Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Forum Arşivi

Çapulcu arkadaşlarıma çağrıdır
Özgür Dirim Özkan  


Demeyecekler: Ceviz ağacı rüzgarda sallandığı sıralar.
Ama diyecekler: Badanacı işçileri ezdiği sıralar.
Demeyecekler: Çocuk yassı taşı ırmakta kaydırdığı sıralar.
Ama diyecekler: Büyük savaşlar hazırlandığı sıralar.
Demeyecekler: Kadının odaya girdiği sıralar.
Ama diyecekler: Bütün güçlerin işçilere karşı
                                                            birleştiği sıralar.
Demeyecekler: Karanlıktı o sıralar.
Ama diyecekler:
Neden şairleri sessizdiler?

Bertolt Brecht

Lise yıllarımda hayattaki duruşumu emeğin tarafında belirlediğimde ilk tanıştığım şairlerden biri de Bertolt Brecht’ti. Brecht’i de ilk olarak “Karanlık Zamanlarda” şiiriyle tanımıştım. Doksanlı yılların henüz başıydı ve o zamanlar da “karanlık”tı.

Bir insanın esas dostları hayatının önemli anlarında belli olurmuş. Cenazelerimizde, düğünlerimizde, çocuğumuz doğduğunda, çocuğumuz evlendiğinde veya paraya sıkıştığımızda… Esas dostluklar karanlık zamanlarda belli olur daha çok.

Son seçimle birlikte karanlık zamanlar sona ermiş değil ama en azından bir umut ışığının belirdiğini kimse inkâr edemez. On üç yıllık AKP iktidarı hala ülkenin en büyük siyasî gücü ama kan kaybetmeye başladığını hepimiz biliyoruz. Belki çok erken ama bu on üç yılın hesaplaşmalarını ister istemez kurgulamaya başladık. İster istemez, şu on üç yıllık zulmün hesabını insan kendi hayatına dair de tutuyor. Kendi adıma, on üç yılın muhasebesini kendi dostluklarım üzerinden uzun zamandır zaten yürütmekteyim. Bu muhasebede hayal kırıklıkları kadar insana yaşama direnci veren mutluluklar, sürprizler de oldu.

Fakat şurası çok açık: Hiçbir zaman iktidardaki bir yapı kişisel ilişkileri, dostlukları bu kadar etkisi altına alamamıştı.

Hiçbir zaman iktidardaki partinin yandaşları dostlarına, komşularına bu kadar sırtını dönmemiş, bu kadar kibirli olmamışlardı. Yalanı, dolanı görmezden geldikleri yetmezmiş gibi, hiç bu kadar yalana kulluk etmemişlerdi.

Üniversite yıllarımda muhabbet ettiğim, aramızdaki siyasî farklılıklara rağmen yine de dostluklarından keyif aldığım insanlar oldu. Hatta 28 Şubat sürecinde, askerî darbelerden çok çekmiş solculara empati kurduklarını var saydığım arkadaşlarım oldu. Yanılmışım. Süreç içerisinde çoğu, iktidarın nimetlerine kendilerini kaptırdılar, bu da yetmedi bazıları bu zalim iktidarın siyasî aygıtlarında kilit rol oynadılar. Bunu unutmayacağız kuşkusuz.

Bu süreçte kişiliğinden, düşüncelerinden, onurundan taviz vermeyenler de oldu. En azından bire bir gözlem yapma, hatta tecrübe etme fırsatı bulduğum üniversitelerde bin bir türlü ahlaksızlığa şahit oldum. Türkiye’nin en iyi okullarında okurken okuldan atıldık, eğitimimiz engellendi. Kadro alamadık, sözleşmelerimiz yenilenmedi, sendikalı olduğumuz için üniversiteden atıldık, üniversitelerdeki işçilere destek verdiğimiz için asistanlıklarımız yakıldı. Hür düşüncemizi ifade ettiğimiz için burslarımız kesildi. Kariyer yapamamak bir yana, işsizliğe, açlığa mahkûm edildik. Aramızda bu zulme karşı cepheden bir mücadele yürütmeyenlerimiz bile, sırf onlar gibi düşünmediği, onların suyoluna gitmediği için aynı uygulamalara maruz kaldılar.

Arkadaşlarımın arasında; “Ne fark eder canım, AKP’lisi de bir, öbürü de biri. İkisi de kapitalist değil mi? Ne fark eder” mantığıyla, “Birinin kokteylinde şarap, öbürünkinde gazoz içiyorum. Başka farkı yok” gibi kör bir bakış açısıyla yaklaşan, kendi inançlarına bile aykırı olduğu halde onurunu bu zalim iktidara satanlar da oldu.

Fakat çok ilginç bazı gelişmeler de oldu. Bu zalim iktidar döneminde bazı şeyleri tüm çıplaklığıyla görebilmeyi başaranlar da oldu. Örneğin liberallikte eline su dökülemeyecek sermayedarların gün gelip bu zalim iktidarla nasıl işbirliği yapabildiğini görenlerimiz oldu. Emek-sermaye çelişkisinin “kimlik siyasetiyle” nasıl da örtüldüğüne, bir ülkenin kolluk kuvvetlerinin kendi vatandaşına ne kadar zalimce davranabileceğine şahit olanlar oldu. Ülkenin başkentinde insanları katleden bir sistemin, ülkenin ücra köşelerinde neler yapabileceğini sorgulayanlar oldu.

Şimdi benim çağrım bu arkadaşlara. İki sene önce yeni, daha aydınlık bir ülke için mücadeleden kaçmayan “çapulcu” arkadaşlara, arkadaşlarıma.

Yanı başınızdaki “aşırı uçlarda takılan”, “gereğinden fazla sivri olan” arkadaşlarınız bu zulme maruz kalırken, sizler kariyer olanaklarını kullandınız. Birçoğunuz iyi işlere girdi. Bazılarınız zekâ ve yeteneklerinizi kullanıp kendi işinizi kurdunuz. Evlendiniz. Güvenli sitelerde yaşamaya başladınız. Çocuklarınızı iyi okullara gönderebildiniz. İyi yerlerde tatil yapma olanaklarınız vardı. Fakat iş öyle bir raddeye geldi ki, özellikle son yıllarda sizin de nefes alma imkânlarınız kısıtlandı. Rejim, özel hayatınıza müdahale etmeye başladı. Sadece yandaşların ihale alabildiği, iş yapabildiği iş dünyasında belki iflasa sürüklendiniz.

Siz de bunaldınız, siz de sistemle, rejimle hesaplaşma içine girdiniz ve her şey kötüye giderken birden bire Haziran ortaya çıkıverdi. Birçoğunuz kendinizi gaz maskesi takmış “çapulcular” olarak zulme baş kaldırırken buluverdi. Birden bire “yurttaş” olmanın sorumluluğu yüklendi omuzlarınıza.

Biliyorum: Birçoğunuz seçimleri artık sadece oy kullanılan bir siyasî etkinlikten öte görmeye başladınız. Oyunuza sahip çıktınız. O da yetmedi, birçoğunuz başkalarının da oylarına sahip çıktı. Daha önce yanından, yöresinden geçmediğiniz kenar semtlerde seçim müşahidi oldunuz. Seçim sandıklarına oy vermeye gelen milyonlarca insanın nasıl olup da bu zalimlerin peşinden gittiğini, bu yalanlara kandığını görünce iyice hiddetlendiniz.

İtiraf edin: İki yıldır ister sitenizin temizlik görevlisi olsun, ister iş yerinizdeki çaycı, ister evinizdeki inşaat ustası olsun, ister taksi şoförü, ister garson olsun, bu insanlarla diyaloğa girmek, bu insanları anlamak için can atıyorsunuz. Çünkü artık biliyorsunuz ki bu zalimleri uzaklaştırmak için Beşiktaş’ta, Kadıköy’de, Tunalı Hilmi’de, Konak’ta direnmek yetmiyor. Sultanbeyli’ye, Halkalı’ya, Mamak’a gitmek gerekiyor. Biliyorum ki, buralarda yaşayan emekçilerle bir arada olmak için can atıyorsunuz.

Geçen hafta seçim gecesi ilk sonuçlar açıklandığında gözünüze uyku girmedi. Nihayet bu zulmün sona erebileceğine inancınız pekişti. Kim bilir ne hayaller kurdunuz, kim bilir ne kavgalar verdiniz bu hayallerde!

Aslında her şey şimdi başlıyor.

Bu kadar suça bulaşan, bu kadar insanın kanına, canına girenler güle oynaya iktidardan ayrılmayacaklar. Bir kısmımız zaten zulümle mücadeleye hayatını adadı. Şimdi bu insanlara, belki daha da büyük bir zulmün baskısı altında yaşamanızı engelleyen bu insanlara, bu arkadaşlarınıza borcunuzu ödeme vakti geldi. Biliyorum, bundan kaçmaya da çalışmıyorsunuz. Tam tersine: Bu insanların arasına girmek için sabırsızlanıyorsunuz.

Ne demişler: “Ya içindesindir çemberin, ya dışında”. Siz bu çembere bir kere girdiniz artık. Çember genişleyecek! Fabrikalara, tersanelere, dokuma atölyelerine, çağrı merkezlerine, üniversitelere, tarlalara, maden ocaklarına… Elinizi uzatıp bu çemberi siz de genişleteceksiniz. Hep beraber genişleteceğiz bu çemberi. Haziran’ı daha da büyüteceğiz sizlerle.

Söz veriyorum: “Şimdiye kadar neredeydiniz?” diye sormayacağız. Dost gülüşüyle, dost sıcaklığını taşıyan ellerimizle karşılayacağız sizleri.

Not: Bu çağrıyı alan arkadaşlar zaten çağrının adresini biliyorlar. Ama bir de buradan vereyim adresi:

http://birlesikhaziranhareketi.org/

umut  |  Cvp:
Cevap: 1
13.06.2015- 13:13

Bize daha kaç Haziran lazım?
Can Soyer  


Başlığın yadırgatıcı olduğunun farkındayım. Bu yazı boyunca işaret edilecek iki Haziran’ın, yani 31 Mayıs 2013’te başlayan görkemli Haziran Direnişi ile 7 Haziran 2015 seçiminin bambaşka uğraklar olduğunu da söylememe gerek yok.

Yine de yadırgatıcı olmasını tercih ettiğim için böyle kullanıyorum. Çünkü ortada gerçekten de yadırgamamız gereken, kabullenmekten, normalleştirmekten uzak durmamız gereken bir durum var.

O durum ise şu: Türkiye’de 2013 Haziran Direnişi sırasında 20 milyon civarında insan sokakları ve meydanları zapt etti. Dillerinde ve dövizlerinde söylenenler neredeyse tümüyle sosyalist hareketin müktesebatıyla uyumlu taleplerdi. Deyim yerindeyse, sosyalist hareketin yıllardır arayıp da bulamadığı fırsat bir anda önüne düşmüş, kitleselleşmek ve toplumsallaşmak için muazzam bir imkan ortaya çıkmıştı.

2015 Haziran’ına ise AKP’nin suç dosyasının artık üzeri örtülemeyecek denli kabardığı, toplumsal meşruiyetinin daraldığı, geniş kesimlerdeki muhalefet potansiyelinin yükseldiği, Erdoğan’ın başkanlık arzusunun sistemi tıkamaya başladığı koşullarda geldik. Bu açıdan bakınca, 7 Haziran seçimine gelen süreç, sosyalist hareketin etkili çıkışlar yapabileceği, arkasına geniş halk kesimlerinin desteğini alabileceği, giderek seçim sürecini Türkiye’nin siyasal dengelerine gerçek bir müdahale için kullanabileceği bir atmosfer sunuyordu.

Bu koşulların hakkının verildiğini söylemek mümkün görünmüyor.

Sosyalist hareket, son derece etkili siyaset yapabileceği, hızlı bir biçimde büyüyebileceği, geniş bir toplumsallığın temsiliyetini kazanabileceği iki tarihsel uğraktan çıkarken sıralanan imkanları kullanamadı.

Fırsatlar heba edildi ya da çar çur oldu demek istemiyorum. Bu durumun nesnel gerekçeleri olduğunu da biliyorum. Ama geldiğimiz noktada karşı karşıya olduğumuz sonuç değişmiyor.

Türkiye’de sosyalist hareket, iki Haziran’dan da başarısız çıkmıştır.

“İlkelerini korumak”, “sosyalizmi sahipsiz bırakmamak”, “sözünü söylemek” gibi 35 yıldır sürdürdüğümüz ve açıkçası yapacak başka da şeylerin olmadığı koşullarda hiç de yabana atılmayacak faydalar sunan pratik tarzını başarı olarak kabul edeceksek, elbette, içinden geçtiğimiz iki yıllık süreçten de başarılı çıktığımızı kabul edebiliriz.

Ama gerçekten siyaset yapan, toplumsallaşmış ve etkin bir sosyalist mücadeleyse hedeflediğimiz, bir başarısızlıkla karşı karşıya olduğumuzu kabul ederek işe başlamalıyız. Kendimizi kırbaçlamak ya da teslim olmak için değil, bir dahaki uğrakta aynı başarısızlığa mahkum olmamak için yapmalıyız bunu.

Tabi kaçırılan her fırsattan sonra başarıya ulaşmanın daha da yoruculaştığını, daha fazla emek ve çaba harcanması gerektiğini, dolayısıyla arkada bıraktığımız iki Haziran’a kıyasla vaktimizin daraldığını unutmadan.

Yani hem enseyi karartmadan hem de kolaycılığa kapılmadan.

Şimdi Türkiye’nin önünde yeni bir dönem açılıyor. Bu dönemin göreli de olsa bir istikrar getirmeyeceği, en azından yakın vadede taşların yerli yerine oturduğu bir sükunet beklentisinin gerçekçi olmadığı açık.

Zayıflamış, gerilemiş bir Erdoğan ve AKP iktidarı, kaybettiklerini geri almak için çok çeşitli tuzaklar ve kumpaslar geliştirmeye, bunu yaparken de ülkenin mevcut dengeleriyle aşırı biçimde oynamaya yönelebilir. Bunun mevcut krizi çözmek yerine, daha da şiddetlendireceğini görmek için ise kahin olmaya gerek yok.

CHP ve MHP gibi düzenin geleneksel muhalefet partilerinin ise başlı başına sınıfsal bir dilemma yaşadıkları söylenebilir. Her iki parti de, burjuvazinin “uzlaşı koalisyonu” çağrılarına boyun eğmekle, tabanlarının AKP karşıtlığına yanıt vermek arasında sancı çekmektedir. Çünkü bir yandan düzenin bekası için AKP ile koalisyon ihtimaline yönelmeleri gerektiğini, öte yandan da AKP’ye yanaşanın güç kaybedeceğini bilmektedirler.

HDP açısından ise, meclis temsiliyeti avantaj olduğu kadar dezavantaj da getirmektedir. Daha açık bir deyişle, siyasal dengelerin son derece kırılgan olduğu bir dönemde, tabanının “hareket” ve “sokak” beklentisi, meclisteki varlığının “temkinliliği” ile çelişecek olan HDP, aynı zamanda AKP devletinin provokasyonları ile baş etmek, bunu yaparken de kendisini meclis dışına düşürecek bir stratejiden uzak durmayı becermek zorunda.

Bu tür ihtimaller daha da çoğaltılabilir elbette. Ancak tüm ihtimaller tek bir sonuca işaret ediyormuş gibi görünüyor.

Türkiye’nin önümüzdeki döneminde yukarıdaki ihtimaller gerçekleşirse, meclis muhalefeti ağırlığını ve önceliğini sokağa devredecektir. Ve meclis muhalefetini sokağın belirlenimine sokmayan, Türkiye’de muazzam bir enerji biriktirmiş AKP karşıtı dinamiği “uysallaştırmaya” yeltenen, yani AKP’yi yalnız bırakmayan her hareket sokağa çıkamaz hale gelecektir.

Kim bilir, belki de her iki Haziran’dan da başarısız çıkmış olan sosyalist hareketin tek şansı, sokağa devrolacak siyasette etkin bir yer tutabilme olasılığıdır.

Velhasıl, Türkiye sosyalist hareketi, yeni Haziran’lara, etkili siyaset yapabileceği ve toplumsallaşabileceği, büyüyüp temsiliyet elde edebileceği yeni uğraklara hazırlıklı olmalıdır. Ancak bu defa daha büyük bir sorumlulukla.

Evet, çok sevdiğimiz o dizede dendiği gibi, bizim bir Haziran’ımız bir yıl kadar yetecektir belki de.

Bir ömür yetmeyeceği ise şimdiden belli olmuştur.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]