Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Yavuz Alogan Yazdı: Yaklaşan felaket ve öfkenin örgütlenmesi



     
Ortaçağ’da Batılılar, Arap savaşçılara ‘serasen’ (saraken/saracen) diyorlardı. Bu savaşçılar, Bizans aleminin o zamana kadar uyguladığı askeri doktrine ters düşen savaş usulleri geliştirmişlerdi. Gelişmiş silahları, mükemmel askeri örgütleri yoktu, fakat çok hızlıydılar, en önemlisi kaderciydiler. Ölümden korkmuyorlardı, zira savaş meydanında düşenin doğrudan cennete gideceğine inanıyorlardı. 7. asırda   ‘Seyfullah’ Halid bin Velid ve Amr bin As önderliğinde bütün Mısır’ı, İran’ı ve şimdiki Irak ve Suriye bölgelerini ele geçirdiler.

Askeri tarihçi C.W.C. Oman, onlar için şöyle der: “Serasenleri en tehlikeli düşman yapan iki özellik vardı: sayıları ve olağanüstü hareket kabiliyetleri. Anadolu’ya akın etmeye niyetlendiklerinde, açgözlülük ve fanatizm Horasan ve Mısır arasında halinden hoşnut olmayan herkesi bir araya getirmişti. Doğunun vahşi atlıları Anadolu’nun bereketli topraklarını yağma etmek için Toros ve Adana geçitlerinden devasa gruplar halinde akın ettiler.” (Oman, Kitap Yayınevi, 2002, s. 39).

Oman, daha sonra, tarihçi Leon’dan şu alıntıyı yapar: “Onlar düzenli birlikler değil, gönüllülerden oluşan karmaşık yığınlardır. Zengini ırkına onur kazandırmak, yoksulu yağma umuduyla gelir. Çoğu, Tanrı’nın savaştan zevk aldığına ve onlara zafer vaat ettiğine inandığı için savaşır.” (agy)

Benzemiyorlar mı sizce?

Farklılıklar var elbette. At yerine Toyota kamyonet, mızrak yerine   RPG, kılıç yerine AK-47, hançer yerine kasap bıçağı kullanıyorlar. Fakat niyet, ideoloji, düşünce yapısı aynı. Haritaları bile aynı. İşgal edecekleri toprakları Sina Yarımadası’ndan başlatıp, Anadolu/Akdeniz havzasından geçirip, İber yarımadasına kadar genişletiyorlar. Simsiyah bir alan…

Serasenlerin de kafa kestiklerinden emin olabiliriz. Ancak bu marifetleri televizyon kameralarıyla kayda alınıp bütün dünyaya gösterilmiyordu. Gösterilseydi de fark etmezdi, zira ortaçağda bütün dünya kafa kesiyordu. Elbette, dinler savaşının yaşandığı vahşet çağının üzerinden çok zaman geçti. Her ne kadar, daha da büyük bir vahşet gençlerin oynadığı kanlı bilgisayar oyunlarına aktarıldıysa da, medeni alemde yaşayan insanlar, kafadan kurşunlama, kesik başla top oynama sahnelerini dehşetle ve utançla izliyorlar.

Fakat bu sahnelere sempati duyan, hatta böylesine serbestçe insan öldürmeyi bir tür özgürlük olarak algılayan hiç de azımsanmayacak sayıda duyarsız (apathetic) ve umutsuz bir genç nüfusun olduğu da bir gerçek. Türkiye’den IŞİD’e katılanların sayısı 3 bin olarak veriliyor;   birlik komutanlarından biri geçenlerde televizyonda akıcı bir Türkçe konuşuyordu mesela. Bunlar, selefiliğin bu vahşi versiyonunu ideoloji olarak benimsemiş olabilirler; ne de olsa AKP döneminde hızla yayılan Kuran kurslarından geçmişlerdir. Fakat yabancılara ne demeli?… IŞİD’in sadece Fransızca ve Almanca konuşulan ayrı bir askeri birlik, bir tür ‘uluslararası tugay’ örgütlediğini öğrendik. İngilizce konuşan yabancılar, herkes bu dili çat-pat konuştuğu için araya kaynamışlar muhtemelen, bu yüzden sayıları bilinmiyor.

İslami Nihilizm

Bugünün yeni dünya düzeninde seküler ideolojilerin insanlara, özellikle de gençlere, eskisi gibi umut aşılama özelliğini önemli ölçüde kaybettiğini kim inkâr edebilir? Avrupa’da yapılan son seçimler yaşlı kıtanın hızla sağa kaymakta olduğunu, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın arttığını gösterdi. Burada ideolojik anlamda bir sağcılıktan çok, iktisadi krize uğramış tüketim toplumlarının ya da Batı karşısında ezik eski sosyalist ülke halklarının huzursuzluğu, kimlik arayışı etkili oluyor.

Ortadoğu’da durum çok daha vahim. Arap milliyetçiliği; yani Hıristiyan Arap ile hangi mezhepten olursa olsun Müslüman Arap’ı aynı bağımsız ulusal Arap devleti içinde birleştirme ideali, yerini sekülarizmin topyekûn inkârına, etnik ve dini iç savaşlara bıraktı. Balkan milliyetçiliği, İttihat ve Terakki ile Kemalist ulus-devlet anlayışından köklenen Baas hareketi, bütün Arap halklarını tek bir ulusal devlette birleştirmeyi amaçlamıştı; din farkı bilmezdi. Saddam Hüseyin’in Dışişleri Bakanı Tarık Aziz, Hıristiyan’dı mesela. Bütün mezhepleri birbirine düşürdüler. Bunu bilerek, sembolik, ince jestler ve hesaplarla yaptılar. Amerikan Valisi Paul Bremer, Saddam Hüseyin’i Bağdat’ın Şii semtinde Şiilerin hakaretleri arasında astırdı. Şimdi, Sünni Arap kabilelerin, Saddam’ın generallerinin, kızlarının, akrabalarının   IŞİD savaşçılarını desteklemesinde şaşılacak ne var?

İnsanlara paranın ve silahın yol gösterdiği bir dünyada, anasının ırzına geçilmiş, babası kurşuna dizilmiş, Amerikan conilerinin evlerinin önüne kadar gelip ablasına sarkıntılık ettiği, yıllarca patlayan bombalar, ölüm ve kan içinde kalmış Iraklı çocuğun, IŞİD’e katılıp kâfir gördüğü herkesin kafasını ‘Allah rızası için’ kesmek istemesinden daha doğal ne olabilir? Ortadoğu halkları emperyalizmin getirdiği ‘demokrasi’yi gördüler, Batı’nın ezici askeri gücünü hissettiler, kibirli Batılının petrolden ve stratejik mevzi tutmaktan başka bir şey düşünmediğini anladılar (bu noktada Frantz Fanon’u analım).

Yaşanan muazzam yabancılaşmanın sonucu, İslami nihilizm oldu. Bu dünya, nimetleriyle de külfetleriyle de onlar için bir ‘hiç’. Bu hiçliğin içinde, insan emeği ve kültürüyle oluşmuş her türlü birikimi, ‘Asrı Saadet’ dışında tarihte yaşanan her şeyi hiçe sayan, umutsuzluğun ve cehaletin yarattığı bir barbarlık, insani bir felaket var. On yaşındaki çocuğun kesik başını kameralara gösterirken, Veysel Karani Türbesi’ni havaya uçururken hiçbir şey hissetmiyor adam, bu dünyanın bütün değerlerine yabancılaştırılmış. Emperyalizmin Ortadoğu’da yarattığı ‘yeni Ortaçağ insanı’nı temsil ediyor. Herkesi ‘tekfir’ edip, dünya kültürel mirasını ve insanlığı yok ettikçe cenneti hak ettiğine inanıyor.

İslamcı yazar İhsan Eliaçık, “IŞİD’i görüp ateist olan mazurdur,” buyurmuş. Siz ateizmi bize bırakın da dininizin nasıl olup da maddi çıkarlara ve insan halet-i ruhiyyesine (ruh haline) göre bu kadar farklı yorumlanabildiğini açıklayın. Siyasete, paraya ve silaha dokunan herkesin, her türlü sahtekârlığı, hırsızlığı yapıp her türlü cinayeti işlerken kendi meşruiyetini temin edebildiği bir tefsire imkân veren bir din olabilir mi?

Önderlik krizi

Elbette çok derin stratejik ve askeri   analizler yapmak da mümkün; şu RED dergisinde yedi senedir yaptık da zaten. Mesela, ABD’nin IŞİD’in saldırganlığından yararlanarak Irak’ı üçe bölmekte olduğunu, Kürdo-Judaik bir Ortadoğu devletinin Türkiye’nin güneydoğusunu da kapsayacak şekilde kurulacağını; ya da mesela ABD’nin Uzakdoğu’yu stratejik odağına almasıyla Ortadoğu’da bir boşluk oluştuğunu, din savaşlarının manipüle edilerek bütün bölgeye yayılacağını; AKP’nin enteresan dışişleri bakanının Sünni ümmetini Osmanlı imperiumu içinde toplama arzusunun düvel-i muazzama tarafından kabul edilmediğini, yakın gelecekte şöyle değil de böyle olacağını vs… inceden inceye çözümleyebiliriz.

Fakat bu türden çözümlemeler şu anki sorunumuzu çözmez. Tarihin bazı anlarında inceleme değil kalınlama yapmak; söylemin değil eylemin neticesine odaklanmak ve acele etmek gerekir. Acele şart: önümüzde uzun bir zaman olduğunu; tartışıp inceleyeceğimiz, örgütlenip güçleneceğimiz, her türlü küçük burjuva hassasiyetimizi gözeterek iddialarımızı geliştireceğimiz, yavaş yavaş taraftar toplayacağımız; son 30 yıldır yaptığımız gibi deneysel siyasetle avunacağımız; bir büyük çare-siyaset geliştirip, olmadı başkasını formüle edip piyasaya sürebileceğimiz ya da hiçbir işe yaramayan ama her şeyi bilen miniminnacık/çelik çekirdek örgütlerimizi kıskançlıkla savunacağımız ya da emekli kahvehanesini andıran ortamlarda muhalefet cephesi konuşacağımız uzun bir dönemin başlangıcında olduğumuzu sanıyorsak, çok fena yanılıyoruz demektir.

Türkiye’de siyasi İslam’ın ideolojik hegemonyasının son noktasına gelinmiştir. İstanbul’da IŞİD amblemli t-shirt satan mağazalardan, Sakarya’daki halk plajında “efendimizin arzuladığı hanımefendi” diye dolanıp kadınlara tebliğde bulunan manyaklardan, “ilim öğrenmek” için IŞİD’e katılıp yaralanan 14 yaşındaki zavallı lise öğrencisinden, Ankara’nın Hacı Bayram mahallesinden 49 gencin IŞİD’e katılmak üzere Rakka’ya gitmesinden söz edecek değilim. Çok daha ağır ve vahim bir durumla karşı karşıyayız: Türkiye’nin siyaset kurumu siyasi İslam’ın hegemonyasına boyun eğdi. Bütün dikkatlerin üzerinde toplanması gereken gerçek budur.

CHP’nin dışarıdan önerilip dayatıldığı çok belli olan Cumhurbaşkanı adayının nitelikleri, bir bütün olarak siyaset kurumunun laisizm ilkesinden vazgeçtiğini göstermiştir. Başka deyişle, TBMM’de laiklik ilkesini benimseyen siyasi parti kalmamıştır. Gerek Cumhurbaşkanlığı seçiminde, gerekse 2015’te yapılacak genel seçimlerde mevcut siyasi partiler dindarlık yarışına girecekler, mecburen tarikatları, mezhepleri, şeyhleri şıhları dervişleri kollayacak ve güçlendireceklerdir. Önümüzdeki iki seçim süreci Türkiye’nin zaten dönüşmekte olan sosyal hayatını tamamen değiştirecektir. Yaklaşan bu felaket daha büyük felaketlerin kapısını açacaktır.

İdeolojik hegemonya söz konusu olduğunda, başlangıçta ılımlı olan her yapı zamanla kendi çevresindeki radikal unsurların yolunu döşer. Bu gidişat değişmezse, bir iki yıl sonra İslamcı iktidarın muhalefeti daha da İslamcı olacak ve Ortadoğu’daki bütün silahlı İslamcı örgütler, mezhep savaşlarını topraklarımıza taşıyarak, tıpkı Serasenler gibi, Toroslar’dan ülkenin içlerine doğru akın edeceklerdir.

Devrimleri daima nüfusun azınlığını harekete geçiren öncüler başlatır. Çoğunluğa dayalı (karşı-)devrimler AKP’nin yaptığı gibi olur, zamana yayılır, iki adım ileri bir adım geri taktiğiyle gelişir ve tamamlanır. Öfkeli azınlığın, Türkiye’de aşağı yukarı nüfusun yüzde 20’sinin isyanı, Haziran Ayaklanması’ndaki gibi olur. Ancak süreklilik kazanmayan hiçbir ayaklanma, öncüsü olmayan hiçbir devrimci hareket başarıya ulaşamaz. Türkiye’nin bütün sorunları; yüzde 20’nin taleplerini siyasi program haline getirecek, Cumhuriyet ilkelerine bağlı, gericiliğe karşı olan halkın öfkesini eylem içinde örgütleyebilecek bir öncü gücün oluşturulmasına indirgenmiştir. Türkiye’de tek sorun önderlik sorunu; tek kriz, önderlik krizidir.

Sosyalist mücadelenin varlığı, gericiliğe karşı verilen mücadelenin somut devrimci sonuçlarına bağlıdır. 2015’te beklenen felaket gerçekleşirse, birkaç tane laf ebesi sosyalist teorisistten başka, ne sokakta, ne sendikada ne de akademide anlamlı bir sosyalist düşünce ve akım kalacaktır; olsa olsa,   ‘demokrasi’ görüntüsünün bir icabı olarak, bir-iki sosyalist gruba bir süre daha katlanma eğilimi gösterebilirler.

(RED 91. sayıda yayınlanmıştır)

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]