Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

GENEL GREV GENEL BİR SAÇMALIK MIDIR?


II. Enternasyonal’de Alman Partisi’nin oportünist lideri Auer’in sözleri oportünistliği kadar ünlüdür; Menşeviklerin bu sözlere balıklama atlayıp, bayrak edinmesi bugüne taşıdığı derslerle birlikte, son derece öğretici ve önemlidir!

Ama gelin görün ki, kimsenin ders almadığı bir yana, hatırlamak bile istemediğini görüyoruz!

Generalstreik ist Generalunsinn, genel grev genel bir saçmalıktır!

Auer işte böyle yani, “Eğer, bütün işçilerin işlerini bırakacakları bir genel grev başlatacak güçte isek, devrim de yapabiliriz demektir. Eğer o kadar güçlü isek, genel greve gereksinmemiz kalmaz; yok o kadar güçlü değilsek, genel grev başlatamayacağımız için bunu konuşmak bile saçmadır.” Diyordu.

Ama Lenin ve arkadaşları, Lenin’in önderliğinde, üçüncü kongre, genel grevin bir saçmalık olmadığını, Rusya’da bunun gününün geldiğini ve grevin gerçekleştirileceğini ilan ederek, 1905 Şubat devrimi ile yükselen devrimci harekete büyük bir hizmette bulunmuştu!

Ancak bu günün, dünün artıkları olan ve Türkiye’nin devrimci birikimini daha dün burjuvaziye teslim edip, gününü kurtarmaya çalışan, politikacı, parti lideri, işçi lideri, sendikacı, gençlik lideri, aydın vb. bilumum sol gömlekli sahtekârlar, bir kere emperyalist kapitalizme, tekelci düzene ve sahiplerine gönüllü köle olmuşlardır; onlara köle olmadan, onlar adına, ezilen ve sömürülen sınıfların cehennem zebanisi rolünü üstlenmezlerdi; çalışan sınıfları uysal uysal meleyen kuzular misli edilgen sürülere dönüştürmek için tekellerin ideolojik tetikçiliğini yapamazlardı.

Açın gazete arşivlerini ki zor değildir, internet kolaylığı burada da hazırdır, dün devrimci hareketin tepesinde olanların, çok az bir miktar bozulmadan kalanları ayırıyorum, hemen hepsi, bugün yeni mürtecidir ve emperyalist politikaların en sadık kölesidirler ve utanmadan bunu sol adına yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatmaktadırlar!

Yaşar Nabi Yağcısından, Veysi Sarısözenine, Danyal Oral Çalışlarından, Osman Cengiz Çandarına, Oya Baydarından, Aydın Enginine, Zülfü Diclelisinden, Halil Berktayına kadar nice sol gömlekli şimdi zaman zaman birbirlerine ters düşerek ama her zaman emperyalist kapitalizmin, tekellerin, onların yönetimlerinin borazanını öttürerek solun içinde ellerini kollarını sallayarak, yüzleri bile kızarmadan, bir elleri ceplerinde, diğer ellerini kaşıyarak envai çeşit yalan ve demagoji ile sol/sosyalist alanların akıl yapısını bozmaya, akıl bozucu mekanizmayı kitlelerin en dip noktalarına kadar yaymaya, böylece tekellerin ihtiyacı olan kimliksiz, kişiliksiz, adı sanı belli olmayan, her türlü doğmaya teslim olmuş, edilgen sürüler haline getirmeye çalışmaktadırlar ki hepsinin ortak noktası, inançlarından değil, sahtekârlıklarından ve ilk önce kendilerinin emperyalizme gönüllü köle olmalarından, yeni mürteci olmalarıdır ki sahte de olsa sol söylemlerle kitleleri, ne de güzel mürteciliğin aynasında en aydınlık geleceği görmeleri için kandırırlardı ve sol gömlekli bu azap zebanilerinin eninde sonunda dini sosyalizm suretinde kitlelere yutturmaya çalışacakları belli idi ve artık herkese müjdeler olsun, o da olmuştur!

Üç gündür, en çok öne çıkarılan ve yayılan en renkli görüntü, en sonu dün gece TV’den de yayılan Soma’da bir katliam misli gerçekleşen ve hâlâ nedeni, nasılı tespit edilememiş olan ama Soma’dan başlayıp, bütün Türkiye’yi sarmak için biriktiğinin işaretlerini veren öfke kabarmasına neden olan, bu cinayet misli “kaza” ile hayatlarını hem de kitlesel olarak kaybeden ve madenin derinliklerinde kalan ve gözden çıkarıldıklarının işaretlerinin görüldüğü yaşayıp yaşamadıklarını henüz bilmediğimiz madenci işçilerin taksiratlarının affedilmesi için ama sanki yönetici sınıfların korkularından kurtulmak için gerçekleştirilen dua ayininde, geride kalanların acılarına ve öfkelerine merhem olmak üzere dualar okunmasıdır!

Aynı anda ise, pek çok yerde ve arkalarında pek fazla işçi ve emekçi olmayan duyarlı ve kararlı gruplar, bu kabaran öfkenin varlığına ve biriktiği yerde saklanamadan ortaya çıkması gerektiğine işaret kıvılcımı misli, biber gazları ile coplarla yüz yüze kalmaktadırlar.

Oysa sadece Soma’da ve sadece maden işçisi olarak 12 bin işçi bu acıyla yanıp kavrulmakta, hatta lanetler yağdırmakta ama lanetlerinin adresleri büyük oranda kaderlerine olmaktadır!

Ve gerçeğin diğer fotoğraf karesinde, GSM firmaları, reklam niyetine, ama kabaran öfkenin işaret fişeklerini kitlelerden yalıtlama amaçları temel güdüleri olarak, Soma halkının hem cep telefonu borçlarını silmekte, hem borçları nedeniyle kapalı olan hatlarını açmakta ve hem de sim kartlarına bedava kontür yüklemektedirler; tabii SGK’da boş durmamakta, daha maden sahibinin suçu sabit görülmediği halde, muhtemelen örtüleceğinin işareti de olabilir, katledilen, bir işverenin kâr hırsını tatmin etmek için, belli ki hâlâ ilkel yöntemlerle işletilen madeni tarafından hunharca yutulan madenci işçilerin ailelerine maaş bağlamanın formüllerini aramaya başlamışlardır!

Ve sendikalar, kimisi her gün üç dakika, kimisi bir kereliğine bir gün ya da iki gün iş bırakıp, “zavallı” sıfatına sokulan maden işçilerinin ailelerinin bu acılı günlerinde desteklerini esirgemediklerini göstermek için “sendikacılık”larını konuşturmaktadırlar!

Daha birkaç gün önce, henüz bu katliamdan haberimiz yoktu, bir konuda sürdürdüğümüz tartışmaya katkı olsun diye yazdığım mektupta, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin, dar gelirliden de öte, yoksulluk sınırındaki işçi ya da işsiz kalmış çalışan sınıfların, 12 Eylülden itibaren ki 12 Eylülün temel hedefinin de bu olduğunu hatırlatarak, bir taraftan devletin kolladığı tarikatlar eliyle ve devletin uyguladığı yardım programları ile düşkünleştirilirken, diğer taraftan büsbütün ve her anlamda silahsızlandırılmaya başladığını ve bunun yeni olmadığını, nerdeyse biti kanlanmış kapitalizm ile yaşıt olduğunu hatırlatmıştım.

Yani, İngiliz Sanayi Devrimi’nin, topraklarından uzaklaştırmış olduğu köylüleri, kitleler halinde, büyük şehirlerin atölyelerine doğru göçe zorladığını ve bir iş bulma şansına sahip olmayan insanların açlığın insafına terk edildiğini ve çok kalabalık oldukları için, hepsine iş bulmak zor olduğu için, 1795’te “Speenhamland” adı verilen bir düşkünler yasasının çıkarıldığını; yasa uyarınca, bir iş bulamayanların Kilise’ye sığınacak olduklarını ve Kilisenin bu düşkünlere bir öğün yemek ve yatacak bir yer sağlayacak olduğunu ve düşkünleştirmenin özet tarihinin bu olduğunu hatırlatmıştım.
Ekleyerek, İngiltere’de sendikal hareketin ortaya çıkmasının ancak düşkünler yasasının kaldırılmasıyla mümkün olduğunu, Hayır için yardımın ise, sadece profesyonel düşkünler ürettiğini ve Profesyonel düşkünün, dilenci olduğunu, bütün refleksi, dağıtılan hayır için yardımlardan daha çok pay almaya yönelik olduğunu hatırlatmıştım ki, her halde sınıftan uzaklaştırmak ve gönüllü köleliğe alıştırmanın bir yöntemi de bu olsa gerektir.

Ancak sınıfın sınıf olması için, önce sadakadan kurtulması gerekir ki maalesef, bunu dünün artıklarını saymıyorum, bu günün işçi liderleri de, sendikacıları da, işçilerin emekçilerin partisi olduğunu iddia eden partilerin liderleri de her halde bilememektedirler!

Ve taşeronlaştırmanın kolaylaştırılmasında, her halde bunun payı yüksek olsa gerektir!

Öyleyse, bir taraftan düşkünleştirerek, diğer taraftan fabrikadan sınıfı atıp, yerine Öcalan’ın ve tilmizlerinden biri rolüne soyunmuş olan Veysi Sarısözen’e göre sosyalist toplumun embriyonik hali olan ümmeti koyarak ve başka bir taraftan da taşeronlaştırma yanında sendikasızlaştırarak işçi ve emekçilerin büsbütün silahsızlandırılması neredeyse tamamlanmış demektir ama hayır, henüz tamamlanmamış olduğunu görebiliyoruz!

Ayrıca, Türkiye’de daha öncesi de var ama asıl ve güçlü olarak, “bir daha asla!” ant’ları eşliğinde 12 Eylül faşist darbesi ile ve Kemalizm nutuklarının şemsiyesi ile hızlandırılan İslamizasyon operasyonunun, kolay yönetim ve diktatoryal rejim için taban yaratma işi olduğunu yani bilgisiz ve tabi insan imalatı demek olduğunu da hatırlatmıştım ki işte sonuçları ortadadır ve çalışan kitleler hem ümmete dönüşmenin yüzü suyu hürmetine, hem de sadaka ya da bir lütuf misli gördükleri iş bulma şansını kaybetmemek uğruna, bir daha böyle katliamlara maruz kalmamak için örgütlenmek ve bunun hesabını sormak gerektiğine inanarak ayağa kalkacaklarına, alanlara koşacaklarına, dizlerinin üzerine daha fazla çökerek, hem Allaha yakarmakta ve hem de kendi cellatları misli bir mekanizmanın tertiplediği dua ayinlerinde çare aramışlardır!

Şimdi peşi sıra “baş sağlığı” dilemekle ve popülizm yapmakla meşgul liderler, bizzat kendilerinin canavar olarak niteledikleri ve ondan kurtulmanın yolunu ise bu canavarı yavru canavar haline getirmek, sevimli canavar haline getirmek olarak ifade ettikleri ulus-devlet ile yel değirmeni misli kavga etmeyi politika sayarken, şimdi kendisini Soma’nın yüzlerce kat dibinde Azrail misli gösteren sömürü mekanizmasına karşı savaşmak yerine, ümmet olmayı ve bunun en yüce erek olduğunu böylece insanlığın kurtulacağını ve bunun mekanizmasının da bu canavarlaşmış sömürü mekanizmasının sevimli hali olan, yavru hali olan “demokratik” modernite’de, “demokratik” ümmet toplum’unda olduğunu vaaz etmektedirler!

Oysa 12 Eylül’ün, Emperyalizmin küresel hedefi olan, ulus-devlet yapısının çözülmesi, dünyanın bir şirket dinamiğinde yönetilmesine yönelik bir açılım olduğunu ve bu nedenle kapitalizmin kendi yasallıklarına bile hücumla bütün yapılarını ve kurumlarını dümdüz ettiğini, bunun için de post-modern ideolojiyi kullandığını ama asıl hedefinin, oklarının sivri ama sinsi ucunun, yine yeniden ve en zayıf olduğu bu günkü anında bile korktuğu sosyalist harekete yönelik olduğunu çok önceden beri hatırlatmıştım.

Öyleyse hepsi bir bütündür ve evet, asıl söz konusu olan bu bütünsel resmin orasında burasında, renklerle ve tonlarla oynayarak, resimden pek anlamayan, anlasa da resmin bütününe bakmasını bilmeyenlere resmi beğendirmek değildir; önce, bu resmin bütünselliğinde, hangi canavarlıkları içeren renk ve tonların bir düğüm misli birbirine sıkı sıkıya bağlandığını ve ortaya gerçekte nasıl bir canavarın görüntüsünü koyduğunu göstermek, gösterenleri çoğaltmak; sonra da böyle bir resimden kimseye, özellikle de kölece çalışmaya mahkûm edilmiş işçi ve emekçilere bir hayır gelmeyeceğinin bilincini yükseltmek; ama en önemlisi bu resme her gün bakan ve bu günün medyatik akıl bozucu atmosferinde sadece canavarlığının boyutlarını göremeyen ama yine de ters giden bir şeyler olduğunu, bu resmin kendisine uymadığını ve kendisi bu resme uyduğu için de kendini kaybettiğini, kendine yabancılaştığını ve sonuna koştuğunu göstermek; bu nedenle de hem bilinç hem de öfke biriktirdiğinin farkında olmayan bu çalışan sınıfların bu birikimini hem bu canavarlaşmış sömürü mekanizmasına teslim etmeye çalışanları deşifre ederek, hem de bu birikimin doğru adrese yönelmesini kanalize etmek; böylece de, kurtuluşun her tarafından canavarlık fışkıran, pislik akıtan, pis kokular yayan bu karanlık resmi sevimli hale getirerek değil, orasını burasını güzelleştirerek değil, tam aksine bu resimden topyekün kurtulup, yerine en başta işçi ve emekçiler olmak üzere, bu resmin, bir darağacının ipi misli boğazlarını sıkan canavarlık düğümlerinden zarar gören tüm sınıf ve katmanların özlem ve beklentilerini yansıtan gerçek anlamda sevimli bir resmi koymak gerektiğini göstermektir!

Devrimci olmak, devrimcileştirmek işte böyle bir şeydir! Bugün devrimci olmanın en başında kitlelerin edilgenleştirilmesine karşı olmak gelmektedir! Topluma müdahale etmek istiyorsa, gidişe dur demek istiyorsa, devrimci budur ve bunun için önce edilgenliğe ve buna neden olan etmenlere ve mekanizmalara karşı durması gerekmektedir!

Yani bu olmadan, nutuklar da, içilen antlar da boşunadır ve çok zaman, bir gerçeğin üzerinin örtülmesine yarar!

Edilgenlik isyankârlığın zıttıdır ve hem edilgenlikle ve etmenleri ile mücadeleden uzak durup, hatta su taşıyıp, hem de nutuklar atarak insanları isyan için ant içmeye çağırmak yaman bir çelişkidir!

Ve ortada, içinde işçilerin, emekçilerin olduğu bir mahkûmiyet var ve bu mahkûmiyete dur denilmezse, hepimiz, görüyor ve biliyoruz ki, bu mahkûmiyetin son durağı müebbeden kırbaçlı kölelik olacaktır ama tek mahkûmiyet bu değildir; bu mahkûmiyeti kalıcı kılmak, son durağına zorsuz zahmetsiz götürmek için, devrimcilerin, devrimci-demokratların, sosyalistlerin, aydınların, gençlerin, bu toprakları ve emekçi halklarını, ezilen ve sömürülen sınıflarını seven, dertlerini dert edinen, kaderlerinin önünde devrimci bir kalkan gibi duranların mahkûm edildiği bir gerçeksizleştirme, bir devrimcisizleştirme, bir akılsızlaştırma, bir ufuksuzlaştırma, bir teorisizleştirme bataklığına mahkûm edildiğini de görüyoruz ve işte buna karşı durmadan devrimci olmak ve kitleleri devrimcileştirmek mümkün değildir!

Bu mümkün olmazsa, hangi kararın doğru ve hangi karar merciinin adaletli ve devrimci yönde olduğunu ayırt edecek kimsenin kalması mümkün değildir; bu mümkün olmazsa, çalışan sınıfların mahkûmiyetini müebbeden kırbaçlı köleliğe yükseltecek karar mercilerinin elleri bile titremeyecektir!

Yani ümmet toplumunu sosyalizm sanan bir topluluk içinden, ancak ve ancak bu kırbaçlı mahkûmiyetlerin bütün toplumun mutluluğu için kaçınılmaz olduğunu ve bunun bir yüce hizmet olduğunu akıllara bir çivi misli çakan gönüllü birlikler çıkartılabilir ve bunların, çalışan sınıfların iktisadi, sosyal ve politik kurtuluşları için değil, çalışan sınıfların köleliklerine razı olmaları için çıkacakları, ya da bu biçime sokulacakları apaçık bellidir!

Ve o zaman emin olunmalı ki, ne bankaya ne medyaya gerek olacaktır ki söz konusu olan kırbaçlı kölelik ise ve bu evrede düşkünleştirme taban yapmış ise, belki biraz hırsızlık ve pek çok arsızlık olacaktır ama ne işsiz, ne de aylak kalacaktır!

Yani ey aklı sağlam, yüreği pek bir çalkantılı, öfkesi ise bilinçlice tavan yapmış yurdumun devrimci yürekleri, işte resimden fışkıran canavarlık yanında, akla, izana uymayan, eşyanın tabiatına büsbütün ters ve olmayacak duaya âmin misli sırıtan renkler bunlardır ve bunun bir nafile çabanın resmi olduğu apaçık ortadadır!

Çünkü tarihin de bir mantığı var ve bize apaçık göstermektedir ki, buna izin vermeyecek ve eninde sonunda bu karanlık tabloyu tuzla buz edecektir ve bu eninde sonunda’nın ucunun görüldüğünü görmemek körlük değilse, bu resme ve canavarlıklarına tutulmuş olmak demektir!

Diğer yandan, ortadadır ortada olmasına ama gelin görün ki bu ortadakini görmeden nutuklar atılmakta, antlar içirilmekte, dolayısıyla işin kolayına kaçılmaktadır!

Ancak bu nutuklar, bu ant içirme ayinleri, işin tarihin mantığına bırakılmasını önermekten başka bir şeyi ifade etmemektedir! Oysa tarihin mantığı bir bütündür ve devrimcilerin, yani bu mantık içinde tarihin ortaya çıkardığı devrimci aktörlerin işin içine girmesini de içermektedir!

Demek ki, nutuktan, ant içmekten önce, tarihin mantığını anlamak ve anlatmak gerekmektedir!

Öyleyse, bunun beş para etmez olduğunu söylemiyorum elbette ve yürekleri harekete geçireceğini de yadsımıyorum ancak, bu nutuk furyasının, bu ant içirme ayinlerinin bir kenara bırakılıp, önce geldiğimiz noktada, hangi resmin içinde, hangi canavarlıkların pençesinde olduğumuzun farkına varmamız gerektiğini, bu anlamda bu noktadan sonra tarihin mantığının neyi ve nereyi işaret ettiğini görmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum!

Bütün günahları, soyut bir “ulus devlet” olgusunun boynuna asıp, böyle yaparak sorunun çözülemeyeceğini, bu “ ulus-devlet” in canavarlığını büyütenin, soyut bir mekanizma olmadığını, bu “ulus devlet” in sahipleri olduğunu, besleyenleri, büyütenleri, canavarlaştıranları olduğunu ve bizzat bu sahiplerinin, bu canavarlığı yanında işlemezliği deşifre olan ve hatta bu canavarın sahiplerinin, yararından çok zararı olduğu, köstek olduğu görülen bu “ulus-devlet” den kurtulmak istediğini, dünyayı bir şirket misli yönetmek istediğini; tarihin motorunun durdurulması için, bu motoru oluşturan bütün olgulardan, mesela sınıftan, mesela sınıf mücadelesinden kurtulmak istediğini; bu nedenle tarihin gerisine yönelmek ve dünya çapında bir kölelik cumhuriyeti kurmak hevesinde olduğunu ve bunun da son tahlilde bir “demokrasi” olduğunu gösterenleri ve dahi ilkel aşiret komününün eninde sonunda despotluğa veya hanedanlığa ve yahut da klan başkanlığına dönüştüğünü ve böylece şimdiki devletin embriyon halini ortaya çıkaran bir egemenliği ortaya çıkardığını ve bunun için zordan çok daha fazla ekonomik nedenlerin etken olduğunu işaret edenleri, “bu ulus-devlet”in destekçileri olarak görmenin akılla izanla bağlı olmadığının farkına vararak, bütün mahkûmiyetler yanında, bir de bu canavardan, onun barbarlıklarından, barbarlıkla kurtulmaya mahkûm olmamak için, silkinip kendimize gelmek zorunda olduğumuzu hatırlatıyorum!

Ve öyleyse, bir kez daha en son hamleleri olan “İslam açılımı” ile Kürtlerin gelip gelip nasıl bir karanlığa girdiğini ve bu karanlığa sıkı sıkıya nasıl sarıldığını, kendisine nasıl alan açmaya başladıklarını ve hepsinin bu büyük resmin içindeki düğüm olmuş canavarlıkları hem büyütmek, hem de sevimli hale getirmek üzere adım adım gerçekleştirildiğini; yani emperyalizmin, tekellerin resmi politikalarının içinde olduğunu; yani kendi yasallıklarını da, kendisinin oluşturduğu yapı ve kurumları da reddedip, tarihinin gerisine yönelmiş olan bir canavar ile karşı karşıya olduğumuzu ama bu akla izana sığmayacak olan ve “demokratik” şurupları ile sevimli hale getirilmesi mümkün olmayan politikaların bu canavarın bir sinek ısırığı kadar bile canını yakmayacağını, aksine kendisinin sağlayabileceğinden çok daha büyük bir güç elde etmesine yarayacağını herkesin görmesi, idrak etmesi ve nutuklarını ona göre atması, ant’ larını ona göre içip, ona göre içirtmesi gerekmektedir!

Artık, hadi Gapon’lar demode oldu, ortalıkta dolaşmıyor pek fazla, ya şu Berkeley kafalı yeni mürteciler, onların peşinden gitmekten vazgeçmenin zamanı gelmedi mi? Hatta onların üzerlerindeki yaldızları un ufak etmenin vakti gelmedi mi?

Bunlardan birisi de, belli ki, TKP’ yi ararken de köy imamı kafası ile dolaşıp duruyordu ve ne yazık ki onun bu köy imamı kafasını görmezden gelip, en yüksek yerlere koopte edenleri de ıskartaya çıkararak, tekellerin, tekelci düzenin, yani 12 Eylül faşist rejiminin, tam da yine yeniden “demokrasi” peçesine ihtiyacı olduğu bir zamanda, TKP nin rahmine likidasyon şelalesini fışkırtan ekibin bir muhibbi olan Veysi Sarısözen’dir ve yeni mürteciliğini, aynı anlama gelmek üzere, üstüne eski de olsa bir “komünist” gömleği geçirdiği gövdesinin üzerinde bir Berkeley kafası taşıdığını göstermiştir!

Engin “komünist” bilgileri ile ümmeti ulustan üstün ve daha “insani” bir birlik olarak gösterecek kadar Berkeley’leşen; Öcalan’ın her hareketini olduğu gibi, “İslam açılımı”nı da sol adına aklamak için, en pespaye ifadelerle sosyalizmden ne denli uzaklaştığını gösteren Veysi Sarısözen ne ilktir ve bu gün ne de tektir; ondan öncekiler bir yana, bu gün onun gibi pek çok yeni mürteci vardır ve geçmişi hiçbir zaman inkâr etmedim; geçmişimi bahane ederek hiçbir zaman umudumu ve iyimserliğimi kaybetmedim, ama bunun gibilerle ve bunun gibilerin yönetimi altında ne idüğü belirsiz sahte suratlı, çift inançlı insanları yoldaş belleyip, canımı, geleceğimi ve umutlarımı teslim ettiğim için gerçekten sonsuz lanetler yağdırıyorum; ancak bu dejenere olmuş kapitalist yolcular, her nasıl bir ikbal peşinde koşuyorlarsa koşsunlar çabaları nafile olan bu sosyalizm düşmanları, umutlarımı da, iyimserliğimi de köreltemeyecekler ve yakalarını da tarihin adaletinden kurtaramayacaklardır!

Öyleyse bir kez daha vurgulamak istiyorum ki, mesele, insanların inançlarını ve buna uygun olarak ibadetlerini, hiçbir müdahale, baskı ve yönlendirme olmadan özgürce, yaşayabilmelerine karşı çıkmak veya ortada böyle bir güç ve mekanizma varmış gibi dini ve dini inançlarını yaşamak isteyenleri bu güçten ve baskısından kurtarmak için savaşmak değildir; böyle bir kavga veya karşıtlık yoktur!
Dolayısıyla dinsizleştirme sorunu da yoktur!

Ayrıca, bu inanç sahiplerinin, inançlarını ve ibadetlerini yaşamak istedikleri için, sırf bunun için, ezilmeleri de söz konusu değil!

Sosyalistlerin dine ve dini inançlara ve elbette bu inançlarına göre ibadet edenlere saygılı oldukları ve kimsenin dinin inançlarına zorla müdahale etmedikleri ve etmeyecekleri de açıktır!

Ezgi ise, sömürü ile birlikte ve sömürüyü hem katmerleştirmek ve hem de kalıcı kılmak içindir yani tümüyle sınıfîdir!

Öyleyse mesele, dinselleştirme, meselesidir ki bu da sınıfsaldır ve öğrenme kabiliyetini tüketerek insanı bozma meselesidir; bilinci bozarak, fabrika düzenine ümmeti yerleştirme meselesidir; çünkü artı-değer üreten çalışan sınıflar artık ve ancak, bu operasyonlarla, en ucuz disiplin olan din ile ve düşkünleştirilerek tımar edilebilir, tekellerin düzenlerini büyütmeleri, kârlarını katlamaları ve sonsuza kadar sürdürmeleri ancak böyle mümkün olabilir!

Özet olarak, dinselleştirme eninde sonunda akıl düzenini ortadan kaldırmak ve kamu yönetimini şeriata dayandırmak demektir.

Öyleyse dinci politikayı yoğunlaştırmak, Türkiye’nin laik burjuva ideolojisiyle durdurulamayan sosyalizme akışını durdurmak için olduğu apaçık görülmektedir!

Öyleyse, dine saygı adına, dinci akımlarla uyuşmak için gedikler açmak, sosyalizmin durdurulmasına katkıda bulunmak demektir ve elbette dinci akımların Türkiye’yi burjuva dönemin gerisine götürmek için var olduklarını ve sosyalizmin burjuva dönemin sonrası olduğunu ve sosyalizmin gelişiminin dinci akımların etkisini kırmakla mümkün olduğunu görmezden gelmek demektir!

Öte yandan biraz tarih bilgisi olan İslamın bütün tarihinin siyasal iktidar savaşı olduğunu bilir; dahası, Muaviye’den bu yana İslam’ın mücadele silahının takiye olduğunu da bilir!

Son olarak, ister İslam olsun, isterse Hıristiyanlık olsun, dinde araştırmaya yer yoktur!

Öyleyse, Öcalan, dindar Kürtlere ki, hemen hepsi bir tarikatın içinde veya etkisindedir, “demokratik” şurubu içirerek, bütün dünyanın iyiliklerini içinde topladığını iddia ettiği “komün” ünü, çıkarlarına uygun olmadıktan sonra, daha da doğrusu, çıkarlarına uygun olup olmadığına kani olana kadar, benimsetmesi mümkün değildir; ayrıca tarikat bağları söz konusu olduğuna göre, genellikle de bu bağı yok sayıp kendi iradeleriyle karar veremeyeceklerine göre, işin gene tarikat şeyhlerine kalmakta olduğu ve işin özünün de pratikte çıkar olduğu görülmektedir!

Burada bitiriyorum ve bitirirken, bütün bu ifadelerimle, insanları bu gidişe dur demeye çağırmak için, bu anlamda topluma, devrimci yönde bir müdahale anlamında propagandif nutuklar atmanın gereksizliğini söylemeye çalışmadığım açıktır; öte yandan hiç kimsenin içtiği andı küçümsediğim veya gereksiz saydığım da yok; sadece ve sadece gerçek tabloyu ve gidişatı ve bu gidişatı durdurmak için bin bir yanlış dışında hiçbir şey yapılmadığını; dolayısıyla öncelikli olanlardan başlayarak artık herkesin üzerine düşeni devrimci yönde yapması gerektiğini, nasılı ve niçini ile birlikte, kendi lisanımla gösterebilmek istedim, hepsi budur ve bunun için bir sürü cümle kurmak zorunda kaldığım için özürlerimin kabulü ile aramızdan ayrılıp, geri dönülmeze göç eden madenci işçi arkadaşlarımıza ve geride bıraktıklarına olan borcumuz gereği, bu sıkıntıya katlanıldığı için de şükranlarımı sunuyorum!

Saygı sevgi ve dizginsiz bir öfke ile
Fikret Uzun
16 Mayıs 2014


Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]