SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Post-Marksizmin Eleştirisi -James Petras           (gösterim sayısı: 2.529)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 25.04.2018- 10:53


(Face'de rastladığım bir yazı. Uzun da sayılabilir ve tamamını henüz okumadım. Yitirmemek için ve sonradan okumak kaydıyla buraya alıyorum.)

Post-Marksizmin Eleştirisi -James Petras


“Post-marksizm” neo-liberalizmin zaferi ve işçi sınıfı hareketinin geri çekilmesiyle birlikte moda bir entelektüel tavır oldu. Latin Amerika’da reformist sol tarafından terk edilen alan bir ölçüde kapitalist politikacı ve ideologlar, teknokrat ve muhafazakar tutucu kiliseler (Yahudi cemaatları ve Vatikan) tarafından dolduruldu. Geçmişte bu alan, sosyalistler, yurtseverler, halkçı politikacılar ve “özgürlüğün teolojisi”yle(1) birlikte hareket eden kilise eylemcilerinin egemenliği altındaydı ve merkez sol, ne yukarıdaki politik rejimler içinde ne de aşağıdaki politikleşmiş halk sınıfları içinde etkiliydi. Bugünse, radikal solun yokluğu politik entelektüellerin, sendikaların siyasallaşmış kesimlerinin, kır ve kentlerdeki toplumsal hareketlerin olmadığının kanıtıdır. Günümüzün en yoğun çatışması, bu anlamda, marksizm ile “post-marksizm” arasındaki çatışmadır.

Bugün, ideolojileri, bağlantıları ve uygulamaları marksist teori ve pratikle açıktan çatışma ve uzlaşmazlık içinde olan ve neo-liberalizmin destekçisi büyük sermayenin ve devletin kurumları tarafından desteklenip büyütülen sayısız “sosyal” örgüt ortaya çıkmıştır. Sermaye sahiplerinin neo-liberal projelerine uyum göstererek ideolojik ve politik olarak bu projelerin uygulanmasında aktif rol alan bu oluşumlar, kendilerini çoğu kez “devlet dışı” ya da “bağımsız araştırma merkezleri” olarak tanımlamaktadırlar.

Bu makale, söz konusu oluşumların ideolojik bileşenlerini tanımlayıp eleştirecek ve daha sonra bunların sınıf temelli hareket ve yaklaşımlarla çatışan faaliyetlerini ve eylemsizliklerini anlatacaktır. Bunu, “post-marksizm”in evrimi, kökenleri ve geleceğinin tartışılması ve marksizmin düşüşü ve muhtemel geri dönüşü bağlamında bir tartışma izleyecektir.

Post-Marksizmin Bileşenleri
Çıkış nedenlerini marksizmin eleştirisi ve alternatif bir teori oluşturulmasına girişilmesi ya da en azından makul bir çözümleme için temel oluşturacak belli başlı tüm sorunların ayrıntılı bir şekilde ele alınması olarak açıklayan post-marksizmin düşünsel taraftarlarının çoğu “eski marksistler”dir.

Genel olarak post-marksist söylem, aşağı yukarı on temel madde üzerinden incelenebilir.
1- Sosyalizm bir hataydı ve tüm “bütünlüklü toplum teorileri” bu süreci tekrarlamaya mahkumdur. İdeolojiler yanlıştır (post-marksizm hariç!) çünkü tek bir cinsiyet/ırk sisteminin egemen olduğu bir dünya görüşünü yansıtmaktadırlar.

2- Toplumsal sınıflara vurgu yapan marksistler “indirgemeci”dirler; çünkü sınıflar çözülmektedir. Post-marksistlere göre, temel politik hareket noktası kültürel alandır ve politika artık farklı kimliklerde (ırk, toplumsal cinsiyet, etnik aidiyet, cinsel tercih) kök salmıştır.
3- Devlet, demokrasi ve özgürlüğün düşmanıdır, yozluktur ve toplumsal refahın dağıtımını gerçekleştiremez. Bunun yerine, “sivil toplum”, demokrasi ve toplumsal gelişmenin öncüsüdür.

4- Malların üreticiler arasında dolaşımını engelleyen bürokrasi, merkezi planlamanın bir ürünüdür. Pazar veya pazarlardaki değiş tokuşun daha az sınırlanması belki de daha fazla tüketim ve daha etkili dağıtım anlamına gelecektir.

5- Devlet iktidarını elde etmek için verilen geleneksel solun mücadele anlayışı çökmektedir ve bu mücadele anlayışı otoriter rejimlere yol açmakta, bu rejimler de sivil toplumu kendi kontrollerinde kenara itmelerine yol açmaktadır. Değişimin tek demokratik aracı ulusal ve uluslararası iktidarlara karşı talep/baskılarla yerel örgütlerin yerel sorunlar etrafında yürüttüğü yerel mücadelelerdir.

6- Devrimler her defasında kötü sonuçlanmaktadır ya da artık devrimler imkânsızdır: Toplumsal dönüşümler için mücadele baskıcı tepkileri davet etmektedir. Bunun yerine, seçim yolunun korunması için demokratik dönüşümlerin güçlendirilmesi ve demokrasi için mücadele edilmesi gereklidir.

7- Sınıf dayanışması fikri, eskimiş politik görüşleri ve gerçeklikleri yansıtan geçmiş ideolojilerin parçasıdır. Sınıflar artık yoktur. Kendine özgü grupların (kimliklerin), bireysel dayanışma alanları ve dışardan taraftarların da katılımına dayalı “yaşam mücadelesi” için bir araya gelmiş parça parça “yerellikler” vardır. Dayanışma sınıf olgusunun ötesinde insancıl bir tavırdır.

8- Sınıf mücadelesi somut sonuçlar üretmez; acil sorunların çözümlenmesinde bir işe yaramaz ve hatalara yol açar. Belli projeler etrafındaki uluslararası ve devletler arası işbirliği üretim artışı ve kalkınmayla sonuçlanmaz.

9- Geçmişte kalmış bir başka ifade de artık ömrünü tamamlamış olan anti-emperyalizmdir. Günümüzün küreselleşmiş ekonomisinin başını çeken merkezlerle mücadele etmenin imkânı yoktur. Gitgide daha fazla birbirine muhtaç hale gelen günümüz dünyasında, sermayenin, teknoloji ve bilgi-becerinin (know-how) “zengin” ülkelerden “yoksul” ülkelere aktarımı için daha büyük bir uluslararası işbirliğine ihtiyaç vardır.

10- Kitle örgütlerinin liderleri sadece yoksulların örgütlenmesi ve yaşam koşullarının düzeltilmesi doğrultusunda yönlendirilmemelidir. İçerdeki oluşumlar dış sermayeye yaslanmalıdır. Programları uzmanlar tasarlamalı ve yerel grupların örgütlenmesi için dışardan gelecek finansman güvence altına alınmalıdır. Dış yardım olmadan, yerel gruplar ve uzmanlaşmaya dayalı meslekler çökecektir.

Post-Marksist İdeolojinin Eleştirisi
Başka bir deyişle post-marksistler, mahkum ettiklerini sandıkları marksizmin gelişmiş bir stratejisini, eleştirisini ve değerlendirmesini yarattıklarını ileri sürerler. Ne var ki post-marksizm, yerel toplumsal sorunlar üzerine yoğunlaşırken, ulusal ve uluslararası kapitalizmin bu yerelliği etkileyen krizlerini (uzun süreli durgunluk ve dönemsel mali panikler) ve toplumsal çelişkilerini (eşitsizlikler ve toplumsal kutuplaşma) değerlendirmekte başarısız kalır. Örneğin, neo-liberalizm (post-marksistlerin de üzerine eğildiği toplumsal-politik ve ekonomik alan) sınıf çatışmalarının bir ürünüdür. Devlet ve imparatorlukla birlik olan sermayenin belli başlı sektörleri halk sınıflarını yenilgiye uğratmış ve neo-liberal modeli dayatmıştır. Dünyanın gidişatı, post-marksistlerin iddiasının tersine, sınıfsal olmayan bir bakış açısıyla açıklanamaz. Ayrıca, aynı sorun post-marksistlerin köklerine ve özgeçmişlerine baktığımızda da su yüzüne çıkar: marksist akademik çalışmaların alan ve kaynaklarının kısıtlanmasına karşılık post-marksistlere kaynak ve fırsatların sunulması, ulusal ve uluslararası düzeydeki köklü ekonomik ve kültürel değişimin ifadesidir. Post-marksizmin sosyolojik kökeni, işçi sınıfına ait olan politik iradeyi sermayeye armağan etmesinde aranmalıdır.

Artık post-marksist ideolojinin eleştirisine ve çoğunlukla tutarsız olan teorik yapısının belli başlı önermelerini tartışmaya geçebiliriz. Öncelikle “sosyalizmin başarısızlığı” ve “ideolojilerin sonu” üzerine söyledikleriyle işe başlamamıza izin verin.

“Sosyalizmin başarısızlığı”ndan kastedilen nedir? SSCB ve Doğu Avrupa Komünist rejimlerinin çöküşü mü? Birincisi, bu eleştiri sosyalizm düşüncesinin tek taraflı kavranışına dayanmaktadır. İkincisi, söz konusu eleştiride politik/sosyo-ekonomik sistemi başarısız kılanın ne olduğu da açık değildir. Rusya, Polonya, Macaristan ve çoğu eski Sovyet cumhuriyetlerindeki son seçim sonuçları, seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun eski refah toplumu ekonomisinin ve politikasının pratik uygulamalarına geri dönmeyi tercih ettiklerini gösteriyor. Eğer eski komünist ülkelerdeki genel düşünce “sosyalizmin başarısızlığı” yolundaysa, o zaman seçim sonuçları yanlıştır.

İkincisi, post-marksistler eğer “sosyalizmin başarısızlığı”ndan iktidardaki solun çöküşünü kastediyorlarsa, sosyalist pratiklerin iç yetersizliklerinden kaynaklanan “başarısızlıkları”yla dışardan yapılan politik-askeri saldırılardan kaynaklanan “başarısızlıkları”nı birbirinden ayırmak zorundayız. Hitler’in Batı Avrupa demokrasilerini yıkmasını “demokrasinin başarısızlığı” olarak görebilir miyiz? Şili, Arjantin, Bolivya, Uruguay, Dominik Cumhuriyeti, Guatamela, Nikaragua, El Salvador, Angola, Mozambik ve Afganistan’a yönelik ABD ve diğer terörist-kapitalist rejimlerin müdahaleleri devrimci solun “çöküşü”nde önemli bir rol oynamıştır. Askeri yenilgilerle ekonomik sistemin başarısızlıkları aynı şey değildir. Ayrıca, sosyalist ve halkçı yönetimlerin iktidarda olduğu dönemleri değerlendirdiğimizde çoğu toplumsal göstergenin, daha sonraki rejimlerden daha olumlu olduğu kesindir: Allende dönemindeki toplumsal katılım, sağlık, eğitim ve dengeli büyüme, sonradan gelen Pinochet’e oranla oldukça olumluydu. Benzer göstergeler Nikaragua’daki Chamorro rejimiyle kıyaslandığında Sandinistlerin iktidarının daha olumlu olduğunu gösterir. Arbenz hükümetinin tarım reformları ve insan hakları politikaları, bugünkü hükümetin toprakları büyük çiftçilere peşkeş çekmesiyle ve 150 bin cinayetle suçlanan politikalarıyla kıyaslandığında olumludur.
Bugün, neo-liberalizmin egemenliğine ve marksistlerin güçsüzlüğüne rağmen, Batı yarımkürede marksistlerin ya da sosyalistlerin kitle hareketlerinin önemli gösterilerine liderlik etmediği ve neo-liberal politika ve rejimlere meydan okuyarak etkin olmadığı neredeyse hiçbir ülke yoktur. Paraguay, Uruguay ve Bolivya’da başarılı genel grevler; Meksika ve Hindistan’da önemli köylü ve gerilla hareketleri; Brezilya’da topraksız işçi hareketi marksist etkinliğin kanıtıdır.

Blok dışındaki sosyalizm, tamamen demokratik, halkın kendisinin verdiği kararları ve çıkarları temsil ettiği için, çoğunluğun güvenini kazanmış halk gücüne dayalıydı. Post-marksistler Sovyet Komünizmi’yle Latin Amerika kökenli devrimci demokratik sosyalist hareketleri birbirine karıştırıyor. Post-marksistler, neo-liberalizmin de iddia ettiği gibi askeri yenilgilerle solun politik başarısızlıklarını birbirine karıştırıyorlar. Sonuçta, Doğu Avrupa Komünizmi sorununda olduğu gibi, komünizmin değişen, dinamik doğasını görmeyi başaramıyorlar. Oysa toplumsal mülkiyetin, refah programlarının, tarım reformlarının ve konsey demokrasisinin yeni sosyalist sentezinin bugün artmakta olan popülaritesi yeni toplumsal-politik hareketlere dayanmaktadır.

Bu bağlamda, “ideolojilerin sonu” görüşü sadece post-marksistlerin tutarsız ideolojik savlarıyla sınırlı olmayıp, eski ve yeni marksistler arasındaki ideolojik tartışmalarda, neo-liberalizm ve onun post-marksist mirasçılarıyla yürütülen mücadele ve tartışmalarda da kendini ortaya koymaktadır.





Bu ileti en son melnur tarafından 25.04.2018- 10:55 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.04.2018- 10:59


Sınıfların Sonu ve
Kimliklerin Yükselişi


Post-marksistler, marksist sınıf çözümlemesi fikrine çeşitli açılardan saldırırlar. Bir yandan, sınıfsal analizlerin eşitlik kavramını çarpıttığını ve kültürel kimliklerin (toplumsal cinsiyet, etnik aidiyet) önemini hasır altı ettiğini iddia ederler. Sınıfsal bakışı savunanları “ekonomik indirgemecilik” ve sınıflar arasındaki toplumsal cinsiyet ve etnik aidiyet farklılıklarını açıklayamamakla suçlarlar. Sonra daha da ileri giderek bu “farklılıkların” politik görüşlerin doğasını ifade ettiğini iddia ederler. Sınıf çözümlemesine yönelik ikinci saldırı noktasının kökü sınıfın aslında sadece kültür tarafından belirlenen öznel bir olgu, entelektüel bir yapı olduğu iddiasına dayanır. Dolayısıyla, toplumu ayrıştıran “nesnel sınıf çıkarları” diye bir şey yoktur; bunlar sadece özneldir ve her kültür kendi önceliklerini savunur. Üçüncü saldırı noktası ekonomide ve toplumda eski sınıf ayrımlarını ortadan kaldıran kapsamlı dönüşümler olduğu iddiasına dayanır. Bazı post-marksistler, “sanayi sonrası” toplumda, iktidarın kaynağının yeni iletişim sistemlerinde, yeni teknolojilerde ve bunları yönetip kontrol edenler içinde olduğunu ileri sürmektedirler. Bu görüşe göre sanayi işçileri, yüksek teknolojiyle birlikte “yeni orta sınıflar”a dönüşerek ve “alt sınıflar” biçiminde marjinalleşerek ortadan kaybolmakta ve yeni bir topluma doğru gidilmektedir.

Marksistler hiçbir zaman sınıf içersinde ırka, toplumsal cinsiyete ve de etnik kökene bağlı olarak gerçekleşen bölünmelerin önemini yadsımamışlardır. Marksistler, bu farklılıkları kapsamlı bir toplumsal sistemin ürettiğini ve her alanda (iş, komşuluk, aile) bu eşitsizliklerin üstesinden gelmek için sınıf güçlerine katılımın esas olduğunu vurgularlar. Marksistlerin en çok karşı çıktığı şey, toplumsal cinsiyet ve ırk eşitsizliklerinin sınıfsal çerçevenin dışında değerlendirilip çözülebileceği fikridir: Post-marksist düşünceye göre, hizmetçileri olan varlıklı toprak sahibi kadınlarla boğaz tokluğuna çalıştırılan köylü kadınların ortak bir “kimliği” vardır; neo-liberal hükümet bürokrasisinin yerli üyeleriyle serbest piyasa ekonomisi politikalarının sonucunda topraklarından sürülen yerlilerin ortak bir “kimliği” vardır. Örneğin Bolivya, koko yetiştiren kızılderili köylüleri toplu tutuklamalarla yöneten ahlaksız bir kızılderili başbakana sahiptir.

Doğru hareket noktası, kimlik politikalarının belli bir grubun özgün bir baskı biçimi olduğunun bilincine varılmasıdır. Ama yine de bu yaklaşım, her ne kadar baskının belli başlı noktalarını teşhir edip hakim toplumsal sisteme karşı mücadele etse de, sonuçta “kimlik”, insanı diğer sömürülen toplumsal gruplardan izole eden bir hapishanedir (ırk ya da toplumsal cinsiyet); bunun için genel ve özgün eşitsizlik koşullarını da belirleyen toplumsal iktidarın yapısının daha kapsamlı bir sınıfsal çözümlenmesi zorunludur.

Kimlik politikaları, yoksulları, işçileri, köylüleri savunan grupları politik-ekonomik evreni dönüştürmekten uzak, birbiriyle rekabet eden gruplar şeklinde birbirinden yalıtır. Sınıf politikaları, “kimlik politikalarıyla” yüzleşen; sınıfları ve diğer eşitsizlikleri kollayan kurumların dönüştürüldüğü alandır.

Sınıflar öznel kararlarla oluşmazlar: Sınıflar, kapitalizmin değer sistemi tarafından oluşturulurlar. Bu yüzden de, sınıfın zaman, mekân ve algıya dayalı öznel bir fikir olduğu görüşü sınıf ve sınıf bilinci kavramlarını birbirine karıştırır. Sınıf, nesnel bir olguyken sınıf bilinci toplumsal ve kültürel öğeler tarafından belirlenir. Sınıf bilincinin toplumsal bir oluşum olması onun tarihte daha önemsiz ve geçersiz olduğunu göstermez. Toplumsal oluşumlar ve sınıf bilinci değişse de, çoğu kez başka bilinç türleriyle (ırk, toplumsal cinsiyet, ulus vb.) gölgelenip bunlarla (ulusçuluk ve sınıf bilinci) birleştirilse de bunlar tarih boyunca süregelen olgulardır.

Sınıfların yapısında önemli değişimler olduğu kesindir; fakat bu değişim post-marksistlerin dikkat çektiği yönde değildir. Bu önemli değişimler, sömüren ve sömürülen sınıfların koşullarının değişmesiyle birlikte, sınıf farklılıklarını ve sömürüyü derinleştirmiştir. Bugün geçmişe oranla geçici işçilerin sayısı çok daha fazladır. Bugün geçmişe oranla kayıt dışı emek pazarında (günümüzde informel sektör olarak adlandırılan) çalıştırılan işçi sayısı da çok artmıştır. Kayıt dışı sömürü sorunu, kapitalizmi “dönüştüren” bir şey değildir: Bu, daha çok on dokuzuncu yüzyıl emek sömürü biçimlerine bir geri dönüştür. Halkçı refah devletinin feshedilmesinin ardından kapitalizmin yeni bir değerlendirmesine ihtiyaç vardır. Bu değişim, sermaye ile emek arasında arabuluculuk yapan devlet ve partilerin karmaşık rolünün yerini egemen kapitalist sınıfa daha doğrudan ve açıktan bağlanmış devlet kurumlarının aldığı anlamına gelmektedir. Neo-liberalizm egemen sınıfın uzlaşmasız devlet iktidarıdır. Yakın geçmişte devlet ve rejimin işleyişini “belirleyen çeşitli etkenler” ne olursa olsun, bugün neo-liberal istihdam modeli doğrudan uluslararası bankalara bağlı borç ödemelerini uygulamaya koymak ve döviz kazanmak için sektörlerin ihraç edildiği merkezileştirilmiş devlet kontrolüne dayanır. Neo-liberalizm bireylerin vatandaşlık bağıyla eklemlendiği baskıcı bir devlet aygıtı ve toplumsal patlamaları yatıştırıcı devlet-ötesi “sivil toplum kuruluşlarına” dayalıdır.
Refah devletinin tasfiyesi toplumsal yapının daha da çok kutuplaştırılması anlamına gelir: bir tarafta düşük ücretliler ya da sağlık, eğitim, toplumsal güvenlikte çalışan kamu işçileri, diğer tarafta çokuluslu şirketlere bağlı iyi ücretli profesyoneller, STK’lar ve dünya piyasalarına ve politik iktidar merkezlerine bağlı yurtdışından mali destek alan diğer kurumlar. Bugünkü mücadele sadece fabrikalardaki sınıf mücadelesi değildir; mücadele devlet ile çalıştıkları işlerinden çıkarılarak toplumsal üretimin bedellerini taşımaya, satmaya ve üretmeye zorlanan sokaktaki ve kapitalist pazardaki sınıflar arasındadır. Dünya pazarlarıyla elit ihracatçılar, küçük ve orta ölçekli kompradorlar (elektronik eşya ihracatçıları, çokuluslu otel ve dinlenme tesislerinin turizm işletmecileri) aracılığıyla gerçekleştirilen entegrasyonun bir benzeri iç ekonominin parçalanması şeklinde görülmektedir: Yerel sanayi ve küçük çiftliklerin tasfiyesiyle beraber üreticilerin de kentlere ve uzaklara sürülmesi.
Üst-orta sınıfların lüks eşyalarının ithalatı yoksulların emeğinin “ihracatı” yoluyla elde edilen kazanımlara dayanmaktadır. Sömürü, ülkenin yoksullaştırılması, köylülerin köklerinden sökülerek kentlere göç ettirilmesiyle başlamaktadır. “İhraç edilen emekten” elde edilen kazanç ithalatın finansmanı, egemen yerli ihracatçı ve turizm işletmecilerinin desteklenmesi amacıyla neo-liberal sistemin altyapı projesine oldukça iyi miktarlarda nakit para akışı sağlar. Sömürü zinciri daha dolambaçlıdır ancak hala son tahlilde sermaye-emek ilişkisi çerçevesindedir.

Neo-liberalizm çağında, kayıt dışı çalışmanın büyümesine karşın güçlü kamusal yatırımlar ve yaşanılabilir toplumsal koşullarda meşru çalışma alanlarının oluşturulması için merkezi düzenleme gereksinimi ne kadar önemliyse, “ulusun”, ulusal pazarın, ulusal üretim ve paranın yeniden oluşturulması mücadelesi de o kadar temel bir tarihi öneme sahiptir. Bir başka deyişle, geçmişteki reformcu politikaların yerini alan neo-liberalizm ve uluslararası bağlantılı kayıt dışı emek pazarının sınıfsal çözümlemeleri sermaye ile uzlaşmazlığa dayandırılmalıdır.
İşçi ve köylülerin büyük çoğunluğunun gitgide daha çok yoksullaşması ve homojenleşmesi emek pazarı içersinde birleşik devrimci eylem için muazzam bir objektif potansiyel yaratmaktadır. Kısacası, yoksulların mücadelesinin örgütlenmesi için ortak bir sınıf kimliği alanı oluşmaktadır. Post-marksist iddianın tersine, kapitalizmin dönüşümleri sınıf çözümlemelerini daha önce hiç olmadığı kadar açıklayıcı hale getirmiştir.

Teknolojinin gelişmesi sınıf farklıklılarını ortadan kaldırmak yerine daha da derinleştirmiştir. Mikroçip sanayindeki gelişmeler işçi sınıfını özgürleştirmemiştir. Bunun yerine, sömürü etkinliklerinin alanını ve sömürü sürecindeki üretimin yapısını değiştirmiştir. Göründüğü kadarıyla bu yeni yapı, yeni teknolojilerle geliştirilen daha sıkı kontrol mekanizmalarının sömürüsünü birleştirmektedir. Bazı sektörlerdeki otomasyon, iş sürecindeki çalışma temposunu arttırmaktadır; işçiler kameralarla daha fazla gözetlenirken idari personel sayısını azaltılmaktadır. İşçilerin işçileri ezdiği “kalifiye işçi grupları” ücret ya da söz hakkı bakımından bir avantaj sağlamazken bireysel sömürüyü arttırmaktadır. Sonuçta “teknolojik devrim” karşı devrimci neo-liberalizmin sınıf yapısı tarafından şekillendirilmektedir. Bilgisayarlar ticarette maliyetlerin kontrol edilmesini ve ilaçların miktarının belirlenmesine olanak sağlasa da, bu teknolojik değişimden etkilenenler düşük ücretli geçici işçilerdir. İletişim şebekeleri kötü ve düşük ücretli çalışma koşullarına ve tekstil, ayakkabı, vb. üretimine dayalı ev işlerine (kayıt dışı ekonomi) bağlanmıştır. Bu birleştirilmiş sürecin, emeğin ve hatta teknolojinin gelişiminin anlaşılmasının anahtarı sınıf çözümlemesidir.




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.04.2018- 11:00


Devlet ve Sivil Toplum

Post-marksistler devletin tek yönlü bir görünümünü ele almaktadırlar. Devlet kamu hazinesini yağmalayan, halkı yoksullaştıran ve ekonomiyi iflasa sürükleyen uçsuz bucaksız geniş bir bürokrasi olarak tanımlanmaktadır. Politik alanda devlet, yurttaşlık katılımını (demokrasi) ve malların özgürce değişimini (“piyasa”) engelleyen otoriter yönetimin ve keyfi uygulamaların kaynağıdır. Diğer yandan post-marksistler özgürlüklerin, toplumsal hareketlerin, yurttaşlığın özünün “sivil toplum” olduğunu iddia etmektedirler. Aktif bir sivil toplumdan adil ve dinamik bir ekonomi ortaya çıkacaktır. Bu ideolojinin tuhaf olan yanı Latin Amerika tarihinin elli yıllını göz önünde bulundurmamasıdır. Öncelikle, özel yatırımın yokluğunda kamusal yatırım, sanayinin canlandırılması, 1930 ve 1940’ların savaştan ve dünya krizlerinden kaynaklı ekonomik krizden çıkılması için zorunlu bir araçtı. İkincisi, okur-yazarlığın ve temel kamu sağlığının gelişmesi büyük oranda kamu girişimine dayanıyordu.
Yüzyılın başları ve ortalarında serbest girişim, yaklaşık on sekizinci yüzyıldan 1930’lara kadar, piyasasının görünmez eli, soykırımlara, salgın hastalıklara, zulme, sömürgeleşmeye, göçlere ve sömürüye seyirci kalırken Latin Amerika kutsal kitaptaki yedi cezayı çekiyordu.
Bu sorunlara karşılık kamu sektörü büyüdü ve kamusal işlevlerinden saparak yalnızca iş çevrelerine ve politik elitlere tahsis edildi. “Devlet hantallığının” nedeni ya ticaret lehine sübvansiyonların sağlanması (düşük maliyetler yoluyla) ya da sermayenin siyasi taraftarlarına iş imkanları sağlanması yoluyla doğrudan özel mülkiyetin çıkarlarınca şekillendirilmiş olmasına bağlıdır. Devletin etkisiz olmasının nedeni tamamen özel mülkiyet çıkarlarına oranla ikincil kılınmış olmasıdır. Özel mülkiyete dayalı ekonomi, kilise ya da STK’ların yerini hiçbir zaman devletin kapsamlı sağlık ve eğitim programları almamıştır. Hem özel sektör hem kilise tarafından finanse edilen özel klinikler ve eğitim varlıklı bir azınlığa hizmet etmektedir. STK’lar ancak yerel alanlardaki sınırlı sayıdaki grup için heveslilerin ve yabancı yardımseverlerin çıkarlarına dayalı kısa süreli sağlık bakımı ve eğitim olanağı sağlarlar.
Sistematik bir karşılaştırma post-marksistlerin tarihsel verileri yanlış değerlendirdiklerini kanıtlamaktadır: Post-marksistler devlet karşıtı söylemleriyle kendilerini kör ederek özele oranla kamu kazanımlarının olumlu yanlarını es geçmektedirler.

“Devletin” otoritenin kaynağı olduğu savı hem doğrudur hem de doğru değildir. Diktatörlük rejimleri vardır ve olacaktır da, ancak kamu mülkiyetinin yağmalanmasının sonuna gelmiş olan çoğu devlet, özellikle de bu devletçilik, yabancı sermayenin kamulaştırılması anlamına geliyorsa işlevini tamamlamıştır. Geçmişte de, bugün de ve muhtemelen gelecekte de çoğu diktatörlük, devlet-karşıtı ve serbest piyasa yanlısı olmuştur-olacaktır.

Ayrıca devlet, işçilerin, siyahların, kadınların ve diğerlerinin yasal haklarını tanıyarak nüfusun sömürülen kesimlerinin devlet çatısı altında birleşmesini sağlamış ve yurttaşlığın önemli bir taraftarı olmuştur. Devletler yoksullar yararına toprakları, gelirleri ve bütçeleri yeniden dağıtarak toplumsal adalete temel oluşturmuşlardır.

Başka bir deyişle, devletin sınıfsal özünü, onun yasal ve politik temsilcilerini tanımlamak için devletçi/devlet-karşıtı söyleminin ötesine geçmeliyiz. Devlete karşı geliştirilen malum tarih dışı, toplumdışı temelsiz saldırılar sadece kitlelerin etkisiz kılınması yolunda bir polemik aracı olarak hizmet görür ve kitlesel eylemin yaratıcı özüne dayalı etkili ve akılcı bir alternatif saldırının önünü tıkar.

“Sivil Toplumun” devletin karşısına konulması da ayrıca yanlış bir ikilemdir. Sivil toplum tartışmalarının çoğu, “sivil toplumu” bölen temel toplumsal çelişkileri gözden kaçırmaktadır. Sivil toplum ya da daha doğrusu sivil toplumun ileri gelen sınıfları, yoksulların “devletçiliğine” saldırırken “sivil toplum” içindeki egemen konumlarını korumak ve geliştirmek için ordu ve sermayeyle bağlarını güçlendirme yolunu seçmişlerdir. Buna karşın, sivil toplum içindeki halk sınıfları ayaklandıklarında egemen sınıfların tekelci devletini yıkmaya girişirler. Yoksullar devlet kaynaklarına her zaman zenginlere kıyasla kendi toplumsal-ekonomik konumlarını güçlendirecekleri alan olarak bakmışlardır. Sorun daima farklı sınıfların devletle ilişkileri olmuştur.

Ancak post-marksist ideologlar yetersizliklerini avantaja dönüştürmeyi bilmişlerdir. Egemenlerin aşıladığı yurtsuzluk söylemini hiç sorgusuz sualsiz alt tabakalara yaymışlardır. Post-marksistler devletin dışında ve “sivil toplumun” içinde çalıştıklarını iddia ederek örgütsel araçlarını (STK’lar) haklı göstermeye uğraşırken bile, aslında yerel hükümetlerle birlikte çalışabilmeleri için yabancı devletler tarafından finanse edilmişlerdir.

“Sivil toplum”, kapitalist toplum tarafından yaratılan ve neo-liberalizm altında daha da yoğunlaşan derin toplumsal yarılmanın sonucudur. Aslında “sivil toplum” ve devlet arasında çatışma olduğu kadar sivil toplum içindeki sınıflar arasında da çatışma vardır. Sadece bazı istisnai durumlarda bunun tersi geçerlidir. Tüm toplumsal sınıflara işkence, zulüm ve yağma politikası uygulayan faşist ve totaliter devletler örneğinde devlet ve sivil toplum arasında bir ikilik olduğuna rastlarız.

Siyasal hareketleri örgütlemek için “sivil toplum” üzerine yazıp çizerek işe başlamak yasal bir ayrımı önemli siyasi kategorilere dönüştürmeye girişmektir. Böyle bir çaba, sınıflar arasındaki farkı gizler ve bu yoldan egemen sınıfın hakimiyetine meydan okunamaz.

“Devlet” ve “yurttaşın” karşı karşıya konması, bazı yurttaşların (ihracatçı elitler, yüksek orta sınıflar) devletle olan derin bağlarını es geçerken yurttaşların çoğunluğunun (işçiler, işsizler, köylüler) temel toplumsal yasal haklarını kullanmaktan dışlanarak yabancılaştırıldığını atlamaktadır. Ayrıcalıklı yurttaşlar devleti kullanırken çoğunluk için hiçbir pratik anlam ifade etmeyen yurttaşlık hakkı bu insanları deneklere dönüştürmektedir. Devlet sorununda olduğu gibi, sivil toplum tartışmasında da toplumsal sınıfların ve ayrıcalıklı sınıf tarafından dayatılan sınırların çerçevesinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Post-marksistlerin “sivil toplum” terimini sorgusuz sualsiz, ayrıştırılmamış bir kavram şeklinde kullanması, toplumsal değişim dinamiklerinin ortaya çıkmasından çok, üzerinin örtülmesine hizmet etmektedir.

Planlama, Bürokrasi ve Piyasa
Resmi komünist ülkelerdeki merkezi planlamanın düşüncede otoriter ve uygulamada merkeziyetçi ve “bürokratik” olduğuna hiç şüphe yoktur. Bu ampirik gözlemden yola çıkarak post-marksistler “planlamanın” (merkezi olsun olmasın) farklı taleplere, milyonlarca tüketiciye, yoğun bilgi akışına dayalı modern ekonominin ihtiyaçlarına ters olduğunu ileri sürerler. Onlara göre bunun üstesinden yalnızca serbest piyasa gelebilir. Demokrasi ve piyasa, post-marksistlerin ve neo-liberallerin bir araya geldiği bir başka husustur. Bu görüşün sorun teşkil eden kısmı kapitalist bir ekonomide çoğu önemli kurumun aslında merkezi planlamayla bütünleşmiş olmasıdır.

General Motors, Wal-Mart, Microsoft’un tüm yatırım ve harcamaları üretim ve pazarlama doğrultusunda merkezi olarak programlanıp planlanır. Sayılı post-marksist, eğer kalmışsa, eleştirilerini bu girişimlerin üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Post-marksistler çokuluslu şirketlerin merkezi planlamasının etkilerini ya da bunların kapitalist demokrasinin karakteristik unsurlarından rekabetçi seçim sistemleriyle uyumunu sorgulamazlar.
Post-marksistlerin asıl sorunu, merkezi planlamanın özgün tarihsel-politik farklılıklarını birbirine karıştırmalarıdır. Eğer planlama sistemlerinin çeşitli politik sistemlerde (otoriter ya da demokratik) içeriğinin farklı doldurulduğunu kabul edersek o zaman planlama sisteminin sorumluluk ve uygulanış biçiminin farklı olabileceği anlaşılabilir.

Bugün kapitalist toplumlarda devlet planlaması, askeri bütçelerin ve yaklaşık elli yıldır kâr eden üreticilerin (ve sermaye sahiplerinin) “emirlerine” dayalı harcamaların bir parçasıdır. Planlamanın hiçbir “modeli” ve tabii ki merkezi devlet planlaması da salt “komünist sistemlere” özgü bir olgu değildir. Hataların kapitalist ülkeler için de geçerli olduğu söylenebilir. Her iki örnekte de (Pentagon ve Resmi Komünizm) sorun demokratik sorumluluğun olmamasıdır: Ordu-sanayi elitinin bütünleşmesi üretimi, fiyatları, talebi ve arzı belirlemiştir.

Çoğu ülkede devlet kaynaklarının merkezi ödeneğe bağlı olması, kaynak dağılımında bölgesel eşitsizlikler, göçler, üretkenlik, üretim talebinin ya da tarihsel nedenlerden kaynaklanan sermaye eşitsizliğinden doğar. Yalnızca merkezi bir karar merkezi uygulamalardan olumsuz etkilenmiş daha az gelişmiş bölgelerin, sınıfların, toplumsal cinsiyetlerin ve ulusal grupların ihtiyaçlarını karşılayarak kaynakları yeniden bölüştürebilir. Aksi takdirde, “piyasa” tarihsel avantaja sahip olanları kayırarak yardımlarını kutuplaştırıcı kalkınma lehine kullanmak ya da bölgeler/sınıflar arası sömürüyü ve etnik çatışmaları arttırmak eğiliminde olacaktır.
Planlamanın temel sorunu planlama yolunu bilgilendiren politik yapıdır. Planlama memurları örgütlü topluluklarca seçilirler, dolayısıyla bu örgütlenmelere karşı sorumludurlar; bu toplumsal gruplar (üreticiler, tüketiciler, gençler, kadınlar, ulusal azınlıklar) kârlarını askeri-sanayi ittifakı sırasındaki elitlere borçlu olanlardan farklı olarak üretim, tüketim ve yeniden yatırım çerçevesinde kaynakları bölüştüreceklerdir.

İkinci olarak, planlama ayrıntılı düzenlemeler demek değildir. Toplumsal bütçenin boyutları ulusça seçilmiş temsilciler tarafından belirlenebilir ve yurttaşların öncelikle yereli gözeterek seçebilecekleri kamu toplulukları ihtiyaçları doğrultusunda bölüştürülebilir. Bu uygulama Brezilya’nın Porto Alegre kentinde son birkaç yıldır başını İşçi Partisi’nin çektiği belediye yönetimi tarafından başarılmıştır. Merkezi ve yerel planlama arasındaki ilişki ne taş üzerine yazılmıştır ne de yatırım ve harcamaların “yüksek merciler” tarafından belirleneceği kararname aşamalarına dayalıdır. Stratejik hedeflerin gerçekleştirilmesi için altyapı, ileri teknoloji ve eğitim gibi tüm ülke yararına düzenlenen merkezi ödenekler yerel inisiyatiflerin okulların, kliniklerin, kültürel merkezlerinin gelişmesine yardımcı olmasıyla tamamlanır.
Planlama bugünün kapitalist ekonomisinde anahtar bir araçtır. Sosyalist planlamayı reddetmek toplumsal değişimin harekete geçirilmesinde önemli bir aracın reddedilmesi demektir. Büyük eşitsizlikleri, mülkiyet paylaşımını, adaletsiz bütçe dağılımlarını tersine çevirmek ve uygulamak için güçlü, demokratik yönetime dayalı ayrıntılı bir plana ihtiyaç vardır. Üretici ve tüketicilerin özerk yönetimlerine dayalı konseylerin ve kamu girişimlerinin yanı sıra merkezi planlama demokratik dönüşümün üçüncü ayağını oluşturur.
Sonuçta, merkezi planlama yerel üretici ve lokanta, kahve, tamir dükkanları ve çiftçi aileler gibi hizmet sektörleriyle bağdaşmaz bir şey değildir. Açıkçası, kamu çalışanları makro toplumsal yapının idaresine tümüyle sahip olacaklardır.

Günümüzde devasa bilgi işlem bilgisayarlarıyla birlikte birçok karar ve bilgi akışının elde edilmesi çok daha kolaylaşmıştır. Demokratik temsilin yanı sıra, teknoloji ve merkezi planlama toplumsal açıdan etkili, eşitlikçi üretim ve paylaşıma denk düşer.




Bu ileti en son melnur tarafından 25.04.2018- 11:01 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.04.2018- 11:04


“Devlet İktidarı Fikri Yanlıştır”,
Artık Yerel Politikalar Üzerine Düşünmeliyiz


Post-marksistlerin marksizme yönelik bir diğer temel eleştirisi de devlet iktidarı fikrinin yanlış olduğu ve bunun için mücadele etmeninse büyük günah olduğu fikridir. Post-marksistler bunun yanlış olduğunu, çünkü devletin eninde sonunda yurttaşlardan uzaklaşarak yöneticilerin ayrıcalıklı ve keyfi aracı haline geldiğini ve böylece onların asıl amaçlarını unutarak kendi kişisel çıkarlarının peşine düştüklerini ileri sürmektedirler. Tarih boyunca iktidarı elde eden insanların birer tirana dönüştükleri elbette doğrudur; ancak yine de toplumsal hareketlere önderlik ederek iktidarı elde eden bireylerin özgürleştirici etkisi olduğu bir gerçektir. Köleliğin kaldırılması ve mutlak krallıkların devrilmesi buna örnek oluşturur. Öyleyse “devlet iktidarı” tarihsel bağlamda ikili bir anlama sahiptir. Yine de özellikle bazı dikkate değer örneklerde olduğu gibi yerel hareketlerin, toplulukları harekete geçirmekte ve acil sorunların çözümünde başarılı olduğu görülebilir. Diğer yandan, makro-politik ekonomik kararların yerel girişimleri etkisiz kıldığı durumlar da vardır. Günümüzde ulusal ve uluslararası düzeydeki yapısal uyum politikaları, yoksulluğu ve işsizliği arttırmakta, yerel kaynakları tüketmekte, yerli insanları göçe zorlamakta ve onları suça sevk etmektedir. Devlet ve yerel güçler arasındaki diyalektik, yerel inisiyatifleri ve her iki düzeyde de görülen sınıf gücüne dayalı değişimleri ya güçlendirmeye ya da baltalamaya hizmet ediyor. Gerici merkezi yönetimlerin mali desteklerini kesmesiyle birlikte baltalanmış sayısız ilerici belediye yönetimi örneği vardır. Öte yandan, Uruguay’daki sosyalist belediye başkanı ya da Brezilya’nın Porto Alegre’deki solcu belediye başkanı örneğinde görüldüğü gibi ilerici belediye yönetimlerinin semtlerdeki yerel örgütlenmelere yardım konusunda oldukça olumlu bir etkisi vardır.
Devlet iktidarını “yerel”in karşısına koyan post-marksistler iddialarını tarihsel deneyimlere, en azından Latin Amerika deneyimine dayandırmamaktadırlar. Bu antinomi(2) yerel örgütlerle neo liberal uluslararası finans kurumları (Dünya Bankası, Avrupa ve ABD) ve serbest piyasa yanlısı yerel rejimler arasında arabuluculuk yapan STK’ların rolünün meşrulaştırılması için girişilen çabaların sonucudur. “Demokratik değerlerin temsilcileri” olan post-marksist STK uzmanları bunların rollerini “meşrulaştırmak” için iktidarı hedefleyen solu küçümsemek zorundadır. Bu doğrultuda yerel mücadeleleri, örgütleri ve ulusal/uluslararası politik hareketleri birbirinden ayırarak neo-liberallerin etkinlik alanlarını pekiştirirler. Yabancı ve yerel neo-liberallerin makro-toplumsal ve ekonomik kararlarda egemen olmasına izin verildikçe ve devlet kaynaklarının çoğu ihracatçı kapitalistlere peşkeş çekildikçe “iktidarı hedeflemeyen yerel eylemlilikler”e yapılan vurgu neo-liberal rejimleri meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

STK’ların yönlendiricisi post-marksistler yeni “kimliklerin” ve “küreselci” söylemlerin kitle hareketlerinde güç kazanmasında ve neo-liberal yerel projelerin tasarlamasında başarılı olmuştur. “Uluslararası dayanışma” ve “küçük ölçekli yardım girişimleri” üzerine yazıp çizdikleri, onların yabancı yardımlara ve neo-liberalizmin sosyo-ekonomik temsilcilerine bağımlılığını arttırırken ideolojik olarak da neo-liberalizme bağlanmalarına yol açmıştır. STK’ların on yıllık etkinliğinin ardından post-marksist uzmanların toplumsal yaşamın tüm alanlarını (kadın, çevre ve gençlik örgütleri) “apolitikleştirmesi” ve pasifize etmesi hiç de rastlantı değildir. Peru ve Şili, radikal toplumsal hareketler gerilerken STK’ların ısrarla kurulduğu klasik örneklerdir.

Acil sorunlar üzerinden verilen mücadele, yerel mücadele içinde gelişen hareketleri besleyen en önemli unsurdur. İster devletle ve onun emperyalist destekçileriyle mücadelede toplumsal sistemin kapsamlı sorunlarını gündeme getirerek diğer yerel güçlerle bağlantı kurmuş olsun isterse de dış yardımlar için rekabet eden dilencilere dönüşerek yabancı yardım peşinde koşan kendi hükümetlerine yönelmiş olsunlar, asıl sorun bu hareketlerin yöneldikleri doğrultu ve dinamikleridir. Post-marksistler bu ideolojik eğilimlerden ikincisini desteklerler; marksistler ise ilkini...

“Devrimler Her Zaman Kötü Sonuçlanır”


Sosyalizmin imkânsızlığı konusundaki tezlerini devrimlerin başarısızlıklarından örnekler vererek kanıtlamaya çalışan post-marksistler, bu konuda değişik söylemlere de sahiptirler: Devrimci solun gerilemesinden tutun Doğu’da kapitalizmin zaferine, “Marksizmin krizlerinden” alternatiflerin yitişine ve ABD’nin gücünden ordunun darbe ve baskılarına dek uzanan söylemlerdir bunlar. Tüm bu tezler, Dünya Bankası ve yapısal uyum programları tarafından dayatılan serbest piyasa koşullarına teslim olunması ve siyasetin ordunun dayattığı seçim sistemine hapsedilmesi amacıyla solu sıkıştırmakta kullanılmaktadır.

Post-marksistlerin tezlerinin çoğu dogmatiktir ve önceden belirlenmiş koşullarda yapılan keyfi gözlemlere dayanmaktadır. Devrimlerin modasının geçtiği fikrinden hareketle neo-liberal seçim zaferleri üzerinde yoğunlaşırken seçim sonrası kitle gösterileri ve parlamento dışı eylemlilikleri, yığınla insanı harekete geçiren genel grevleri dikkate almazlar. 1980’lerin sonlarındaki komünizmin çöküşüne gözlerini dikerken 1990’ların ortalarındaki yeniden dirilişi dikkate almazlar. Ordunun parlamenter politikacılar üzerindeki baskısını ele alırken Zapatista gerillalarının orduya meydan okuyuşunu, Caracas’daki kent isyanlarını, Bolivya’daki genel grevi unuturlar. Başka bir deyişle, ordunun belirlediği koşullarda yapılan seçimlerin sonucu halkın temel taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kaldığında ortaya çıkarak sınırları zorlayan mücadele dinamiklerini görmezlikten gelirler. STK’lar, Arjantin işçilerinin ödenmeyen ücretlerinin alınmasını sağlayamamışlardır. Aynı şekilde Bolivya’da koko çiftçilerinin ürünlerinin tahribini de önleyememişler ve ordunun yargılanmadan muaf olmasına son verilmesini gerçekleştirememişlerdir.

Post-marksistler politik çözümün parçası olmak yerine sorunun parçası olmuşlardır. On yılı aşkın bir süredir devam eden piyasa tartışmasında post-marksistler her defasında neo-liberalizme eklemlenerek serbest piyasa politikalarının derinleştirilmesine hizmet etmişlerdir. Post-marksistler serbest piyasanın insanlar üzerindeki olumsuz etkilerine ciddi bir şekilde karşı çıkamazken, işlerin yürümesi için yeni ve daha katı önlemleri dayatan neo-liberallerin baskılarına ses çıkarmamaktadırlar. Neo-liberalizmin pragmatik eleştirmeni olmaktan yola çıkarak adım adım vardıkları yer, toplumsal hoşnutsuzluğu yatıştırma ve yatırımcılara güvenli ortam sağlama işinin sadık ve çalışkan yöneticileri olmaktır.

Gerçekte neo-liberalizmin ortaya çıkardığı kutuplaşmış sınıfsal manzara, post-marksistleri değil, marksist paradigmayı doğrulamıştır. Bugünkü Latin Amerika’nın sınıfsal yapısı geçmişte olduğundan daha şiddetli, daha çetindir ve sınıf temelli ya da devlet iktidarıyla ilgili politikalara çok daha uygundur. Dolayısıyla bugün marksizm, devrimci politikalara post-marksistlerin pragmatik önerilerinden çok daha yakındır.

Sınıf Dayanışması ve Yabancı Finans Kurumlarının “Yardımları”

“Dayanışma” kelimesi son zamanlarda kendi bağlamından kopuk bir şekilde o kadar çok kötüye kullanılmıştır ki sonuçta ciddi bir anlam kaybına uğramıştır. Post-marksistlerin dilinde “dayanışma” lafı, önceden saptanmış “yoksul” gruplara yönelik yabancı yardımları içerir. Onların “dayanışma” dediği, yoksulluğun uzmanlar tarafından “keşfi” ya da “halkın eğitimi”nden ibarettir. Özünde bu “yardım” ve “eğitimin” hiyerarşik yapısı ve aktarım biçimleri de birçok açıdan on dokuzuncu yüzyıl hayırseverliğinden ve Hıristiyan misyonerlerin faaliyetlerinden farklı değildir.

Post-marksistler devletin “baba” olarak görülmesine saldırarak “bireysel dayanışma (kendi kendine yardım)” üzerinde dururlar. Neo-liberalizmin kurbanları üzerinde egemen olmak için STK’lar arasında oluşan rekabet ortamında post-marksistler Avrupa ve ABD’deki yandaşlarından önemli destekler almaktadırlar. “Bireysel dayanışma” ideolojisi, kamu çalışanlarının yerine, geçici sözleşmelere bağlanmış gönüllüler ve toplum içinde yükselmek isteyen uzmanların işe alınması üzerine kuruludur. Post-marksist görüşün temel felsefesi “dayanışmayı” işbirliğine dönüştürmek ve neo-liberalizmin makro-ekonomi politikalarını es geçerek dikkatlerin yoksulların sömürülmesi yoluyla elde edilmiş büyük servetlerden uzaklaştırılmasını sağlamaktır. Yoksulların devletin dayatmalarıyla hareket eden post-marksistlerin ahlak öğütlerine ihtiyacı yoktur.

Marksistlerin dayanışma anlayışı ise daha çok yerli ve yabancı sömürücülere karşı ezilen grupların (kadınlar ve farklı ırklardan halklar) sınıf dayanışmasını öne çıkarır. Marksistlerin asıl ilgilendikleri şey, sınıfı bölen ve kısa bir süreliğine ufak grupları pasifleştiren bağışlar değildir. Marksist dayanışma fikrinin asıl önemli noktası, ortak ekonomik sıkıntıları paylaşan ve toplumsal gelişme mücadelesi veren aynı sınıftan bireylerin ortak eylemine dayanır.
Marksist dayanışma fikri, mücadele veren toplumsal hareketler için konuşan ve yazan, benzer politik sonuçları paylaşmaya kendini adamış düşünürleri de içinde barındırır. Dayanışma fikri, sınıf mücadelesinin asli parçası olan ve sınıf mücadelesi için çözümleme ve eğitim sağlayan “organik” aydınlarla bağlantılıdır. Oysa post-marksistler, kurumların, akademik seminerlerin, yabancı vakıfların, uluslararası konferansların ve bürokratik raporların dünyasına hapsolmuşlardır. Post-marksistler yalnızca özcü kimlikler modasının düşsel dünyasına “kabul edilmişler” tarafından anlaşılan gizemli (esoteric(3)) postmodern bir jargonla yazarlar.

Marksistler, dayanışmaya her şeyi sorgulayan ancak hiçbir şeyi savunmayan, toplumsal hareketlerden uzakta kalmış yorumcular açısından yaklaşmazlar; dayanışma onlara göre toplumsal hareketlerin risklerini paylaşmaktır. Post-marksistler açısından asıl amaç “projeler” için gerekli yabancı sermayeyi sağlamaktır. Marksistler açısından asıl sorun politik mücadelenin seyri ve toplumsal gelişmenin sağlanması yolunda eğitimin gerekliliğidir. Amaç toplumsal değişim bilincinin öne çıkarılarak büyük çoğunluğun temel yaşam koşullarını dönüştürmek için politik iktidarın kurulmasını sağlamaktır. Post-marksistlere göre “dayanışma” genel özgürlük amaçlarından ayrıdır; dayanışma sadece insanların meslek eğitim kursları için bir araya gelmelerini sağlamanın bir yoludur. Marksistler açısından ise kolektif mücadeleye dayalı bir dayanışma gelecekteki kollektivist, demokratik toplumun nüvelerini içinde barındırır.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.04.2018- 11:05


Sınıf Mücadelesi ve İşbirliği

Post-marksistler çoğu kez yurtdışı finans kurumları ve neo-liberal rejimlerin işbirlikçilerini korumak amacıyla, koşulları ve değerleri derinlemesine incelemeksizin herkesin “işbirliği”nden bahsederler. Sınıf mücadelesi onlar tarafından artık geçerli olmayan bir tür atavizm(4) olarak görülmektedir. Bu yüzden de bize yoksulların yeni bir hayat kurmak niyetinde olduğundan dem vurulur. Post-marksistler geleneksel politikalar, ideolojiler ve politikacılardan umutsuzlardır.

Asıl sorun post-marksistlerin yabancı sermayenin çekilmesindeki arabulucu, komisyoncu pozisyonlarını, yabancı ve yerli alıcılarca kabul edilebilecek projelerin finansmanını sağlamaktaki rollerini gizlemeleridir. Vakıf girişimcileri “iş alanları kurulması” gibi yeni tarz politikaların takipçisidir: kadınların “eğitim” için bir araya toplanması; büyük ihracatçı üreticiler tarafından taşeronlaştırılmış küçük ölçekli şirketlerin kurulması, vb.
Aslında post-marksistlerin yeni politikaları kompradorların politikasıdır: hiçbir ulusal ürün üretmeyi tercih etmezler; bunun yerine neo-liberal düzenin devamı için yerli çevrelerle (bireysel küçük yatırımcılar) yabancı yatırımı birleştirirler. Bu bağlamda STK’ların yönlendiricisi konumundaki post-marksistler, yoksulluğun azaltılması yolunda hiçbir ekonomik belirleyiciliği olmayan projelerin, atölyelerin, eğitimin asli politik aktörlerindendir. Ancak egemenlere karşı zararsız ve etkisiz mücadele tarzlarıyla işbirliğine giden post-marksistlerin eylemleri halkın sınıf mücadelesinden sapmasında etkili olur.

Marksistlerin sınıf mücadelesi üzerine düşünceleri, toplumda vergilerden muaf, rant, çıkar ve kâr elde edenler ile ücretleri yükseltme, kamusal yatırım ve üretici yatırımlar için mücadele edenler arasındaki toplumsal kutuplaşmaya dayanır. Post-marksist yaklaşımın sonuçları bugün her yerde çok daha net gözlemlenebilmektedir: İşbirliğinin, küçük girişimlerin ve bireysel dayanışmanın on yıl boyunca savunulmasından sonra gelirin tekelleşmesi ve eşitsizliklerin büyümesi daha önce olmadığı kadar büyümüştür. Bugün Amerikan Kalkınma Bankası (IDB) gibi bankalar küçük ölçekli mikro-projeleri mali açıdan desteklerken aynı zamanda milyonlarca tarım işçisini zehirleyip sömüren tarımsal ihracatı da finanse etmektedir. Post-marksistlerin bu mikro projelerdeki rolü tabanda politik muhalefeti etkisizleştirirken merkezde neo-liberalizme destek olmaktır.

“İşbirliği” ideolojisi yoksulları post-marksistler aracılığıyla merkezdeki neo-liberallere bağlar. Düşünsel açıdan post-marksistler kabul edilebilir araştırmaları savunan, araştırma fonlarını sınıflandıran ve sınıfsal değerlendirme ve mücadele fikrine dayalı konu ve bakış açılarını dışlayan entelektüel polislerdir. Post-marksistler “sosyal bilimciler” rütbesine yükselirken marksistler konferanslardan dışlanmış ve “ideolojik” olarak damgalanmışlardır. Entelektüel modanın, yayınların, konferansların ve araştırma fonlarının kontrolü post-Marksistlere önemli bir üs teşkil etmiştir elbette; ancak tüm bunların devamının yabancı sermayedarlarla çatışmaktan kaçınmak koşuluna bağlı olduğu kesindir.

Ciddi marksist entelektüeller güçlerini evrilen toplumsal gerçekliklerden ve fikirlerinin bu gerçekliğe denk düşmesinden alırlar. Sınıf teorilerinin öngördüğü gibi sınıfların kutuplaşması ve şiddetli çarpışmaları artmaktadır ve bu bağlamda post-marksistlerin tersine marksistler taktik açıdan zayıf ancak stratejik planda güçlüdürler.





Bu ileti en son melnur tarafından 25.04.2018- 11:07 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.04.2018- 11:07


Anti-Emperyalizm Öldü mü?

Son yıllarda post-marksistlerin politik sözlüğünde artık anti-emperyalizme rastlanmıyor. Orta Amerikanın eski gerillaları seçim politikasına ve STK’ların “uluslararası birlik” ve “yardımlaşma”dan bahseden profesyonel sözcülüğüne soyundu. Ne var ki büyük meblağlardaki borç ödemeleri yoksul Latin Amerika’dan Avrupa, ABD ve Japon bankalarına transfer edilmeye devam ediyor. Kamu arazileri, bankalar ve neredeyse tüm ulusal kaynaklar çok ucuz fiyatlarla çokuluslu ABD ve Avrupa şirketleri tarafından ele geçirilmektedir. ABD ve Avrupa bankalarında eskiye oranla hiç olmadığı kadar Latin Amerikalı trilyonerlerin yüklü miktarlarda sermayesi vardır. Bu arada tüm büyük iller sanayi mezarlığı olurken kırsal bölgenin nüfusu da azalmıştır. ABD’nin tarihte hiç olmadığı kadar fazla sayıda askeri danışmanı, uyuşturucu görevlisi ve Latin Amerika’daki “polisiye müdahaleleri” yönlendiren federal polisi vardır. Ancak bazı resmi Sandinistler(5) ve eski Farabundo Marti(6) yöneticileri Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte emperyalizmin ve dolayısıyla anti-emperyalizmin bittiğini ileri sürdüler. Onların sorun ettikleri şey yabancı yatırımlar ya da yardımların varlığı değil yokluğudur ve onlar daha fazla emperyalist yardım istemektedirler. Bu bakış açısını yönlendiren politik ve ekonomik miyopluk, ödünç verilen para ve yatırımlar için dayatılan politik koşulların emek gücünü ucuzlattığını, toplumsal yasaları tasfiye ettiğini ve de Latin Amerika’nın büyük bir plantasyona, madencilik havzasına, bağımsızlığın, zenginliklerin ve hakların soyulup soğana çevrildiği büyük bir ticaret bölgesine dönüştürülmesi anlamına geldiğini anlamaktan uzaktır.

Marksistler emperyal ve bağımlı kapitalist devletler arası ilişkilere ve toplumun üretim ilişkilerine kök salmış, derinleştirilmiş emperyalist sömürü üzerinde dururlar. SSCB’nin çöküşü emperyalist sömürüyü yoğunlaştırmıştır. Tek kutuplu dünyanın müthiş bir “işbirliğiyle” sonuçlanacağına inanan post-marksistler (eski marksistler) Panama, Irak, Somali ve başka yerlerdeki ABD müdahalesini yanlış yorumlamaktadırlar. Daha da önemlisi, emperyalizmin dinamikleri, SSCB ile girişilen rekabetten çok sermaye içi dinamiklere bağlanmıştır. İç pazarın ve Latin Amerika’nın ihracat sektörünün kaybedilmesi “ulus-öncesi” evreye geri dönülmesine yol açmıştır: Latin ekonomileri “sömürge” geçmişlerine geri dönmeye başlamışlardır.
Günümüzde emperyalizme karşı mücadele ulusallığın, iç piyasanın, üretici ekonominin ve toplumsal üretim ve tüketime bağlı bir işçi sınıfının yeniden inşa edilmesini gerektirir.

Toplumsal Dönüşüm Üzerine İki
Görüş: Sınıf Örgütleri ve STK’lar


Emperyalizme ve onun yerli işbirlikçileri olan yeni-kompradorlara karşı mücadelenin geliştirilmesinin yolu, içerdeki ve toplumsal hareketlerin çevresindeki post-marksistlere karşı ideolojik ve kültürel bir tartışma yürütülmesinden geçmektedir.

Neo-liberalizm bugün iki cephede faaliyet yürütmektedir: Ekonomik ve kültürel-politik düzeyle rejim ve halk sınıfları içinde. Merkezde neo-liberal politikalar malum kişiler ve kurumlar tarafından oluşturulmakta ve uygulanmaktadır: Neo-liberal rejimler, yerli ihracatçılar, tekeller ve bankalarla işbirliğindeki Washington, Bonn ve Tokyo ile birlikte çalışan Dünya Bankası, IMF.

1980’lerin başında, neo-liberal egemen sınıfların daha zeki kesimleri, politikalarının toplumu kutuplaştırdığını ve büyük çaplı toplumsal hoşnutsuzluklara yol açtığını fark ettiler. Neo-liberal politikacılar, muhtemel sınıf çatışmalarına müdahale etmek ve “toplumsal huzuru” sağlamak için “devlet-karşıtı” ideolojiye sahip “taban” örgütlerinin desteklenmesi biçiminde “aşağıdan” paralel bir stratejiyi finanse etmeye ve öne çıkarmaya başladılar. Bu örgütler, mali açıdan neo-liberal kaynaklara bağımlıydılar ve yerel toplulukların eylemcilerinin ve liderlerin güvenini kazanmak için sosyo-politik hareketlerle açıktan rekabete girişmişlerdi. 1990’lara gelindiğinde, “devlet dışı örgütler” (non-govermental) şeklinde tanımlanan bu örgütlerin sayıları binlerle anılmakta ve dünya çapında dört milyar dolara yakın para yardımı almaktaydılar.

STK’ların siyasi yapısıyla ilgili kafa karışıklığının nedeni bu kuruluşların 1970’lerin başındaki diktatörlükler dönemiyle ilgili tarihlerinden kaynaklıdır. Bu örgütler, söz konusu dönemde, askeri diktatörlüğün kurbanlarına insani yardım sağlanmasında ve insan hakları ihlallerini kınamakta oldukça etkiliydiler. STK’lar, mağdur ailelerin, neo-liberal diktatörlükler tarafından yönlendirilen şok terapisi politikalarının ilk dalgasında hayatta kalmalarına olanak sağlayan “aşevleri”ni desteklediler. Bu dönem, sol arasında bile STK’lara ilişkin olumlu bir imaj yarattı. Söz konusu örgütler “ilerici kampın” bir parçası olarak düşünüldüler. Ne var ki o zamanlar bile STK’ların sınırları belliydi. Yerel diktatörlüklerin insan hakları ihlallerine karşı mücadele ederken bile kendilerine mali yardımda bulunan ve danışmanlık yapan ABD’li ve Avrupalı destekçilerini nadiren kınıyorlardı. Diğer yandan neo-liberal ekonomi politikalarını ve insan hakları ihlallerini emperyalist sistemdeki yeni aşamaya bağlamak gibi bir çabaları da yoktu. Açıkçası dış kaynaklı mali yardımlar, insan hakları eylemlerinin ve bunların ihlal edilmesine yönelik eleştirilerin çerçevesini sınırlandırdı.

1980’lerin başlarında neo-liberalizme muhalefet büyüdükçe, ABD, Avrupa devletleri ve Dünya Bankası STK’ların finansmanını arttırdı. Neo-liberal modele meydan okuyan toplumsal hareketlerin artmasıyla STK’lar aracılığıyla alternatif toplumsal eylem biçimlerinin yaratılarak bu toplumsal hareketleri yıpratma çabalarının artması arasında doğrudan bir ilişki vardır. STK’lar ve Dünya Bankası arasındaki yakınlaşmanın temel noktası, “devletçiliğe” ortak muhalefet etmeleriydi. Sivil toplumu savunan STK’lar görünüşte devleti sol bir bakış açısından eleştirirken sağcı yaklaşımlarda bu eleştiriyi serbest piyasa adına yapıyorlardı. Ancak gerçekte, Dünya Bankası, neo-liberal rejimler ve Batılı kuruluşlar, çokuluslu şirketlerin kurbanlarının yaralarını saracak toplumsal hizmetler sağlayarak ulusal refah devletini tasfiye etmek için STK’ları desteklediler ve işbirliği yaptılar. Başka bir deyişle, merkezdeki neo-liberal rejimler ülkeye ucuz ithal malları yağdırıp ülkeyi dış borç batağına saplarken ve çalışma yasalarını fesh ederek, yığınsal işsizlik ve düşük ücretli işçiler yaratırken STK’lar irili ufaklı yoksul grupları hasır altı etmek, yerel önderleri kazanmak ve sistem karşıtı mücadeleleri baltalamak için “karşılıklı yardımlaşma”, “halk eğitimi” ve meslek eğitim projelerinin oluşturulmasını amaçlayan mali yardımlar görmekteydi.

Egemenlerle gizli ilişki içinde olan ve neo-liberallerin tasfiyeci çalışmalarını yerel projelerle tamamlayan STK’lar, neo-liberalizmin “toplumsal yüzünü” oluşturuyordu. Böylece neo-liberaller bir “kıskaç” operasyonu, başka bir deyişle ikili bir strateji örgütlemişlerdi. Ne yazık ki solun büyük bir çoğunluğu neo-liberalizmin dıştaki (IMF, Dünya Bankası) ve merkezdeki temsilcilerine yoğunlaşırken tabandan oluşturulmak istenen (STK’lar, mikro girişimler) neo-liberalizme dikkat etmediler. Bu dikkatsizliğin en önemli nedeni birçok eski marksistin STK formülüne ve pratiğine çark etmiş olmasıydı. Post-marksizm, sınıf politikalarından “topluluk kalkınmasına”, marksizmden STK’lara yönelişin ideolojik geçiş bileti oldu.

Neo-liberaller kârlı kamu mülkiyetini zenginlere devrederken STK’lar sendikal direnişin yanında yer almamışlardı. Bunun yerine STK’lar, küçük ölçekli girişimler üzerinde yoğunlaşarak yerel topluluklarda özel girişim söylemini geliştirdiler ve yerel özelleştirme projelerinde etkili oldular. STK’lar küçük ölçekli kapitalistler ve özelleştirmeden kâr elde eden tekellerle birlikte “devlet-karşıtlığı” ve sivil toplumun yaratılması adı altında ideolojik bir köprü oluşturdu. Tekeller özelleştirme sayesinde geniş mali imparatorluklar oluştururken, STK’ların orta sınıf uzmanları büro, ulaşım, ve küçük ölçekli ekonomik faaliyetleri finanse etmek için küçük meblağlar aldılar. Buradaki asıl önemli politik nokta, STK’ların toplumsal kesimleri apolitikleştirmesi, kamu girişimlerine bağlılığı yok etmesi ve önder olmaya aday bireylerin küçük projelerde eritilmesidir. Neo-liberal rejimler kamu eğitimine ve kamu eğitimcilerine saldırırken, STK’lar kamu okulu öğretmenlerinin mücadelelerinden uzak durdular. STK’lar düşük ücretlere ve bütçe kesintilerine karşı yapılan grevleri ve protestoları nadiren desteklediler. Kendilerine eğitim fonu desteğini neo-liberal devletler sağladığından kamu eğitimcilerinin mücadelesiyle dayanışmaktan sakındılar. Pratikte, “sivil toplum”, kamu harcamaları karşıtı faaliyet anlamına gelirken, fonların önemli bir kısmı ihracatçı kapitalistlerin desteklenmesi için neo-liberallerce kullanıldı ve ufak meblağlar da devletlerden STK’lara aktarıldı.

Aslında devlet-dışı örgütler olarak adlandırılan sivil toplum örgütleri devlet-dışı değildirler. STK’lar yabancı devletlerden mali yardım görürler ya da yerel devletlerin özel taşeronları olarak çalışırlar. Çoğu kez yerli ve yabancı devletlerin temsilcilikleriyle işbirliği yaparlar. Bu “taşeronlaştırma” işlemi sabit sözleşmeli uzmanları tasfiye ederek yerlerine geçici uzmanları getirir. STK’lar, refah devletinin sağlayabildiği uzun vadeli ve kapsamlı programları sağlayamazlar; daha ziyade ufak ölçekli topluluklara sınırlı hizmetler verebilirler. Daha da önemlisi, STK’ların programı yerli halka karşı değil, uluslararası destekçilerine karşı sorumludur. Bu bağlamda STK’lar, sosyal programları yerli halkın ve seçilmiş görevlilerin ellerinden alarak demokrasiyi baltalar ve halkın seçmediği yabancı memurlara ve onların kutsanmış yerli memurlarına karşı bağımlılık yaratırlar.

STK’lar halkın dikkatini ve mücadelesini ulusal bütçeden uzaklaştırarak yerel sosyal bütçeleri garanti altına almak için halkı özel işletmelere yöneltirler. Bu, neo-liberallerin sosyal bütçede kesinti yapmalarına, devlet fonlarını özel bankaların batık borçlarına yöneltmelerine ve ihracatçılara kredi vermelerine olanak verir. Özel işletmeler, devlete vergi ödemenin karşılığında hiçbir şey alamamanın yanı sıra kısıtlı kaynaklarla çalışan insanların daha da fazla çalışması ve burjuvazinin devletten rahatlıkla elde ettiği hizmetlerin alınması için kısıtlı enerjilerinin de harcanması anlamına gelir. Ayrıca, STK’ların “özel gönüllü girişim” ideolojisi, devletin yurttaşlarına bakması ve onların yaşam koşullarının, özgürlüklerinin ve mutluluklarının takipçisi olması gerektiği, devletin siyasi sorumluluğunun yurttaşların mutluluğu için vazgeçilmez olduğu fikrini hasır altı eder. Bu kamu sorumluluğu anlayışına karşı STK’lar, toplumsal sorunlar için özel sorumluluğu ve bu sorunların çözümü için özel kaynakların önemini dile getirir. Böylece STK’lar yoksullara karşı ikili bir yük dayatırlar: zenginlere hizmet etmesi için neo-liberal devletin vergiler yoluyla finanse edilmesi ve kendi ihtiyaçlarını karşılamaları için bireysel işletmelerin teşviki.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.04.2018- 11:09


STK’lar ve Sosyo-Politik Hareketler

STK’lar hareketlerden çok projeler üzerinde dururlar. Halkın, üretim ve servetin temel araçlarını kontrol etmek için mücadele vermemesi için onları marjinal sahalarda “harekete” geçirirler. İnsanların gündelik yaşantılarını şekillendiren yapısal koşullardan çok projelerin teknik, mali desteğine odaklanırlar. STK’lar sol söylemin dilini kullanırlar: “halk iktidarı”, “inisiyatif”, “cinsel eşitlik”, “sürdürülebilir kalkınma”, “taban inisiyatifli önderlik”... Sorun, bu dilin, pratik eylemi çatışmasız politikaya tabi kılan vakıflarla ve devlet kurumlarıyla işbirliği çerçevesine bağlanmış olmasıdır. STK faaliyetlerinin niteliğinin yerel olmasının anlamı, “inisiyatif”in toplumsal yaşamın küçük alanlarının, sınırlı kaynaklarla ve neo-liberal devletin ve makro ekonominin izin verdiği koşullar içinde etkilenmesi amacını aşmamasıdır.

STK’lar ve onların post-marksist uzman kadroları, yoksullar, kadınlar ve ırk ayrımcılığına maruz kalanlar vb. üzerinde etkili olabilmek için sosyo-politik hareketlerle açıkça rekabet ederler. İdeolojik olarak ve pratikte onları yoksulluğun nedenlerinden ve çözüm yollarından uzaklaştırırlar (yukarıdakilere ve dışarıdakilere bakmak yerine aşağıdakilere ve kendilerine bakmaları). Uluslararası bankaların sömürüsüne son vermek yerine mikro girişimlerden bahsetmek, sorunun kaynağının gelirin yurtdışına transferinden değil de bireysel girişimin eksikliği olduğu fikrine dayanır. STK’ların yardımı, nüfusun belli bir azınlığını etkiler, kıt kaynaklar için topluluklar arasında rekabet yaratılması, zarar verici ayrımlar ve topluluklar arası iç düşmanlıkların yaratılması sınıf dayanışmasını baltalar. Aynı şey profesyoneller için de geçerlidir: Her biri yabancı sermayenin desteğini almak için kendi STK’larını kurar. Bir yandan taraftarları adına konuştuklarını iddia ederlerken diğer yandan da aslında yabancı vakıflara daha düşük fiyatlar vererek ve birbirlerine yakın tekliflerde bulunarak rekabet ederler.
Bütün bunların sonucunda STK’lar hızla çoğalarak yoksul toplulukları gitgide daha alt sektörel gruplarda eritirler ve manzaranın bütününü görerek sisteme karşı mücadelede birleşme yeteneklerini artırmalarını imkansızlaştırırlar. Son deneyimler, statükoya karşı politik ve toplumsal meydan okumalar sırasında ortaya çıkan “krizler”de STK’ların yabancı yardımlarla desteklendiğini gösteriyor. Toplumsal hareketler bir kez bu ağa takıldıklarında ise, projelerini neo-liberal gündeme uyduran STK tarzı “işbirliği” desteğine geçiyorlar. STK’ların yapısı ve doğası, “apolitik” tavırları ve “bireysel dayanışma”ya odaklanmaları, yoksulları depolitize edip dağıtmaktadır. STK’lar, neo-liberal partiler ve medya tarafından teşvik edilen parlamenter yolları sağlamlaştırırlar ve kitlelere emperyalizmin doğası, neo-liberalizmin sınıfsal yapısı, ihracatçılar ve geçici işçiler arasındaki sınıf mücadelesine ilişkin bir eğitim vermekten kaçınırlar. STK’lar, “dışlananlar”ın, “güçsüzler”in, “aşırı yoksulluğun”, “cins veya ırk ayrımcılığı”nın yüzeysel belirtilerinin ötesine geçerek bu koşulları üreten toplumsal sisteme saldırmayı düşünmezler. STK’lar, tamamen “özel, gönüllü girişim” yoluyla yoksulları neo-liberal ekonomiyle bütünleştirerek, dayanışma ve toplumsal eylem görüntüsünün, uluslararası ve ulusal iktidar yapılarıyla tutucu uyumunu saklayan bir siyasi dünya yaratırlar.
STK’lar belli bölgelerde egemen oldukça, bağımsız sınıf eyleminin gerilemesi ve neo-liberalizmin rakipsiz olması tesadüf değildir. STK’ların yaygınlık kazanmasıyla birlikte neo-liberalizm tarafından yapılan mali yardımlar artarken aynı zamanda yoksulluk da her yerde derinleşir. Birçok yerel başarı iddiasına rağmen sonuçta yapılan şey, neo-liberalizmin iktidarına meydan okumak değil, iktidar çatlaklarında gittikçe daha fazla yer edinmeye çalışmaktır. Alternatiflerin oluşturulması, ayrıca başka yollardan da engellenmektedir. Gerilla ve toplumsal hareketlerin eski önderlerinin bir çoğu, sendika ve kitlesel kadın örgütleri, STK’ların içersinde eritilmektedir. Teklif baştan çıkarıcıdır: yüksek ücretler (bazen sıcak para), prestij ve yabancı yardım vakıfları, konferanslar ve bağlantılar, resmi baskı mekanizmasına karşı göreli bir güvenliğin sağlanması... Buna karşın sosyo-politik hareketler, çok az maddi fayda sunmalarına karşın daha çok saygı ve bağımsızlık ve daha da önemlisi, siyasi ve ekonomik sisteme karşı çıkma özgürlüğü sağlarlar. Bugünün Meksika’sında STK’lar ve onların uluslararası banka destekçileri yayınladıkları broşürlerinde (İnter-Amerikan Bankası, Dünya Bankası) halkın tüketimindeki dikkate değer düşüşlere, ucuz ithal ürünlerinin piyasayı doldurmasına ve faiz oranlarının artışına değinmeden yalnızca mikro girişimlerin ve diğer “bireysel dayanışma” projelerinin başarı öykülerinin anlatımlarına yer verirler.
Elde edilen “başarılar” yalnızca tüm yoksulların küçük bir kısmını etkilemektedir ve bu bile ancak başkaları aynı piyasaya giremediğinde gerçekleşir. Ama yine de bireysel küçük ölçekli girişimlerin başarısı, neo-liberalizmin popüler bir olgu olduğu yanılsamasının gelişmesinde önemli bir rol oynuyor. Mikro girişimlerin teşvik edildiği bölgelerde sıkça yaşanan şiddetli kitlesel patlamalar, STK ideolojisinin hegemonyasını sağlayamadığına ve STK’ların bağımsız sınıf hareketlerinin yerini henüz alamadığına işaret ediyor.

Sonuçta STK’lar, yeni bir kültürel ve ekonomik sömürgecilik, bağımlılık tarzı geliştirmektedir. Projeler, emperyalist merkezlerin ve onların kurumlarının “rehberliğine” ve önceliklerine göre tasarlanıyor veya en azından onaylanıyor. Bu projeler STK’lar tarafından hazırlanmakta ve daha sonra bunlar topluluklara “satılmaktadır.” Değerlendirmeler, emperyalist kurumlar tarafından ve onların çıkarları doğrultusunda yapılıyor. Mali destek önceliklerinin değişmesi veya kötü değerlendirmeler ise grupların, toplulukların, çiftliklerin ve kooperatiflerin batmasıyla sonuçlanır. Herkes ve her şey yardım kurumlarının proje değerlendirmeleri ve talepleriyle uyumlu olmak için giderek daha çok disipline ediliyor. Yeni sömürge valileri yardım kurumlarının amaçlarına, değerlerine ve ideolojilerine uyumu ve fonların yerinde kullanımını garanti altına almak için gözetmenlik yapıyorlar. “Başarı”nın elde edildiği yerler yoğun ve sürekli bir dış desteğe bağımlı olmasa çökerlerdi.

STK’ların büyük bir çoğunluğu gitgide daha fazla neo-liberalizmin aleti olurken, anti-emperyalist ve sınıfsal siyaseti destekleyen alternatif bir strateji geliştirmeye çalışan küçük bir azınlık ise Dünya Bankası, Avrupa ve ABD hükümet temsilciliklerinden mali destek almamaktadırlar. Onlar yerel mücadeleleri iktidar mücadelesine bağlama çabalarını destekliyorlar. Büyük toprak mülklerini işgal ederek, çokuluslu şirketlere karşı kamusal ve ulusal mülkiyeti savunarak yerel projeleri ulusal sosyo-politik hareketlere bağlıyorlar. Toprakları kamulaştırma mücadelesi veren toplumsal hareketlerle siyasi dayanışmaya giriyorlar. Sınıf perspektiflerine bağlanmış kadın mücadelelerini destekliyorlar. Yerel ve en acil mücadelelerin savunulmasında siyasetin önemini kabul ediyorlar. Yerel örgütlerin, ulusal düzeyde mücadele etmesi ve ulusal önderlerin yerel militanlara karşı sorumluluk duyması gerektiğine inanıyorlar. Bir başka deyişle bu örgütler post-marksist değildirler.

James Petras                                             Çev. H. Kumru


ÇEVİRENİN NOTLARI
(1) 1970’ler ve 80’ler boyunca Latin Amerika’da büyük çoğunluğu devrimci güçlerle birlikte davranan ve kendilerini “yoksulların kilisesi” olarak da tanımlayan din adamları hareketi.
(2) Antinomi, felsefede çelişik iki önermeden meydana gelen sistem; iki düşünce, iki kavram arasındaki çelişme anlamına gelmektedir.
(3) Esoteric, yalnızca birkaç kişi tarafından anlaşılan; birkaç kişiye hitap eden anlamına da gelmektedir.
(4) Atavizm; Atacılık, atalara benzeyiş, bir gelişimin en son aşamasına değil de daha önceki evresine özgü gibi görünen bir şey, bir nitelik.
(5) (6) Nikaragua’daki Nikaragua Sandinist Kurtuluş Cephesi (FSLN) ve El Salvador’daki Farabundo Marti Kurtuluş Cephesi (FMLN) yöneticilerinden bir bölümü daha sonraları, sosyal-demokrat ve post-marksist görüşlere doğru kaymışlardır.

https://devrimciperspektif.blogspot.com.tr/2013/11/post-marksizmin-elestirisi-james-petras.html?m=1



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör James Webb'in uzay yolculuğu başladı. melnur 5 1153 03.08.2022- 01:17
Konu Klasör "Akıllı Tasarım" eleştirisi melnur 5 4779 17.11.2020- 02:59
Konu Klasör Mantık ve Diyalektik’in eleştirisi üzerine ... melnur 0 1122 18.05.2020- 00:15
Konu Klasör ''Üçüncü yol'' konusu devletçi sol eleştirisi... melnur 0 1170 09.04.2021- 08:52
Konu Klasör Demokratik Modernite’nin “marksizm eleştirisi”nin eleştirisi melnur 5 2917 29.03.2019- 17:59
Etiketler   Post-Marksizmin,   Eleştirisi,   -James,   Petras
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS