Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Enternasyonal

“Komünistler görüşlerini ve hedeflerini gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak bütün mevcut toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın hakim sınıflar bir komünist devrimden korkup titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN!”


Bu sözler ilk defa yüz elli yıl önce, Komünist Parti Manifestosu’nda söylendi. O günden beri, dünyanın dört bir yanında komünistler kan ve can pahasına bu sözlere yansıyan bilinci taşıdılar. Proleterlerin, zaman zaman zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olduysa da, dünyayı kazanma ihtiyaçları ve arzuları hiç tükenmedi. Ama “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” çağrısını yükseltip, bu birleşmenin sağlanacağı çatıyı gösteren bir komünist dünya partisi çoktandır yok. Bu yüzden, egemen sınıfların yüreğine korku salan somut bir komünist devrim olasılığı da çoktan beri mevcut değil. Ama bu olasılık, hala kapitalist sömürü düzeninin egemenlerinin, bu düzenden beslenen asalakların en korkulu kabusu olmaya devam ediyor. Onların korktuklarını başlarına getirmek için mücadele eden komünistler de hiç eksik olmadı; olmayacak.

I. Komünist Manifesto’nun Ortaya Çıkışı

Komünist Manifesto yazılmadan önce de komünistler ve devrimciler vardı; ama Komünist Manifesto devrimci marksist teorinin ışık tuttuğu ilk siyasal program metniydi; bu Manifesto hala komünistlere yol göstermeye devam ediyor.

Komünist Manifesto’nun ortaya çıkışını Marx ve Engels şöyle anlattılar:

“Uluslararası bir işçi örgütü olan ve o günlerin koşullarında pek tabii ki gizli çalışması gereken Komünistler Birliği, 1847 Kasım’ında Londra’da düzenlenen kongresinde aşağıda imzaları bulunan bizleri, partinin hem teorik hem pratik bakımdan ayrıntılı bir programını kaleme alarak, yayıma hazırlamak üzere görevlendirdi. İşte elyazmaları, orada basılmak üzere Londra’ya, Şubat Devrimi’nden ancak bir kaç hafta önce ulaşan Manifesto böyle doğdu.” (Marx Engels, Manifesto’nun Almanca basımına 1872 tarihli önsöz)

Ama bu doğum Marx ve Engels’in bu önsözde aktardığı gibi bir çırpıda olmadı ve Manifesto sadece onların kaleminden çıkan bir “eser” değildi.

1918’den itibaren, genç sovyet cumhuriyetinin önünde devasa bir görev olarak duran arşivlerin derlenip düzenlenmesiyle görevlendirilen David Riazanov, Komünist Manifesto ve Komünistler Birliği hakkında şunu söyledi:1

“Komünist Manifesto, bu örgütün (Komünistler Birliği - MAYA) isteği üzerine yazılmıştır. Bu konuya ilişkin elde bulunan tüm verileri inceledikten sonra, Marx ve Engels’in Birliğin doğuşu konusunda anlattıklarının bütünüyle doğru olmadığı sonucuna varmak zorunda kalıyoruz.” (Riazanov, K. Marx F. Engels Hayat ve Eserlerine Giriş, s. 61, Belge Y. İstanbul, 1978)

Aslına bakılırsa, Riazanov bu satırları yazdığı sırada da konuyla ilgili tüm veriler gün ışığına çıkmış değildi. Komünistler Birliği’nin Hamburg örgütünde yer almış olan J. F. Martens’in evrakları 1968 yılında tesadüfen bulunduğunda, bu kısa ömürlü örgüt hakkında daha net bilgilere ulaşılmış oldu. Bu belgeler arasında, 1847 Aralık ayındaki kongrede benimsenen tüzükten önce tartışmaya açılan ilk tüzük taslağıyla, bir “Komünist Amentü” (credo) olarak benimsenmek üzere tartışmaya açılmasına karar verilen “Komünist İman Yemini Taslağı”nın yanısıra, seçilen yönetici organın ayrıntılı raporları da bulunmaktadır.2

Eldeki verilerden anlaşıldığına göre, bir Komünist Manifesto yayınlama fikri, Kasım-Aralık 1847’deki kongreden önce ve bir kaç kez Haklılar Birliği’nin gündemine gelmişti. Haklılar Birliği, 1838’de Weitling’e bir tür manifesto yazma görevi vermişti. Bunun sonucu olarak, “İnsanlık Nedir, Nasıl Olması Gerekir?” başlıklı bildirge çıktı. Weitling’in olgunlaşan görüşlerinin doruk noktası olarak, 1842’de yayınlanan “Uyum ve Özgürlüğün Güvenceleri” kitabı ise, Haklılar Birliği’nin yeni arayışlara yönelmesinde bir dönüm noktasına denk geldi. Bu tarih, yaklaşık olarak Haklılar Birliği’nin önder kadrolarının, Marx ve Engels’le temasa geçtikleri ve adım adım Weitling’in çizgisinden uzaklaşmaya başladıkları zamana rastlar.

Alman Feylesofları Proleterlerle, Alman Proleterleri Fransız Devrimcileriyle Buluşuyor

1847’de Komünistler Birliği’ne dönüşen Haklılar Birliği adlı gizli devrimci örgüt, bir başka örgütün, Horlananlar Birliği’nin içinden çıkmıştı. 1834’te Paris’teki Alman mültecileri tarafından kurulmuş olan Horlananlar Birliği, blankistlerin gölgesinde, demokratik-cumhuriyetçi çizgide ve esasen atıl bir örgüttü. 1836’da, çoğunluğu proleter olan bir grup militan bu örgütten koparak Haklılar Birliği’ni kurdular; Horlananlar Birliği ise, kısa bir süre sonra atıl varlığına son verdi.  

Haklılar Birliği, 1836 yılında Paris’te kurulmuş olsa da, ilk kongresini ancak 1847 yılının Haziran ayında (2-9 Haziran) Londra’da topladı. Örgütün yönetici organının 1846 yılı Kasım ayında yaptığı çağrı üzerine toplanan bu kongre, Haklılar Birliği’nin olağan ve sıradan bir toplantısı değildi. Komünist Manifesto’nun arkasında duran örgüt, yani Komünistler Birliği bu kongreyle doğdu. Ama 1847 kongresi, sadece Haklılar Birliği açısından bir dönüm noktası olmakla kalmadı; aynı zamanda sınıf mücadeleleri tarihinde bir dönüm noktası da oldu. O sıra henüz otuz yaşlarına gelmemiş olan Karl Marx ve Friedrich Engels de, bu kongre ile bir devrimci örgüte ilk adımlarını attılar. Marx ve Engels’in bu noktaya varan gelişimi konusunda Riazanov şunu söyledi:

“O sıralar Marx ve Engels, anavatanlarını terk etmek zorunda bırakılan iki Alman felsefecisi ve politikacısıydılar. Yaşamlarını Fransa ve Belçika’da sürdürüyorlardı. İlkin aydınların ilgisini çeken, işçilerin eline sonra geçen bilimsel kitaplar yazıyorlardı. Pratik çalışmanın basit işlerinden uzak, kendi manastırlarına kapanmış ve bilimsel düşüncenin bekçilerine yakışır biçimde, vakarla işçilerin gelmesini bekleyen bu iki bilgine, güzel bir sabah işçiler başvurdular. İşte o gün gelmiş çatmıştı.” (Riazanov, age, s. 61-62)

Ancak bu süreç de, Riazanov’un edebi anlatımındaki kadar basit bir süreç değildi. Ne söz konusu olan sıradan “iki bilgin”di; ne de onlara başvuranlar rastgele işçilerdi. Bu işçiler Haklılar Birliği’nin militanlarıydı. Londra’da Marx ve Engels ile temasa geçen ve aynı zamanda Haklılar Birliği’nin başını çekenler arasında bulunan Heinrich Bauer, Franken’lı bir kunduracıydı; Karl Schapper ise, esasen burjuva kökenli ve maceracı ruhlu birisiydi; Paris’te mürettiplik yapıyordu. Engels, “fiziki olarak bir dev, kararlı ve enerjik, burjuva varlığını ve yaşamını feda etmeye her zaman hazır” diye tarif ettiği Schapper için, “profesyonel devrimcinin örneği haline gelmişti” dedi. Bu ikisi ile Londra’da buluşan Joseph Moll ise Köln’lü bir saatçiydi; 1847 yılı sona ererken Marx ve Engels’i Haklılar Birliği’ne katılmaya ikna eden, bu iş için görevlendirilmiş olan Moll oldu.

O zamana kadar Marx, Engels ve arkadaşları, dikkatle izlemekle birlikte, hem genel ideolojik çizgisi, hem de komplocu siyaset anlayışı nedeniyle Haklılar Birliği’ne uzak duruyorlardı; 1848 devrim dalgasının yaklaşmakta olduğu sıcak günlerde bile, hala bu örgütle örgütsel bir ilişkiye girmemişlerdi.

Gerçekten de Haklılar Birliği, örgütsel olarak Blankizm’den koptuysa bile, siyasal eylem anlayışı bakımından uzun süre Babeuf-Blanqui geleneğine bağlı kaldı. Zaten, Britanya’da 1830’lu yıllarda filizlenmekte olan ve asıl çizgilerini daha sonra bulacak olan çartist hareket bir yana, o sıra Avrupa’da başka tür bir devrimcilik, başka biçimde bir örgütlenme ve mücadele anlayışı kimsenin aklına gelmiş değildi.

Babeuf ve Buonarotti’nin izinden giden Fransız komünistlerinin en büyük ismi Louis Auguste Blanqui ve arkadaşlarının, 1820’lerden itibaren giriştikleri çeşitli örgütlenmelerin (örneğin Aileler Derneği) en önemlisi ve başarılısı 1838’de kurdukları Mevsimler Derneği idi; mevsimleri şifre olarak kullandığı için bu ismi alan bu örgüt, siyasi iktidarı profesyonel devrimcilerin yapacağı bir askeri komplo/ayaklanmayla ele geçirmeyi hedefleyen bir gizli örgüttü. Bu örgütün ilk ve en büyük eylemi, 1839 Mayıs’ındaki Paris Ayaklanması oldu; Blankistlerin Birinci Enternasyonal çatısı altında öncülük ettikleri son büyük eylem ise, 1871 Paris Komünü ile sonuçlanacaktı.

12 Mayıs 1839 günü, Blanqui ve Barbes’in önderliğindeki Mevsimler Derneği’nin silahlı 500 militanı, Paris’in göbeğindeki hükümet binasına (Hotel de Ville) saldırıp ele geçirdi; iki gün boyunca işgal etti. Fakat dışarıdan hiç bir destek almamaları nedeniyle, hükümet birliklerine yenildiler, işgal sona erdi, blankist önderlerin hepsi tutuklandı. Haklılar Birliği taraftarları da, gerek bilfiil yer alarak, gerekse sempati ile destekleyerek bu eylemle ilişkiliydiler. Bu nedenle Schapper ve Bauer başta olmak üzere, birçokları tutuklandı ve Blanqui, Barbes ve yoldaşları hapsi boylarken, onlar Alman oldukları için sürgün edildiler.

Ama 1839 yenilgisinin en önemli sonucu bu değildi. Bir yıl sonra yine Mayıs ayında ve bu kez Haklılar Birliği’nin belirleyici bir rol oynadığı bir başka eylemle Paris sarsıldı. Terzilerin başlattığı bir grev, hızla 50 bin işçinin katıldığı dev bir eyleme dönüştü; bu eylem içinde farklı milliyetlerden olmakla birlikte, benzer yerlerde ve benzer koşullarda çalışan, çoğunluğu da terzilerden oluşan işçiler birleşmişti. O sıra, Engels ilk yazılarını yazmaya başlamıştı; Marx da iki yıl sonra vereceği doktora tezi için hazırlanmaktaydı; henüz tanışıp bir araya gelmemişlerdi; 1842’de tanışıp 1844’ten itibaren birlikte çalışmaya başlayacaklardı.

1839 yenilgisi, Haklılar Birliği’ni oluşturan Alman devrimcilerini Blankizm’i sorgulamaya yönelttiyse, 1840 eylemi de arayışlarının yönünü kesin olarak belirledi. Zaten blankistlerin eyleminin aksine, hızla yayılıp geniş yığınları kucaklayan Paris’teki grev, ilk ve tekil örnek değildi.   1831’de ve sonra 1834’te Fransız dokuma sanayinin merkezlerinden Lyon’da patlak veren eylemler bunun habercisiydi.

1831 sonbaharında çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerin iyileştirilmesi için, patronlarıyla topluca pazarlığa oturan Lyon’lu işçilerden binlercesi, kapitalistlerin taahhütlerini yerine getirmemeleri üzerine sokağa döküldüler. “Çalışarak yaşamak/dövüşerek ölmek” kavramı ilk kez Lyon’lu işçilerin pankartlarına yansıdı. Bu şiarla “madem ki yaşamak için çalışmak zorundayız; dövüşmeden ölmeyeceğiz” bilinci öne çıkıyordu; proletaryanın varoluş koşullarıyla, kurtuluş yolu arasındaki bağı kuran bu şiar, 1848 devrimlerinde yaygınlaşarak benimsenecekti. Lyon’lu işçilerin isyanı, ancak 30.000 kişilik bir askeri güç tarafından, yüzlercesi öldürülerek durdurulabildi. Ama bu isyanın türküsü susturulamadı:      

Başlayınca bizim saltanatımız        

Son bulacak senin saltanatın        

İşte o zaman

Kefenini öreceğiz bu eski dünyanın

Aç kulağını duy! Gümbür gümbür geliyor isyan ...


Lyon’lu dokumacılar 1834’te bir daha ayaklandılar. 1830’ların başından beri, Britanya’daki işçiler de benzeri bir eylemlilik içindeydiler ve birbirlerinden haberdar oluyorlardı. Alman işçilerinin aynı yola girdikleri 1844 Haziran’ında Silezyalı dokumacıların eylemleriyle anlaşıldı. Heine bu eylem için şu dizeleri yazdı:

Bir damla yaş yok karanlık gözlerinde        

Dişlerini gıcırdata gıcırdata oturuyorlar tezgahta  

“Acıyı açlığı çektik yeterince          

Sana bir kefen dokuyoruz ey Almanya      

Bir dokuyup üç küfür sallıyoruz      

Dokuyoruz dokuyoruz.”


Silezya dokumacılarının Lyon’dakilerle ve Britanya’dakilerle aynı karakterdeki eylemi, yalnız Heine’ı değil, aynı çevrede yer alsa da almasa da pek çok Alman düşünürünü etkilemişti; Marx ve Engels de bunlar arasındaydı. Haklılar Birliği’nin yönelişi, bir bakıma örgütün kurucularının ve bileşenlerinin çoğunluğunun sınıfsal konumu tarafından zaten koşullandırılmaktaydı. Engels sonradan kaleme aldığı bir yazısında, Haklılar Birliği ile türevlerini şöyle tasvir etti:

“Tümüyle işçi olan üyelerin çoğunluğu zanaatkardılar. Onları sömüren (çalıştıran) kişi büyük metropollerde bile, çoğu zaman sadece küçük bir ustaydı. Bugün konfeksiyon denilen ve el sanatına dayanan terziliğin, büyük kapitalistlerin hesabına çalışan bir ev sanayiine dönüştürülmesiyle ortaya çıkan büyük çaptaki terzilikteki sömürü, o zamanlar Londra’da yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı. Bir yandan, bu zanaatçıları sömüren küçük bir ustaydı, diğer yandan da bunlar birer küçük usta olmayı umuyorlardı. Ayrıca o zamanki Alman zanaatkarlar hala, miras aldıkları bir yığın lonca anlayışına sıkı sıkıya bağlıydılar. Bunlar henüz tam anlamıyla proleter olmayıp, yalnızca küçük burjuvazinin bir eklentisi, modern proletarya haline gelmekte olan bir parçasıydılar. Doğrudan burjuvaziyle, yani büyük sermaye ile karşı karşıya gelmedikleri halde, gelecekteki gelişmelerini el yordamıyla sezen ve henüz tümüyle bilinçli olmasa da kendilerini proletaryanın partisi olarak örgütleyen bu zanaatkarlar en büyük onura erişmişlerdir.” (Engels, Komünistler Birliği’nin Tarihi Üzerine, Köln Davası Üzerine Açıklamalar derlemesi içinde, Ana Yayınları, İstanbul 1977, s. 14)

Her ne kadar amacı, 1789 Fransız Devrimi’nin ufkuyla sınırlı bir çerçevede “Almanya’nın kurtuluşu” olarak tanımlanıyor olsa da, Haklılar Birliği’ni kuranlar, hem sosyal konumları gereği (yani proleter veya proleterleşmek üzere olmalarından dolayı); hem de Almanya’nın içinde bulunduğu tarihsel durum nedeniyle (yani “gecikmiş bir burjuva devrimi” eşiğinde oluşundan dolayı), siyasal özgürlük ve demokrasi taleplerinin ötesine bakmaya; mülkiyet sorununu tartışmaya başlamışlardı. Britanya’daki işçi hareketinden de etkilenen ve o güne kadarki Fransız devrimciliğinin geleneksel halkçı söyleminden farklı olarak, işçi sınıfını ayırdeden bu örgüt, aynı zamanda Komünistler Birliği’nin ve Manifesto’nun mayalandığı ortamı oluşturdu.

Engels sonradan bu dönemi tarif ederken şöyle dedi:

“İşçi sınıfının hangi bölümü, salt siyasal devrimlerin yetersiz olacağına inanmış ve topyekün bir toplumsal değişimin zorunluluğunu ilan etmişse, işte o bölümü, o sıra kendisine komünist diyordu. Bu kaba, yontulmamış, tamamiyle içgüdüsel bir komünizmdi. Ama gene de esas noktaya işaret ediyordu. ... 1847’de sosyalizm bir orta sınıf hareketi, komünizm ise bir işçi sınıfı hareketiydi.” (Bkz. Manifesto’nun 1888 İng., 1890 Alm. baskılarına Önsöz’ler)

İşçi sınıfının bu kastedilen kesiminin bir parçasını Haklılar Birliği temsil ediyordu. Haklılar Birliği’nin el yordamıyla bulduğu siyasal hedefler ve işçi sınıfına yönelme gereği hakkındaki bilinç, pratikte bu örgütü öncü konumuna getiriyordu. Nitekim Londra’ya sürgün gidenlerin burada kurdukları ilk örgütün “İşçi Eğitim Derneği” adını alması ve sonra da “Komünist İşçiler Eğitim Derneği”ne dönüşmesi tesadüf değildi. O sıra teorik alanda öncü bir çıkışın temellerini atmakta olan Marx ve Engels de, aynı yönde pratik bir tutum alma gereğini bilince çıkarmaktaydılar. Komünistler Birliği çatısı altındaki buluşmanın zemini döşeniyordu.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 1
24.12.2014- 18:13

Marx ve Engels’in Kapsayarak Aşmak Zorunda Kaldıkları

Bir Eşik: Weitling


Marx ve Engels ile Haklılar Birliği’nin buluşmasını, birbirinden tamamen kopuk bir teoriyle pratiğin mekanik ve tesadüfi bir buluşması gibi algılamak doğru değildir. Zira bu buluşmaya öngelen süreçte, bir yandan ilk proleterlerin saflarından çıkan “teorisyenler” yetişmekte ve görüşlerini ortaya koymaktaydı; öte yandan Marx ve arkadaşları işçilerden büsbütün kopuk ve sadece teorik bir çalışma içinde değildiler.  

Bu noktaya doğru gelirken, 1840’taki grevin başını çekenlerin çoğu gibi, kendisi de bir terzi kalfası olan Wilhelm Weitling, Haklılar Birliği örgütü içinde sivrilmeye başladı. Schapper ve Bauer bu girişimin örgütçüleriyse, Weitling de ideologu ve propagandacısı oldu. Marx’ın, “nasıl ki İngiliz proletaryası Avrupa proletaryasının ekonomi politikçisi, Fransız proletaryası da onun politikacısı olmuşsa, Alman proletaryasının da onun teorisyeni olduğu söylenmelidir” derken kastettiği isimlerin başında Proudhon’un yanısıra Weitling gelmekteydi.

Haklılar Birliği, keskin bir devrimci ruh taşımakla birlikte, bir sınıf vurgusu içermeyen Blanqui’nin çizgisinden adım adım uzaklaşarak, Weitling’in ifade ettiği proleter vurgulu devrimci görüşlerin yörüngesine girdi. Bu görüşlerin damgasını taşıyan etkili ajitasyon faaliyetleriyle hareketlenen ilk komünist işçi militanlarının eylemleri de, gelişmekte olan siyasal düşüncelerinin asıl öznesini nerede aramaları gerektiği konusunda, Marx ve Engels’in netleşmelerini sağladı. O tarihlerde bu vargısını Marx şöyle dile getirdi:

“İngiliz proletaryası da dev adımlarla ilerliyor; ama Fransızların kültürel mirasından yoksun. Bu arada İsviçre, Londra ve Paris’teki Alman zanaatkarlarının teorik meziyetleri üzerinde durmayı da ihmal etmemem gerek.

Ne olursa olsun, tarih uygar toplumun bu ‘barbarları’ arasında insan soyunun kurtuluşunun pratik unsurunu hazırlıyor....” (Feuerbach’a 11 Ağustos 1844 tarihli mektup)

İlk kez 1838’de, “İnsanlık Nedir, Nasıl Olması Gerekir?” broşürü ile ortaya koyup 1842’de yayınlanan “Uyum ve Özgürlüğün Güvenceleri” kitabı ile olgunlaşan Weitling’in görüşleri hakkında Marx şunları söyledi:

“Filozofları ve kalem efendileri dahil, Alman burjuvazisi, siyasal özgürleşme ile ilgili olarak Weitling’in ‘Uyum ve Özgürlüğün Güvenceleri’ gibi bir başyapıt sunabilirler mi? Alman siyasi literatürünün can sıkıcı, süklüm püklüm sıradanlığı ile Alman işçilerinin bu parlak ve benzersiz ilk yapıtı karşılaştırılacak olursa; proletaryanın bu devasa patikleri, burjuvazinin yıpranmış siyasal pabuçlarının cüceliğiyle karşılaştırılacak olursa, gelecekte bu proleter ‘Kül kedisi’nin bir pehlivanın gövdesine bürüneceği kehanetinde bulunmak yerinde olacaktır” (Aktaran Riazanov, age, s. 67)

Bu övgünün muhatabı olan Weitling’in görüşlerini, Riazanov şöyle özetledi:

“Blanqui’den etkilenen Weitling’in düşünceleri, komünizme barışçı yoldan geçileceğine inanmayışı bakımından, çağdaşı olan diğer ütopyacılardan ayrılıyordu. Çok ayrıntılı bir planını yaptığı yeni toplum, Weitling’e göre ancak zor kullanılarak gerçekleştirilebilirdi. Mevcut toplum ne kadar çabuk yıkılırsa, halk da o kadar çabuk kurtulacaktı.” (Riazanov, age, s. 64)

Ne var ki, Weitling’e göre, burjuva toplumunu yıkma konusunda güven duyulacak en sağlam toplumsal kuvvet, proletaryanın en aşağı tabakasını oluşturan ve soyguncuları vb. de içeren lümpen proletarya idi.3 Ama o günün koşulları göz önüne getirildiğinde, Weitling’in bu sonuca varması tuhaf değildi. Zira, üretim araçlarından, üretimin nesnel koşullarından hızla ve kütleler halinde kopartılan kent ve kır küçük burjuvaları kentlere yığılmakla birlikte, yeni yeni oluşmakta olan sanayi, bu kütleyi istihdam edemiyordu. Bu koşullarda, kentlerin varoşları işçilerle işsizlerin, yoksullaşan zanaatkarların ve lümpen proleterlerin içiçe ve birbirlerine geçiş halinde yaşadıkları yerlerdi. Bu yerler hem “yedek sanayi ordusu”nun hem de devrimcilerin mekan tuttukları yerlerdi. Bu ortamda şekillenen Weitling’in düşünceleri, toplumun en yoksul kesimlerinin ayrıcalıklı kesimlerine karşı biriktirdiği öfkeyi de içeriyor, dile getiriyordu.

Bu öfke, elbette ki burjuva aydınlarına da yönelmekte, kendilerini onlardan ayırdedemeyen sosyalistleri de zaman zaman vurmaktaydı. Riazanov, bu konuda Weitling hakkında, “çalışmalarını kuşkuyla karşılayan kitabi aydınlara karşı özel bir düşmanlık beslerdi” diyor. Ama bu düşmanlık yahut “tiksinti” tek yanlı değildi; işçi sınıfına yakınlık duyan aydınlarda da, Weitling gibilere karşı benzer ve açıklanamayan bir “tiksinti” mevcuttu. Bunu Marx’ın yakın arkadaşlarından Heine’nın, Weitling’le ilk tanışmasını anlattığı şu sözlerinde görmemek mümkün değil:

“Özellikle ağırıma giden, bu arkadaşın benimle konuşurken son derece saygısızca davranmasıydı. Şapkasını çıkarmadı ve ben önünde ayakta dururken sağ eliyle sağ dizini çenesine kadar çekip, sol eliyle sürekli ayak bileğini ovuşturarak oturmaya devam etti. İlkin bu saygısızca davranışın terzilikte çalışırken edindiği bir alışkanlığın sonucu olduğunu düşündüm, ama yanıldığımı çabuk anladım. Neden böyle durmadan ayağını ovuşturduğunu sorduğumda, Weitling kayıtsız bir şekilde, sanki son derece olağan bir şeymiş gibi, tutuklu bulunduğu Alman hapishanelerinde zincire vurulduğunu söyledi; ayağına vurulan prangalar genellikle çok dar olduğundan, demirin sürekli sürtmesi nedeniyle bacağında kronik bir deri iltihaplanması oluşmuştu. Terzi Weitling bana bu zincirlerden söz ederken irkildiğimi itiraf ediyorum.” (Riazanov, age, s. 66)

Doğrusu bu ifadeler, komünizm hakkında ateşli yazılar, şiirler yazan aydınların, hem devrimcilerden hem de işçilerden ne kadar uzak olduğunun çarpıcı bir belgesidir. Üstelik Heine, Marx ve Engels’in en yakınında duranlardan biriydi. Heine, bu çelişkili duygularını daha da çarpıcı şu sözlerle noktalarken aynı zamanda bir kafa karışıklığını, bir aydınlanma ihtiyacını dile getirdi:

“Zincire vurulup işkenceden geçen Leyden’li terzi John’un, Münster Belediyesinde saklanan eşyalarını, bir zamanlar öpecek kadar bu terziye hayranlık duyan ben, yaşamakta olan bir başka terzinin, Wilhelm Weitling’in karşısında şimdi, önüne geçilmez bir tiksinti duyuyordum; oysa ikisi de aynı davanın havarileri, kahramanlarıydı.” (D. Riazanov, age, s. 67)

İlginçtir, Heine’nın bu duygu ve düşünceleri, sadece o zamana özgü ve geçmişte kalmış şeyler değildir. Aydınlarla devrimcileri ve işçileri aynı örgüt, aynı faaliyet içinde buluşturan bir devrimci örgütün bulunmadığı her zaman ve koşulda, buna benzer olguları değişik açılardan görüp tanık olmak hala mümkündür. O zaman da bu belirsizlik ancak böyle bir dolayımla aşıldı.

Heine’ınkine benzer bir şoku, belli ki Marx ve Engels de Londra’da, Karl Schapper, Joseph Moll ve Heinrich Bauer ile tanıştıklarında yaşamışlardı. Engels, Londra’da tanıştıkları bu üç devrimci hakkında şunu söyledi:

“Ben bunların üçünü de 1843’te Londra’da tanıdım. Bunlar tanıdığım ilk devrimci proleterlerdi. O sıralarda görüşlerimiz ayrıntılarda birbirlerinden uzaklaşıyordu; çünkü onların dar görüşlü eşitlikçi komünizmlerine karşılık, ben de bir o kadar dar görüşlü felsefi kibirliliğe sahiptim. O sıra henüz yalnızca bir adam olmayı arzulayan benim üzerimde, bu üç gerçek adamın bıraktıkları derin etkiyi hiç bir zaman unutmayacağım. ...” (Engels, Komünistler Birliği’nin Tarihi Üzerine; Köln Davası Üzerine Açıklamalar derlemesi içinde, Ana Yayınları, İstanbul 1977, s. 17-19)

Engels, ilk kez proleter devrimcilerle tanıştığında henüz 23 yaşındaydı; Marx ise 25. Marx bu proleter devrimciler için, “uygar toplumun barbarları” diyordu. Weitling’in ilkel ve anti-entelektüel komünizmi, Komünist Manifesto’ya ulaşmak için Marx ve Engels’in hem yetişmek, hem de aşmak zorunda oldukları bir eşik oldu; bunu aşmak için kendi düşünsel evrimleri içinde ve yönelişlerini belirlemede önemli bir sıçrama yapmaları gerekiyordu. Ne var ki bu sıçrama, sadece onların çabalarıyla ve salt teorik uğraşlarla sağlanabilecek bir hamle değildi.

O zamana kadar daha çok felsefe ve teorik sorunlar üzerinde yoğunlaşmış bulunan Marx ve arkadaşları, ondokuzuncu yüzyılın 40’lı yıllarında felsefi tartışmalarla somut siyaset sorunları arasındaki bağı irdeleyip, açıklamaya yöneldiler. Bu yöneliş içinde, Londra’da, Paris’te ve Brüksel’de kurdukları temasların ardından, henüz otuz yaşlarına varmadan kendilerini hazır bir devrimci örgütün kongresinde bulacaklardı.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 2
24.12.2014- 18:16

Alman Devrimcileri Enternasyonalizmle ve Marksizmle Tanışıyor

Alman gibi düşünüp, Fransız gibi savaşan Schapper ve Bauer, 1839’da blankistlerin Louis-Philippe hükümetine karşı Paris’te giriştikleri eyleme katılmaları yüzünden tutuklanıp, bir süre hapiste kaldıktan sonra, sınır dışı edilmiş ve Londra’ya sığınmışlardı. Onlarla birlikte Haklılar Birliği de Londra’ya taşınmıştı. Bu zorunlu göç, bir bakıma 1838’den beri İsviçre’de olan Weitling’den ve onun ütopyalarından da uzaklaşmaları anlamına geliyordu. Haklılar Birliği’nin belli başlı kadroları, sürgün hayatlarının Londra konağında, bir yandan Blankizm’den ve Weitling’in fikirlerinden uzaklaşırken, bir yandan da “ekonomizm” ile ve işçi hareketi içinde filizlenmeye başlayan burjuva siyaset anlayışı ile de tanışmaktaydılar. Bereket Londra’da yalnız bunlar yoktu; Paris’te devrimcilikle tanışan Alman proleterleri, Londra’da da İngiliz proletaryasının radikal unsurlarıyla ve onların taşıdığı enternasyonalist fikirlerle tanıştılar. Bunlardan en önemlileri Marx ve Engels ile birlikte, Komünistler Birliği’ne katılacak olan Harney ve Jones’tu.4 Schapper ve Bauer, bunların yanısıra Marx, Engels ve arkadaşlarıyla da tanıştılar. 1843’ten itibaren birbirleriyle teması kaybetmeden düzenli görüştüler. Engels Haklılar Birliği’nin Londra’da geçirdiği süreç hakkında şunları söyledi:

“Ağırlık merkezinin Paris’ten Londra’ya kaymasından sonra, yeni bir özellik gözle görülür hale geldi: Dernek bir Alman birliği olmaktan çıkıp, yavaş yavaş uluslararası bir birlik haline geldi. İşçi Derneği, yalnız Alman ve İsviçrelilerin değil, İskandinavyalı, Hollandalı, Macar, Çek, Güney Slav, Rus ve Alzaslılar’dan oluşuyordu. 1847’de derneğe gidip gelenler arasında üniformalı bir İngiliz muhafız eri bile vardı. Dernek kısa zamanda Komünist İşçiler Eğitim Derneği adını aldı; üye kartlarında da en az yirmi dilde, “Bütün İnsanlar Kardeştir” yazıyordu. Açık dernek gibi, Birlik de çok geçmeden daha uluslararası bir nitelik kazandı. Başlangıçta sınırlı kalan bu nitelik, pratikte üyelerinin çeşitli uluslara mensup olmasından, teorik olarak da devrimin muzaffer olması için bunun bir Avrupa devrimi olması gerektiği görüşünden ileri geliyordu.” (Bkz. F. Engels, age, s.123)

Devrimci Alman işçilerinin, Avrupa çapındaki zorunlu seyahatleri çerçevesinde özetlenen serüven, bir bakıma, “Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi politiğinin bileşimi” biçiminde de tanımlanan Marksizm’in çevriminin tamamlanış sürecini yansıtmaktadır. İngiltere’de başlıca ilgi odağı haline gelen ekonomi politiğin temel sorunları, kooperatif ve sendikalaşma hareketleri; sosyalizm ufkunun şekillenmesine önemli bir ivme katan Fransız ütopyacıları ve Fransız devrimciliğinin mücadele/örgütlenme geleneği; Almanya’da felsefenin doruk noktalarını bulmasına paralel olarak gelişen tartışmalar ve bunların yanısıra Weitling örneğinde görüldüğü gibi, bunların sonuçlarının komünist fikirler olarak işçi hareketine taşınması, sessiz sedasız bir gergef dokuyordu. Marx, “Fransız-İngiliz sosyalizmiyle Alman felsefesinin karışımı” diye nitelediği Haklılar Birliği’nin doktrini hakkında şunları söyledi:

“Birliğin gizli doktrinine gelince, bu, Fransız ve İngiliz sosyalizminin ve komünizminin değişen bütün biçimlerinden olduğu kadar, Alman türlerinden de (Weitling’in fantezileri gibi) geçmiştir. ... Alman felsefesinin 1831’den 1846’ya kadar içinden geçtiği farklı evreler, bu işçi derneklerinde en hararetli partizanlıkla izlendi.” (Marx, Karl Vogt’dan, Komünist Manifesto’nun Doğuşu derlemesi içinde, Sol Yay., s. 226)

Almanya’da genç hegelciler çevresinin, bu arada Marx’ın kendisinin de ele aldığı felsefe tartışmaları, eş zamanlı olarak Alman devrimcileri arasında da ciddi bir biçimde ele alınıyordu. Marx’ın kısa betimlemesinde tarif ettiği düşünsel evrimin gerçekleştiği dönem, aynı zamanda sanayi, fabrika, işçi sınıfı, proletarya, grev, kapitalizm, sosyalizm, komünizm, radikalizm, liberalizm, milliyetçilik gibi kavramlarının ilk kez dile getirildiği; sosyalist ve komünist fikirlerin yanısıra, sosyalizm ve komünizm hedefleri doğrultusunda örgütlenme ve eylemlerin belirip yayılmaya başladığı bir dönemi kapsamaktadır. Bu eylemleri gerek bizzat örgütleyerek gerekse onların içinde pişerek şekillenen ilk proleter devrimciler bir yandan da, yeni yeni oluşan ideolojik akımları irdeliyor, onlarla hesaplaşarak ya da bu fikirleri benimseyerek şekilleniyorlardı. Bununla birlikte ilk dönemde daha çok “bir İngiliz icadı” olan ekonomi politik, kıta Avrupa’sındaki gelişmeleri pek etkilememekteydi. Haklılar Birliği’nin düşünsel evrimini bu bakımdan değerlendirirken Engels şöyle dedi:

“Ama, mevcut toplumu ayrıntılı olarak eleştirme, yani ekonomik olayları araştırma meselesine gelince, bunların zanaatçı önyargılarının onlara çelme takması kaçınılmazdı. Ben, Birlik içinde o sıra ekonomi üzerine bir tek kitap okumuş bir kimsenin olduğuna inanmıyorum. Fakat bu durum önemsizdi: ‘eşitlik’, ‘kardeşlik’ ve ‘adalet’ her teorik engeli aşmada o an için yeterli bulunuyordu.” (Engels, age, s. 14; ayrıca bkz. Komünist Manifesto’nun Doğuşu, Sol Yay.)

Doğrusu, Marx ve Engels de soyut felsefi tartışmalarla sınırlı bir çaba içinde değillerdi. Nitekim onların ilk yazdıkları kitaplara bakıldığında bu görülebilir. Yalnızca Bauer kardeşlerle5 polemik olarak yazdıkları “Kutsal Aile”ye bakmak bile bu konuda fikir edinmek için yeterlidir. Bu kitap, derin bir felsefe tartışması olduğu kadar, Fransız devriminin gölgesinde şekillenen o zamanki sosyalizm akımlarının tümüyle insan hakları, bireycilik, kadın sorunu, (Yahudi sorunu bağlamında) ulusal sorun, halkçılık, devlet ve hukuk vb. sorunları etrafında yürütülen bir tartışmayı yansıtır. Bugün komünistlerin bu sorunlara ilişkin tutumlarının köklerini, hala bu polemikte ortaya konan görüşler içinde bulmak mümkündür.

Demek ki, Marx ve Engels’in önce ayrı ayrı, sonra birlikte yürütmeye başladıkları titiz ve uzlaşmaz teorik gayret de, işçi hareketindeki kendiliğinden ve devrimci örgütlerin içindeki dağınık gelişmelerden ayrı, ama kopuk olmayan bir hazırlığı ifade ediyordu. Engels’in İngiltere’de başlattığı ekonomi politik ve İngiliz işçi sınıfının durumu hakkındaki inceleme ve çalışmaları bunun önemli bir ayağıdır. Keza Marx’ın, Weitling tipi proleter devrimcilerin bir başka örneği olan Proudhon’a karşı yürüttüğü polemiği ifade eden “Felsefenin Sefaleti” de, hem siyasal sorunlara, hem de eksikliği vurgulanan ekonomi konusundaki bilgisizliğe parmak basmakta ve “Kutsal Aile” polemiği ile birbirlerini tamamlamaktadır. Nihayet her ikisinin, hem Hegel hem de Feuerbach’dan kopuşlarını ortaya koyan “Alman İdeolojisi” de, onların yeni fikirlerinin ilk kez derli toplu ifade edildiği temel bir köşe taşıdır.

Bu teorik hazırlık sürecinin arka planında ise, blankistlerin tekrar tekrar giriştikleri eylemlerin yanısıra, Lyon’lu ve Silezyalı dokuma işçilerinin eylemlerinde olduğu gibi çatışmalı işçi direnişleri; yeni tip bir devrimci anlayışın ruhunu besliyordu. Bütün bu unsurların teorik bir çerçeveye oturması ve örgütlü bir senteze ulaşması ihtiyacı dayatmıştı. Bir bakıma Komünist Manifesto’nun vakti gelmişti.  

“O zamana kadarki komünizm görüşünün, gerek basit eşitlikçi Fransız komünizminin, gerekse Weitling’ci komünizmin yetersizliği daha da açıklık kazandı. Marx’la benim yeni teorimizin doğruluğu daha çok kabullenilmeye başlandı. Londra’daki önderler arasında, teorik bilgiye ilişkin yeteneğinden ötürü önemli iki kişinin bulunmasıyla bu kavrayış daha da gelişti: Heilbronn’lu minyatürcü Karl Pfaender ve Thüringen’li terzi Georg Eccarius.” (Engels, age s. 18; ayrıca bkz. Komünist Manifesto’nun Doğuşu, derlemesi, Sol Yay.)

Karl Pfaender, Komünistler Birliği’nin ilk yönetici komitesinde yer aldıktan sonra, Birinci Enternasyonal’in Genel Konsey’inde de görev alacaktı; Eccarius da bu enternasyonalin önderleri arasında, sonradan da İngiliz sendikal hareketinin yöneticileri arasında yer aldı. Her iki devrimci de hayatlarının sonuna kadar Marx’la birlikte hareket ettiler.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 3
24.12.2014- 18:18

Marx ve Arkadaşları Örgütlü Komünizme Bağlanıp Devrimci Oluyorlar

Haklılar Birliği’ne katılıncaya kadar bir devrimci örgüt içinde yer almamış olmalarına rağmen, Marx ve Engels’in bir siyasal faaliyetten ve örgütlenme gayretlerinden tamamen uzak durdukları sanılmamalı. Engels, Marx ve kendisinin o zamanki etkinliklerini şöyle anlattı:

“İkimiz de, dünyada, özellikle batı Almanya’da, örgütlü proletaryayla bağlara sahiptik ve politik hareketlere derinliğine karışmıştık. Görüşümüze bilimsel bir temel kazandırmak zorundaydık, ama aynı zamanda da Avrupa proletaryasını ve herşeyden önce de Alman proletaryasını kendi inancımıza çekmek de bizim için önemliydi. Hemen işe giriştik. Brüksel’de bir Alman işçi derneği kurduk ve Şubat ihtilaline kadar bize organ olarak hizmet eden ‘Alman-Brüksel gazetesi’ni elimize aldık. Benim birlikte çalıştığım, çartist hareketin merkez organı ‘Northern Star-Kuzey Yıldızı’nın redaktörü Julian Harney vasıtasıyla, İngiliz çartistlerinin devrimci kesimleriyle ilişkimizi sürdürdük. Aynı şekilde Brüksel sosyal demokratlarıyla (Marx, Demokrat Derneğin başkan yardımcısıydı -MAYA.), İngiliz ve Alman hareketlerine ilişkin haber yolladığım ‘Reform’ gazetesindeki Fransız sosyal demokratları ile bir çeşit işbirliğine girdik. Kısacası radikal ve proleter örgütlerle ve yayın organlarıyla bağımız tam da arzulanabilecek biçimdeydi.

Haklılar Birliği ile ilişkilerimiz de şu şekildeydi: Birliğin mevcudiyetinden doğal olarak haberimiz vardı; 1843’te Schapper bana katılmamı tavsiye etmişti. Ben bunu, o zaman reddetmiştim. ... Birliğin iç meselelerine karışmaksızın her önemli olaydan haberdar oluyorduk. Öte yandan, önemli Birlik üyelerinin teorik görüşlerini, basın, konuşma ve mektuplaşma ile etkiliyorduk. Bu konuda, özel durumlarda kurulmak üzere olan komünist partilerin iç işleyişlerini ilgilendiren bir meseleyle karşılaşıldığında, dünyanın çeşitli yerlerindeki dostlarımıza ve muhabirlere yolladığımız taş baskıyla basılmış çeşitli bildiriler de yararlı oluyordu.” (Engels, age, s. 16-19)

Demek ki, Marx, Engels ve arkadaşları bütün bu dönem boyunca gözlemle ve teorik çalışmalarla sınırlı bir faaliyet yürütmüyorlardı. Engels, Londra’da çartistlerle temas ve yayın düzeyinde bir işbirliği içindeydi. 1846 yılında İngiltere’de Harney ve Jones önderliğinde Kardeş Demokratlar Derneği adı altında bir enternasyonalist dernek kurulurken, Marx da Brüksel’de Komünist Yazışma Komitesi adı altında bir örgütlenmeyi yaratmakla meşguldü. Bu komitenin işlevini şöyle tanımlıyordu:

“Alman sosyalistlerinin Fransız ve İngiliz sosyalistleriyle bağlantısını sağlamak; yabancıları Almanya’da gelişecek olan sosyalist hareketlerden haberdar etmek; aynı zamanda, Almanya’daki Almanları Fransa ve İngiltere’deki sosyalizmin gelişiminden haberdar etmek.”

Bu önerinin Fransız muhataplarının başında gelen Proudhon, görüş ayrılıklarını öne sürerek böyle bir işbirliğini reddetti. Buna karşılık Almanlardan ve İngilizlerden sıcak bir ilgi geldi. Özellikle de Harney ve Jones bu öneriye dört elle sarıldılar. Doğrusu bu propaganda aracı, Marx ve Engels’in o zamana kadar geliştirdikleri yeni dünya görüşünü yaymalarında ve komünist işçiler arasında yaygın olan farklı görüşlerle hesaplaşmalarını tamamlamalarında, başlı başına bir silah olarak iş gördü. Engels bu dönem boyunca, Brüksel’deki örgütten değişik adreslere gönderilen yoğun bir mektup, bildiri, eleştiri vb. trafiğinden söz etti. Değişik akımlarla ayrım çizgilerinin çekilmesine ilişkin ilgi ve yoğunlaşma da besbelli bu sayede oldu; ve Manifesto’nun üçüncü bölümünün temeli besbelli ki bu dönemde atıldı.

Bununla birlikte, hem genel olarak Engels’in sonradan anlattıklarına, hem de başkalarının yazdıklarına bakıldığında, bu dönem boyunca Marx ve Engels’in daha çok içe dönük bir teorik hazırlık faaliyeti yürüttükleri izlenimi doğmaktadır. Bu tür değerlendirmelerin, pek çokları için bir esin kaynağı oluşturduğu da açıktır. Ancak Riazanov titiz çalışmalarının ardından bu dönem hakkında şu açıklamayı yapma gereğini duydu:

“Marx’ın örgütsel çalışmaları, araştırıcılar tarafından hemen hemen tümüyle es geçilmiştir. Marx adeta bir manastır düşünürüne dönüştürülmüştür. Kişiliğinin en ilginç yanlarından biri inkar edilmiştir. Marx’ın -Engels’in değil- 1840’ların ikinci yarısında, bilinçlendirme çalışmalarının esinleyicisi ve yöneticisi olarak oynadığı önemli rolü kavramayı beceremezsek, daha sonraları 1848-1849 yıllarında ve Birinci Enternasyonal döneminde örgütçü olarak yerine getirdiği müthiş rolü hiç anlayamayız.” ( Riazanov, age, s.71)

Bu süreç, aynı zamanda Haklılar Birliği ile Marx ve arkadaşları arasındaki farklılıkların ortadan kalkış süreci ve Komünistler Birliği’nin temellerinin atıldığı bir süreç oldu. Aynı süreç, Weitling’in de örgütten uzaklaşmasına varacaktı; 1846’da İsviçre’den ABD’ye geçen Weitling Haklılar Birliği ile ilişkisini koparmıştı. Ama Weitling’in görüşlerinin bu örgütü terk etmesi daha uzun bir süreyi aldı.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 4
24.12.2014- 18:20

Haklılar Birliği’nden Adı Konmamış İlk Enternasyonal’e

Bu noktaya varan süreci Engels şöyle özetledi:


“1847 ilkbaharında Moll, Brüksel’de Marx’ı ve Paris’te beni ziyaret ederek yoldaşları adına bizi ısrarla Birliğe girmeye çağırdı. Moll, kendilerinin Birliği eski gelenek ve biçimlerinden kurtarmanın gerekliliğine inandıkları gibi, bizim görüş tarzımızın genel doğru olduğuna da inandıklarını söylüyordu. Öyle bir iş yapacak olursak, Birliğin kongresinde eleştirel komünizmimizi, daha sonra Birliğin manifestosu olarak yayınlanacak bir manifesto haline getirme olanağına sahip olacaktık; ve böylece de eskimiş Birlik örgütünü zamana ve amaca uygun hale getirmeyi sağlamış olacaktık.  

Salt propaganda amacıyla olsa bile, ... Almanya dışında bile ancak gizli olabilecek bir örgütün gerekliliği konusunda hiçbir kuşku taşımıyorduk. Oysa Birlik biçiminde böyle bir örgüt zaten vardı. Birlik içinde daha önce karşı olduğumuz şeyler, şimdi bizzat Birliğin temsilcileri tarafından hatalı görülüp terk edilmişti, bir reorganizasyon için çalışmaya çağrılıyorduk. Hayır diyebilir miydik? Muhakkak ki diyemezdik. Birliğe bu şekilde girdik.” (Engels, age, s. 17-19)

Bu gelişmenin tesadüfen ve kişisel ilişkiler sayesinde olduğu sanılmamalı. Örgütün önderleri, hem üyelerinin düşüncelerini bir potada toplayıp, ortak bir siyasal belgeye ulaşmayı hedefliyorlardı; hem de örgütün dışında bulunan komünistleri de bu sürece katılmaya ikna etme niyetindeydiler. Tam da bu amaçla, o zamana kadar örgüt üyesi olmayan Marx ve arkadaşlarının, bu kongreye katılmalarını sağlama doğrultusunda düzenleme yapan bir karar alındı. Engels’in “orta sıklet bir herkül” diye tarif ettiği Joseph Moll da bu iş için görevlendirilmişti; görevini başarıyla tamamladı. Bununla birlikte bu ikna süreci tek yanlı bir girişimin sonucu değildi. Moll, 1847 yılı başında Marx’ı ikna etmek üzere Brüksel’e geldiğinde, yalnızca Haklılar Birliği’ni temsilen orada bulunmuyordu. O aynı zamanda Marx ve arkadaşlarının bir yıl önce Brüksel’de kurdukları ve Londra ve Paris’te de şubeleri bulunan “Komünist Yazışma Komitesi”nin Londra şubesinde yer alıyordu; Schapper ve Bauer de öyle! Joseph Moll Brüksel’e geldiğinde, hem bu şubenin faaliyetleri hakkında bir rapor iletmek hem de Haklılar Birliği’nin önerisini sunmak üzere orada bulunuyordu (Bkz. Riazanov, age, s.70)

Her ne kadar Marx, parasızlık nedeniyle fiilen katılamadıysa da, onu da temsil eden “Lupus-Kurt” lakaplı Wilhelm Wolf,6 Brüksel’den; Paris’tekileri temsilen de Engels, 2/7 Haziran tarihlerinde toplanan kongrede yer aldılar. Bu, o zaman adı öyle konmamış olsa bile, tarihin ilk enternasyonalinin kuruluş kongresi; aynı zamanda da bir “birlik kongresi” idi. Sadece Marx, Engels ve arkadaşları değil, İngiltere’deki çartistlerin bir kısmı ve başka ülkelerden devrimciler de bu kongrede buluştular ve tarihin ilk enternasyonal komünist örgütünü oluşturdular.7

Komünistler Birliği’nin ilk yönetici komitesinin Haziran 1847 Kongresi hakkında örgüte sunduğu rapor, örgütün çapı ve işleyişi ile ilgili ilginç ayrıntıları yansıttığı gibi, örgütün isminin neden ve nasıl Komünistler Birliği’ne dönüştüğünü de açıkladı. Bu açıklamada iki ayrı gerekçe ileri sürülüyordu. Bunlardan birincisi, güvenlik ve gizlilikle ilgili bir gerekçeydi. Prusya polisi tarafından gözaltına alındıktan sonra çözülen ve örgüt hakkında pek çok sırları açığa çıkaran C. F. Mentel adlı örgüt üyesinin yarattığı deşifrasyon koşullarının isim değişikliği için başlı başına bir gerekçe olduğu savunuldu. “Asıl önemli olan” diye vurgulanarak açıklanan ikinci gerekçe ise, Horlananlar Birliği’nden koparken belli bir anlamı olmakla birlikte, Haklılar Birliği isminin artık örgütün asıl amaçlarını yansıtmaktan uzak olduğu hakkındaydı; bu konuda şunlar söylendi.

“Bu isim artık günümüze uygun değildir ve neyi amaçladığımızı hiç bir biçimde ifade etmemektedir. Adalet isteyen, yani adalet diye adlandırdıkları şeyin peşinde olup da, zorunlu olarak komünist olmayan ne kadar çok insan var! Bizi ayırdeden şey genel olarak adalet peşinde olmamız değildir; zira herkes kendini böyle tanımlayabilir; bizi ayırdeden mevcut toplumsal düzene ve özel mülkiyete karşı olmamız, mülkiyet ortaklığını istememiz, komünist olmamızdır. Dolayısıyla birliğimiz için bir tek uygun isim, bizim gerçekten kim olduğumuzu bildiren bir tek isim vardır; biz de onu seçtik.” (Marx Engels Toplu Eserler, c.6, s. 595, Progress Publisher, 1976 Moskova)

Kongre, Haklılar Birliği’nin ismiyle birlikte tüzüğünü de değiştirdi.8   2-7 Haziran’daki kongre raporunun ekleri olarak, örgüt üyelerine benimsenen tüzük metninin yanısıra bir de Komünist Amentü (credo) taslağı gönderilmişti. Engels tarafından hazırlanıp, Heide (Wilhelm Wolf) ve Karl Schill’in (Schapper) imzalarını taşıyan bu taslak, birinci kongrede irdelendikten sonra, aralık ayındaki kongrede son şekli verilmek üzere örgüt birimlerinde tartışmaya açıldı. Birinci Kongre raporunda bu konuda şöyle dendi:

“Nihayet Komünist Amentü sorununa gelince. Kongre, Birliğin ilkelerinin kamuoyuna açıklanmasının büyük önem taşıyan bir adım olduğunu düşünmektedir. Birkaç yıl, belki de birkaç ay içerisinde, zaman aşımına uğrayıp, çoğunluğun düşüncelerini ifade etmekten çıkan bir amentü, uygun bir amentü ne kadar yararlı olacaksa o kadar zararlı olacaktır; bu nedenle bu adım özel bir itina göstererek ve aceleye getirmeksizin atılmalıdır. Bu konuda, tıpkı Birliğin yayın organı sorununda olduğu gibi, Kongre, nihai karar verecek tarzda hareket edemez; sadece kurucu bir rol üstlenmelidir; yeniden uyanmakta olan Birlik hayatına, amentü planının tartışılması sayesinde yeni bir gıda sunmak gerektiğinin bilincindeyiz. Böylece Kongre bu planın bir taslağını çıkartıp, bu taslağı komünlerin tartışmasına sunmaya karar verdi; öyle ki itiraz ve ek önergeleri formüle edilip Merkezi Konseye ulaştırılabilsin. Bu plan ektedir. Bu planın komünler tarafından ciddi ve doyurucu biçimde değerlendirilmesini tavsiye ediyoruz.” (Marx Engels Toplu Eserler, c.6, s. 597-598, Progress Publisher, 1976 Moskova)

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 5
24.12.2014- 18:21

Komünist Manifesto’nun Doğuşu

Komünistler Birliği’nin 1847 Haziran’ındaki birinci kongresi, hem tüzüğün, hem de “Komünist Amentü” diye adlandırılan ilkeler metninin değerlendirilip karara bağlanacağı ikinci bir kongre için 29 Kasım tarihini saptamıştı. Bunun yanısıra, bu kongreden önce örgütün merkezi bir yayın organının çıkarılması da kararlaştırılmıştı. Söz konusu yayın 1847 yılının Eylül ayında, Kommünistische Zeitung (Komünist Gazete) adıyla yayınlandı. Bu, başlık altında “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” şiarının yeraldığı ilk gazeteydi; ne yazık ki tek bir sayı ile kaldı, sürdürülemedi. Bu gazetedeki yazıların hemen hemen hepsinin, Karl Schapper tarafından kaleme alındığı tahmin edilmektedir.

Bu arada, yayına pek bir katkısı olmamakla birlikte, Londra’daki komün içinde bu tartışmalara katılan Engels, birinci kongrede benimsenen taslağı geliştirerek, “Komünizmin İlkeleri” diye bilinen metin haline getirdi. 23 Kasım 1847’de, bu metinle birlikte Marx’a gönderdiği bir mektupta Engels, metne Komünist Manifesto adını vermenin daha uygun olacağını söyledi:

“İman Yemini taslağını biraz düşün. Amentü biçimini bir yana bırakıp buna Komünist Manifesto demenin daha iyi olacağını düşünüyorum. Bu metinde az çok tarih anlatmak gerektiğinden, elimizdeki biçim hiç uygun değil (nitekim Manifesto’nun nihai metninde böyle bir tarihsel giriş yeralmaktadır-MAYA). Yaptıklarımı getireceğim (Komünizmin İlkeleri kastediliyor-MAYA); basit anlatılmış, ama aceleyle ve çok kötü kaleme alınmış. Komünizm nedir? ile başlıyorum ve sonra proletarya geliyor-oluşum tarihi, önceki çalışanlardan farkı, burjuvazi ve proletarya arasındaki karşıtlığın gelişimi, bunalımları, sonuçları. (özellikle Proleterler ve Komünistler bölümü farklı bir üslupla da olsa Engels’in bu notlarını içermektedir- MAYA)”

Manifesto’nun son haline ve Kutsal Aile ile Felsefenin Sefaleti’nin yanısıra, Marx’ın Manifesto için hazırlanırken tuttuğu elyazısı notlara bakılırsa (ME Toplu Eserler, c. 6 s. 577), Brüksel komününde yer alan ve tartışmalara burada katılan Marx’ın, o sıralarda daha çok varolan farklı sosyalist akımların değerlendirilmesi ve komünistlerin bunlarla programatik ayrım çizgilerinin çekilmesi konusuna yoğunlaşmış olduğu anlaşılıyor. Ama, sonradan Komünist Manifesto adını alacak olan metin için çalışanların yalnız Marx ve Engels olduğu sanılmamalı. Komünistler Birliği yönetici komitesinin örgüte sunduğu 14 Eylül 1847 tarihli rapora9 bakılırsa, Komünistler Birliği’nin hemen hemen bütün birimleri, Birinci Kongre’de alınan kararlar doğrultusunda “Komünist Amentü taslağı” üzerinde hummalı bir tartışma içindeydi. Söz konusu raporda yer alan şu satırlar bu çalışmaya tanık:

“Kongre’nin sona ermesiyle birlikte Kongre raporunu, yeni tüzüğü, Komünist Amentü’yü, Merkezi Konsey’in bir mektubuyla birlikte İsviçre, Fransa, Almanya, Belçika ve İsveç’te komünlerimizin bulunduğu on kente gönderdik. Ayrıca Londra’dan iki yetkili kuryeyi Amerika’ya, birini Norveç’e, birini Almanya’ya, birini de Hollanda’ya gönderdik. Bunların hepsi Merkezi Konsey’e gittikleri yerde yeni komünleri kurup, bizimle ilişkiye geçmelerini sağlamak için ellerinden geleni yapacaklarına söz verdiler...

KÖZ

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]