üzerinden 233 yıl geçti. Kant için evrensel olabilecek tek insani özellik vardı: İnsanın özgürlüğü.
Resim Ekleme

İbrahim Mergen

Immanuel Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir?’ isimli makalesi ilk olarak 30 Eylül 1784 yılında yayınlanmıştır. Yani bugünlerde yayınlanışın yıldönümünü yaşamaktayız. Felsefe tarihinin en önemli metinleri arasında değerlendirilmesi gereken bu makale, tarih Fransız Devrimi’ne doğru seyrederken ortaya çıkmıştır. Dönemin sosyal ve düşünsel atmosferini yansıtması ve döneme yön veren metinlerden birisi olması nedeniyle de son derece önemlidir. Bilindiği gibi Aydınlanma Çağı, henüz daha içindeyken bizzat o çağı yaşayanlarca isimlendirilmiş bir çağdır. İlk olarak Voltaire 1761 tarihinde, dönemi Aydınlanma Çağı olarak adlandırmıştır ve diyebiliriz ki Kant’ın metni de bu isimlendirmeye içerik ya da tanım sağlamıştır. Dahası makalenin girişinde kullandığı cesaret etmeye yönelik çağrı, yani ‘Sapere Aude!’ Aydınlanmanın temel sloganlarından birisi olmuştur. ‘Aydınlanma Nedir?’ sorusunun yanıtını tek kelimeyle vermek gerekirse, Kant’ın yazdığı metin ışığında ‘özgürlüktür’ diyebiliriz. Bu özgürlük elbette aklın sağladığı özgürlüktür, öyleyse Kant’ın çağrısı kısaca insanın aklını kullanmaya cesaret etmesi gerektiğini öne süren tarihsel bir çağrıdır.

Metnin en önemli vurgusu, dinin dahi akli eleştiriye açık olması gerektiği yönündedir. Kant bu talebi önce askerlik mesleği üzerinden örnekler; bir asker aldığı emri eksiksiz olarak yerine getirmek zorundadır bu onun mesleki görevidir, ancak aynı asker akıl sahibi bir insan olarak askerlik kurumunu ya da askerlik “sanatını” eleştirmek sorgulamak özgürlüğüne de sahip olmalıdır. Benzer şekilde din görevlisi de mesleğinin gereklerini kurallar doğrultusunda yerine getirmekle yükümlüdür ancak dinin kendisini eleştirme ve bunu toplumla paylaşma özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bu anlamda aydınlanma, Kant’ın deyimiyle, insanlığın kendi kendisini ittiği çocukluk halinden çıkıp erişkinliğe ulaşması olarak da anlaşılabilir. Çünkü Aydınlanma ile beraber akıl rehin kalmaktan kurtulmaktadır.

‘Aydınlanma Nedir?’ bir sistem felsefecisi olan Kant’ın tüm felsefi yaklaşımı ile uyum içerisinde olan bir metindir ve Kantçı düşüncenin gündelik hayata ya da güncel sosyal/politik başlıklardan birisine uygulanışı olarak da değerlendirilebilir. Kısaca Kant’ın bu metne hangi düşünsel temeller üzerinde yükselerek geldiğini burada biraz aktaralım ki metinin içeriğinin ardındaki göndermeler daha iyi anlaşılsın. Kant için evrensel olabilecek tek bir insani özellik vardır. O da her durumda insanın özgür olması ve de elbette bunun farkında olmasıdır. Bu durum insan zincire vurulmuş dahi olsa geçerlidir çünkü her bir birey, bir diğer kişi olmaması anlamında otonomiye sahip olduğunu bilir. Dünyadaki diğer insanların da benzer bir otonomiye ve özgürlüğe sahip olmadığını düşünmek içinse geçerli bir neden yoktur. Kişi en zor şartlarda ve esaret altında olsa dahi fikren her zaman mecbur edildiğinden farklı biçimde düşünme özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlük adeta bir doğa yasasıdır. İşte tüm tarih, kanlı savaşları, çalkantılı isyan ve devrimleri, kısa ya da uzun süren durgunluk ve barış dönemleri ile bu özgürlüğün gelişmesinin tarihidir.

‘En temel özelliği özgürlük olan insan’ fikri, Kant’ın belki de en etkili çıkarımlarda bulunduğu etik alanındaki felsefi görüşlerine de kaynaklık eder. Etik Groundwork’te belirtildiği üzere aslında özgürlüğün yasalarını belirleyen disiplindir. Etik alanında, temellendirilmiş bir açıklama geliştirebildiğimiz takdirde, özgürlüğün yasalarını ve doğasını belirlemiş oluruz ve dolayısıyla insanın nasıl yaşaması gerektiğine dair bir görüş elde etmiş oluruz. İnsanın nasıl yaşaması gerektiğine dair bir görüşümüz varsa da elbette insanı bu şekilde yaşamaktan alıkoyan sosyal olgularla karşı karşıya geliriz. ‘Aydınlanma Nedir?’ işte bu son noktada ortaya çıkmış, politik mesajı yüksek bir metindir.

Bilindiği üzere Kant etikte deontolojik tabir edilen yaklaşımın kurucusudur. Kant erdem etiği ya da faydacı etik denilen yaklaşımlardan ayrılarak eylemin kendisine odaklanır. İnsan sonuçlarına, yani getireceği hazza ya da mutlu bir yaşam sağlayıp sağlamayacağına bakmaksızın sadece eyleminin doğruluğunu düşünmelidir. İnsan doğru eylemi yapmakla yükümlüdür. Görev ahlakı olarak görülebilecek bu yaklaşım her ne kadar zıttını işaret ediyor gibi görünse de aslında insan özgürlüğünü merkezine alır. Kant’ın vurgusu şu şekildedir; eylemlerimiz mutluluk ya da haz elde etmek adına yapıldığı takdirde, insanın dışa bağımlılığının ilanından başka bir anlam ortaya çıkarmazlar. Örneğin, kimseyi öldürmemeyi ya da kimseye zarar vermemeyi tercih eden bir birey, sonucunda başına gelecekleri düşünüp, huzurunun kaçmaması ve kendi hayatının altüst olmaması adına böyle yaşıyorsa, huzuruna ve bu huzurlu hayatı sağlayan koşullara bağımlı demektir. Hâlbuki aklın yasası öyle gerektirdiği için, doğru olan kimseye zarar vermemek olduğu için ya da her insan kendi içinde bir amaç olduğu için o şekilde yaşıyorsa, bu insan huzuruna ya da huzurunu sağlayan koşullara bağımlı hareket etmiş olmaz. Öyleyse sonucunda elde edeceği/kaybedeceği şeylerden, dürtülerinin yönlendirmelerinden, maddi ihtiyaçlarından vb. bağımsızlaşabildiği ölçüde kişi insani olarak aklın kontrolünde hareket eder ve özgür eylemler sergilemiş olur. Dışa bağımlılık sadece maddi dünyaya bağımlılık olarak algılanmamalıdır. Kant açısından aklını dine rehin vermiş bir kimse de en az haz odaklı yaşayan kişi kadar özgürlükten uzaktır. Din insan aklı yerine çalışmamalı akla dışsal bir şey olarak eylemlerimizin kaynağı olmamalıdır. ‘Aydınlanma Nedir?’ bu çerçevede okunursa verdiği mesaj daha net anlaşılacaktır.

Kant elbette insanın duygularının, dürtü ya da ihtiyaçlarının farkındadır, o nedenle eylemlerimize yön verecek akli yasayı her ne kadar evrensel yasa olarak tarif etse de gereklilik kipinde tanımlar. İnsan bu yasaya bakarak mümkün olduğunca ona uygun yaşamalıdır. Bu anlatılanlar ışığında özgürlüğü merkezine alan, eylemlerimize yön veren akli yasayı da burada aktaralım. Kant’ın kategorik imperatif olarak tanımladığı yasa üç ayrı formülle sunulur ancak aslında bu üç formül aynı yasanın farklı veçhelerinden ibarettir:




Bu ileti en son melnur tarafından 29.02.2020- 20:38 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 02.10.2017- 12:55


-Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun.

- İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran.

- Öyle davran ki iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin.

Yukarıdaki üç imperatif de aslında evrenselleştirilebilir olmayı temel ilke olarak alır. Yani ilk imperatif diğer iki imperatifin özüdür. İkinci imperatifte insanın evrensel olarak kendinde bir değer olduğu dolayısıyla hiç kimsenin bir araç olarak görülemeyeceği vurgulanır. Üçüncü imperatifte ise her insan akli melekelere sahip özgür bireyler olarak evrensel yasayı tanıyıp ona uygun hareket edebilecek yasa koyucu özneler olarak tanımlanır. Bu üç imperatifle sınandığında uyum gösteremeyen bir eylem, etik değildir dolayısıyla akli de değildir.

Birkaç örnekle izah edelim; mesela yerine getiremeyeceğimi bildiğim halde söz vermek doğru bir davranış mıdır? Söz vermek bir yerde sözleşme yapmaktır. Yerine getirmeyeceğimi biliyorsam zaten söz vermek ediminin şartlarını daha baştan sağlamamış olurum. Dolayısıyla giriştiğim eylem aslında kendi içinde çelişiktir. Dahası bu eylem evrenselleştirilemez de. Verilen tüm sözlerin tutulmadan bırakıldığı bir dünyada söz vermek gibi bir eylem anlamını yitirir ve var olamaz. Evrensel olarak uygulanmasında bir sakınca söz konusudur dolayısıyla karşılıksız söz vermek akli yasayı ihlal etmektedir. Daha politik bir örnek verelim; bir zümrenin ya da sınıfın dar çıkarları için savaş ilan eden bir yöneticinin eylemi hemen anlaşılacağı üzere savaşa sürdüğü insanları araç olarak görmektedir. Dolayısıyla örneğin çıkar amaçlı bir işgal savaşı, evrensel olarak kendinde birer değer olan insanları araç derekesine indirmektedir. Tüm insanların araç olduğu bir dünyada insanın biricik temel vasfı olan otonomisi ortadan kalmış olacağı için bu savaş ilanı da evrenselleştirilemez ve etik dışı olarak değerlendirilmelidir.

Peki, kapitalizm bağlamında düşünecek olursak, dine ya da insani ihtiyaçlara bağımlı kalmamayı, bunlar karşısında özgürleşmeyi salık veren Kant’ın bize söyleyeceği bir şey olabilir mi? İkinci imperatif kimsenin araç olamayacağı iddiasını taşıyor dedik, fakat kapitalizme baktığımızda ücretli çalışan herkesin yani bir bütün olarak işçi sınıfının, sermaye sınıfının bir aracı olduğunu görürüz. Kant bu noktada etik bir sıkıntı görmez. Çünkü ona göre iş ilişkisi bir sözleşme üzerine kuruludur. İşçi kendi rızasıyla sözleşmeyi uygular. Dolayısıyla ücret karşılığında çalışırken aslında hür iradesiyle bir tercih yapmıştır. Kant’ın bu noktada aslında feodal ilişkilere karşı kapitalist ilişkilerin safında yer aldığını söylemek herhalde büyük bir hata olmayacaktır. Ancak yine de hür irade ile bir sözleşme yapmak ile sözleşme yapmak zorunda kalmak arasında bir fark olduğu da aşikârdır. Dolayısıyla ‘Aydınlanma Nedir?’ sorusunu çığır açmış bir düşünsel zeminde ve büyük bir açıklıkla yanıtlamış olan Kant olanca büyüklüğüne rağmen hala kendi çağının insanıdır ve belki de insanlığın aydınlanmanın zirvesine varabilmek için Marx’ı beklemesi gerekmiştir.

https://ilerihaber.org/icerik/aydinlanma-nedir-233-yasinda-76959.html




Bu ileti en son melnur tarafından 29.02.2020- 20:43 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 21.10.2017- 08:30


İnsan bir mucizedir - Orhan Gökdemir

Nicolaus Copernicus, 1473’te doğdu 1543’te öldü. Giordano Bruno, 1548’de doğdu 1600’de öldürüldü. Tommaso Campanella,1568’de doğdu 1639’da öldü. Galileo Galilei, 1564’de doğdu 1642’de öldü. Gottfried Leibniz, 1646’da doğdu 1716’da öldü. Isaac Newton sonuncusu, 1643’te doğdu 1727’de öldü. Demek ki 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 18. yüzyılın başında biten, esasında ortalama bir yüzyıllık bir hareketten söz ediyoruz. Bu düşünürlerin çoğunun birbirini tanımasını, birbirlerinden etkilenmesini şaşırtıcı sayamayız. Bir dalganın üzerinde geldiler ve birbirlerine tutunarak bir dalga yarattılar. Dinin ve onun yeryüzündeki “bekçisi” kilisenin yol açtığı koyu karanlıkta, bugün bize pek de anlamlı gelmeyecek işaretlere tutunarak ışığa yürümeleri devrimci bir cürettir; müthiştir. Aydınlanma cüretli insanların işidir.

***

Rahiplikten kâfirliğe hızlı bir geçiş yapan Giordano Bruno zamanının en büyük filozoflarının birisi olarak kabul görüyordu. Hermetizm’in erdemlerini anlatarak ve Hermetizm prensiplerine dayalı bir toplumsal devrimi vazederek Avrupa’yı dolaştı. Sanki gösterişli ve inatçı bir Mesih’ti. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Nasıl olabilir ki başka? Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu.

1576 yılında, yirmi sekiz yaşındayken, kâfirlik şüphesiyle gözetlenmeye başlandı. Kilise kanunlarını çiğnemişti. Manastırı terk ederek Napoli’den kaçtı. Takip eden beş yıl boyunca Venedik, Padua, Milan, Cenova, Lyons ve Tulus’da görüldü. Kilise şüphelerinde haklıydı. Bu genç adama kendisinden yüz yıl önce keşfedilen Hermetika’nın halesindeydi. Sihirli Mısır dininin sadece en eski din değil, hem Museviliğin hem de Hıristiyanlığın kararttığı ve yozlaştırdığı tek gerçek din olduğunu savunuyordu. Eski Mısır dinini yeniden kurmanın görevi olduğuna ve bunun Avrupa’nın politik ve toplumsal sorunlarına bir son vereceğine tutkulu bir şekilde inanıyordu. İnancının gereğini yaptı. Katolik Kilisesi’ni ve Papa’yı iflah olmaz bir zalim olmakla suçladı. Haliyle devrimin daha gizli kapaklı yöntemler kullanarak gerçekleştirilebileceğine karar verdi. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Giordanisti, etkin bir Hermetik direniş hareketi olacaktı. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde, Bruno’nun mesajını taşıyan hoca ve öğrenci hareketliliği ortaya çıkıyordu.

Bu tehlikeli yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Sorguya çekildi ve Roma’daki Yüce Engizisyonun emriyle Roma’ya teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna inanmaktaydı.

Evet, Bruno bir Hermetikti ve inançlarının kaynağı eski Mısır’dı. O inançlardan bir devrim programı çıkarmıştı. Gerçek ve yozlaşmamış din olan eski Mısır dininin kendi yaşamı içinde geri döneceğine, Vatikan’ın egemenliğine son vereceğine inanıyordu. Bambaşka bir Hıristiyanlık yorumu vardı ayrıca. İsa’nın esas görevinin Museviliği Mısırlı köklerine geri döndürmek olduğunu düşünüyordu. Bu tuhaf iddia Bruno’dan sonra dilden dile dolaşacaktı. Örneğin psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, Bruno’dan yüzyıllarca sonra Hıristiyanlığın kuruluşunu çok tanrıcı “Amon dini”nin büyük geri dönüşü olarak yorumlayacaktı.

“Magnum miraculum est homo”… Sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir.

***

Aydınlanma davası için dövüşmese ve düşmese bile büyük bir insandır Bruno. Sonsuz uzay fikrini ve atomları, yinelenen organizma fikrini ona borçluyuz. Bütün bunları sihirli bir metnin verdiği ilhamla yapmış olması inanılmazdır.

Lynn Picknett ve Clive Prince’ın onu ve takipçilerinin devrimini anlatan “Yasaklanmış Evren” adlı kitabını Omega Yayınları ile birlikte yayına hazırlıyoruz. Tartışması Bruno ile başlayan Aydınlanmacı gelenektir. Çalışmanın asıl çarpıcı iddiası Bruno, Campenella ve diğer aydınlıkçıların bir gizli örgütün parçaları olduğudur. “Giordanisti”, kiliseye karşı Hermetik bir cumhuriyet kurma peşindedir. Güneş Ülkesi, Civitas Solis, cumhuriyetçi devrimden sonra kurulacak şehrin bir taslağıdır aslında. Devrim girişimi başarısız olmuştur. Campenalla tövbe ederek ve deli taklidi yaparak kurtulmuş, Bruno yakılmıştır. Işıklı tarihimizin zenginlikleridir.

***

“Thrice-Great” (Üç kez büyük) Hermes Trismegistus, bilgeliği Hermetica adındaki bir kitap koleksiyonunda yer alan Mısırlı bir bilge ve öğretmen. Tanrı Hermes’in ya da Roma eşdeğeri Merkür’ün soyundan geldiğini inanılmakta. Orta Çağ’da, onun olduğuna inanılan yazıların garip parçalarından ve eski metinlerde ona ve çalışmalarına yapılan referanslarla tanınan, yarı tanrı yarı insan, tam anlamıyla bulanık ve efsanevi bir figürden söz ediyoruz. Hermetik metinler bir taraftan felsefi ve kozmolojik ilmin diğer taraftan da astroloji, simya ve büyünün bir karışımıdır. Kendisi de metinleri de felsefenin ve kozmolojinin büyülü bir dünya görüşünden ayrılamayacağının düşünüldüğü bir zaman aralığının bakiyeleridir.

***

Bruno’nun ufukta parıldayan ve yıldızlarda yazılı olan büyük sihirli dönüşüm konusundaki inancını Campanella da paylaşıyordu. Öncü Bruno, güneş merkezliliğini Hermetik devriminin merkezi olarak ilan etmiş, kilisenin düşüşünü veya yenilenmesini tetikleyecek olan bir işaret haline getirmişti. Giordanisti’lere göre, güneş merkezlilik sadece bir teori değildi: Yeni bir Hermetik ütopyaydı. Tommaso Campanella, Bruno’nun ruhani varisi ve büyük olasılıkla Giordanistiydi. Napoli Krallığı’na ve dolayısıyla İspanyol tahtına karşı, yani Katolik ülküsüne en bağlı olduğu düşünülen kişilere saldırmayı amaçlayan bir ayaklanma başlattı. Bekledikleri aydınlanma 1600 yılında kuvveden fiile çıkacaktı. Aydınlık yeni yüzyılın yaklaşıyor olması, Campanella’yı Bruno’dan çok daha cüretkâr olması için cesaretlendirdi. Napoli’den ayrılıp güneye giderek kendisini Calabria’dan başlayarak tüm Napoli krallığına yayılacak bir ayaklanma düzenlemeye adadı. Eğer başarılı olsaydı, bu ayaklanma Hermetik cumhuriyeti Papalığa ait devletlerin çok yakınına getirecekti. Bu da Papa ile yandaşları için çok endişe verici bir olasılıktı.

Ancak, ayaklanma gerçekleşmedi. Muhbirler yetkilileri haberdar etti ve Kasım 1599’da örgüt acımasızca parçalandıktan sonra Campanella ile diğer liderler tutuklandı. Bu gelişme Engizisyonun ayaklanmanın ruhani lideri Bruno’dan kurtulma konusundaki ani kararının da gerçek nedeniydi.

Zincirin Campenella’dan sonraki halkası Galileo’dur. Sonradan uydurulmuş efsaneler (ama dünya yine de dönüyor!) bir yana bırakılırsa hepsi çağlarının insanlarıydı. Çağlarının ise değişme zamanı gelmişti, aktörlerini arıyordu. Bu zeki, tuhaf, inatçı ve inançlı insanlar için hazırlanan tarihsel sahne işte budur. Aydınlanma tarihimizde, Bruno’dan başlayan, Decart’a, Leibniz’e, Newton’a uzanan bir gelenek, bir örgüt saptayabiliyoruz. Newton bu örgütün en önemli temsilcisiydi. Onun simya yazılarının koleksiyoncusu iktisatçı John Maynard Keynes şöyle demişti; O sihirbazların sonuncusuydu!

***

Böylece bir “aydınlanma çetesi”ne ulaşmış oluyoruz. Benim “Aydınlanma Tarikatı”nda ise tuhaf, gizemli bir cemaat anlatılıyor. İkisi de doğrudur.

Aydınlanma cüretli insanların işidir.

Ne güzel… Bruno’dan miras bir davamız var; Aydınlanmaya borçluyuz ve sınıfımıza yeni bir aydınlanma borçluyuz. Muktedirlere sorun doğrulayacaklardır, Bruno’dan beri tuhaf bir “tarikat” ve “azılı” bir çeteyiz! Yalnız artık işçi sınıfımız ve Marksizm’imiz var, yolumuz somut ve nettir.

İşte tarihimiz: Biz o karanlığı yırttık, kuşkunuz olmasın yine yırtarız!

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/insan-bir-mucizedir-214224




Bu ileti en son melnur tarafından 29.02.2020- 20:46 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 06.12.2017- 18:58


Biz çağrıldık!

soL Kültür'ün Aydınlanma Dosyası devam ediyor... Aydınlanma, özünde, insanın diğer her şeyden önce kendi aklına güvenmesi, kendi kendini özgürleştirmesi fikrini barındırmıyor muydu? Aydınlanma, hızlı, kapsamlı niteliksel bir değişim için güdüleri harekete geçirip insanı ilerleyişinin önündeki engellerle mücadeleye çağırmıyor muydu? Biz çağrıldık...

Resim Ekleme

soL Kültür - Reyhan Yıldırım

İki yüz küsur yıl önce, Berlin’de yayımlanan Berlinische Monatschrift dergisi, ülkenin düşünürlerine bir soru yöneltir: “Aydınlanma Nedir?”

Cevap verenler arasında dönemin merkezî figürlerinden olan Alman filozof Kant da vardır. Kant’ın yanıtı, Aydınlanma’yı somut bir şekilde tanımlayan şu çarpıcı paragrafla açılır:

''Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ‘ergin olmama’ durumundan kurtulmasıdır. Bu ‘ergin olmayış’ durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa ‘insan kendi suçu ile’ düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere Aude! [2] "Aklını kendin kullanmak cesareti göster" sözü şimdi "Aydınlanma"nın parolası olmaktadır.'' [1]

Kant, bu ergin olmayış, başka bir ifadeyle ‘vesayet altında’ tutuluş halini korkaklık, tembellik, hatta aptalca bir rahatlıkla ilişkilendirir:

''Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.''

O sıralar gözde olan fakültelere gönderme yapmaktadır.

ALT-ÜST FAKÜLTELER

Dönemin Prusya’sında üniversiteler üzerinde ağır bir baskı vardır. İktidar, fakülteleri alt, üst diye ayrıştırır. Üst fakültelerin ders programlarına dahi karışır. Üst fakülteler kabul edilen hukuk, ilahiyat ve tıptaki akademisyenler, ancak yönetimin iddiası açısından faydalı görünen alanlarda araştırma yapmaya teşvik edilirler. Buralardan yetişenler, halkla doğrudan temas ettikleri, çok sayıda insanla etkileştikleri için önemlidirler.

Üniversitelerin her türlü çıkardan bağımsız, hakikate yönelen bir anlayışla idaresine inanan Kant, bu insanların bilim insanları değil, kamusal alanı iktidarın lehine yapılandıran ‘memur’lar olduklarını düşünür. Ona göre din adamları manevi hayatı öne çıkarırken hukukçular bireylerin mülkiyet tutkusunu pekiştirirler; halkı iktidarın, yanı sıra kendilerinin çıkarlarını gözeten itaatkârlara çevirirler. Bu, eşitlik, özgürlük, refah ve mutluluk gibi insani değerlerin benimsenememesinin, gerçeğin peşinde bir aydınlanma biliminin inşa edilememesinin, başkalarının emeğiyle semiren ayrıcalıklar karşısında halka boyun eğdirilebilmesinin en etkili yollarından biridir.

Kant, aklın fakültelerdeki karşılığını felsefe fakültesi olarak görür. Aydınlanma’nın devrimci gücünü besleyecek olan damardır, felsefe. Nerdeyse on yıl sonra konuyu "Fakülteler Çatışması" şemsiyesi altında yeniden irdeleyecektir. Ama o yıl, 1784’te, "Aydınlanma nedir" sorusu kendisine yöneltildiği zaman, masasının başına kafasındaki bu düşüncelerle oturur, yanıtında ergin olmayanların vasiler için ne denli işlevsel olacağını, erginleşmenin önündeki engelleri anlatmaya koyulur.

YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!

Bu metnindeki ifadeleriyle vasiler, insanların diğer hayvanlara yaptığını yaparlar. Onları önce sersemletip aptallaştırdıktan sonra kendi başlarına hareket etmeleri halinde başlarına neler gelebileceğini dikte ederek acizlik duygusunu derinleştirirler. Anlaşılan şudur ki gelecekte yalnızca düşmeye yanaşanlar ayakta kalacak, geri kalanlar vasilerin eteğiyle süpürülüp sürükleneceklerdir.

Kant, vasilerin en etkili araçlarını ise dogmalar ve kurallar olarak belirler.

Kant’ın, metninde, Platon’un mağarasına atıfta bulunduğu görülür. İnsanlar erginleşme ve olgunlaşma için yardımı dışarıdan alamayacaktır. Zihinsel yetilerini işleyip kullanarak güneşe çıktıklarında da (ki mutlaka birileri çıkacaktır) bu tam bir kurtuluş sayılamayacak, tıpkı slogandaki gibi (‘ya hep beraber ya hiçbirimiz!’) topluca aydınlanmayınca bir olanak olarak özgürlük, zamanın gerçekliğinde kendine bir karşılık yaratamayacaktır. Boyunduruklarına alışmış olanlar, vasiler arasından hasbelkader ipini koparanlarca, bağımsız düşünmenin kişi için ödev olduğuna inandırılmaya çalışılarak işbirliğine çağrılsalar da, eskiden boyunduruğun gözeticisi olanlardan kuşku duyacak, zayıflıklarıyla onlardan bir anlamda öç alacaklardır.

KANT VE DEVRİM

Kant, Aydınlanma’nın yavaş ilerleyeceğini söyler. Elbette devrim yapılabilir, ama bu kesin bir değişim demek değildir. Zira devrim, olgunlaşmasını tamamlamamış zihinlerde eski bağımlılıkların yeniden cazip bulunma riskini, içinde barındırır.

Bu düşünceden hareketle Kant, ilerlemeyi tarihsel olgularda değil bireylerin olgularla kurduğu ilişkide görünür kılar. Diğer bir ifadeyle, insanlığın ne denli ilerlediğinin ölçüsü, insanların tarihsel olaylar karşısında takındıkları tavırda saklıdır. Öyleyse ilerleme, aklı kullanma kudreti kadar vardır. Bu bağlamda Aydınlanma düşüncesinin meyvesi diyebileceğimiz Fransız Devrimi’ni irdeler.

Ona göre 1789’da yaşanan olay, ilerleme için tek başına bir kanıt olarak addedilmez. Ancak, devrim sürecinde insanların serimlediği kolektiflik ve duygudaşlık, sonuçları nereye varacak olursa olsun hissettikleri coşkunluk, onların ahlaki yönelimlerinin göstergesidir. Çünkü Kant’ın bakış açısıyla “sahici coşku her zaman ideal olana ve aslında adalet kavramı gibi saf ahlaki olana yönelir ve bunu özçıkarla birleştirme olanağı yoktur.” [3] İşte bu yüzden o coşkunluk, ilerlemenin de göstergesi sayılır.

Ancak ideal olana doğru bükülen gelişmenin hassas unsuru özgürlüktür. Özgürlük yoksa Aydınlanma, Aydınlanma yoksa da özgürlük hayal olur. Döngünün dışına çıkabilmenin yolu olarak yükseltilen niteliklerin başına da Kant’ta; akıl, evrensel hukuk ve evrensel ahlak konulur.

Resim Ekleme

BUYRUĞA UY!

Kant’ın hayatta olduğu Aydınlanma sürecinde hüküm süren II. Friedrich’in uyarıcı ilkesi ilginçtir: “Dilediğini düşün, ama buyruğa uy!” Buradan hareketle Kant dünyada her yerde özgürlüğün sınırlandığı sonucuna varır. Ancak metnine hangi türde bir sınırlandırmanın aydınlanmaya karşı olduğunu, dahası, hangi biçimde bir sınırlandırma yapılırsa –beklenmedik şekilde– özgürlüğe katkı sağlayacağını tartışır. Dolayısıyla sınırlandırmanın hiç olmamasını değil, kullanım alanını ve biçimini araştırmaktadır. Bu onu aklın kamusal ve özel kullanımı konusunda ayrıma götürür. Metninde durumu açıklayan satırlar buluyoruz:

[K]endi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı, genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz.

Düşüncesini açıklamak üzere verdiği örneklere baktığımızda, madalyonun iki yüzü gibi, bir taraftan belirli bir anlaşmayla verili buyrukları istisnasız yerine getiren kişinin, öte taraftan anlaşmanın koşullarını kamu karşısında özgürce tartışmaya açabileceği bir özgürlük tarifine ulaşırız.

Diyelim ki vergi mükellefi bir yurttaşımız var. Bu kişi kendine düşen vergi borcunu ödememeyi aklına bile getirmez. Hasbelkader ödemezse, hangi haklı gerekçeyle olursa olsun, verilecek cezayı hak etmiştir. Ancak aynı yurttaş, kamusal alandaki mekanizmaları kullanarak kamu karşısında vergilerin uygunsuzluğu, adaletsizliği üzerine nutuk attığında yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş de sayılmaz. Hatta, bunu yapmak onun ödevi kabul edilir. Kısacası, vergiyi ödeyip ödememek kendi kişisel kanılarına dayanan bir özgürlük türü olmadığından bu yöndeki rahatsızlığını gidermenin başka bir yolunu bulması beklenir. Çünkü dışarıdan yüklenen bu görevle bağlı olma hali, tartışmaya kapalıdır. Dolayısıyla Kant’ın özgürlük anlayışı mevcut düzenin kurumlarındaki iyileşmeyi uzun bir sürece bağlar. Düşünceleri ‘pozitif hukuk’ zemininde yükselir. Devrime inanmaz. Bu bağlamda verilecek keskin tepkilerin, kamusal düzeni yürüten bireylerin bazılarının bile ergin olmadıklarını sanma yakışıksızlığını içereceğini de ayrıca vurgular.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 06.12.2017- 19:01


KUTSAL HAKLARINI AYAKLAR ALTINA ALMAK

Hayata ruhban sınıfı eliyle, din başlığı altında getirilen sınırlandırmalara da metnin örneklem seti içinde yer vermiştir. Kant’ın vardığı kesin sonuç, din olgusunun Aydınlanma insanının geleceği için engelleyici olduğu yönündedir. Din adamları ‘değişmez kesin dinsel öğretiler manzumesi’ni hem diğer din adamları hem de halk üzerinde her zaman için geçerli kılacak etkin bir yönetim erki için dayattıklarında, ‘mutlak olarak boş ve gelecekten yoksun’ bir anlaşmanın güçlü tarafı olacaklardır. İnsan soyunun her yeni aydınlanmasına engel oluşturacak bu kavrayış, ‘insan doğasına karşı işlenmiş bir kıyım’a dönüşecektir. Üstelik bu hal, ‘insan doğasının belirlenimi’ olan ilerleme ilkesine de aykırıdır.

Kant’a göre dinî konulardaki ergin olmama hali her şeyden daha tehlikeli, zararlı, onur kırıcıdır. Bilim ve sanatlara özgürlük tanımak aynı oranda tehlike yaratmaz.

Kant, insanın aydınlanmak için göstereceği çabayı kendisinin de bir müddet erteleyebileceğini, bununla birlikte vazgeçmenin ne adına olursa olsun insanlığın kutsal haklarını ayaklar altına almak olacağını belirtir.

Hükümdar (ya da iktidar) için yasa koyma görevinin niteliği de değindiği başlıklar arasındadır.

Ona göre, yasa koyma yetkisi hükümdara ‘ulusun iradesini kendi iradesinde toplamış olması’ nedeniyle verilmektedir. Bu sebeple ‘bir ulusun kendi kendisine bile yükleyemeyeceği herhangi bir şeyi’, hükümdarı ya da yöneticisi haydi haydi yükleyemez. Hükümdar, halkı tüm iyileştirmeler için katılımcı olmaya çağırır. Onunsa, bu çağrıya uyanlara güç kullanarak engel olanları durdurma görevini üstlenmesi beklenir. Tersine davrandığında bizzat kendi değerinden eksiltecektir.

Resim Ekleme

ŞİMDİ, ACABA AYDINLANMIŞ BİR ÇAĞDA MI YAŞIYORUZ?

‘Aydınlanma Nedir?’e yanıtında kendi kendisine sorduğu ‘Şimdi, acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz?’ sorusuna belirgin bir temkinlilikle cevap verir Kant. İnsanlığın aydınlanma yolunda ilerlediğini, kendi kabahatiyle düştüğü ergin olmayış halinden kurtuluşun güçlüklerini yavaş yavaş aştığını söyler.

Ona göre bu çağ, bir dereceye kadar kritik etme çağıdır. Ne var ne yoksa kendini alçakgönüllülükle sorgulanmaya açmalıdır. Dolayısıyla yöneticilerin, iradesini taşıdıkları halkı doğru yönetiyorlarsa, zamanla kendilerini biraz kibre kaptırsalar dahi, hâlâ aydınlanmış kimseler olarak kabul edilmeleri gerekir. Buradaki ‘doğru’, en basit ifadeyle insanların, vicdanlarıyla ilgili konularda akıllarını kullanabilmeleri için özgür bırakılmalarıdır. Bunu benimseyen prensler halkın uyum ve dirliğini tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda nasıl var olabileceğini gösteren birer parlak örneğe dönüşürler. Öyle ki örneğin yasa koyarken, ulus karar vermede kendi başına bırakılsaydı bu yasayı kendi kendisine dayatır mıydı, sorusunu sorarlar. Yurttaşlardan her birine, din adamına da, onun da bir bilgin olması sebebiyle, o anda var olan zayıflık ve eksiklikleri işaret etmek, bunları kamuoyuna göstermek, mevcut düzeni savunmayı bırakıp düşünmek için özgürlüklerini verirler. Kısacası, Kant, zamanında monarşi geçerli olduğu için, Aydınlanma’ya hizmet eden prensin, kendi işlevini yanlış anlayan, görevini doğru yapamayan hükümetlerce dayatılan dışsal engellerle bile savaşmak zorunda kaldığı bir kavrayışı güzeller.

Bu bağlamda, Kant’a göre insan, doğası gereği, kendi aklını kullanabilecek, yaşamını kendi aklının yönlendirmesine uygun bir şekilde sürdürebilecek yetkinliğe ulaşmıştır. Ancak, korkaklık ve tembellik etmekte, gerekli kararlılık ve cesarete (yürekliliğe) sahip olmadığı için kendisine kılavuzluk edilmesine rıza göstermektedir. Böylece, ilerlemenin öznesi olamaz. Süredurduğu, bir çeşit kölelik yaşamıdır. Çizilen sınırları, farkına bile varmadan meşrulaştırır. Risksiz ve her bakımdan vasat yaşamında, sorumluluk üstleneceği, kendini gerçekleştireceği, aklını kullanarak gerçek anlamda insan olabileceği tüm fırsatları teper. Herkesten, her şeyden önce kendine yabancılaşır. Bununla birlikte Aydınlanma’nın doğası ‘sürekli’lik içerir.

Kişi asla ‘aydınlanmış’ olmaz. Yaratıcı ve yapıcı çabası, yaşadıkça devam eder. Aydınlanma bireyi, hep ‘aydınlanmakta’dır. Kuşkusuz, bunu kendi istemeli, eylemlerini kendi adına ve kendi iradesiyle gerçekleştirmelidir. Öyleyse Aydınlanmacı bireyden, akla dayalı yaşayışını eylemle somutlaştıran insan anlaşılmalıdır. Çünkü aklın yetileri esas olarak eylemlilik içinde gelişebilir. Hep daha ‘iyi’yi hedeflemek ise doğasından gelen bir özelliğidir. Kılavuz ihtiyacı duymayan ve aklını kullanarak cesaretle eyleyen kişi, ödevler konusunda da beklenen hassasiyetle hareket eden kişi olacaktır.

AKLA DAYANAN ELEŞTİRİ VE AKLA GÜVEN​

Elbette aklın yanlış kullanımları eleştirilmeli, doğru kullanımları ise yüceltilmelidir. Bu bağlamda, tarihsel olana mesafe alarak dönemi irdeleyen felsefe, insanın bilme yetilerinin eleştirisini yapar; neyin bilinip neyin bilinemeyeceğini sorgular; buna bağlı olarak aklın ancak bilebileceği konular üzerine bilgi ortaya koyabileceğini ileri sürer; doğru kullanıldığında bilgi ve bilimi ortaya çıkarabilecek tek yetinin akıl olduğunu bildirerek onu yüceltir. Malum, her şeyin Tanrı tarafından belirlendiği, bilgiye karşıt olarak inancın dayatıldığı Ortaçağ anlayışı geride kalmış, merkezî konumu insan almıştır. Doğal olarak, evrensel Tanrı fikri, sahneyi ulus-devlet düşüncesine bırakır ve çekilir. Hümanist düşünce ve rasyonel akıl öne çıkar. Bilim ve siyasetin kurumları üzerindeki din odaklı iktidar etkisini yitirir. Aydınlanma aynı zamanda laikleşme çabasıdır. Çünkü, Rousseau ve Voltaire’in de işaret ettikleri gibi, ortaçağın aşırı gelenekçi, dogmacı, kuralcı gerçekliği aşılmakta ve dolayısıyla tutsaklıktan kurtularak özgürleşmek mevsimine illa ki girilmektedir.

DÜŞÜNÜLMÜŞ SOMUT


Kant’ın düşünce tarihindeki yerini benimseyip onu aşmasak, şu an içinde bulunduğumuz ulusal tabloyla, umutsuzluğa kapılanlar yanında saf tutup boyun eğmemiz işten bile değildir. İlerlemeyi emperyalizme özgü sınıflandırmalarla ayrışan grupların tarihsel olgulara karşı tavrından kuran inancı benimsesek, yerinde saymak ne kelime, bu fena halde geriye gidişin yükü altında ezilebiliriz. Tarihe, tarih bilincine yönelen saldırılar sonucu fazla karmaşık görünen sorunlarla mücadele etmekten vazgeçerek, gemisini kurtaran kaptan anlayışına sürüklenir, denizlerde bitebiliriz. Üstelik bu bitiş tam da Kant’ın vurguladığı gibi, bir ‘ergin olmayış’ durumuna, kendi aklımızı bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışımıza, umutsuzluğa işaret eder. Ne var ki biz, aklımızı kullanıyoruz. Gerçekliğin türlü yöntemlerle tahrifine ve tuzağa düşürülmeye razı değiliz. Marksizm’in tarih anlayışını benimsiyoruz.

Aydınlanmacı zihinler olarak tarihsel olayları hem bilimsel yöntemler hem de toplumsal pratikler yoluyla kavrayıp ayıklayarak soyutlamak, varılan işlevsel modelleri geri dönüp somut olgularla sınamak, böylece gerçeği, ‘düşünülmüş somut’la, başlangıçtaki algımızın çok ötesinde bir bilinçlilikte kavramak ayrıcalığına sahibiz.

Nihayetinde tarih insan etkinliğidir.

Marx’ın dediği gibi, bugünü de geleceği de inşa edenler ve edecek olanlar bizleriz. İçinden geldiğimiz tarihsel-toplumsal koşulları görüyoruz. Sınıf ve sınıflar mücadelesi kavrayışıyla anlamlandırdığımız tarihte örneğin ne Gezi İsyanı’nı ne Fransız Devrimi’ni alelade tarihsel olaylar olarak değerlendiriyoruz.

Aydınlanma Çağı, kişilerin akıllarını kullanarak belirleyecekleri yolda, yine onun rehberliğiyle yürüme cesareti gösterdikleri bir yaşam anlayışıyla imlenip eşitlik, özgürlük, bilimsellik, evrensellik, deneycilik, sekülerizm, ilerleme ve benzeri ilkelerle karakterize edilmemiş miydi?

Aydınlanma, özünde, insanın diğer her şeyden önce kendi aklına güvenmesi, kendi kendini özgürleştirmesi fikrini barındırmıyor muydu?

Aydınlanma diyalektik, eleştirel düşünme ve rasyonaliteye dayanan bir süreç değil miydi?

İnsan, bağımlılık yaratan iç ve dış unsurları keşfetme, onları aşma bilincine sahipse; kişisel potansiyelini ayırt edebiliyor, kendi sorumluluğunu taşıyorsa aydınlanmaz mıydı?

Evet, öyleydi.

Aydınlanma Marx için olduğu gibi bizim için de kapitalizmin niceliksel büyüklüğü (teknolojik gelişmeler) ile ilişkili değil. Benzer şekilde, sosyalizme uzanan yolda ilerleme, diyalektik bir gidişin, bir sistemin işleyişinin ifadesi. Ve fakat aynı zamanda kabulümüzdür ki sosyalizme geçişin öznesi de biziz. Özetle bugün de üstelik daha kolaylıkla, hedef ve başarı tanımlarımız, üniversitelerimiz, bilgimiz, umutlarımız manipüle edilirken yapılanın ne olduğunu görüyor, hepimiz adına sosyalizmi özlüyoruz. Sosyalizme uzanan yolun taşlarını kendimiz koyacağımızı da gayet iyi biliyoruz.

Aydınlanma; hızlı, kapsamlı niteliksel bir değişim için güdüleri harekete geçirip insanı ilerleyişinin önündeki engellerle mücadeleye çağırmıyor muydu?

Biz çağrıldık.


Kaynaklar

[1] Immanuel Kant, “‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt, Seçilmiş Yazılar”, Çev: Nejat Bozkurt, Sentez Yayıncılık, 2015.

[2] Ozan Horatius’un bir şiirinden alınmıştır. Alman Aydınlanmasının önemli bir çevresini oluşturan ‘Doğrunun Dostları Topluluğu’ tarafından özdeyiş olarak benimsenmiştir: ‘Bilmek ve tanımak yürekliliğini, aklını kullanmak cesaretini göster!’

[3] Immanuel Kant, “The Conflict of the Faculties”, Çev. Mary J. Gregor. University of Nebraska Press, Abaris Books, 1992.

http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/biz-cagrildik-219865



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 08.12.2017- 17:31


Aydınlanma mücadelesinin özgün bir uğrağı: Köy Enstitüleri

soL Kültür'ün hazırladığı Aydınlanma Dosyası'nın ilk yazısı "Aydınlanma mücadelesinin özgün bir uğrağı: Köy Enstitüleri..." Bu yazının amacı, Köy Enstitüleri uygulamasıyla insanımızın yaratıcı gücünün ve dar zamanlarda problem çözebilme becerisinin bir kez daha altını çizmektir.

Resim Ekleme

soL Kültür - Mehmet Barış

Köy Enstitülerinin romanı ve öyküsü yazıldı, şiiri söylendi, bu özgün uygulama ile ilgili onlarca araştırma yapıldı ve tez hazırlandı. Elimizde Köy Enstitüleri uygulamasının zengin müktesebatı var.

Bu yazının amacı, Köy Enstitüleri uygulamasıyla insanımızın yaratıcı gücünün ve dar zamanlarda problem çözebilme becerisinin bir kez daha altını çizmektir.

VAZİYET VE MANZARA-İ UMUMİYE ŞÖYLEDİR

Cumhuriyetin ilanından on dört yıl sonra, nüfusun yüzde sekseninin yaşadığı köylerde okul sayısı “yok” denilecek kadar azdır. Var olanların hemen hepsi tek sınıflıdır. Bu okullara kentlerden gönderilen az sayıda öğretmen, köylümüzle göz hizasından iletişim kuramamakta ve bu nedenle başarılı olamamaktadır. Köylünün eğitim ihtiyacı sadece okuryazarlıkla da sınırlı değildir. Bulaşıcı hastalıklar özellikle çocukları kırıp geçirmekte, insanlarımız “ne idüğü belirsiz karın ağrıları” yüzünden en üretken olabileceği yaşlarda ölüp gitmektedir. Kuraklık, kıtlık, doğal afetler, haşarat insanımızı ve tarım ürünlerini silip süpürmektedir. Art arda yaşanan savaşlarda erkeklerini cephede bırakan köylerde üretim, ağırlıklı olarak kadın ve çocuk emeğiyle yapılmaktadır. Bu da yetmiyormuş gibi 1938’den sonra sınırlarımıza yaklaşmakta olan İkinci Dünya Savaşı köyde kalan son erkekleri ve zaten çok sıkıntılı olan devlet bütçesini alıp götürecektir. Zaten üretim ilkel yöntemlerle yapılmakta ve üretilenin yarısına da toprak ağaları el koymaktadır.

Cumhuriyetle birlikte başlayan köye hizmet çabaları bütünüyle yetersizdir.

Başarı için köylünün dilinden anlayan yeni bir aydın tipine ihtiyaç vardır. Bu da köyden çıkmalıdır.

Manzara-i umumiye’yi netleştirmek için elimizdeki sınırlı istatiksel bilgiden veriler aktaralım:

1937-38 yıllarında kırk bine yakın köyümüzün yalnız 4792’sinde okul bulunmaktadır (Bu köylerin 32.000’inin nüfusu 400’den az ve bunların da 16.000’inin nüfusu 150’den azdı). Mevcut okulların hemen hepsi tek sınıflıdır ve fiziki yapıları yetersizdir. Aynı yıllarda tüm yurtta toplam 6161 ilkokul bulunmakta, bu okullarda 10.483 erkek ve 5292 kadın öğretmen görev yapmaktadır. Bununla birlikte 509.449 erkek ve 254.742 kız öğrenci eğitim görmektedir. Kısaca, yara olgunlaşmıştır ve kendisine neşter atacak devrimcisini beklemektedir.

HİKÂYEMİZİN KAHRAMANI İSMAİL HAKKI TONGUÇ'TUR

Kahramanları koşullar yaratır ve o kahramanlar daha uygun koşulları yaratır. Hikâyemizin kahramanı İsmail Hakkı Tonguç’tur.

İsmail Hakkı Tonguç 1916 yılında İstanbul Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. 1918 yılında sınav kazanarak Almanya’ya öğrenime gönderildi. Ekim 1918 ile Nisan 1919 tarihleri arasında Karlsruhe-Ettlingen’deki Öğretmen Okulu’nda Türk öğrenciler için düzenlenen özel eğitim programına katıldı.

Yurda döndükten kısa bir süre sonra Eskişehir Öğretmen Okulu Resim-Elişi ve Beden Eğitimi Öğretmenliği’ne atandı. 1921 yılının Haziran ayında Eskişehir’in Yunanlarca işgal edilmesi üzerine Ankara’ya döndü. Daha sonra tekrar Almanya’ya gönderildi. Bu gidişinde Kalsruhe’de Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda grafik, tahta işleri ve illüstrasyon eğitimine ek olarak Ettlingen Beden Eğitimi Enstitüsü’nde beden eğitimi derslerine devam etti.

1922 yılında eğitimini tamamladıktan sonra Konya Öğretmen Okulu ve Konya Lisesi’ne atandı. Bir süre Ankara, Adana ve Konya’da öğretmenlik yaptıktan sonra Almanya, İngiltere ve Fransa’da mesleki incelemeler yapmak üzere seminerlere katıldı.

1925 yılında Ankara’da Muallim Mektebi’ne atandıktan sonra 11 Mart 1926’da Maarif Vekaleti Levazım ve Alat-ı Dersiye Müzesi Müdürlüğü’ne getirildi. 10 Temmuz 1926’dan 26 Ağustos 1926’ya kadar ilköğretim müfettişleri ve ilkokul öğretmenleri için Ankara’da açılan “İş İlkesine Dayalı Öğrenim Kursu” başlatarak yabancı eğitimciler ile birlikte Köy Enstitüleri projesinin temelini attı.

Görüldüğü gibi İsmail Hakkı Tonguç, genç Cumhuriyet’in kısıtlı olanaklarıyla yetiştirdiği bir aydındır ve iş eğitimiyle ilgili yeterli donanıma sahiptir. Köy sorunu için şunları söyler:

“Köy meselesi zannettikleri gibi mihaniki surette köy kalkınması değil, manalı ve şuurlu bir şekilde köyün içten canlandırılmasıdır. Köyü öylesine canlandırmalı ve şuurlandırmalı ki, onu hiçbir kuvvet (…) kendi hesabına insafsızca istismar edemesin. Köylüler, şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi, her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy meselesi bu demektir.” (Altunya, s.34)

Resim Ekleme

SUBJEKTİF KOŞULLAR DA İSMAİL HAKKI TONGUÇ'TAN YANADIR

Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın en sıkıntılı zamanlarında (16 Temmuz 1921’de) Ankara’da Maarif Kongresi’ni (Milli Eğitim Şurası) toplamış ve açış konuşmasında, Milli Eğitim Programı’nın eski devrin boş inançlarından, doğudan ve batıdan gelen ve gelebilecek olan bütün etkilerden tamamen arındırılmış, tarihimizle ve içinde bulunduğumuz koşullarla uyumlu olması gerektiğini belirtmiştir.

1 Mart 1922’de TBMM’yi açarken yapmış olduğu söylevde de Anadolu köylüsünün durumunu açıklamış ve devletin ona karşı olan ödevlerine dikkat çekmiştir.

1 Kasım 1928’de yeni Türk harflerinin kabul edilmesiyle tüm yurtta okuma yazma seferberliğine girişilmiş ve Millet Mektepleri açılmıştır. Cehalete karşı açılan bu savaş 1932’de "Halk Evleri"nin kurulmasıyla yeni bir ivme kazanmıştır. Halk Evleri’nin kuruluş amacında; halkı yalnızca okuryazarlıkta değil, kültürel toplumsal ve güzel sanatlar alanında geliştirmek, ulusal değerleri çağdaş yöntemlerle işleyip zenginleştirmek ve Atatürk devrim ve ilkelerini yaymak ve kökleştirmek olarak açıklanmaktadır.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 yılında gerçekleştirdiği Büyük Kurultayı’nda, devlet eliyle başlatılan planlı endüstrileşme hareketine paralel olarak, köyleri kalkındırma hareketinin de planlı olarak başlatılması kararlaştırılmıştır.

Atatürk, 1935 yılında, yol arkadaşlarından Saffet Arıkan’ı Milli Eğitim Bakanlığı’na atar. Saffet Arıkan, Nafi Atuf Kansu ve Cevat Dursunoğlu gibi eğitimcilerin görüşlerini alarak, İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atar. Tonguç, sınıfsal kökeni ve birikimleriyle bu iş için görevlendirilebilecek en uygun kişidir. Tonguç çok kısıtlı bir bütçeyle çalışmak durumundadır; ama elinde değerlendirebileceği bazı potansiyel kaynaklar da vardır. Bunlar, az sayıda iyi eğitilmiş vicdanlı aydın, çalışkan köy çocukları ve Anadolu’nun bakir toprağıdır. Tonguç’un özgüveni yüksektir; birikimleriyle bu zor görevin üstesinden gelebileceğine inanmaktadır.

İsmet İnönü de milli eğitimin temel koşulu olan “eğitim birliği” (tevhid-i tedrisat) ve ilköğretimin yaygınlaştırılması konusunda, 1946’ya kadar kararlı davranmıştır.

Görüldüğü gibi, eğitim alanında yapılacak devrim için 1946’dan önceki yıllarda iklim uygundur.

Resim Ekleme

KÖY EĞİTMEN KURSLARININ AÇILIŞI

İsmail Hakkı Tonguç, önce detaylı bir köy incelemesi yapar; problemi tanımlar, eldeki olanakları ve o zamana kadar yapılanları değerlendirir. Bu çalışmalarının sonucunda 20 yıllık bir plan taslağı hazırlar. Bu taslağa göre 1954 yılına kadar öğretmen, tarım teknisyeni ve sağlık hizmeti ulaşmamış köy kalmayacaktır (Aysan, s.271). Tonguç’un planı oldukça çetin bir yolu işaret etmektedir. Belki de en önemli zorluk, açılacak enstitülere okuryazar köy çocuğu bulmaktır. Çünkü büyük ölçüde erkeksiz kalan köylerde üretim kadın ve çocuk emeğine dayanmaktadır ve anneler yardımcılarını vermek konusunda gönülsüzdür.

Tonguç, başlangıç olarak askerliğini çavuş olarak yapmış bir grup yetenekli genci köylerde “geçici öğretmen” olarak görevlendirmek amacıyla, 1936 yılında Eskişehir’in Çifteler Çiftliği’nde dört aylık bir kurs açar. Bu kursları tamamlayan 84 kursiyeri Ankara’nın köylerinde görevlendirir.

Sonuç oldukça başarılıdır. Eğitmen kursları kısa süre içinde ülkenin başka yerlerinde de açılır. Eğitmen adayları, açılacak Köy Enstitüleri’nin ilk binalarını da yapmıştır. Kendi köylerinde görevlendirilen eğitmenler, 1. Yıl, 2. Yıl, 3. Yıl için hazırlanan el kitaplarında maddeler halinde yazılı talimatlara göre eğitim verecektir. Her on eğitmen için bir gezici başöğretmen görevlendirilmiştir. Gezici başöğretmenler eğitmenlere rehberlik edecek ve eğitmenlerin vermekte zorluk çekeceği dersleri bu öğretmenler verecektir. Eğitmenler öğrencilerini üç yıl okutup mezun etmek, köyde çıkan sağlık sorunlarını kaymakamlığa iletmek, köylüye modern tarım tekniklerini öğretmek, akşam okulları ile yetişkinlere okuma-yazma, hesap ve yurttaşlık öğretmekle de yükümlü tutulmuşlardır.

Bu ilk uygulamadan olumlu sonuç alınınca, 11 Haziran 1937’de çıkartılan “Köy Eğitmenleri Kanunu” ile eğitmenliğe yasal işlerlik kazandırılmış ve bu yasaya dayanılarak Çifteler (Eskişehir), Kızılçullu (İzmir) ve Karaağaç’ta (Edirne) birer eğitmen kursu açılmış, ertesi yıl bunlara üç yeni kurs daha eklenmiştir.

Resim Ekleme



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 08.12.2017- 17:33


KÖY ENSTİTÜLERİNİN AÇILIŞI

Eğitmen kursları ile köylerde ilkokul düzeyinde bir öğretimin sürdürülemeyeceği görülmüştür. Bunun üzerine 7 Temmuz 1939 gün ve 3704 sayılı yasa ile “Köy Öğretmen Okulları”nın açılması kararlaştırılır.

Bu yasaya dayanarak Çifteler, Kızılçullu ve Gölköy Eğitmen Kursları, Köy Öğretmen Okulu’na dönüştürülür.

Köy Öğretmen Okulları’nın kuruluş aşamasında Mustafa Kemal ölmüş ve İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilmiştir. İsmet İnönü de Mustafa Kemal’in başlattığı eğitim seferberliğinin devam edeceğini ve köylerde eğitimin aksatılmayacağını çeşitli konuşmalarında dile getirir.

İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden 1,5 ay sonra, Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın sağlık nedenleriyle bakanlıktan ayrılması üzerine, yerine 28 Aralık 1938’de Hasan Âli Yücel atanır. Hasan Âli Yücel de İsmail Hakkı Tonguç’a gerekli desteği sağlar. Bakan Yücel ile Genel Müdür Tonguç, Cumhurbaşkanı İnönü’nün de desteğini alarak başlatılan çalışmaları birlikte yürütür. 17-29 Temmuz 1939 Birinci Maarif Şûrası’nda bu konu ele alınır ve her yönüyle tartışılır. Şûrada, köylünün eğitiminde yalnızca köylüye okuma-yazma öğreten bir öğretmenin yeterli olmayacağı, köy öğretmeni yetiştirecek kurumların çok yönlü eleman yetiştirmesi gerektiğine karar verilerek, yeni açılacak kurumlara “Köy Enstitüsü” adının verilmesi uygun bulunur.

17 Nisan 1940 günü 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu kabul edilir ve Köy Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri’ne dönüştürülür. 1940-41 öğretim yılında on enstitü daha açılır. Bu sayı 1945-46 eğitim yılına kadar 20’ye ve 1948-49 eğitim yılında da 21’e çıkar.

1943 yılında çıkarılan 4459 sayılı yasa ile bazı Köy Enstitüleri’nde Sağlık Kolu da açılır. Bu kol, köy ebesi ve köy sağlık memuru yetiştirmektedir. Bunlardan başka "Köye yararlı diğer meslek erbabını yetiştirecek" başka kollar açılamaz.

Resim Ekleme

Yasanın birinci maddesinde “Köy Öğretmeni ve diğer köy meslekleri erbabını yetiştirmek üzere Maarif Vekilliğince Köy Enstitüleri açılacağı” hükme bağlanmaktadır. Yasaya göre, beş sınıflı köy okulunu bitiren sağlıklı ve yetenekli çocuklar seçilecek ve okullara kabul edileceklerdir. Bu okulları bitirip göreve atananların mecburi hizmet yılları yirmi yıldır. Mezunlar altı yıl sürecince 20 TL maaş alacaklar ve bu maaş altıncı yıl sonunda 30 TL ve on beşinci yıl sonunda da 40 TL’ye yükseltilecektir. Öğretmenlere, göreve başladıklarında bir kereye mahsus olmak üzere 60 TL sermaye, tarım araç ve gereçleri ile ailesiyle geçimine yetecek arazinin devletçe verilmesi öngörülmektedir. Bu yasadan da görüleceği üzere, enstitüler adeta birer tarım işletmesi biçiminde donatılmıştır.

Yasa tasarısının TBMM’de görüşülmesi sırasında Kâzım Karabekir, enstitülere yalnızca köy çocuklarının alınmasının ülkede kentli-köylü ayırımını doğuracağını öne sürerek, tasarıyı şiddetle eleştirir.

19 Haziran 1942 gün ve 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu çıkarılarak, İlköğretim ve Köy Eğitimi Sistemi ayrıntılı olarak düzenlenir. Bu yasa için, İsmail Hakkı Tonguç’un hazırladığı, 30.11.1943 günü ilgililere duyurulan Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu İzahnamesi ile Köy Enstitüsü sisteminin amacı, felsefesi, örgütlenişi, görevlerinin nitelikleri ve sorumlulukları ayrıntılarıyla belirlenir. Bu İzahname Talim ve Terbiye Kurulu’nun onayına sunulmadan Hasan Âli Yücel’in onayı ile yayımlanmıştır. Çünkü Talim Terbiye Kurulu’nun üyeleri tutucudur ve İzahname’ye onay vermeyecekleri açıkça bilinmektedir.

1942 yılında Ankara-Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde, Köy Enstitüleri’ne öğretmen, yönetici, denetmen ve ülkeye köy araştırmacısı yetiştirmek üzere, Köy Enstitüleri’nin en yetkin öğrencilerini alıp yetiştiren üç yıl süreli Yüksek Köy Enstitüsü açılır.

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kendine özgü konumu, “iş içinde, iş aracılığıyla, iş için” öğrenme yöntemi; demokratik laik, özgürlükçü, halkçı tutumu; çağdaş, gerçekçi ve ilerici düşünce yaşamıyla geleceğin “Köy Üniversitesi”nin çekirdeğini oluşturuyordu (Özkucur, arka kapak yazısı).

Resim Ekleme

Köy Enstitüleri Eğitim Programı 6 yıllık bir denemeden sonra, 1943 yılında yürürlüğe konulur. 1945 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile 1954 yılına kadar sürecek bir plan yapılarak, 10 yıllık bir İlköğretim Seferberliği ilan edilir.

TOPRAK AĞALARI AĞLARINI ÖRÜYOR

Cumhuriyetin ilk yıllarında yeterince etkili olamayan ve bir süre yeraltına çekilen toprak ağaları ile gericiler Köy Enstitüleri’nin kuruluş ve uygulama yıllarında bazen açıkça bazen de alttan alta muhalefetlerini sürdürürler. Ayak bağı olurlar, yalan söyler ve iftira atarlar.

Köy Enstitüleri’nin aleyhine yönelik propaganda ve eleştiriler 1943’te toplanan İkinci Eğitim Şûrası’nda açıkça ortaya çıkar. Kazanılan bütün başarılara karşın, enstitülerdeki eğitim, öğretim ve köy okullarının yaptırılmasında uygulanan devrimci yöntemler gericilerin ve toprak ağalarının eleştirilere yol açar ve bu eleştiriler giderek suçlamalara dönüşür.

Bu eleştiri ve suçlamaları şöyle özetlemek mümkündür:

1. Enstitülere yalnızca köy çocuklarının alınması ve mezunlarının da yine köylerde görevlendirilmesi, toplumda bir köylü-kentli ayrımı, yani sınıf farklılığı doğurmaktadır. Bu bölünme Anayasa’ya da girmiş olan halkçılık ilkesine ve anlayışına da ters düşmektedir.

2. Enstitülerde aşırı solcu, hatta komünist ideolojiyi yansıtan bir eğitim ve öğretim

yapılmaktadır.

3. Öğrencilerin okul yapımlarında, tarım ve teknik uygulamalarında, temizlik ve bakım işlerinde çalıştırılmaları Sovyetler Birliği’ni ve komünist rejimleri andırmaktadır. Bu tür eğitim milliyetçilik ilkesiyle çelişmektedir.

4. Enstitülerin yönetim kadrosu genelde solcu ve Marksist olarak tanınan kişilerce doldurulmuştur.

5. Yatılı olan enstitülerde uygulanan karma öğretim, yani kız-erkek beraberlikleri, Türk aile ve ahlak anlayışına uymamaktadır.

6. Okul, işlik, öğretmen evi yapımında ve çocuklarını okula göndermede köylülere getirilen yükümlülükler, son derece ağır olup özellikle yurdun ulaşımı güç bölgelerinde tek tip okul binası projesinin uygulanması yapım giderlerini daha da artırmaktadır. Bu yükümlülükler Anayasa’nın eşitlik ilkesine de aykırıdır.

MİLLİ ŞEF İSMET İNÖNÜ'NÜN TUTUMU

İsmet İnönü cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında Hasan Âli Yücel’e ve İsmail Hakkı Tonguç’a

ikirciksiz destek verir ve onlara yöneltilen eleştirileri göğüsler.

Gericiler ve toprak ağaları da Milli Şef ile açıktan ters düşmemeye özen göstermişlerdir. Köy Enstitüleri’nin 17 Nisan 1940 günü yapılan son oylamada 426 milletvekilinden 148’i oylamaya katılmamış ve tasarı 275 evet, 3 boş oyla kabul edilerek yasalaşmıştır. Oylamaya katılmayan bu 148 kişi yasaya muhaliftir; ama Milli Şef ile açıktan ters düşmemek için oylamaya katılmamıştır. Tasarıya oy vermeyen milletvekilleri arasında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü de vardır.

İsmet İnönü, Köy Enstitüleri’ni Cumhuriyet’in eserleri içinde “en kıymetlisi” olarak tanımlamış ve Köy Enstitüleri’ne sadakat sözü vermiştir. 1946 yılından sonra bu sözünü unutmuş, eleştirilere karşı utangaç bir savunmayı tercih etmiş, çoğu kez “düzelteceğiz” demekle yetinmiş ve “düzeltmiştir”.

http://haber.sol.org.tr/sites/default/files/images/2017/12/04/ke4.jpg



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 08.12.2017- 17:36


Örneğin, Köy Enstitüleri’ne yöneltilen eleştirilerden birisi de uygulanan karma eğitimdi. Oysa enstitüler köy kızları için açılmış biricik kapıydı. Yapılan eleştiriler sonucu kız öğrenciler bir-iki enstitüde toplanmış ve karalama yoluyla beklenen sonuç sağlanmıştır.

1945-46 eğitim yılında 1.747 olan kız öğrenci sayısı bu uygulamanın sonucunda 706’lara kadar düşmüştür.

Köy Enstitüleri dergisi, kitaplıklarda bulunan yabancı dillerden çevrilmiş klasikler ve öğretmenlerin konuşmalarına dayanarak ortaya atılan komünizm propagandası da etkili olmuş sık sık öğrencilerin dolapları aranmaya başlanmıştır.

1945’te çok partili siyasal hayata geçişle birlikte birçok siyasi partinin kurulması, enstitülere yöneltilen suçlamaları da arttırmıştır. Karşıt partiler içinden en çok Demokrat Parti, CHP yönetimini yıpratmak için Köy Enstitüleri’ni manivela olarak kullanmıştır. İşin ilginç yanı, suçlamaların CHP içinden de taraftar bulmasıdır.

1946 genel seçimlerinden sonra partideki sağ kesim hem parti içinde kalır hem de partiye ve çevreye karşı yeni bir tavır içine girer. Sağ kesim, DP’ye karşı olmak gerekçesiyle partiyi sağa kaydırmada birleşmişlerdir.

Resim Ekleme

YIKIM VE SON

1945’ten sonra iktidarı kaybetme korkusuna kapılan CHP, Cumhuriyet devrimlerinden büyük tavizler verdi. Ürken fil züccaciye dükkânına girmişti bir kez. Kırıp dökecekti. Din derslerini müfredata yeniden koyacak, İmam Hatip Kursları’nı başlatacak, İlahiyat Fakültesi’ni yeniden açacaktı. İnönü liderliğindeki CHP, 1946’da Hasan Âli Yücel’i kabine dışında bırakacak, onun yerine başlangıçtan beri enstitülere muhalif olan Reşat Şemsettin Sirer’i getirecekti. Sirer, Tonguç ve onun kadrosunu tasfiye edecek ve kendisinin “ıslahat” dediği geri sayımı başlatacaktı. Bundan sonra o büyük yıkım şöyle gerçekleştirilecekti:

* 1947 yılında Köy Enstitüleri’nin program ve yönetmelikleri değiştirilerek önemli ölçüde eski “İlköğretmen Okulu” geleneğine dönülecekti.

* Enstitülerde eğitim anlayışı yönünden gericilik ve milliyetçilik egemen olacaktı.

* Tarım ve teknik alanda verilen ek branşlar kaldırılacak, daha önce bu amaçla köy öğretmenlerine verilen tarla ve üretim araçları geri alınacaktı.

* Eğitim sürecinde öğrencilerin de katıldığı demokratik yönetim yerine geleneksel emir-kumanda anlayışına dönülecekti.

* Hafta sonunda yapılan eleştirili toplantıları ve serbest okuma etkinlikleri sıkı denetime alınacak, giderek kaldırılacaktı.

* Yükseköğrenimleri sırasında milliyetçi eylemlere karışmış kişiler enstitülere yönetici ve öğretmen olarak atanacaklar ve çok sayıda öğrenci solcu oldukları için enstitülerden kovulacaktı.

* Bu kurumlarda dayak ve baskı bir eğitim yöntemi olarak benimsenecekti.

* Sudan gerekçelerle yapılan soruşturmalar sonucunda enstitülere yönelik karalamalar sürdürülecekti.

* Bu okullarda “komünistlik eğitimi” yapıldığı, karma eğitim nedeniyle öğrencilerin ahlaka aykırı ilişkiler içinde olduğu, milli duyguları köreltici eğitim uygulandığı, yolsuzluk yapıldığı gibi iftiralar ve karalamalar yapılacaktı.

* Sirer’in Yüksek Öğretim Genel Müdürü olduğu zamanlarda gerekli öğretmen atamaları yapılmayarak kolu kanadı kırılmış olan Yüksek Köy Enstitüsü, 27 Kasım 1947 tarihli müdürler encümeni kararıyla kapatılacak, üçüncü sınıfa başlayanlar dahil, tüm öğrencileri öğretmen yetiştiren diğer okulların birinci ya da hazırlık sınıflarına dağıtılacaktı.

* 1946-47 eğitim yılında Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlılar özel bir emirle askere sevkedilerek 45’inin yedeksubaylık hakları ellerinden alınarak “çavuş” çıkarılacaktı.

* Bazı Yüksek Köy Enstitüsü mezunlarının; köy enstitüsü öğretmenliği, denetmenlik, gezici başöğretmenlik hakları ellerinden alınacak ve bunlar ilkokul öğretmeni olarak atanacaklardı.

* 1945 yılında hükümetçe yürürlüğe konulan ve 1946-56 arasını kapsayan On Yıllık İlköğretim Planı, 1947’den itibaren durdurularak köylerde okul yapımı yavaşlatılacaktı.

* 1948’de Eğitmen Kursları’na ve birçok eğitmenin görevine son verilecek, eğitmenli köy okullarının birçoğunun kapanmasına ve binalarının harap olmasına göz yumulacaktı.

* 1947’den itibaren Köy Enstitülerinde öğrenci azaltılması yoluna gidilecekti. Özellikle kız öğrenci sayısında trajik düşüşler olacaktı.

* Bunların hepsi Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidarında ve İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı sırasında yapılacaktı.

* Yıkım bununla sınırlı kalmayacak ve 1950’den sonra Demokrat Parti iktidarında Köy Enstitülerine son darbe vurulacaktı.

* 1950’den sonra devlet bütçesinden umudu kesen köylüler, yıkılan okullarını yeniden yapmak zorunda kalacaklar ve eski eğitmenlerini bulamayınca vekil öğretmen istemeye başlayacaklardı.

* 1950’den sonra tasfiye süreci daha da hızlanacaktı. Örneğin, 1950 yılında tüm enstitülerdeki kız öğrenciler ayrılarak “Kız Köy Enstitüsü”ne dönüştürülen Kızılçullu’da toplanacaktı. Ertesi yıl bu enstitünün yeri NATO’ya verildiğinden, Kız Köy Enstitüsü Bolu kent merkezine nakledilecekti.

* 1943’ten başlanarak yedi enstitüde açılan “Sağlık Kolu” önce Hasanoğlan ve Kızılçullu’da toplanacak ve 1951’de de kapatılacaktı.

* 1953’te Köy Enstitüsü Programı, ilköğretmen okullarındaki program ile birleştirilerek sistem tümden çökertilecekti.

* 27 Ocak 1954 tarihinde çıkarılan 6234 sayılı kanunla Köy Enstitüleri, “İlköğretmen Okulları”na dönüştürülecekti.

Resim Ekleme

KÖY ENSTİTÜLERİ DENEYİMİNİN SONUÇLARI

Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü (3 Mart 1924), Yeni Türk Alfabesi’nin kabulü (1 Kasım 1928), Millet Mektepleri’nin açılışı (1 Ocak 1929), Halk Evleri’nin açılışı (19 Şubat 1932) ve Köy Enstitüleri’nin açılışı (17 Nisan 1940) Anadolu rönesansının önemli kilometre taşlarıdır.

Köy Enstitüleri aydınlanma devrimini köylere ulaştırmanın biricik aracıdır. Enstitülerden yaklaşık 15.000 civarında öğretmen yetişmiş ve o gençler çorak topraklara yağmur olmuştur. Köy Enstitüleri’nden bilim insanı, yazar, ozan, ressam olarak yetişen 180 kişinin adı bulunmaktadır.

Bu kişilerin yanında enstitülerin topluma kazandırdığı birtakım altyapı imkânları da bulunmaktadır. Çetin Yetkin’in raporlarına göre, 1940-1946 arası dönemde Köy Enstitüleri tarafından 15.000 tarla tarıma elverişli hale getirildi, 750.000 yeni fidan dikildi. Ayrıca 36 ambar, 48 ahır, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane ve 100 km. yol halka kazandırıldı.

Köy Enstitüleri köyü aydınıyla buluşturmuş ve köylünün yaşam kalitesini artırmıştır. Köy incelemeleriyle köyün sosyolojik yapısının fotoğrafını çekmişler; masallarımızı, manilerimizi, ağıtlarımızı, türkülerimizi, horonlarımızı, zeybeklerimizi, oyun havalarımızı derlemişlerdir.

Bunların hepsinden önemlisi; okuyan, soran, sorgulayan, düşünen ve tartışan bu gençler, kahrolası sömürü düzeninin farkına varmış ve sistemi sorgulamaya başlamıştır. Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Behzat Ay, Yusuf Ziya Bahadınlı, Ümit Kaftancıoğlu, Hasan Kıyafet, Ali Yüce, Abdullah Özkucur, Haydar Işık gibi yazarlarıyla seslerini köylerinin dışına ulaştırmışlardır.

İsmail Hakkı Tonguç ve onun öğrencileri yeni bir aydın tanımı yapmıştır. 68 ve 71 kuşaklarının ilk öğretmenidir o aydınlar. Bu toprakların sol ve sosyalizmle buluşmasında onların emeğini yadsıyamayız.

SONUÇ

Bozkırda yitip giden bir ince suyun hüzünlü hikâyesidir bu. Önce o güzelim okullarını kaybetti Cumhuriyet ve aydınlarının canını yaktı. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı kendini savunamadı. İki önemli kırılma noktası vardı bu yolculuğun; birincisi, daha yola çıkmadan seçilen yol haritası (İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat-4 Mart 1923) ve ikincisi, 1946 yılındaki sapma.

O güzel insanlar ömürlerini soruşturmalar, sürgünler, bakanlık emrine alınmalar, yargılamalar ve hapislerle tamamladılar. İçimizden şanslı olanlar o öğretmenlerin öğrencileri oldular ve onların ışığıyla aydınlandılar. Onlardan aldığı ışığı çocuklarına ve öğrencilerine aktardılar.

Cumhuriyet ve Köy Enstitüleri, insanımızdaki yaratıcı gücü ve problem çözebilme becerisini kanıtlıyor. Yaptık, şimdi daha iyisini yapacağız. Özgür ve eşit yurttaşların yaşadığı Sosyalist Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında gereksinmelerimizi karşılayacak okulları kurarken, Köy Enstitüleri deneyiminden dersler çıkaracağız.

Başta İsmail Hakkı Tonguç olmak üzere, o güzel insanların anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Kaynakça

1. Altunya, Niyazi, “Köy Enstitüsü Sisteminin Düşünsel Temelleri”, Ankara, Eğitim-İş, 2013.

2. Aysal, Necdet, “Anadolu'da Aydınlanma Hareketinin Doğuşu: Köy Enstitüleri”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 35-36, Mayıs-Kasım 2005, s. 267-282.

3. Dündar, Ali, “Şeriata Karşı Laik Eğitim ve Özgür Toplum”, Ankara, Ardıç Yayınları, 1995.

4. Özkucur, Abdullah, “Hasanoğlan Tüksek Köy Enstitüsü”, Ankara, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, 2013.

5. Yetkin, Çetin, “Karşı Devrim 1945-1950”, İstanbul, Otopsi Yayınları, 2002.

6. Kuruluşunun 36. Yılında Köy Enstitüleri Özel Sayısı, Yeni Toplum, TÖB-DER Aylık

Eğitim Bilim ve Sanat Dergisi, 1976.

7. Kuruluşunun 70. Yılında Bir Toplumsal Değişim Projesi Olarak Köy Enstitüleri Sempozyumu, İstanbul, 2010.

Ekler

I.

Eğitmenin El Kitabı’ndan,

(Öğrencilere azlık-çokluk kavramını, doğal sayılarda büyüklük-küçüklük kavramını kazandırmak ve çıkarma işlemini pekiştirmek amacıyla eğitmene önerilen etkinlikler)

ÜÇÜNCÜ DERS

1.Çocukları köydeki bir sürünün olduğu yere götür.

2.Sürüdeki koyun veya keçilerin sayısını her çocuğa göz kararı ile tahmin ettir.

3.Sonra bütün çocuklara sürüyü saydır (Sayma usulünü bilmezlerse çoban onlara öğretsin).

4.Koyunları ayrı kuzuları ayrı (veyahut keçileri ayrı oğlakları ayrı) saydır.

5.Koyunlar mı çok, kuzular mı (veyahut keçiler mi çok oğlaklar mı?) saydır. Ne kadar fazla? Sor ve söylet.

(Kaynak: Kuruluşunun 70. Yılında Bir Toplumsal Değişim Projesi Olarak Köy Enstitüleri Sempozyumu, s.1005).

II.

Resim Ekleme

http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/aydinlanma-mucadelesinin-ozgun-bir-ugragi-koy-enstituleri-219565



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 18.12.2017- 10:13


Köylerden gelindi, tarihe armağan edildi...- Özer Yatanaslan


soL Kültür'ün Aydınlanma Dosyası devam ediyor... Yazı dizimizin bu bölümünde yine köy enstitülerine değiniyoruz... Köylerden gelinip tarihe armağan edilen; sonrasında yıkımın, talanın, gericiliğin saldırısında yok edilen köy enstütüleri...

Resim Ekleme
Üzerine yüzlerce kitap, öykü, makale, tez yazıldı. Belgeseller çekildi. Çoğunun hülyası, azının gerçeği oldu.

Savaştan çıkmış, neredeyse tüm kadrolarını savaşta kaybetmiş bir ülkenin en çok ihtiyaç duyulanını var etmek için yola koyuldular. Köylerinden çıktıklarında yamalı elbiseleri, nasır tutmuş elleri, yırtık ayakkabıları ve dünyaya geldiklerine bin pişman yüz ifadeleri vardı. Nereye gittiklerini pek kestirememiş olsalar da, ülkeyi yeniden kurmaya, insan olmanın tadına varmaya gidiyorlardı. Köylüler onları “Bu bebeler mi bunları yapacak?” diyerek alaycı tavırlarıyla karşıladıklarında olacakların farkında bile değillerdi. Yeni bir dünya kuracaklardı bozkırın orta yerinde, köylüye rağmen. Çocuk yaşta işe koyulacaklardı, üstelik hiç şikâyet etmeden. Yollara düşülmüştü artık, geri dönülmezdi. Trenler kömüre; atlar, öküzler arpaya doymuştu. Büyük serüven başlamıştı.

BİLİM, ÜRETİM VE İNSAN OLMANIN HAZZI

Takvim 1940 yılının baharını gösteriyordu. 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu meclisten muhalefete rağmen geçmişti. Hitler faşizmi ikinci büyük savaşta insanlığı yok etmek için yoğun çaba gösterdiğinde dünya açlık-sefalet içindeydi. Anadolu’nun dört bir yanından gelen bebeler ‘modern’ binalar inşa etmeye başlamıştı. Yokluğun içinde öncelik yatakhane ve ders görecekleri dersliklerdeydi. Çünkü kış yaklaşıyordu. İlk günlerde kurdukları derme-çatma çadırlarda barınmak olmazdı. Binalar hızla yükseliyor, herkesin içi neşe ve umut ile doluyordu. Atölyeler, spor ve tarım alanları, tiyatrolar, ahırlar, depolar… Eğitim-öğretim de inşaatlarla beraber başlamıştı. Bebeler ustalık ederken, okuma-yazma öğrenecek, müzik aleti kullanacaklardı. Birlikte şarkılar söylenecek, dans edecek, kütüphaneler dolusu kitap okuyacaklardı. Piyeslerde oynayacak ve izleyicileri şaşkına çevireceklerdi.

Hepsi hayata yeniden gelmiş gibiydiler. Artık gülebiliyorlardı. Düzenli besleniyor, tahta yataklarında rahat uyuyorlardı. Hasta olduklarında başlarında doktorları oluyordu.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü müdür yardımcısı Mustafa Güneri şöyle anlatıyor:

“İlköğretim umum müdürünün aracılığıyla Ankara Hıfzıssıhha Kurumu doktorlarından –daha sonra Adana milletvekili olan– rahmetli Ali Menteşoğlu’nun köye gelmesi sağlandı. Doktor haftada bir gün geliyor, gece kalıyor, çocukları muayene ediyor, iğnelerini yapıyordu. Aynı zamanda köylünün de hastalarına bakan doktor ertesi gün Ankara’ya dönüyor ve bu iş için ücret almıyordu.

Hasanoğlan’da istasyon yoktu. Yedi kilometre ilerde Lalahan istasyonunda iniliyor oradan enstitüye yayan geliniyordu. Enstitünün bir taşıma aracı yoktu. Ali Menteşoğlu da yayan geliyor ama kendisine sorulduğunda, enstitü sakinlerini üzmemek için vesaitle geldiğini söylüyordu. Bir gün yine aynı şekilde geldiğini söyleyince, ayağındaki çamur gösterilerek pek de vesaitle gelmişe benzemediği söylenince, gülerek ‘O kadar da olacak!’ cevabını vermişti. Ali Menteşoğlu’nun bu şartlarda gelip gitmesi enstitü mensuplarını fazlasıyla üzüyordu. Bu fedakâr doktora herkes minnettardı.

İdareciler bir araya gelerek bir defaya mahsus olmak üzere 500 lira ücret vermeyi kararlaştırdılar, bordroyu hazırlayıp imza etmesini rica ettiler. Ali Menteşoğlu gülümseyerek: ‘Siz burada sabah altıda kalkıyor, işe başlıyor, gece 24’te yatıyorsunuz; hatta geceleri de hizmetiniz oluyor. Bu memlekete hizmetlerin en büyüğünü yapıyor, bundan da zevk alıyorsunuz. O halde müsaade edin de bu kuruluşa hizmet ederek haftada birkaç saat de ben zevk alayım,’ diyerek bordroyu iade etti. Bu sözleri orada bulunanların gözlerini yaşartmıştı.”[1]

EĞİTİM...

Köyden gelip yeni hayata merhaba dedikleri, el emekleri ile var ettikleri bu köylerde mutluydular. Erkenden kalkıyor, dersliklere güle oynaya gidiyorlardı. Öğretim sadece kitaptan değil, yaşayarak öğreniliyordu. Bilimi deney yaparak öğreniyor, bilgiyi daha kalıcı hale getiriyorlardı. Toprağı ekiyor, mahsulü hep birlikte kaldırıyor, hep birlikte tüketiyorlardı. Kilometrelerce uzaktan içme suyu getiriyorlardı. Elektrik santrali kuruyor, karanlıktan kurtuluyorlardı, cehaletten kurtuldukları gibi. Dikiş atölyelerinde pijama, önlük, don dikiyorlardı. Kışları kayak yapıyor, kartopu oynuyorlardı. İnekleri sağıyor, fidesinden domates yiyorlardı. Her hafta sonu ortak toplantılar düzenliyor, genel değerlendirmeler yapıyorlardı.

Kendilerini ifade etmekte yetişkinler kadar başarılıydılar. Haksızlığa karşı duruyor, yanlışı düzeltiyor, doğruda ısrarcı davranıyorlardı. Birçok konuda uzun tartışmalara katılıyor, kitaplardan alıntılarda bulunuyorlardı.

Bir bilim insanı olan Niyazi Berkes Çifteler Köy Enstitüsü’nü ziyaretinde, Müdür Rauf İnan’ın kendisinden öğrencilere bir konferans vermesini ister. Teklifi kabul eden Berkes konferans anısını şöyle anlatır:

“(…) O konuşmayı yapacağım güne kadar öğrencileri tarlada, makine başında, halay çekmede ve kendi yazdıkları piyesleri oynamakta seyretmiş, hayran kalmıştım. Öyle olduğu halde, hâlâ hatırlıyorum, konuşmaya başlarken içimde ‘bu köylü çocuklara ne söylerim, ne anlarlar?’ diyen bir ses vardı. Rauf İnan’ın teklifini kabul ettiğime, çok geçmeden pişman olmaya başladım. Ama karşımda benim hiç tanımadığım insanlar olduğunu gördükçe içimden ne kadar snopluk duyguları varsa yıkıldı. Çocuklar yalnız benim söylediklerimi anlamakla kalmıyorlar, eksik bile buluyorlardı. Soru yöneltmeleri zamanı gelince, bunların benim fakültede bir türlü konuşturamadığım, konuştuklarında da insanı tartışma açtırdığına bin kez pişman edecek saçma iddiaları ortaya atıp, tartışmayı rezil eden öğrencilere benzemiyorlardı. Nereden öğrenmişlerdi bunları? Bu kadar kısa zaman içinde. Soruların hepsi önemliydi. Birbirleriyle yarış edercesine ve tam bir özgürlükle konuşuyorlardı.”[2]

KÖYE DÖNÜŞ...

Öğrendikleri her şeyi paylaşacak yaşa gelmişlerdi artık. Köylerine geri döndüklerinde sadece öğretmenlik yapmayacaklardı. Kapıyı çalan köylüye sırtlarını dönmeyeceklerdi. Okulun olmadığı yerde köylüyle beraber derslik, lojman yapacaklardı. Birlikte harman savurup, tohumluğu ambara, ekmekliği değirmene taşıyacaklardı. Kara tahtada öğretmen, teneffüste çocuk olacaklardı. Köylüye okuma-yazma öğretecek, sağlık eğitimi vereceklerdi. Kütüphaneler kuracak, okuma yarışmaları düzenleyeceklerdi. Enstitülerde öğrendikleri her şeyi kendi köylerine taşımanın heyecanıyla yeni güne uyanacaklardı. Köy odaları naftalin değil, kâğıt kokacaktı.

Öyle de oldu. Köylere eğitim-öğretim ile hayat geldi. Öğretmen köyün doktoru, mühendisi, veterineri, müzisyeni oldu. Cumhuriyetin uğrayamadığı köylere enstitülerin yetiştirdiği gençler aydınlanma bayrağını taşıdı.

YIKIM, TALAN, GERİCİLİK...

Köy Enstitüleri’nde yaşam ülkenin her yanını hızla etkisi altına almaya devam ederken Halk Partisi içindeki muhalefet daha da güçlenmişti. Gericiler boş durmuyorlardı, ülkenin dört bir yanında söz sahibi olmaya başlamışlardı. Hatta enstitüleri yönetiyorlardı. Kızlı-erkekli eğitimin Türk ahlakına uygun olmadığını söyleyerek halka ‘ahlak’ dersi veriyorlardı. Enstitülerdeki üretim ilişkilerinin komünizm propagandası olduğunu ifade ederek ‘milli’ duyarlılıklarını tekrar açığa çıkarıyor, enstitülerin fuhuş merkezi olduğunu yüzleri hiç kızarmadan herkese anlatıyorlardı. Enstitüler kapatılmalıydı. Onlar için eğitim, üretim, eğlenmek, tiyatro… her şey kötüydü.

Binaları artık tüccarlar yapıyordu. Üretimin yerini tüketim almaya başlamıştı.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü müdür yardımcısı Mustafa Güneri bir anısında şöyle anlatıyor:

“Hasanoğlan’dan ayrıldıktan birkaç sene sonra enstitüye uğramış, bir arkadaşa misafir olmuş, ona şu soruyu sormuştum: ‘Hastaneye yakın yemekhanelerden biri yapılırken, betonarme için kullanılacak kum topraklıydı. Bu kum, yeteri kadar su olmadığı için iyi yıkanamamıştı, o binada çatlama oldu mu? Atölyedeki çalışmalar nasıl gidiyor?’ Aldığım cevap şu oldu: ‘Hayır… Çocukların yaptığı binalarda çatlama olmadı, sapasağlam duruyor. Fakat 1951’den sonra müteahhide yaptırılan salon çöktü. Bereket versin içinde kimse yoktu. Atölye çalışmalarına gelince… Program değişti. Şimdi atölyelerde kâğıttan mangal yapılıyor.’ Bu cevabın inşaatla ilgili kısmına sevinmiş, atölye çalışmalarıyla ilgili kısmına da üzülmüştüm.”[3]



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Sol aydın ve radikalizm melnur 2 4684 27.06.2020- 10:39
Konu Klasör 6 ayda bin gazeteci kovuldu umut 1 4558 16.07.2014- 22:12
Konu Klasör 'AKP gitsin 1 ayda düzelir' ayhan 0 2804 17.06.2015- 22:10
Konu Klasör İstanbul'da ilk TKP İşçi Evi bugün Tuzla Aydınlı'da açıldı... melnur 1 2319 03.10.2020- 10:03
Konu Klasör TÖB-DER 49 yaşında melnur 1 1999 05.09.2020- 05:16
Etiketler   Aydınlanma,   nedir,   233,   Yaşında
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS