SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Çağrı           (gösterim sayısı: 3.556)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
şibusa
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: şibusa
Konu Tarihi: 14.10.2013- 23:24


Özgün bir çalışma...Bir forumdan alıntı!



TÜRKİYEDE VE İÇİNDE BULUNDUĞU GENİŞ COĞRAFYADA OLAYLARIN AKIŞI HANGİ YÖNE DOĞRUDUR?

1-TEORİ VE TEORİK BAKIŞIN EKSİKLİĞİNİ DUYUMSATMAK İÇİN HATIRLATILMIŞ HATIRLATMALAR

“Ezen ülke işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun komünistini, emperyalist ve alçak saymak görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce, ayrılma olasılığının binde bir olması durumunda bile bu istem mutlak bir istemdir.”

“Belli bir devlet içinde, o devletin tarihindeki bütün değişiklikler boyunca, tek tek devletlerin sınırlarının burjuvazi tarafından şu ya da bu biçimde nasıl değiştirildiğine bakmadan, o devlet içindeki bütün ulusların proleterlerinin sınıf mücadelesinde sımsıkı çoğalan bir ittifak içinde olmaları gerekir.”

“Doğu Avrupa ve Asya’da burjuva –demokrat revolüsyonlar dönemi,1905 yılına kadar başlamadı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin devrimleri, Balkan savaşları; bunlar, Doğuda dönemimizin dünya olaylarıdır. Ve ancak kör bir kimse bu olaylar zincirinde, ulusal bağımsızlık ve ulusal açıdan üniform devletler yaratmaya çalışan bir dizi burjuva-demokratik ulusal hareketlerin uyanışını görmezden gelebilir” (V.İ.Lenin)

Sınıfsal bakışla bakanlar ulusun tarihsel bir kategori olduğunu görürler. Gördükleri ile ulusun, burjuvazinin egemen sınıf olarak geliştiği, kapitalist üretim tarzının doğup, güçlendiği dönemlerde yerleştiğini; kapitalizmin varoluşunun ve gelişiminin zorunlu sonucu olduğunu ve bunun, ideolojinin taşıyıcı sınıfı olan burjuvazinin ekonomik ve üst yapıya ilişkin gereksinimlerini yanıtladığını bilirler.

Bu anlamıyla ulus-devlet olma durumu toplumsal gelişmenin aracı olma anlamında daha ileri bir yeri tarif eder. Milliyetçi hareketler, bu tarif edilen yeri gerçekleyecek yoğunlukta bulunuyorlarsa, yani ulus-devlet oluşturma yeteneğine sahip iseler desteklenirler.

Türk demokratların ulusalcı olmasından yakınanlar, Kürtler dâhil, demokratların nesnel olarak ulusalcı olduğunu unutmaktadırlar.

Demokratlar ulusalcıdır. Demokrat hareketler, tarihsel olarak burjuva kökenlidir. Ulusal devlet peşinde koşuyorlar. Her zaman bir ulusun egemenliğini hedef alıyorlar ve asimilasyon politikası izliyorlar.
Bu hareketlerin doğası gereği, ulusal devlet ve egemenlik kurma hedefi bakımından bir ulusun egemenliğini hedef alması gayet normaldir. Asimilasyon politikası izlemesi de bunun kaçınılmaz sonucudur.

Keza, Kuzey Irakta kurulan Kürt devletinin, Türkmenler ve diğer milliyetler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığını biliyoruz.

Öyleyse kendiliğinden anlaşılmalıdır ki, ulusalcı hareketleri, ulusalcı oldukları için eleştirmek ve mahkûm etmek bir bulanıklıktır.

Öncelikle bu yalın gerçekliği bir yere not etmek gerekir.

Jön-Türk hareketi, adı üstünde, ulusal bir harekettir. Kemalist hareket, radikal olmamakla birlikte, Türkçü ve ulusal bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Burjuva –demokrat ve Türk milliyetçisidir. Jön -Türkler ve Kemalistler, üniform Türk devleti kurmaya çalışmışlardır. Bilimsel olarak baktığımızda, onları bu hevesleri nedeniyle kınamak mümkün değildir. Mümkündür deniliyorsa, Kürt ulusal hareketi için de aynı kınamanın mümkün olmasına şaşırmamak ve karşı çıkmamak gerekir.

Bu nedenle, yani hevesleri nedeniyle uyguladıkları şiddet tartışılabilir ama kınamak bilim dışıdır.

Demokrat özü gereği zaten milliyetçidir, enternasyonalist olamaz. Sermaye, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalizm olarak yayıldığı zamanda bile gittiği yere halkların kardeşliğini değil, sermayenin boyunduruğunu götürür.

Buna karşın demokratlığa en çok vurgu yapılan bugünkü Türkiye’de, radikal bir demokrat hareket ve gelenek yoktur. Devrimci –demokrat hareketler var fakat bunlar sosyalist sloganlarla ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlar, akıllarda bulanıklık ve anlamakta güçlükler yaratmakta, dolayısıyla netleşmek gerektiğinin önemini göstermektedir. Netleşmek için ise, ideolojik netlik, dolayısıyla ideolojik mücadele gerekiyor.

Bu gerçeklikler ışığında, sosyalistlerin demokrat olmasına yapılan vurgunun arka planında bir akıl tutulması olduğunu; yoksa son derece sinsi bir oportünist çaba olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Buradan hareketle, demokrasinin bir katılım içerdiğini; bir devrimcinin katılımı düşünemeyeceğini; devrimciliğin son tahlilde en geniş kitleleri yönetime katmak olduğunu, yönetimi kitleselleştirmek olduğunu hatırlatmak istiyorum. Kitlesellik ise, son tahlilde, tek doğrulayıcıdır.

Bunun yolunu, yani, en geniş kitleleri yönetime katmanın yolunu açmak için, çeşitli yolları düşünenler ve deneyenler olabilir; tek yolun radikal köktenci yol olduğunu görenler olabilir; bunlara bakıp da demokrat olmayan devrimciler olduğu sonucuna varmak yanlıştır.

Marx, demokratlık ile sosyalistliğin teorik ve pratik olarak birbirinden ayrılışını geliştirdi ve yazdı. Lenin, teorik olarak ayrılığı saklı tutmakla beraber, pratik olarak bir araya gelebileceğini ileri sürdü.

Bugün bu ikisini teorik ve pratik olarak bir birinden ayırmak güçtür; “muhafazakâr –demokrat”, “sosyal-demokrat”,”hakiki-demokrat”, devrimci-demokrat” yani türlü, çeşit demokrat birey çağında, saf ve salt demokrat aramanın ne demek olduğunu kimsenin açıklayabileceğini sanmıyorum ve diyelim ki aranan demokrat bulundu ne işe yarayacak sorusu öne çıkacaktır.

Bu anlamda, sorunun cevabına açıklık sağlayacaksa,12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin sosyalistlerden demokrat yaratmanın mücadelesinin adı olduğunu altını çizmek yararlıdır. Bugün açık ve net olarak görülen odur ki, eski sosyalistler artık birer demokrattır ve sosyalistlikleri hiç kalmamıştır( elbette tümünü kapsamıyor).

Kavga olmasın, gürültü patırtı çıkmasın, insanlar da hakkını alsın istiyorlar, hemen hepsi, daha önce Menderesten, sonra Demirel’den demokrat misyon beklemişlerdir ve bir süredir tümüyle, şimdilerde ise bir bölümü, Erdoğan’dan demokrat misyon beklemektedirler.

Öyleyse demokrat, dün Menderes ve Demirel’in, bugün Erdoğan’ın demokratlığına inanan kimsedir. Bu ölçülere göre çıkan sonuç şudur ki, sosyalistler demokrat olamaz. Demek ki, demokrat-sosyalist olamaz.

İlginçtir Nasyonal-sosyalist derken küfür niyetine konuşanlar, yani nasyonal- sosyalistin sosyalist olamayacağını kabul ederek küfürlü vurgu ile konuşanlar, sosyalistlerin demokrat olması gerektiğine inandıkları için, demokrat-sosyalist kavramı karşısında aynı tür konuşmamaktadırlar. İşte bu, çok yaman bir çelişkidir ve müthiş bir bulanıklık yaratmaktadır.
Aynı şekilde kürdün ulusalcısına karşı boyunları kıldan incedir, iş Kemalist hareketin ulusalcılığına gelince devreye en iyi yaklaşımla kınama girmekte, daha kötüsü ise, intikam hırslarının büyütülmesidir. Arada ise küfürlü yaftalamalar vardır.

Çünkü en başta açıklamaya çalıştım, demokratlar özü itibarı ile ulusalcıdır.

12 Eylül, insanımızı kendisine yöneltmiştir. Korku, insanın en önemli ve insani duygusu olduğu kadar, kendisine yönelmesinde en önemli parametre yine korkudur. Bununla birlikte, insanın ve insanlığın, kendisi için ve kendi geçmiş eylemliliğine yönelik merakı, umudunu canlı tutan meraklarından birisidir. Eğer bu merakın arkasında güçlü bir konum yoksa bu merak, insanı, kendisine yönelmesi sırasında, geçmişin inkâra yöneltmektedir.

Öyleyse insanın kendi içine yönelmesinde de zıtların birliğini görüyoruz. Bu zıtlar, söz konusu insan olunca, zıt olmakla beraber, gayet insani özellik taşımaktadır.

Birincisi, insanın kendisine ve insanlığa güvenerek kendisine yönelmesi ve böylece içini ve geçmişini öğrenmeye cesaret etmesi ise; ikincisi bu güvenden ve cesaretten yoksun olarak insanın kendisine yönelmesi, son tahlilde, insanın fışkırması değil, insanlıktan uzaklaşmasıdır. Başka ifadeyle kendisine yönelerek, kendisinden uzaklaşmasıdır.

Bunun için insanın özel çaba göstermesi, yani kendisinden uzaklaşmak için özel çaba göstermesi, güvenini ve cesaretini kaybetmiş olması bir yana, kapitalist toplum düzenine teslim olması demektir.

Çünkü insanı kendisine yönelterek kendisinden uzaklaştırmayı, kapitalizm oldukça sistemli bir biçimde başarmaktadır. Üstelik bu, sistematik bir nesnellik taşıyor; insan, kendi ürettiğine yabancılaşıp, bu yabancılaşmaya, üretilen ürüne el koyarak katkıda bulunan kapitalisti model alarak kendisine yönelip, insan olmayı hedefleyince, insanın fışkırmasının önündeki en sinsi engel durumuna dönüşmektedir.

Öyleyse 12 Eylül rejiminde, 12 Eylül rejiminden çıkılmadığının farkında olmayarak kendisine yönelen insan, belleğinden uzaklaşan insandır. Demek ki, hafıza taşımayan insanlar diyarındayız demektir.

Bunu tersine çevirmek için ise, insanı hafızasına kavuşturmak ve bu hafızada korkunun olduğu kadar, güven ve cesaretin de olduğunu göstermek; bununla birlikte korku ile kendine yönelmesinin insanı böcekleştireceğini; bu anlamda metamorfe edeceğini; güven ve cesaretle kendine yönelmesinin ise, tüm birikimine kavuşturarak, güçlü bir konumda yeniden fışkırtacağını göstermek gerekmektedir.

Bunun için ise tek eksik teoridir ve teorik bakıştır.

Böylece insanımız, yerleştirilmeye çalışılan düzenin(dün 12 Eylül rejimi idi, bu gün “yeni” 12 Eylül rejimidir), insanlığa karşı yürütülen bir karşı devrim olduğunu ama aynı zamanda her karşı devrimci dinamiğin olduğu yerde, devrimci durum olduğunu görecek ve birikimine de, kendisine de güveni ve aynı oranda cesareti nesnel olarak açığa çıkmış bir biçimde, devrimci durumun nesnelliğinde önemli bir güç olmaya ikircimsiz adım atacaktır.

Şimdi tam da buradayız ve bulanıklığı aşmanın yolu, burada olduğumuzu fark etmekten geçmektedir.

Dediğim gibi, fark etmek, bizi teoriye ve teorik bakışa daha çok yakınlaştıracaktır.

Böylece zihinlerimizin pasını atmış olduğumuzu umut ederek, ulusal soruna başka bir açıdan bakmayı deneyebiliriz.

Devam edecek...Hemen şimdi...

Fikret Uzun

14 Ekim-2013



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
şibusa
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: şibusa
Cevap Tarihi: 14.10.2013- 23:29


2-ULUSAL SORUN VE KÜRTLER VE BİR REFORMİST YAKLAŞIMIN FİZİBİLİTESİ ÜZERİNDEN GERÇEĞİN YOL HARİTASI

Ulusal sorun konusundaki engin görüşlerini açıklamaya, TKP ve sonra TBKP üyelerinden olan ( muhtemelen yönetici idi) Şeref Yıldız ( yine muhtemelen Kürt kimliği taşımaktadır), Kürtlerin yaşadığı bölgenin sömürge olmadığı tespiti ile başlamaktadır. Açıklamaları eskidir, - Ekim 1989, Yeni Açılım Dergisi- ancak, sorunun aynı sorun olduğunu ve Şeref Yıldız’ın hala aynı görüşü koruduğunun kuvvetle muhtemel olduğunu kabul ediyorsak, bu açıklamaları eleştirel olarak irdelemek için vaktin geçmiş olduğunu düşünemeyiz.

Şeref Yıldız, bu tespitini şöyle gerekçelendirmiştir;

1-Osmanlı imparatorluğu döneminde Kürt bölgesinin sömürge statüsü kazanmadığı; 2- Türkiye’nin emperyalist bir ülke olmadığı, kapitalist pazarın sömürgelerin ortak çıkışından sonra oluştuğu, bu nedenle tarihsel olarak Türkiye kapitalizminin sömürgeci olma şansını kaybettiği, sömürgeci-sömürge ilişkileri değil, “ulusal hakları tanımayan bir topluluğun ilişkileri” söz konusudur.

Sömürge statüsü ile ilgili tartışmaları, teorik çerçevede en azından yetersiz sayabiliriz ama soruna yaklaşım açısından belirleyici bir ayırım değildir. Yani Şeref Yıldız’ın açıklamasına içerdiği yaklaşım, sömürge saptaması yapılırsa ayrı, yapılmazsa apayrı bir siyasi çizgi izleneceği izlenimi vermekte olduğu halde, hangi saptama baz alınırsa alınsın, sonuçta aynı çizgi izlenmektedir.

Yıldız’ın bir de üçüncü gerekçesi var; şöyle açıklıyor;

“Bu tezin (sömürge), Kürt sorununa yanıt vermediğini düşünüyorum. Çünkü tez, ezilen ulus sorununa anti-emperyalist görev yüklüyor. Diğer yandan, soruna bağımsız bir karakter kazandırıyor. Bunun sonucu olarak sorun bütünden kopuyor. Ve ayrı bir yol arayışını gündeme getiriyor.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunudur ve bu karakteri ile diğer toplumsal sorunların bir parçasıdır. Bu açıdan Kürt sorununun anti-emperyalist bir karakteri yoktur. Onun ana karakterini demokratik olma belirliyor. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir rejime karşı, ulusal hak eşitliği mücadelesidir.

Bunun gereği olarak da, iki halkın kurtuluş yolu tektir. Bu, Türkiye’deki rejimi demokrasi ile yer değiştirmek için mücadele yoludur.

İkincisi, Kürtlerin bölgede birden fazla devletin içinde bölünmüşlüğü, soruna bölgesel bir karakter kazandırıyor. Bu da sorunu, bölgede barış ve güvenliğin bir unsuru yapıyor”

Hatırlatmayı ihmal etmeden, Yıldız’ın burada ele aldığı demokratikleşmenin, burjuva demokrasisi çerçevesinde olduğunu belirtmeliyim.

Bu gün, TKP den ve TBKP den kalan kadroların büyük çoğunluğunun düşünme dinamiği, kimi nüanslar gösterse de, Yıldız’ınkilerden pek farklı değildir.

Öyleyse, günümüzün daha büyük bir açıklığa yönelmiş nesnelliğinde, son derece öğretici yanları olan bu yaklaşımı irdelemek, yine son derece yararlı olacaktır.

Burada ilk sorumuz şudur;

Kürt sorununda anti-emperyalist bir karakter aranması için, Türkiye’nin emperyalist olması mı gerekiyor?

Cevabı basit ve nettir; hayır!

Türkiye, birincisi, dünya tekelci sistemi içinde yer alan, emperyalizmin siyasal, askersel ve ekonomik örgütlenmelerine bağlı, ABD nin bölgedeki en güvenilir karakolu ve temsilcisi olması bir yana, onlarca kez, ABD nin bölgedeki poltikalarında stratejik ortaklığı ve onlarca kez en yetkili ağız tarafından dillendirilen eş başkanlığı olan bir ülkedir.

İkincisi, çağımızda kendi ulusal sınırlarına kapanmış bir ulusal sorun düşünülemez. Her ulusal başkaldırı, karşısında emperyalizmi bulur. Kürt sorunu, tarihsel olarak geç kalmış uluslar arası bir ulusal sorundur.

ABD boşuna politika geliştirmiyor. Tekelci dönemde kapitalizmin şafağında olduğu gibi, uluslaşma süreçleri ile siyasal merkezileşme ve örgütlenme süreçleri doğal ve organik olarak üst üste düşmemektedir.

Tekelci aşamada, ezilen ulusların, ulusal ve siyasal birliklerini oluşturmaları, var olan devlet sınırlarında, statükoda değişikliği gerekli kılıyor. Bu günün dünyasında her statüko değişikliği bir dünya sorunudur.

Üçüncüsü, ABD’nin 1980 li yıllarda ortaya koyduğu ve sürdürdüğü doktrini olan” seçmeli caydırıcılık” ve “düşük yoğunluklu savaş” stratejileri, dünyanın her yerindeki devrimci gelişmeleri, bulunduğu yerde kuşatıp, boğmayı öngörmektedir.

Sorun, Kürt sorununun hangi bakışla ele alındığındadır.

Şeref Yıldız’ın ifade ettiklerinden, onun statükodan, dolayısıyla sistem içi( emperyalizm içi) çözümlerden yana olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, TKP nin tümüyle sahtekârlaşan artıkları bir yana, onları safça ( aslında ahmakça nitelemesini hak ediyorlar) izleyenler ve kimi diğer politik hareketlerden kalan dinamiklerin çoğunluğunun Şeref Yıldız’ın kimin çözümlerini pazarladığının farkında olup olmadıkları ise net olarak anlaşılmamaktadır. Bu eleştirel çözümlemeden sonra, anlaşılma katsayısının artacağını ummakla birlikte, anlaşılmama ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşündüğümü de belirtmeliyim.

Dördüncüsü de var, “Kürtlerin bölgede birden fazla devlet içinde bölünmüşlüğü “nü Şeref Yıldız bile kabul etmek zorunda kalıyor. Daha doğrusu görmezden gelmiyor. Kürt ulusunun dört parçalı ulusal karakterini itiraf ediyor. Ama sistem içi çözümden vazgeçmiyor. Yıldız, Kürt sorununu bölgede barış ve güvenliğin bir unsuru olarak görüyor ki bu, TKP nin son genel sekreteri dâhil, TBKP lilerin ortak söylemidir. Kürt sorununun geçtiği her yerde “barışçıl” sözcüğünü ve “barışın dili” söylemini kullanmaktan vazgeçmiyorlar. Böylece, devlet poltikalarının gönüllü yandaşı ve hatta akıl hocası olma konumları sırıtıyor.

Şeref Yıldız açıklamalarına devam ediyor ve şöyle diyor;

“ Bugün doğru ve gerekli, aynı zamanda da, mümkün olan TC sınırları içinde Türk, Kürt halkının gönüllü birliğidir. TC’nin birliğinin korunmasının ilk koşulu bölgedeki olağanüstü duruma son vermeyi ve baskı politikasını terk etmeyi gerekli kılıyor.”

Umarız TC yönetimi, TBKP kurucusu Şeref Yıldız’ı duyup, sesine kulak verir diyeceğim ama onca zamandır, TC yönetiminin baskı politikasının terki yönünde herhangi bir adım atmadığını biliyoruz. Atamamıştır ve sorunu çözememiştir de. Ama Şeref Yıldız için bu önemli değil, o da biliyor her hangi bir adım atılmayacağını, ancak Kuruluşu öncesinde, tekellere, TBKP’nin Kürt poltikalarını tanıtmaktadır. Daha doğrusu Kürt sorununda da, devletin politikalarının yandaşı olduklarının mesajını veriyor.

O zaman da diyorduk, şimdi ise bulundukları noktalar teyit etmektedir, bunların hepsi sadece dün değil, ondan önceki zamanda da nerede duruyorlar idiyse, bu gün tam da orada durmaktadırlar. Bulundukları yer itibarıyla, ona buna ulusalcı, milliyetçi yollu kükremeleri son derece komik kaçmaktadır. Hepsi 12 Eylül öncesi Kemalizm ile ilerleyecekleri yollu politikalar güdüyorlar ve bunu “komünist”lik olarak pazarlıyorlardı. Daha da fazlası, CHP’siz yapamıyorlar, UDC ‘nin bile baş kösesine CHP ‘yi koyuyorlardı. DİSK’in, CHP üzerinden burjuvaziye teslim edilmesinde de önemli başarılara imza atmışlardır.

Hepsi tarihin kara lekesi olarak kaydedilmiştir.

“Geçmişte hepimizin paylaştığı bir fikir; ezilen, baskı altında tutulan bir halkın, başkaldırısı en doğal hakkıdır.’ Kendi adıma bu gün bunu söylemiyorum. Bu günün görevi, ‘Kürt yok’ politikalarını aşmak, Kürt halkının iradesini, Kürt kimliği ile yasal platformlara çıkartmak, diyalog ve işbirliği temelinde ortak çözüm için mücadele etmek, bunun için adım adım yürümek, sorunun bir etapta çözümünün mümkün olmadığını bilen bir politikaya sahip olmaktır.” Bu da Şeref Yıldız’ın incilerindendir.

Şeref Yıldız, bunları dillendirdiği zaman da dahi, genelkurmay dâhil,“Kürt yoktur” diyen kimsenin kalmadığından bi haber görünüyor; devletin bile gerisindedir. Kürt kimliğinin ise yasal platformlara çıkmasının çoktan geride kaldığı herkesin malumudur ki, Yıldız burada da geç kalmış görünmektedir.

Şeref Yıldız’ın şu açıklamaları ise, öncekilerden daha az öğretici değildir. “ ‘Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, dinci gericiliği ve PKK yı getiriyor.’ düşüncesi, Kürt gerçeğini atlıyor. Dinci gericilik, kapitalizmin yıkıcı sonuçlarına direnme, PKK ise, bu yıkıcı sonuçlara ve ulusal baskıya aşırı tepkinin ürünüdür. Günümüzde kırsal kesimlerin önemi azalıyor. Büyük kent merkezleri, aydınlanmanın merkezleri olarak insiyatifi ele alıyorlar.”

Şeref Yıldız böyle diyor ve böylece, dağlarda köylerde “aşırı tepkilerin” güçlü olduğunun, “barışçıl” gelişmenin güvencesinin kentlerde olduğunun mesajını verirken; kentlerdeki güçlü reformist geleneğe, bunun “aşırı tepkicileri” boğabileceğine dikkat çekmiş oluyor. Ve bu çerçevede Kürt ve Türk Marxistlerini (TBKP de) birleşmeye çağırıyor.

Sonuç olarak, bu birkaç açıklaması ile Şeref Yıldız’ın gönlünde yatan çözümün şifreleri ortaya çıkıyor ve aşağıda “komünist partisi”nin Kürt politikaları şöyle ayrıntılandırılıyor;

Amaç; Kürt varlığını kabul ettirmek
Program; Misak-ı Milli içinde özel Doğu kalkınması
Yöntem; özel destek programı, özel vakıf, Kürt belediyelerine mali yardım
Savaşım biçimi; yasal ve barışçıl
Çerçeve; kapitalizm ,”kapitalizmde çözüm mümkündür”

Şeref Yıldız şöyle bildiriyor; “ sorunun çözümü devrime bağlı olmadığı gibi, bir etapta çözülmesi de mümkün görünmüyor.”

Şimdi büyük, küçük herkes biliyor ki, bu, Şeref Yıldız’ın tanıtımını yaptığı poltika, tamı tamına devletin politikasıdır ve ibret almak gerekmektedir. Ancak elbette akıl bozucu yanı son derece güçlüdür,öyle olduğunu artık daha net görüyoruz.

Ne demişler, Perşembenin gelişi, çarşambadan belli olur; daha o zamandan TBKP nin bir devlet partisi olarak doğum sancısı çektiği ve TBKP için davul zurnalar çalarak halaylar çekenlerin aslında, tekellerin emrine girmelerini kutladıkları belli idi. Şimdi hemen hepsi, birer kucak bulmuşlardır ve AKP kurucusu mu, yoksa AKP yandaşı mı oldukları ayırt edilmemektedir. Komünistlikle hiçbir zaman alakalarının olmadığı ise çok net olarak görülmektedir.

Ve işte reformizmin en sadık savunucuları, “demokrasi” aşklarından yanıp tutuşanlar ve sosyalizmi demokrasi aşkları ile sulayıp, kökünü kurutmaya kararlı olduklarını erkenden ilan edenlerin tipik örnekleri bunlardır. Ve elbette bunların ulusal soruna bakışlarının reformist pencereden olması gayet normaldir. Normal olmayan, nu bakışlarını, devrimci, hatta sosyalizan ve çoktan Marxizm-Leninizmi terk ettikleri halde, reformizmlerini pazarlamak için, UKKTH bağlamında, Leninci olduklarını iddia etmeleridir.

Umuyorum ki, buraya kadar ifade ettiklerim yeterince zihin açıcı olmuştur ama biz durmuyoruz ve zihinleri açmaya devam ediyoruz. Böylece aklı bozulanlara, akıllarını tamir edecek araçları göstermeye çalışıyoruz.

Devam edecek...

Fikret Uzun






Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
şibusa
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: şibusa
Cevap Tarihi: 14.10.2013- 23:32


3- ULUSAL SORUN KÜRTLER VE SOSYALİSTLER VE HALİYLE SINIFSAL BAKIŞ VE DE ÖNLERİNDEKİ ENGELLER

Gerçekçi ve aynı oranda vazgeçmemiş sosyalistlerin ulusal soruna ve çözümüne ilişkin temel ilkeleri açıktır; bu,” ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı” ,”ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı”dır. Marxist –Leninistler, devrimci sosyalistler, bu ilkeyi ikircimsiz bir şekilde savunurlar. Bunun için mücadele ederler.

Ancak bu, bu hakkı gerçekleştirmek üzere her ne şartta olursa olsun harekete geçmeyi teşvik etmek anlamını taşımaz. Bunun belirleyeni, işçi sınıfının mücadelesinin, sosyalizmin çıkarlarının ve enternasyonalizminin gerekleridir.

UKKTH, o ulusun kendi gücüne dayanarak ve özellikle emperyalizmden her anlamda bağımsız, özgürce kullanacağı bir haktır. Bu hakkın özgürce kullanılmasında ve bunun için mücadele edilmesinde en sahici ve en kararlı dostu ise, kendi ulusunun işçi sınıfı yanında, ezen ulusun işçi sınıfı olacaktır.

İşte ABD emperyalizminin "DOST" belletilmesi, bir taraftan işçi sınıfı ile ezilen ulus arasına duvar örmeyi, diğer taraftan ezilen ulusun kendi kaderini tayininde özgürlüğünün emperyalist çözümlere teslim etmeyi kolaylaştırmak içindir.

Marxizmin kurucuları da Lenin de, Bu hakkın savunulması ve bu hak için mücadele edilmesi konusunda kesin bir dille uluslararası işçi sınıfının ve özellikle de en bilinçli unsurlarının önüne görev ve sorumluluklar koymuş olmakla birlikte, bu görev ve sorumluluğun yine kesinkes, uluslararası işçi sınıfının kurtuluşunun çıkarları ve uluslararası işçi sınıfı hareketinin gelişmesi için yerine getirilmesi gerektiğinin de altını çizmişlerdir.

Dağarcıklarda bir örnek daha bulunsun diye hatırlatıyorum ki Lenin'in “…ve de biz kendimiz, iktidarı ele alır almaz, bu hakkı, UKKTH, yürürlüğe koyacağımızdan, bu özgürlüğü tanıyacağımızdan eminiz. Biz mevcut hükümetlerden bunu istiyoruz ve biz hükümet olduğumuz zaman, bunu yapacağız ama ayrılmayı “salık vermek” için değil; tersine, milletlerin demokratik birleşmelerini ve kaynaşmalarını kolaylaştırıp hızlandırmak için..." şeklindeki ifadeleri oldukça öğreticidir.

Ve dahası da var; " Biz Moğollar, İranlılar, Mısırlılar ve istisnasız bütün ezilen ve eşit olmayan milletler için ayrılma özgürlüğü istiyorsak, AYRILMADAN YANA OLDUĞUMUZ İÇİN DEĞİL, ZORLA BİRLEŞMEYE KARŞIT OLARAK SERBEST, GÖNÜLLÜ BİRLEŞME VE KAYNAŞMADAN YANA OLDUĞUMUZ İÇİN İSTİYORUZ. Tek neden budur.” diye tamamlıyordu Lenin ifadelerini.

Öyleyse ilerletici ve perspektif açıcı olan bu düsturdur. Ve bir kez daha hatırlatıyorum ki bu, zihinleri açıcı bir sorudur aynı zamanda, henüz gelişmesinin başında olan ulus, tıpkı sınıf gibi, gelişmesini hızlandırmak ve formasyonunu tamamlamak için değilse, ne için bir devlete ihtiyaç duyar? Eğer sınıf -devlet eninde sonunda formasyonunu tamamlayarak ortadan kalkacaksa, ulus-devletin de aynı sonu yaşaması kaçınılmaz değil midir? Öyleyse, yukarda hatırlattığımız Leninin ortaya koyduğu düsturu iyi kavrayarak, bu soruya cevap vermek gerektiğini de unutmamalıyız.

Ayrıca, Marxist-Leninistler, bu ilkeyi savunurken, hiçbir zaman ulusal sorunu var olan toplumsal çerçevenin dışındaki bir sorun olarak ele almazlar. Zira gerçekte, ulusal sorun ve çözümü, ancak ulusal baskı ve ulusal eşitsizliğin ortadan kaldırılması ile başarılabilir. Bu da üretim araçları üzerinden özel mülkiyeti ortadan kaldırmakla mümkündür.

İşçi sınıfının mücadelesi aynıdır ve enternasyonalisttir. Dolayısıyla sınıf mücadelesi bütün sömürücü sistemlerde aynı olan işçi sınıfının ideolojisi de aynı ve tektir. Bu, her türlü milliyetçilik zehirine karşı proletarya enternasyonalizmidir.

Öyleyse işçiler, emperyalist-kapitalist sistemin neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, sermayenin emek üzerindeki boyunduruğunu kırmak için ortaklaşa mücadele yürütmenin objektif koşullarına sahiptirler.

İkincisi, sermayenin egemenliğinin uluslararasılaşması ile birlikte, işçilerin toplumsal kurtuluş mücadeleleri de, uluslararası sermayeye karşı birlikteliği gerekli kılmaktadır.

Fakat çok uluslu ülkelerde,açık ve net olan proleter sınıf mücadelesinin, bazen karmaşıklığa doğru sürüklendiği, sorunların çözümünde belirleyici bir rol oynayan sınıfsal bakış açısının terk edildiği,rayından saptırıldığı görülebilmektedir.

Çünkü böylesi ülkelerde, ulusal baskı ve ulusal eşitsizlikler, toplumda belirleyici rol oynayan emek-sermaye temel çelişkisini çoğu zaman tali plana itebilmektedir. Veya üzerini örtebilmektedir. Dahası, ulusal sorundan yükselen çelişkiye bağlanabilmektedir.

Ayrıca, kapitalizmin yaratmış olduğu ulusal ayrımlar, işçi sınıfının bölünmesine ve giderek ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri iç içe geçmiş olan halklar arasında düşmanlık yaratmasına neden olabilmektedir.

İşte böylesi durumlarda, bir devlette birden fazla ulus ve azınlıkların olduğu yerlerde, ezen ulusun devrimcilerinin politikalarını titizlikle çizmeleri gerekmektedir.

Böylesi sorunların çıkmasını engellemek için, her zaman proleter enternasyonalizminin bayrağını yüksek tutmak gerekmektedir.

Sloganları şu olmalıdır; “bütün ulus ve azınlıkların kendi kaderlerini çizme, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı.”

Burada ezilen ulus ve azınlıklara kendi kaderlerini çizme hakkı konusunda tam bir güvence verilmelidir. Çünkü bu noktada ezilen ulus için güven ve psikoloji çok önemlidir.

Ancak bugün ulusal sorun, dünya güçler dengesinden ayrı ve kendine yeten bir sorun olarak ele alınamaz.

Ulusal sorun, bundan bağımsız, kendi başına amaçlaştırılmaz. Bu sorun her zaman olduğu gibi, bu gün de ve fazlasıyla işçi sınıfının ve dünya devriminin çıkarına olarak ele alınır.

Artık günümüzde dünya güçler dengesinden bağımsız ve kendi başına yeten bir ulusal kurtuluş savaşı düşünmek hayaldir. Üstüne üstlük, iç politika ile dış politikanın iç içe geçtiğini hesaba katarsak, bu sorunun dünya güçler dengesindeki anlam ve önemi daha kolay anlaşılır.

Bu nedenle ve bu çerçevede, bu sorunun da çözümünü içerecek şekilde örgütlenmek üzere, Türkiye’nin verili nesnel koşullarına göz atmak yerinde olur.

Bir kere Kürt burjuvazisi, Türkiye tekelci kapitalizmi ile bin bir bağ ile bağlanmış; her iki güç, ezen ve ezilen ulusun işçilerine karşı, ekonomik, politik ve toplumsal ilişkiler ağı çerçevesinde, tek sınıfta bütünleşmiştir. Bu birincisidir.

İkincisi, Türkiye’nin Kürt coğrafyasında, Kürt burjuvaları arasında bir “Kürt ulusal burjuvazisi” mevcut değildir. Bu, doğal olarak verilen ve verilecek olan ulusal kurtuluş savaşının burjuva karakterli değil, sınıf içerikli bir savaş olacağını gösterir.

Üçüncüsü, bu iki olgu, merkezi devletin, merkezi kapitalist üretim ilişkilerinin olduğu Türkiye ve Türkiye’nin Kürt coğrafyasında, Kürt ve Türk devrimcilerinin ortak düşmana karşı,”ortaklaşa tek devrim” ini zorunlu kılmaktadır. Her iki halkın kurtuluşu iç içe geçmiştir.

Yani, Türkiye ve Kürt coğrafyasının, coğrafik olarak birbirinden çok uzaklarda, eski klasik sömürgecilik dönemindeki gibi bir Avrupa-Asya ilişkisi söz konusu değildir. Her iki ulus, aynı alanlarda bir tek merkezi devletin, merkezi kapitalist üretim ilişkilerinin ve tek merkezli bir pazarın egemen olduğu bir bütünleşme içinde yer almaktadır.

Ezilen ulusun burjuvaları,( Kürt ticaret burjuvazisi, büyük toprak sahipleri, tarım burjuvaları, sürü sahipleri, müteahhitler vb.) Türk tekelci burjuvazisi ile tam olarak kenetlenmiştir. Bu bütünleşme, aynı zamanda Türkiye’nin Kürt coğrafyasında Kürt ulusal burjuvazisinin engelleyicisi durumundadır.

Yani, Türkiyenin Kürt coğrafyasında Kürt ulusal burjuvazisi yoktur.

Ulusal burjuvazi, terim olarak, bir ülkede egemen olan sınıfın ulusal sanayi tabakasını, sanayi burjuvazisini ifade eder. Nesnel olarak, ulusal burjuvazinin tanımı budur. Ancak ulusal burjuvaziyi yalnız nesnel olarak değil, öznel olarak da değerlendirmek gereklidir.

Çünkü burada belirleyici olan yan; “kendi pazarına sahip çıkan, bu pazarını kendi elinde tutmak isteyen ve bunun için kavga veren bir sanayi burjuvazisinin “ olup olmadığıdır.

Türkiye’ye göz attığımızda, Türkiyenin egemen sınıfı, Kürt coğrafyasında yer altı ve yerüstü zenginliklerini yağmalarken, bu alanlarda bankalar ve KİT ler kurarak, sömürüyü derinleştirirken, buna karşı çıkan veya “bu benim toprağımdır”, “bu benim pazarımdır, ben kendim işletmek istiyorum” diyen bir Kürt ulusal burjuvazisi olmamıştır ve yoktur. Uluslaşma aşamasında da böyle bir Kürt ulusal burjuva tabakası olmamıştır.

Öyleyse görünen şudur; Türkiye’nin Kürt coğrafyasında egemen olan tekelci üretim ilişkileridir.

Üstelik bu epeydir böyledir ve bu gün, kimi olumsuz ve olumlu değişiklikler veya gelişmeler olmakla beraber, Kürt halkının nitel gelişiminde olumlu değişimlerin olduğu açıktır; bununla birlikte tekelci üretim ilişkileri daha da derinleşerek sürmektedir.

Örnek olsun, TÜSİAD’ın eski başkanının bir önceki Nevruz kutlamalarında, ateş üzerinden atlamaca oynamasını resmeden fotoğrafı, bunu, yani tekelci üretim ilişkilerinin derinleştirilmesi çabalarını, çok net olarak göstermektedir.

Diğer yandan, her iki ulus ve diğer azınlıklar, aynı coğrafik bütünlüğe sahip sınırlar içinde yaşamaktadır. Kürt burjuvalarının, egemen Türk burjuvazisi ile iç içe geçmiş olduğu merkezi bir devlet ve tek Pazar bulunmaktadır. Bu ve benzeri nesnel koşullar gereği, ezen ve ezilen ulus işçilerinin ve emekçilerinin örgütsel birliği ve halkların Kürt, Türk halkının kardeşlik temelindeki birliği bir zorunluluk halindedir; iki halkın da yazgıları, bu birliğe bağlıdır.

Öyleyse önümüzde duran sorun, daha da acil hale gelmiştir, ekonomik, politik ve sosyal ilişkiler içinde bütünleşen bu iki güce karşı, Kürt burjuvalarına ve Türkiyenin tekellerine karşı, tek bir siyasal hareketin oluşturulması ve Türkiyenin devriminin yükseltilerek, ortak düşmana karşı ortak mücadele yollarının açılmasıdır. Bu, hem ezen ve hem de ezilen ulusun işçileri için tek çıkar yol olmaya devam etmektedir. Ülkenin nesnel koşulları, bunu ve eskisinden daha fazla dayatmakta, aynı zamanda olanaklı kılmaktadır.

Bu anlatılanların bir de sonuçları var elbette;

Ulusal sorun ve çözümü, ulusal baskının ve ulusal eşitsizliğin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Bu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmadan mümkün değildir.

İkincisi, ulusal sorun, toplumsal çerçevenin dışında bir sorun değildir.

Üçüncüsü, ezen-ezilen ulus ilişkisi devam ederken, ulusların kendi kaderlerini tayin etme, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını savunmalı, bu anlamda ezilen ulus işçilerine tam bir güven verilmelidir.

Dördüncüsü, örgütlenmeler, öznel niyetlere bağlı olarak değil, ülkenin nesnel koşullarına göre yapılmalıdır.

Beşincisi, ulusal sorun, dünya güçler dengesinden ayrı, kendi başına bir sorun değildir.

Peki, öyleyse bir de, bu çerçevedeki yani işçilerin örgütsel birliği sorununda veya konusunda, nesnel durumu ortaya çıkaracak ve öznel durumun da yorumlanmasına yardımcı olacak Türkiye’nin gerçekliğine bir göz gezdirelim;

Öncelikle işçilerin ve emekçilerin yoğun çalışma temposu altında bu birlik temelinde düşünmeyi bırakalım, düşündüren etmenleri değerlendirmeye dahi zaman ayırmaktan uzak olduklarının altını çizmeliyim.

İkinci olarak, işçilerin örgütlenmelerinin önündeki engeller son derece ağırlaştırılmış durumdadır.

Üçüncü olarak, sendikalar, eskiye nazaran, güç anlamında son derece gerilemiş olsalar da, hala sahip oldukları bir güç vardır. Ancak, hem kendi dinamikleri ve hem de sürekli ağırlaştırılan yasal engeller nedeniyle sendikalar işlevsiz kalmaktadırlar.

Dördüncü olarak, DİSK türü sendikaların, artık politik partilerin örgütlenmesine herhangi bir yataklık etme işlevi söz konusu değildir.

Beşinci olarak, bu gün TTB ve TMMOB gibi meslek ve kitle örgütleri dışındaki örgütlerin ( şimdilik kaydıyla), genel olarak STK adıyla anılan ve çoğu uluslar arası tekellerin fonlama örgütlerinin reforme ettiği ve devlet ile halkın yönetişiminde yani halkı devlet ile dolayısıyla egemen sınıflar ile uzlaştırmada köprü vazifesi gören örgütlerin, şu biçim veya bu biçim altında örgütlenecek olan devrimci partiye dinamik sağlamaktan uzak olduğu da görülmektedir.

Bununla birlikte emeklilerin sendikal ya da kitle örgütlerinin süreç içersinde ve az da olsa bu işlevi üstlenmeleri ihtimal dâhilindedir.

İşçilerin sendikasızlaştırılması, sendikaların işlevsizleştirmesi hala devam etmektedir. Esnek çalışma, işçilerin örgütlenmesine açılan kanallara en büyük dinamit oldu. Daha da önemlisi ve önemli oranda, fabrikalardan sınıf bilinci çıkarılıp, yerine tarikat dinamiği yerleştirildi. Hemen hemen bütün demokratik kitle örgütleri, STK lar, devletin sivil örgütleri, yönetişim birimleri haline getirildi.

Tabii bu arada, İşçi ve emekçiler son derece yoksullaştırıldı ve gelecek güvencesinden yoksun bırakıldı. Sınıf bilincinden uzaklaştırılmaları ve tarikat dinamiklerine kilitlenmeleri ise hepsinden daha önemlidir. İşçi sınıfına bir de belleksizlik dayatılmaktadır. Yani tekellerin ideolojik saldırısının merkezinde bu vardır.

Demek ki, işçi sınıfının ve emekçilerin cephesinde de durum iç açıcı değildir ve bu durum, çok daha yaşamsal ve belirleyici anlamda olumsuz bir fotoğraf vermektedir.

Böyle bir durumda, emek sürecinden yükselen çelişkiler, ulusal sorun çerçevesindeki çelişkilerin peşine takılırsa, işçi sınıfı ve emekçilerin ve en önce de ekonomik ve politik örgütlerinin işlevsizliği daha da içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.

Bunun ise, ne ulusal sorunun olması gereken eksende çözülmesine faydası vardır, ne de Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin örgütsel birliğinin sağlanmasına faydası olabilir. Tam tersine, yine tekeller, yani ezen ulusun egemenleri ve onlarla bin bir bağ kurmuş Kürt burjuvaları, ağa ve beyleri, hatta tarikat şeyhleri ve onların örgütleri ve elbette emperyalist kapitalizm kazanacaktır.

Burada küçük bir parantez açarak, Türk kurtuluşu ile korelâsyon kurup, Kürt kurtuluşu üzerine kısa kısa notlar aktaralım. Aktaralım ki bir yere not edilsin ve üzerinde düşünülsün.

Bu notları daha önce de aktardım, ama işe yaramamış ki, ulusal sorun çerçevesinde hala bina okumaya devam edilmektedir. Şimdiye kadar işe yaramaması, muhtemelen nesnel koşulların üzerinden yükselen teorilerin görmezden gelinmesindendir.Öyle olduğu daha net görülüyor.Çünkü onca açıklığa rağmen,dönüp dönüp bina okumak, görmemeyi politika bellemekle ilgili olsa gerektir. Şimdi pratiğin doğrulayıcılığı da devreye girmiştir. Yani görmenin önündeki engellerin hemen hemen hepsi ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla dün ihtiyaç olan not almak, şimdi, son tahlilde gerekliliğini yitirmiştir. Çünkü bütün notlar, pratiğin doğrulayan gücünde ve önümüzde sırıtmaktadır.

Ama olsun, buna rağmen, kör olmaya devam edenler hala çoğunluktadır ve yine buna rağmen, pratiğin doğrulayıcılığına da, nesnel koşullara da ters olan teorileri, mutlak teoriler imiş gibi pazarlamaya devam etmekte ve itiraz kabul etmemektedirler. İtiraz edenler, o saatte, ya leviathandır, ya deccaldir ya da insanlığa düşman, bütün melanetleri üzerinde taşıyan bir yaratıktır.

Evet, parantezi açıyorum ve notlarımı aktarmaya başlıyorum;

Devam edecek...

Fikret Uzun

14-Ekim-2013





Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
şibusa
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: şibusa
Cevap Tarihi: 14.10.2013- 23:37


4- KÜRT ULUSAL KURTULUŞUNUN RENGİNE DAİR VURGULAR VE EMPERYALİZM ÇAĞINDA ULUSAL MÜCADELE VE EMPERYALİST TUTUMLAR

Öncelikle Türk kurtuluşunun, muhafazakâr yani tutucu olduğunu hatırlatmak istiyorum. Toprak ağalarına, Kürt şeyhlerin ve aşiret reislerine dayanmıştır. Türk kurtuluşu, her zaman emperyalist güçlerle uzlaşma noktası aramıştır. En ayrı olduklarını düşündükleri zamanda bile, yine de İngiltere ile uzlaşma planları düşüncesini atamamıştır.

Bu nedenle Türk kurtuluşu bitmemektedir. Sürekli kurtuluştan söz edilmektedir. İkinci kurtuluş, ikinci kurtuluş savaşı ve diğerleri bir birini izlemektedir.

Ancak ve görülüyor ki, emperyalizmden medet uman, emperyalizmle bağları koparamayan, şeyhlere, ağalara, beylere, zenginlere dayanan bir kurtuluş, kurtuluş olmamaktadır.

İşte Kürt hareketinin en çok ders alacağı ve göz önünde tutacağı nokta burası olmalıdır.

Kürtler, bu gün oldukça uzun süren özgürlük ve kimlik mücadelesinde çok ileri bir noktaya ulaşmışlardır. Ulaştıkları bu günkü noktaya güçlükle ama kendi güçleri ile gelmişlerdir.

Kürtler bu gün de kendi güçlerine dayanmak ve güvenmek durumundadırlar.

Artık emperyalistlerin dış politika oyunlarına alet olmayacak ve bundan çare ummayacaklardır. Öyle umuyorum.

Kürtlerin bütün güçleri kendileridir. Bunun dışında bölge halklarının devrimcileridir. Devrimciler devrimcilerle beraberdir. Bundan daha doğal ve ilerletici bir gerçeklik yoktur.

Amerikan emperyalizmi, bölgeye yerleşmeye ve bölgede kalmaya çok önce karar vermiştir ve Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da kalamadığını unuttuğunu ve hala bu bölgede kalmaya kararlı olduğunu göstermektedir.

Amerika, öteden beri, Kürt şeyhlerinden, aşiret reislerinden, bunları egemen yaparak, bir Kürt varlığını, bu bölgede İsrail’e destek yapılmasından yana idi. Daha doğrusu bu dün böyle görünüyordu. Şimdi fotoğrafın tamamı ortaya çıkmıştır, asıl istedikleri, Kürtler üzerinden İsrail’e büyük bir devlet vermektir. Hediyedir demek istiyorum.

Dün, Amerikanın bu yöndeki bir Kürt devleti projesine karşı çıkan Türkiye’nin, bugün bir eş başkanlık dinamiği ile Amerikanın stratejik ortağı olduğunu ve doludizgin hazırlanan, Yahudi -Kürt devletine veya Kürt-Yahudi devletine karşı çıkmadığını kendi söylem ve icraatlarından biliyoruz.

Ancak bunun olumlu bir yanı da vardır; Amerikanın bölgeye yerleşme şartlarını hazırlaması ve bunu yaparken Kürt ağa ve beylerine, şeyhlerine dayanması, onları güçlendirmeye çalışması, bir savaşı başlatmış ve bu savaşın sonucu, ortaya Kürt gerçeğini çıkartmıştır.

Kürt gerçeği ise, hem Türkiye’de ve hem de dünyada kabul edilmiştir. Oysa Kürt gerçeğini dillendiren nice aydın vaktiyle zindan ile terbiye edilmeye çalışılmıştır. O zaman bu gerçekten korkarak veya gerçekliğinin açığa çıkmasından korkarak hareket edenler, hatta kendi Kürt kimliğinden bile korkanlar, şimdi ABD emperyalizminin “Kürt çözümü”nün en sadık savunucusu durumundadırlar. Demek ki, bu savaşın asıl ve tek galibi Kürtlerdir.

Ve öyleyse gelinen nokta çıkmaz sokak değildir ve ABD nin dostluğundan medet umduracak bir çaresizlik ise hiç söz konusu değildir.

Türkiyede’ki tutuculuğun, bu gerçeği görmezden gelmekten vazgeçmiş olması, uzun zaman öncedir. Ancak tutuculuk, Kürt gerçeğinin tümden reddini bırakmış olmakla birlikte, Kürtler arasında tutucu müttefikler aramıştır, bulamadığı yerde yaratmış, bulduklarını ise büyütmüştür.

Ancak, şimdi görülüyor ki, ABD bu kararından vazgeçmezse, Kürtler, Araplar ve Türkler, O’na çok daha acı Vietnamlar yaşatacaktır.

Şimdi buradayız yani Amerikanın Vietnam’ı bu bölgede büyümektedir.

Burada parantezi kapatıp, başka parantez açarak, notlarımızı aktarmaya devam ediyoruz;

Klasik sömürgecilik döneminin en önemli iki politik unsuru, din ve ulus olmuştu. Bu, emperyal ülkelere bir deneyim birikimi bırakmıştır.

ABD emperyalizmi açılımlarını hep din ve ulusçulukla düşünmüştür. Türkiye ise, emperyalist düşlerini, kuzeye Türk, güneydoğuya doğru ise bir Kürt ulusçuluğu ile uyandırmıştır.

Körfezdeki ABD savaşıyla birlikte Kürt sorunu, özellikle ABD emperyalizminin YDD adını verdiği operasyonel projeleri ile ve Türkiye’nin rejiminin kendisini bir alt emperyalist ülke olarak yenileme ihtiyacını duymasıyla birlikte yeni bir yörüngeye girmişti. Böylece ABD hegemonik gücünü yenilemiş, bölgede kalıcı bir güce dönüşmüş ve bölge güçlerinin, savaş şokunu atlatarak hegemonyasını nasıl tanımlayacaklarını beklemeye çekilmişken, Saddam’ın büyük Kürt göçüne yol açan saldırısı, hegemonyasını yenilemiş olan ABD nin bekleme yerini, “Güney Kürdistan” yapmıştır.

ABD nin bekleme yerinde yaptığı hazırlık ise, öncelikle bölgede gücünü sergilemeye ve hegemonyasını pekiştirmeye yönelik idi. Ortadoğuyu yeniden örgütleme ve buna göre YDD projesine devam etme kararlılığı güçlü idi. Bu program, aynı zamanda bütün sosyalizan etkileri ve siyasetleri temizlemeyi de içeriyordu. Dolayısıyla oldukça sert bir ideolojik mücadele kendini gösteriyordu.

En öncü ve istekli savaşçıları, dün “sosyalist” / “komünist” kimlikleri ile önemli mevzilere yerleşmiş olan, ancak 12 Eylül ile birlikte daha önce kanatlarına bindikleri yükselen dalganın aşağı inmesi ile dalga değiştirerek, yeni mürteci olan ve kendilerini yeni-liberal olarak pazarlayan sahte sol gömlekli aktörler oldu.

Örnek olsun, birisi TKP nin son genel sekreteri Nabi Yağcı ise, bir diğeri de Halil Berktay’dır, diğerleri ise, örneğe sığdıramayacağım kadar çoktur. Arkasından takipçileri de ortaya çıkmış ve sıralarını bekleyerek, bu günlerde, ABD nin YDD’ne daha çok su taşımak üzere öne çıkmıştır. Örnek isim mi istiyorsunuz? En çarpıcı örnek, S.S.Önder’dir ki, E.Kürkçüyü bile gölgede bırakmıştır ve açık bir dille atalarının Nur şakirdi olduğunu, kendisinin de Risale-i Nur ile büyüdüğünü ve gelmiş geçmiş en büyük aydının Said-i Nursi olduğunu, Türkiye’nin Saidi Nursi’yi dinlememesi nedeniyle sorunların büyüdüğünü vb. vaaz edip durmaktadır. Şimdilerde ise, bir taraftan AKP’yi bol bol eleştirirken, diğer taraftan AKP nin ideolojisini ondan daha iyi savunmaya çalışmaktadır. Eleştirisinin anlamı da budur.

Ancak geldiğimiz noktada çok daha net olarak görülmektedir ki ABD, ideolojik mücadelesinde sol renkli savaşçılar bulmakta hiç zorluk çekmemiş olsa da ve bu yönde epey yol kat etmiş olsa da, nesnelliğin gücünü aşamamış ve ideolojik mücadelesine oturttuğu akıl bozucu teorilerinin, pratiğin doğrulayıcılığı karşısında sürekli olarak iflas etmesini engelleyememiştir.

Bu, ABD’yi, pratikte, YDD’nin bölgeye yansıyan adı olan BOP projesini gerçekleştirmek için, bir ileri, iki geri adım atmaya mahkûm etmiş ve hatta en heveskâr kalemşörleri, ideolojik tetikçileri, bunu BOP projesinden vaz geçtiği yollu yutturmaya çalışmışlardır.

Ancak ABD istese de BOP tan vaz geçemeyeceği gibi, YDD çerçevesinde asıl hedef BİP olduğuna göre, şimdi daha sabırsız olan İsrail olsa gerektir, aynı zamanda BOP ‘u kotaracak mecali kalmadığının da farkındadır ve artık dün medet umduğu “geriden liderlik” misli zırva politik manevraları da beş para etmemektedir. Kim bilir, belki de rüyalarında, Vietnam’dan yediği tokadı görmekte ve ürpermektedir ki, Bunun, Saddam üzerinde gösterdiği yetmemiş gibi, Kaddafi üzerinden de gösterdiği yenmekten ziyade, pişman etmek politikasına yansıdığını gördük; Suriye’de ise, artık net olarak görülüyor ve kendisinin de teslim bu gerçeği ettiği açıktır ki tam bir duvara toslamıştır;o kadar öyle ki ne ileri gidebilmekte,ne de gerileyebilmektedir!

Dün, bölgedeki tüm güçler göremiyordu ama bu gün görüyorlar ve ona göre konum alma yönünde hareketleniyorlar ki, kimliklerini buna göre tanımlamak zorunda olduklarının bilincine varmaları hızla artmaktadır.

Bilincine vardıkları, Ya ABD nin düşmanı, ya da dostu olunacağı gerçeğidir. Ortası yoktur. Daha doğrusu, ortası da ABD’nin dostluğuna çıkmaktadır!

Kürtler de kimlik mücadelesi vermektedir ve ABD’nin dostluğunda Kürtlerin kendilerini kişilikli hissetmelerini bekleyenleri hayal kırıklığı beklemektedir. Kendisini emperyalist ABD’ nin “dost” luğunda kişilikli hisseden bir halk dünyada bulunmamaktadır.

Ulusal karakter, bahşedilen ya da sonradan edinilen bir özellik değildir. Bir kimliğin restorasyonu ve çağa ait kılınmasıdır söz konusu olan. Emperyalist tahakküm ve sömürü ise, varlığını artık kolay gizleyememektedir. “Demokrasi” ve “insan hakları” vaazlarını artık kimse ciddiye almamaktadır demek istiyorum!

Ulusal ve sosyal bir mücadelenin kolaycı çözümlemelerden uzak bir anlayışla ele alınması gerektiğinin hatırlatılmasına gerek olmadığı düşünülebilir, fakat ABD nin akıl bozucu ideolojik saldırısı ve hegemonyası koşullarında aksine, bir kez değil, birkaç kez hatırlatmak gereklidir. Ve onca hatırlatmaya karşın, Kürt halkının önemli bir bölümünün Amerikanın varlığına sıcak baktığı görülmektedir. Öte yandan Amerikancılıkta sınır tanımayacak olanlarının varlığı da kendini hissettirmektedir.

İşbirlikçi Kürt ilkel milliyetçiliği olarak gelişen bu hareket, varlığının ve gelişiminin zorunlu koşulu olarak, radikal Kürt hareketinin de karşısına yerleşmiştir veya yerleştirilmiştir.

Diğer yandan, ABD bekleme yerinde gücünün nasıl tanımlandığını gördükten sonra, gücünü daha da pekiştirmek üzere, daha sert bir gösteri yanında, en sert ideolojik mücadeleyi de öne çıkartmış ve öncesinde ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı edindiği deneyimleri bölgeye taşımaya çalışmıştır. Ancak pek başarılı olduğu veya öngördüğü program çerçevesinde istediği kıvama getirdiği söylenemez.

Bu durumda PKK’yi eksen alması kaçınılmazdı ve öyle de olduğu görülmektedir, ancak Türkiye’nin de bu deneylerden yararlandığı ancak başarılı olamadığı da görülmektedir. İşte ABD, bir adım ileri iki adım geri taktiğini bu eksende de sürdürerek, gücünü, aynı taktiği izlemekten kurtulamadığı BOP’un tamamlanmasına yöneltmiştir. Bu çerçevede Epey bir yol açmış olmasına karşın, bunun yetmediği ve Suriye duvarına, buna Rusya Federasyonu ve Çin duvarı demek daha doğrudur, dayanmış olduğu ama duvara abandıkça, kendisinin geriye gittiği görülmektedir. Yani yukarda ifade ettiğimin altını çizerek, ne ilerleyebilmekte, ne de gerileyebilmektedir ve bu sıkışmanın ABD için hayırlı olacağı görülmemektedir! Tersi de doğrudur ki burada belirleyici olan karşılıklı dengelerdir ve dengelerin pek de ABD’nin lehine olmadığı görülmektedir! Buna rağmen cüretkâr davranılması çaresizliklerinin boyutunu göstermektedir ki bu da bölge halkları için ve hatta genel olarak dünya halkları için tehlike yaratmaktadır!

Bu gün hala, Kürt halkı da, Türkiye solu da bir kişilik ve kimlik mücadelesi vermektedir. Bu açıkça görülüyor. Türkiye, Kürdü ile Türkü ile kimliğini ileri sosyalizmde bulacaktır. Emperyalist sistem içindeki uzun tarihinde sömürge bile olamayan Kürt coğrafyası, bu gün, Amerikanın karşı devrimi ile boğulmak istense de, bir devrim içersinde olmaya devam etmektedir.

Devrimler ise, köklü ve derin gerçekliğin üstüne otururlar. Hep öyle olmuştur. Akılcı bir ideolojiyle hareket edilmezse ki uzun zamandır hal böyledir, ileri sosyalizm ile korunmazsa, Kürt halkının özgürlük kazanması, kazansa bile yaşaması, hele ki, ABD nin “dost”luğundan medet umulmaya devam edilirse imkânsız kere imkânsızdır.

Türkiyenin Kürtlerini Türkiye’den ayırarak, İsrail’in hegemonyasında, Siyonistlerin yönetiminde, Barzani’nin kukla yönetiminde bir büyük Kürt-Yahudi devleti yaratmak, sadece ABD-AB emperyalizminin ve İsrail’in can attığı bir hedef değildir; aynı zamanda emperyalist arayışlar içine girmesi yeni olmayan Türkiyenin, bu arayışını gerçekleştirmeye yakınlaştığını öngördüğü için, bu hedefi kabul edilebilir bir seçenek olarak görmesi de kaçınılmazdır.

Burada iki çizgi, her zaman olduğu gibi, devrimci çizgi ile reformist çizgi ve hatta gerici çizgi çatışması halinde olmaya devam edecektir ki ABD ve Türkiye’deki 12 Eylül rejimi, devrimci çizgiyi asimile ederek, Kürt ulusal hareketini, ABD’yi dost belleyen, tutucu bir çizgiye çekmekten vazgeçmeyecektir. Bununla birlikte, Türkiye’deki sol/sosyalist hareketini, özellikle işçi ve emekçi kitlelerinde tarikat dinamiklerini etkin kılarak, dinsel dinamiklerle terbiye etmeye çalışması da devam edecektir.

Bunun için, Kürt coğrafyasında, Ağalara, beylere, tarikat şeyhlerine ve kaderleri tekelci ilişkilerde olan Kürt burjuvalarına dayanılırken, Türkiye’de ise, eskiden kalan “sol”-”sosyalist” gömlekleri sayesinde sosyalist hareketin ve işçi hareketinin içinde dolaşarak akıl bozan, sahte sol gömlekli, yeni mürteci, devşirme solcuların ideolojik tetikçiliğine dayanmaktadır.

Bir dayanakları daha vardı, ancak artık kalmamıştır, çünkü takke düşmüş kel görünmüştür. O da, dün sol/sosyalist hareketin ilerlemesini ve Kürt coğrafyasındaki kimlik ve kişilik mücadelesini en kanlı ve en sinsi yöntemlerle bastırmayı deneyip, başarılı olamadığı için, yönetimi dinci akımlara teslim eden “Kemalist”lerdir.

Ve işte görülen o ki, bütün dayanakları bir bir yıkılmaktadır ve dayanakları yıkıldığına göre, kendilerinin de yıkılması kaçınılmazdır.

Öcalan’ın değişiminin, en azından söylemlerindeki değişimlerin bu sonuçtan ve bu sonuca getiren olayların akışından bağımsız olmadığı ise artık daha net olarak görünen bir gerçekliktir.

Devam edecek...

Fikret Uzun

14-Ekim- 2013






Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
şibusa
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: şibusa
Cevap Tarihi: 14.10.2013- 23:41


5- EMPERYALİST ÇÖZÜMLERE KARŞI ÇÖZÜM İÇİN NEREYE BAKMALI VE NE YAPMALI?

Gerçek şudur; emperyalizmin sömürge sistemi parçalanmış olsa da, egemen ve bağımsız devletlere kavuşan ülkelerde bile, bütün ulusal ezgi ve sömürü ögeleri ortadan kalkmamıştır.

Ulusal devletin kurulması, eşitsizliğin boyunduruğun ve emperyalist güçlere politik, ekonomik ve ideolojik bağımlılığın ortadan kaldırılmasının bizzat başlangıcıdır, ama sonucu değildir.

Burada Lenin'i hatırlamak yerindedir; şöyle der;" finans kapital, bütün ekonomik ve uluslararası ilişkilerde o denli büyük, o denli kesin ve sonucu belirleyici bir güçtür ki, tam anlamıyla politik bağımsızlığa sahip devletleri bile buyruğu altına almaya, boyun eğdirmeye muktedirdir."

İşte bu boyunduruğun ortadan kaldırılmasına duyulan nesnel gereklilik, ulusal sorunun çözümünü ivedi hale getirdiği gibi, gelişmekte olan ülkeler ile diğer devletlerarasındaki ilişkilerde ulusal soruna, diğer etkenler yanında, çoğunlukla öncelik kazandırır.

Bu, yalnızca bir ekonomik eşitsizlik sorunu değil, aynı zamanda yabancı sermayenin birçok ülkelerin ekonomileri üzerindeki egemenliği sorunudur. Bu ülkelerin çeşitli ekonomi dallarında, kültür alanında ve hükümetlerinde vasıflı uzman sıkıntısı çekmelerinde de ulusal eşitsizlik açıkça görülmektedir.

Sonuç olarak, dünün emperyalist "efendileri",egemen ulusal devletlerin çoğunda personel yetiştirilmesini kendi tekellerinde tutmaya devam etmektedirler. Böylelikle, bu devletler, emperyalizmin etkisi altına girerler ve sözcüğün tam anlamıyla bağımsız bir ulusal politika yürütülmesi olanağını yitirirler.

Emperyalist sömürge sisteminin yıkılmış olması, emperyalizmin saldırgan tutumunu ve eylemlerini ortadan kaldırmadığı gibi emperyalist boyunduruğun da ortadan kalkmamış olduğu açıkça görülmektedir.

Özgürlüğüne susamış halklara karşı girişilen emperyalizmin saldırgan tutumu içinde, komünizme karşı "ortak savunma" gerekliliğine ilişkin ikiyüzlü gevezeliklerle gizlenmek istenen askersel şantaj yolları ve ekonomik baskı yer almaktadır.

Bu durum, emperyalist sömürge sisteminin yıkılmasından sonra, ulusal kurtuluş savaşlarının sona ermediğinin açık göstergesidir. Ve biz bugün bunu daha açık görüyoruz.

Bu gerçekliğe Lenin 100 yıl önce dikkat çekmiş ve “Gemi azıya almış emperyalizm çağında milli savaşlar artık mümkün değildir. Milli çıkarlar, emekçi yığınlarını can düşmanları emperyalizmin hizmetine koşmaya yarayan kandırma araçları olarak işlemektedir sadece.” Şeklindeki tespite karşı çıkarak, “Belki de ulusal savaşların böyle genel olarak inkârı, bu günkü savaşın bir ulusal savaş değil, emperyalist savaş olduğu gerçeğine dikkat çekelim derken, dikkatsiz davranmanın sonucudur ya da bu gerçeğin istenmeden abartılmasıdır ama üzerinde durmamız gereken yanlış bir görüştür bu “ diyor ve “ bu günkü Savaşın milli bir savaş olduğunu iddia eden yanlış görüşler karşısında çoğu sosyal-demokratlar, yine yanlış olarak, bütün milli savaşları inkâra kalkışmışlardı” diye ekliyordu.

Her fenomenin belli koşullarda karşıtına dönüşebileceği diyalektiğin temel kanunlarından biridir. Bir ulusal savaş emperyalist savaşa dönüşebileceği gibi, bunun tersi de mümkündür. Örnek olsun, Büyük Fransız Devriminin savaşları ulusal savaşlar olarak başlamıştı; bir araya gelen kerşı-devrimci krallıklara karşı devrimi savunmak için girişilen devrimci savaşlardı. Ne zaman ki Napolyon Fransız imparatorluğunu kurdu ve Avrupa’nın bazı büyük, tutarlı ve yerleşik ulusal devletlerini hükmü altına aldı, o zaman Fransızların bu ulusal savaşları, emperyalist savaşlara dönüştü ve bu sefer, Napolyon emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş savaşlarını doğurdu.

Bir diğerine dönüşebilir diye, bir emperyalist savaşla bir ulusal savaş arasındaki ayırımı dikkate almayanlar ancak sofistlerdir. Diyalektik çok kere, sofizme köprü olmuştur. Ne ki bizler, yine de diyalektikçi olduğumuz için sofizmle mücadelemizde genel olarak bütün dönüşümleri inkâr etmeyiz; sadece, eldeki fenomeni somut durumunda ve gelişme süreci içinde tahlil ederiz.

Dünya tarihinin hep pürüzsüz bir yol izlediğini, hep ileriye gittiğini, arada bir geriye doğru devasa adımlar atmadığını sanmak diyalektiğe aykırıdır, bilimsel değildir, teorik olarak da yanlıştır.

Bütün savaşlar, siyasetin başka yollarla devamı ise, ulusal kurtuluş siyasetinin devamı ister istemez, emperyalizme karşı ulusal savaşlar biçimine bürünecektir.

İnsanlık henüz emperyalizm belasından kurtulmuş olmadığına göre, bu günkü savaşın özünün de bir emperyalist savaş olduğu açıktır ve ( sosyalizmin zaferine dek) yeni yeni emperyalist savaşlar doğuracağı da açıktır. Yani, her ne kadar gelişmenin nesnel yönü sosyalizm olsa da, insanlık henüz emperyalizm çağını aşamamıştır; bu çağın, emperyalist devletlerin izledikleri siyasetlere bütünüyle emperyalist bir nitelik kazandırmış olması, bu günkü emperyalist devletlerin siyasetlerinde de ve hem sinsi ve hem de daha azgınca devam etmektedir. Ama bu, mesela küçük( ilhak edilmiş ya da ulusal baskı altında tutulan) ülkelerin emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlara girişmelerine engel değildir!

Dün olduğu gibi bu gün de,“Ulusal savaşlar emperyalist çağ da artık mümkün değildir” görüşü ve bundan doğacak yaklaşım teorik açıdan yanlıştır; bu yanlış görüş, aynı zamanda, pratik siyaset açısından da çok yanlış ve zararlıdır; çünkü bütün savaşların gerici savaşlar olduğu iddia edildiğinden, saçma sapan bir “silahsızlanma” propagandasına yol açmaktadır. Ayrıca ulusal mücadelelere bigâne kalmak gibi, daha da saçma, hatta düpedüz gerici bir tutuma yol açmaktadır.

ABD emperyalizmi de bu noktada boş durmamakta ve tam da bu noktaya gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmin ve ulusal nihilizmin bayrağını dikmektedir.

Emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlar, dün olduğu gibi bu gün de, sadece mümkün ve muhtemel değil, aynı zamanda kaçınılmaz, ilerici ve devrimcidirler. Ama tabii, başarılı olmak için ya ezilen ülkelerde yaşayan muazzam halk kitlelerinin, mesela başta Suriye, Irak, İran ve Türkiye olmak üzere Ortadoğu ve Kafkaslardaki yüz milyonlarca insanın birlikte hareket etmesi; ya uluslararası koşullarda özellikle elverişli bir durum, mesela büyük devletlerin savaştan, yaşadıkları ekonomik krizlerden, aralarındaki çelişkilerden ve bu çelişkileri aşma konusundaki çaresizliklerinden vb. bunalıp, halkların bu birlikte hareketi ile sürdürülen emperyalizme karşı ulusal savaşlarına karşı yeterince karşı duramaması; ya da, tam bu sırada, büyük devletlerden birinde veya tam da halkların birlikte yürüttüğü emperyalizme karşı ulusal savaşın içinden, proletaryanın burjuvaziye baş kaldırması şarttır. ( bu sonuncusu, proletaryanın zaferi için en istenilir ve elverişli ihtimal olarak başta gelir.)

Ezilen ve sömürülen işçi ve emekçilerin, yoksul köylülerin, hatta küçük-burjuvaların, yani halkların dolaysıyla insanlığın gelişiminin önündeki en önemli ve tehlikeli engel olan emperyalizmin egemenliği ortadan kaldırılmasıyla eş zamanlı olarak, her ulusun bağımsızlık ve özgürlük hakkını, kendi kaderini bağımsız olarak elde tutma hakkını tanımış olduğunu reel olarak göstermiş olan sosyalizme doğru kat edilecek yol sıçramalı olarak kısalacak ve bu sıçrama hızla ilerleyerek, uluslararası sosyalizmin, özgür, bağımsız ve eşit ulusların hakkını tanımakla kalmayıp, bunu sadece ve sadece uluslar arası sosyalizmin yaratabilir olduğunu net ve canlı olarak yine yeniden gösterecektir.

Bu süreçte her ulusun bağımsızlık ve özgürlük hakkını, kendi kaderini bağımsız olarak elinde tutma hakkını, özgür, bağımsız ve eşit ulusların hakkını tanımanın ifadesi olan sosyalist şiarların, kurulu düzenin haklılığını ispata değil, ileriye doğru giden yolu göstermeye ve dönüşüm için aktif devrimci siyasetinde proletaryanın şevkini artırmaya yaradığı en tam ifadesiyle görülmüş olacaktır.

Öyleyse ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ulusal kurtuluş mücadelesi bir bütündür ve esas olarak merkezinde emperyalist kapitalizmin saldırgan tutumu ve eylemleri vardır.

Buradan hareketle ki hareket noktası gerçekliğin tam üzerindendir, görünürde ulusal bağımsızlığını ve egemenliği kazanmış olan ulusal-devletlerin, gerçekte egemen ve bağımsız olmadığını, emperyalizmin öyle ya da böyle politik, ekonomik ve ideolojik bağımlılığından kurtulmamış olduğunu görebiliyoruz. Bu da, emperyalizmin her ne ad altında olursa olsun, kendine bağımlı kıldığı ulus-devletlerin halklarına karşı da saldırgan bir tutum izlemekten vazgeçmeyeceğini ve emperyalist politikaları gereği olan eylemlere, savaş da dâhil kalkışmasını engellemeyeceğini çok net olarak göstermektedir.

Bunu da emperyalist ABD, öncelikle bu ülkelerde kendi etkileri altındaki güvenilir kadroların işbaşına geçmelerini sağlayarak kotarmaya çalışır ve böylece politik bağımsızlık, görüntüden başka bir şey olmayan hale dönüşür.

Öyleyse sonuç olarak, bütün bunlar emperyalizmin güçsüz “gücü” önünde güç hesabı yaparak, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşından vazgeçmenin ve daha da önemlisi emperyalizmin “demokrasi” getireceği hayali bir yana, emperyalizmden “dost”olacağı hayaline kapılmanın son derece yanlış ve bir o kadar da öldürücü sonuçları olduğunu görmek ve anlamak zor değildir!

Demek ki, ne yapılması gerektiği sorusunun cevabı, bütün bu anlatılanlarda apaçık görülmektedir ve eğer Kürtler emperyalizmin güçsüz “gücü”ne dayanacağına, öncelikle Kürt halkına ve elbette bölgenin nesnel olarak, kardeşlik temelindeki birliğinin üzerinde duran diğer halklara ve antiemperyalizm eksenindeki bir ulusal mücadele yaklaşımı ve dinamiği içinde dayanırlarsa, ancak o zaman, Kürtlerin ulusal kurtuluşunun da, diğer halkların emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluşunun da zaferle sonuçlanması mümkündür; aksi daha fazla kölelik ve daha fazla acı çekmeyi doğuracaktır!

İşte Öcalan’ın dünkü söylemleri ile bugünkü ve bir süredir ortaya koyduğu söylemlerini ve bu söylemlere en çok ABD emperyalizmi yanında 12 Eylül rejiminin bilumum egemenlerinin itibar etmelerini ve hatta ayakta alkış tutmalarını ve dahası, dün Kürt halkının Türkiye’nin devrimci hareketinin en sessiz olduğu bir zamanda yükselişe geçmesinde yanında olmayan, aksine Türkiyenin devrimci hareketi ile Kürt halkının bu yükselişinin birleşmesinin önünde engel olan bilumum sol gömlekli sahtekârların ve hatta Kürt kimliğini saklamayı poltika sayan vurgun yemiş Kürt aktivistlerin fetiş bir yaklaşımla Kürtsever ve daha çok da Öcalan sever durumdaki halet-i ruhiyelerini bu nedenle gündeme getirerek enine boyuna tartışmaya açıyorum ama ne yazık ki, tartışmak yerine üzeri örtülmeye çalışılmakta ve bunun için de kayıkçı kavgası ile oyalanmakta zorluk çekildiği zamanlarda ve özellikle bu temeldeki gerçeklere dikkat çekildiğinde, yafta ve küfür bombardımanları ile tartışma başka yönlere kaydırılmaktadır; bu da olmazsa tartışma ya sönümlendirilmekte veya bir fırtına koparılarak kepenklerinin kapatılması manipule edilmektedir!

Öcalan’ın reformizme ve emperyalist ABD’nin Kürt politikasına evrilmiş olduğu doğrudur veya değildir; ama görünenlere ve Öcalan’ın söylemlerine bakarak bu evriminin doğru olduğunun görülmesi veya öyle sonuç çıkarılması da ne hakarettir, ne suçtur; ancak bunlar ayrıdır, yani burası mihenk noktası değildir!

Buradaki tartışmanın mihenk noktası, Kürt halkının kurtuluşu yanında Türkiyenin ve bölgenin bütün ezilen ve sömürülen ve hatta somut olarak ABD-AB emperyalizminin ve İsrail’in siyonist ve şeriata dayalı rejiminin baskı ve hegemonyası ve expansiyonist saldırganlıkları altında bunalmış olan ve çaresini biriktiren halklarının emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluşu için ne yapılması gerektiği ve bu soruya Türkiye’nin devrimci hareketinin vereceği cevabın ve bu cevabın önüne dikilen barikatların varlığının ortaya konulması yanında, ne anlama geldiğinin, dolayısıyla hem Kürtlerin ve hem de Türklerin ilerici, devrimci, devrimci-demokrat, sosyalist, komünist unsur ve dinamiklerinin görüşlerinin ve yaklaşımlarının netleşmesi yanında bu temelde karşılıklı olarak tespit ve tasnifle ortaya çıkarılacak sınıfsal ve ulusal güçlerin netleştirilmesidir!

Yani halkların bugünkü emperyalizm koşullarında ulusal mücadelelerinde kime, hangi güce ve hangi temelde dayanacağının ve kimleri, hangi güçleri karşısına koyacağının netleştirilmesidir.

Öcalan eleştirisi ve Kürtlerin bugün üzerinde durdukları yerin en net tanımı ve açıklanması için ortaya dökülen ifadeler,sadece ve sadece bu netliği artırmak ve en kesin sonucu almayı kolaylaştırmak içindir;yoksa ne Öcalan ile ne de Kürtler ile kimsenin bir kişisel derdi yoktur ve onca eleştirel cümle,zevk olsun diye veya Öcalan’a, ya da Kürtlere kastetmek için kurulmamaktadır!

Bu, bütün bu anlatılanlardan da anlaşılamıyorsa, kimse kusura bakmasın, kimsenin gerçeklere sahip çıkmaya niyeti olmadığını, netleşmekten ise özellikle kaçınıldığını ve bu konuda birbirini bilen kırk kişilik dinamiklerin halet-i ruhiyesinin hâkim olduğunu düşünmek haksızlık değildir!

Bütün anlatılanlara en sert eleştirilerle dahi yanıt vermemeyi politika sayıp, birbirini bilen kırk kişinin birbirine sadakatinin gereği bu anlatılanlara gözleri ve kulakları kapatıp, söz uygunsa, aynı tas aynı hamam misli tartışmalar bina ederek, sürdürülen kayıkçı kavgaları içinde asıl sorunlar gargaraya getiriliyorsa, tarihe not düşmek adına bu uyarıları yapmak devrimci olmanın, hatta şu önümüzde cereyan eden son derece rezil, son derece ilkel, son derece sinsi ve son derece insanlıktan çıkaran atmosfer karşısında insan olmanın en temel sorumluluğunun ifadesidir!

Bu nedenle tekrar ediyorum ki kimse kızmasın, alınmasın ve darılmasın ama bu uyarıları aklının bir yerine not etsin!

Çünkü tarih, en büyük doğrulayıcıdır!

Bitti.

Fikret Uzun

14 Ekim 2013



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Şu ''örgütlenelim'' çağrısı... melnur 5 2258 04.07.2021- 00:43
Konu Klasör TKP'den miting çağrısı... melnur 3 1555 13.09.2021- 00:18
Konu Klasör TKP'den 1 Mayıs çağrısı... melnur 2 2742 02.05.2020- 08:59
Konu Klasör TKH'den Cumhriyet için yürüyüş çağrısı... melnur 0 144 28.10.2023- 06:03
Konu Klasör TKP'den DİSK'in düzenleyeceği mitinge katılım çağrısı... melnur 5 1370 13.12.2021- 07:09
Etiketler   Çağrı
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS