Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Siyasi ve ideolojik söyleşiler

Cangül Örnek: İdeolojik şiddeti anlamadan soğuk savaşı anlayamazsınız

"Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı -Antikomünizm ve Amerikan Etkisi" adlı kitabıyla Türkiye'de anti-komünizmin kökenleri ve hala güçlü bir şekilde devam eden etkileri üzerine hayli kapsamlı bir çalışmaya imza atan akademisyen Cangül Örnek'in çalışması, güncel siyaseti anlamak için de hayli akıl açıcı bir kaynak.

Resim Ekleme
Cangül Örnek ve oğlu Arat

Volkan Algan

Sovyetler Birliği'nin tarihteki yerini aldığı, işçi sınıfı mücadelesinin büyük mevzi kaybettiği bir dünyada sosyalizm mücadelesi verenlerin en çok duyduğu sözlerdendir "Bu devirde komünizm mi kaldı?" Eşitlik, özgürlük ve emek mücadelesini çağdışı olmakla yaftalamak için üretilen bu argümanı kimi safça, alelade kullanılır; kimi kalem erbapları da gayet bilinçli bir manipülasyon aracı olarak. Oysa ne komünizm geçmişte kalmış bir ütopyadır ne de sermaye komünizmle yani işçi sınıfı ile mücadelesini boşvermiş, unutmuştur. Mücadele her gün farklı boyut ve biçimler bularak yoluna devam etmekte, iki sınıf arasında bazen açıktan bazen derinden ve sessizce yürüyen kavga sürmektedir.

Bugünkü siyaset sahnesi de bu iki sınıfın mücadelesiyle şekilleniyor: İdeolojiler, saflaşmalar, ittifaklar, kavgalar... "Geçmişte kaldı" diye salık verilen birçok fikir ve tartışmanın aslında bugünü de belirlediği görülüyor. "Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı -Antikomünizm ve Amerikan Etkisi"   adlı kitabıyla bu tartışmalara güçlü bir giriş yapan akademisyen Cangül Örnek de bu nokta üzerine yoğunlaşıyor ve Türkiye'de düzen siyasetinin genetiğine işlemiş anti-komünizmin kökenleri ve hala güçlü bir şekilde devam eden etkilerini gözler önüne seriyor.

Cangül Örnek'i evinde ziyaret ettik ve henüz 3,5 aylık oğlu Arat'ın da bize eşlik ettiği uzun bir söyleşi gerçekleştirdik. Çünkü konu önemli ve hayli güncel. Okuyunca siz de göreceksiniz ki, Türkiye'de hala "komünizm hayaleti" dolaşıyor.  

Türkiye’deki anti-Sovyetizmin ve komünizm düşmanlığının “yerli” karakterini nasıl açıklayabiliriz? Kuruluşunu, Ekim Devrimi ve (Falih Rıfkı Atay’ın “İstanbul’a heykeli dikileydi” mealinde değindiği) Lenin’e, daha doğrusu Sovyetler Birliği’nin dünyadaki güçler dengesini, alışılmış emperyalist konfigürasyonu bir anda değiştirmesine borçlu bir devlet, Türkiye Cumhuriyeti, nasıl ve neden bu yola başvuruyordu?

Bunu kitabımda açmaya çalıştım. O yüzden burada dört başı mamur bir yanıt vermeye çalışmayayım. Her kapitalist ülkede önemli ideolojik eğilimlerden biri anti-komünizmdir. Ancak bazı ülkelerde anti-komünizmin dozu ve siyasi hayattaki belirleyiciliği çeşitli nedenlerle diğer ülkelerden daha fazla olabiliyor. Almanya ve ABD bunun örnekleri. Türkiye de bu kategoride bir ülke. Türkiye’nin yerli anti-komünizminin beslenme kaynaklarından bahsediyorsak, tarihsel olarak Osmanlı batılılaşma çabalarına ve Batılı güçlerle kurulan ilişkilere kadar geri gitmemiz gerekir. Türkiye’deki köklü Russofobi de ek bir açıklama sunacaktır. Elbette Türkiye kapitalizminin kuruluş dinamikleri ve kurucu kadronun nitelikleri öncelikli olarak ele alınmalı. Bunların hepsi eşit derecede olmasa da önemli... Ama bence Türkiye’de anti-komünizmi anlamak için üzerinde durmamız ve belki biraz daha düşünmemiz gereken özelliklerden biri, halkçılığın gerek aydınlar arasında gerekse devlet kadrolarında çok zayıf bir eğilim olması. Burada halkçılığı en geniş haliyle emekçi ve yoksulların koşullarını dönüştürme isteği olarak tanımlıyorum. Bu, Türkiye siyasetinin ve Türkiye’deki Kemalist siyasetin ya da dinci-milliyetçi sağın en tipik karakteri. Belki bugün bu kadar rahat insan öldürülebilmesi, hatta sivillerin hiçbir hesap sorulmadan katledilebilmesi ve bunun olağan kabul edilmesi de bundan kaynaklanıyor. Türkiye’de sol dışında halkçı karakterde bir siyasi hat yok. Solda ise çoğunlukla köylülüğü yüceltmek olarak yanlış yorumlanmış bir halkçılığın popülerleştiğini görüyoruz. Konumuz dışında olduğu için isterseniz oraya girmeyelim.

Peki, cumhuriyetin –sizin deyiminizle– “gen kodu olarak anti-komünizm” bugün ne durumda ve ne gibi sonuçlarını taşıyoruz? Bitirilen/biten/çöken Türkiye’de böyle bir gen bozukluğunun payı nedir?

Sorularınız bütünsel yanıtlar vermeyi gerektiriyor ama ben öyle yapmak istemiyorum. Belli yönler üzerinde duralım ki, tartışabilelim. Anti-komünizm üzerine çok fazla düşünüyorum. Henüz Türkiye’de anti-komünizmin kaynakları, etkisi ve tabanı konusunda etraflıca bir analiz ya da araştırma yapılmış değil. Halbuki çok önemli, çok gerekli. Türkiye’nin son yıllarda başına gelenlerde, keza Cumhuriyet’in başına gelenlerde anti-komünizm ile sol ve emekçi düşmanlığının payı büyük. İkisi birbirini besliyor zaten. Öyle olunca da halkla bağ kurmak zorlaşıyor.

Sorun Kemalizmle mi başlıyor?

Yanlış anlaşılmasın, klasik Kemalizm eleştirisini yinelemek değil amacım. Modernleşme hamlelerinin, yapılan devrimlerin halkın öz kültürüne ters düştüğünü, halkı rejime yabancılaştırdığını falan iddia ediyor değilim. Bir de şu: Türkiye’de İslamcıların halkçı olduğunu iddia ya da ima edenlerin İslamcıları neredeyse hiç tanımadıklarını düşünüyorum. Türkiye’de genel olarak sağ, özel olarak İslamcılar söylemde bile halkçı olmamışlardır. Örneğin, para ya da mevki her zaman itibarın esas kaynağıdır bu kesimler arasında. Mercedes’li bir tarikat lideriyle kömür yardımına muhtaç bir müminin aynı değerde olmadığını, İslamcı çevreleri uzaktan gözlemleyenler bile bilir. Bu ayrı bir tartışma konusu... Sorunuza dönersek Cumhuriyet’in kök salmakta zorlanmasının arkasında emekçi sınıflarla arasındaki kapanmayan mesafeye bakmak gerekir. Belki Cumhuriyet bir halk kalkışmasının ürünü olsaydı, kapitalist bir cumhuriyette bile durum bugünkünden farklı olurdu. Ama öyle değil. Cumhuriyet’in attığı ilk adımlar da bu mesafeyi kurumsallaştırıyor. 1936 tarihli İş Kanunu’nu ve 1938’de yürürlüğe giren Cemiyetler Kanunu’nu hatırlayalım. Türkiye’de emekçi hareket ve örgütlenmesinden duyulan korkunun ve sermaye sahiplerine sağlanmak istenen sorunsuz yapının daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında sosyal politikalar üzerinde belirleyici olduğu görülür. Hal böyle olunca yoksul sınıfların kendilerini hiçbir zaman evlerinde hissedemedikleri bir Cumhuriyet’in yoluna sorunsuz devam etmesinin bir sınırı vardı. İslamcılar böyle bir yapı sayesinde rahatlıkla yol aldılar.

Cumhuriyet sayfasının kapanması anti-komünizmin sonu anlamına gelmedi. Devletin, dinci sağın ve ulusalcı/sosyal demokrat kesimin adı konmamış uzlaşma noktası, dün olduğu gün bugün de anti-komünizmdir. Türkiye’de bu kesimler arasında yaşanan derin çatışmalara ve bu çatışmaların devlet mekanizmasının içerisine taşınmasına rağmen, mekanizmanın tamamen dağılmamasında bu asgari müştereğin payı büyük. Bu ortaklaşmanın ideolojisini de kitabımda 1950’lere yoğunlaşarak açmaya çalışıyorum.

“Komünist siyasetin ve sınıf mücadelesinin başdüşman ilan edildiği” bir Batılılaşma/modernleşme projesi, komşu olduğu reel sosyalizm döneminde büyük sorunlar yaşamadı. Ama 1989/90 sonrasında sosyalizmden artakalmış “solsuz bir dünyada” bu projenin devam etmesi mümkün olabilir mi? Çöküş neden kaçınılmaz gibi görünüyor?


Çöküş tek başına Türkiye’deki gidişattan kaynaklanmıyor. Dünyaya dönüp baktığınızda Türkiye’de para tapıcısı bir İslamcılığın yükselişini sağlayan koşulların uluslararası gelişmelerle yakından ilişkili olduğu görülür. Dünya genelinde seküler hareketlerin gerilediği açık. Bu hareketlerin bundan birkaç on yıl önce güçlü olması, birincisi Aydınlanma geleneğinin ciddi eleştirilere rağmen iyi kötü sürmesi nedeniyle, hatta ilerlemenin mümkün olduğunu vaat eden bir iyimserlik üretmesi, ikincisi ise reel sosyalizmin varlığının yanı sıra sosyalist ideolojinin etkisiyle mümkündü. Şimdi dönüp bir çevremize bakalım. Değil seküler bir modernleşme projesinin umut yaratması, en arkaik dini yorumların insanları harekete geçirebildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu bakımdan dönüm noktası Afganistan’daki seküler hükümetin devrilmesi ve ardından orada radikal İslamcılığın Sovyetler’e karşı beslenmesi ve silahlandırılması oldu. Daha sonra benzer hareketler Rusya Federasyonu’nda, Bosna’da, Malezya’da ya da Afrika’da, yani dünyanın dört bir yanında seslerini duyurmaya başladılar. Bu da kendiliğinden bir dine sarılma şeklinde yaşanmadı tabii ki, bu yerlerde ABD’nin ve başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin gelişmeleri yönlendirdiğini biliyoruz. Şimdi bununla mücadele etmeden, her durumda çarenin bu güçlerle iyi ilişkiler geliştirmekte olduğunu düşünen seküler hareketlerin ya da oluşumların bir geleceği olabilir mi? Örneğin, CHP gibi, kendine biçmeye çalıştığı yeni kimlikten bağımsız olarak seküler güçlerden biri olarak görülen bir partinin, örneğin, Almanya ile kurduğu ilişkiler ilginç bir hal alıyor.

Kitabınızda emperyalizm veya Batı ile Türkiye’nin ilişkilerinde bir kopuştan çok bir devamlılığa dikkat çekiyorsunuz. Emperyalizm ile genç Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerde “kopuş korkağı” Türk egemenlerinin bu devamlılık ısrarı neler getirdi, neler götürdü? Türkiye sermaye sınıfı ne aldı ne verdi? Asıl önemlisi, Türkiye solu bu “kopuş korkaklığından” kârlı mı, zararlı mı çıktı?

“Kopuş korkaklığı” dediğiniz şeyin Cumhuriyet’i, onun sermaye sınıfını nereye getirdiği açık. Yeniden ifade etmeye gerek var mı bilmiyorum. Ama bir noktaya işaret etmek istiyorum. Türkiye’de ne yazık ki sadece devlete ya da sermaye sınıfına özgü olmayan, çeşitli toplumsal kesimleri ilgilendiren bir durumdan bahsetmemiz gerekiyor. Örnek vererek anlatmaya çalışayım: Kemalist bir öğretmenle tartıştığınızda laf dönüp dolaşıp Obama’ya ya da Merkel’e geldiği vakit, son kertede onların medeni dünyanın medeni liderleri olduğu görüşünü değiştiremediğinizi fark edersiniz. Bu olgu, geçmişten bugüne, solun önemsemesi gereken önemli bir kesimi; okumuş ya da yarı-aydın artık nasıl adlandırırsanız o kitleyi ideolojik olarak belirledi. Son Suriye meselesi bu kesimlerde bir farklılık yarattı mı, bilmiyorum. Gözlemlemek lazım.

Niye böyle oluyor?

Bu kesimler şöyle bir düşünme yöntemine alışmış bulunuyorlar: Bir yandan reel gelişmeleri takip ediyorlar, dolayısıyla örneğin IŞİD’in kendiliğinden Suriye’ye yerleşmediğini biliyorlar ama bu reel gelişmelerle idealleştirdikleri Batı kapitalizmi arasında ilişki kurmuyorlar. Bu durum, sadece eski kuşak Kemalist öğretmene has olsaydı, belki o kadar önemsemek gerekmeyecekti. Ama bence Türkiye’de son yıllarda siyasallaşan genç, beyaz yakalı olarak adlandırılan kesimler de belli oranda aynı çelişkiyi taşıyorlar. Bir yandan dünyadaki, bölgemizdeki, Türkiye’deki gelişmeleri izliyorlar. Batılı güçlerin bölge politikalarını eleştiriyorlar ya da Türkiye’de kapitalizmin çevreye yıkım getirdiğini biliyorlar ama bu, ne Avrupa’ya yerleşme isteklerini törpülüyor ne de kapitalizm karşıtı olmalarına yol açıyor. Türkiye’de sol işte bu “kopuş”u gerçekleştirmekte zorlanıyor.

ABD’nin 1960’lardaki büyük sol yükselişimize kadar Türkiye’de dikkate değer bir tepki nesnesi/konusu olmadığını hatırlatıyorsunuz. Bu, “emperyalist demokrasi militanlarının” işini kolaylaştırmadı mı?

İlk tespitiniz doğru ama bu, Türkiye’ye has bir durum değil. Dünya genelinde anti-Amerikancılığın yükselişi özellikle Vietnam Savaşı sonrası gözlemlediğimiz bir olgu. Türkiye’de Kıbrıs meselesi tam da bu döneme denk geliyor ve ABD ile dostluk sorgulanmaya başlanıyor. Aslında 1960’lara gelene kadar Türkiyeli aydınlar arasında ABD’nin yaptıkları nedeniyle değil ama daha genel düzeyde bir emperyalizm eleştirisi ve Türkiye’nin aşırı Batıcı ve Amerikancı dış politikası nedeniyle ABD ile ilişkilere yönelen eleştiriler var. Marko Paşa’yı okuduğunuzda ya da Zincirli Hürriyet’in az sayıda çıkabilmiş sayılarına ulaştığınızda bunu görüyorsunuz. Kore Savaşı sırasında barışseverlerin mücadelesini de unutmayalım. Tüm bunlar büyük oranda bastırıldıkları ve kitleselleşemedikleri için cılız ama önemli tepkiler olarak tarihimize geçti.

Sonra baskıcı Menderes yönetimine uzun süre destek verdiği için ABD’ye ilerici kamuoyunun tepki duymaya başladığını söyleyebiliriz. Bir de başta askeri personel olmak üzere ABD’lilerin Türkiye’de karıştıkları cinayetler ve kaçakçılık faaliyetlerine rağmen Türkiye’de yargılanamamaları dolayısıyla duyulan rahatsızlık var. Bu tür tohumlar ekiliyor 1950’lerde. Boy vermeleri için ise biraz daha beklemek gerekecek.

Sorunuza gelirsek... Bundan çok emin değilim. “Emperyalist demokrasi”den kastınız ABD kaynaklı bir demokrasi ihracıysa, bunun Türkiye’de alıcısının sınırlı olduğunu düşünüyorum. 1950’lerde bazı solcular dışarıda bırakılırsa egemen çevrelerde ABD’den bir demokrasi ihracı beklentisi yok, ancak teknik ve mali yardım beklentisinden ve Sovyetler’e karşı askeri işbirliği beklentisinden söz edebiliriz. ABD ile yakınlaşmanın Türkiye’yi daha demokratik kılacağını varsayanlar ise Sertellerin öncülük ettiği sol eğilimli bazı çevreler. Tan gazetesi ve Görüşler dergisi, bu yakınlaşmayı içeride demokratik adımların atılmasına yönelik ısrarlarında bir manivela olarak kullanmaya çalışıyorlar. İşe yaramıyor tabii. Bana kalırsa “demokrasi ihracı”ndan bahsedeceksek bunun esas olarak 1990’larda gözlemlediğimiz bir olgu olduğunu ve bu dönemde beklentinin kaynağının Avrupa Birliği olduğunu söylemeliyiz. Nedenini burada uzun uzadıya tartışamayacağız ama bunun arkasında Türkiye’deki dönüşüm dinamiklerine ve özellikle halka duyulan güvensizlik var. Belki en başta kendinde değiştirme enerjisi bulamayan ama çokça konuşan ve yazan bir miskin kalem erbabının etkisinden bahsetmek lazım. Dediğim gibi bu uzunca bir tartışma konusu.

Soğuk Savaş’ın, Türkiye’deki anti-Sovyetizm ve anti-komünizmi adeta sistemleştirdiğine ve derinlere işlemesini sağladığına dikkat çekiyorsunuz. Burada tabii özellikle kültürel bir saldırıya da tanık oluyoruz. Siz bu kültürel saldırıyı ve sonuçlarını bugün nasıl okuyorsunuz? Bir başka ifadeyle: Böyle sistemli bir saldırıya layıkıyla direnip geri çevirebilen bir komünist hareketimiz oldu mu? Olduysa neden, olmadıysa neden? Geçici bir bilanço çıkarabilir misiniz?

Böyle bir geri püskürtmenin sadece komünist hareket eliyle yapılabileceğini düşünmüyorum. İçinde komünistlerin de yer aldığı daha geniş bir kesimin –örneğin Cumhuriyetçi aydın-sanatçıların– yer aldığı bir kesimin direnmesi ve başka bir kültürel iklimi hâkim hale getirmesi gerekirdi. Böylesi hem banal bir anti-komünizmin ve Amerikan hayranlığının boy vermesini engellerdi hem de düşünsel ve kültürel düzeyde daha nitelikli bir birikimin bugüne devretmesini sağlardı. Öyle olmadı.

Beni düşündüren bir örnek vereyim: Türkiye akademisini bilenler bana hak verecektir. Bu ülke özellikle sosyal ve beşeri bilimlerde tam bir fikir ithalatçısıdır. Sosyal bilimlerdeki ABD ve Avrupa kaynaklı çoğunlukla anti-Marksist yeni akımlar neredeyse sorgulanmadan çok sayıda sosyal bilimci tarafından bire bir yeniden üretilir. Bu yeni akımın dilini benimsemeyenler ise adeta kara koyun gibi dışarıda kalır. Sorun bunların Batı kaynaklı olması değil. Sorun, açıklama gücü ve isabeti kritik bir gözle ele alınmadan büyük bir şevkle benimsenmesi ve dışarıda o akımın eleştirisi çıkana kadar gözden düşmemesi. Bir örnek vereyim: Bundan 10-15 sene önce “çokkültürlülük” çok gözde bir kavramdı. Aynı zamanda azınlıkların, farklı etnik-dinsel grupların entegrasyonunda kritik bir siyasi araç olarak kavranıyordu. O zamanlar genç akademisyen arkadaşlarımla tartışırken özellikle Avrupa’da “çokkültürlülük” politikalarıyla insanların kültürel adalara hapsedildiğini, örneğin Müslüman kimliğini taşımak istemeyenleri bile bu kimlik altında zorla etiketlediğini, böylece siyasi ve ideolojik farklılıkların boğulduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalışırdım.

Nasıl karşılık buluyordu söyledikleriniz?

Beni dinleyen çıkar mıydı? Sanmıyorum. Ancak aradan zaman geçti ve kavramın çok sayıda anlamlı eleştirisi yapıldı. Dün kavramı kullanmadan entegrasyon sorunlarını tartışamayan akademisyen arkadaşlarımın, aynı kavramı bugün sert bir şekilde eleştirdiğini gözlemliyorum. Peki, neden şimdi? Çünkü kavramın burada gözden düşmesi için Batı akademisinde ciddi biçimde sorgulanması gerekti. Bu sadece kolaycılıktan mı kaynaklanıyor? Sanmıyorum. Daha yapısal ve kurumsal bir sorun. Bugün Türkiye’de akademik itibarın kaynağı özellikle ABD’deki eğitim kurumlarından derece almış olmak, orayı takip etmek ve oradaki yeni akımlara hâkim olmak. Bu da 1950’lerde başlayan bir süreç. Kitabımda bu eğilimin başlangıç yıllarında nasıl bir etki yarattığını anlattım. İşte bu süreç Türkiye’nin düşünce dünyasını özellikle 1980’lerden itibaren ABD’de ya da Avrupa’da moda haline gelen anti-Marksist, liberal eğilimlerin basit bir alıcısı haline getirdi.

Plan başarılı olmuş görünüyor...

Kötümser olmak için söylemiyorum ama ben bu kültürel saldırının büyük ölçüde başarılı olduğunu düşünüyorum. Bunun bir nedeni daha var. Açıklamak için bir örnek vereyim. İran sinemasıyla yeni Türkiye sinemasını karşılaştıralım. Yeni Türkiye sineması olarak adlandırılan, genç kuşak yönetmenlerin yapıtlarında izlediğimiz Türkiye okuması neden kimlik eleştirisine ya da insani ve toplumsal çürümenin anlatımına saplanıp kaldı? Ben bu kötümserlikten, insana duyulan tiksintiden adeta haz alındığını düşünüyorum. Edebiyatta da aynı şey. İran sinemasına baktığınızda ise, Türkiye’deki sinemacıların ülkelerine gösterdikleri yabancılaşmanın bu düzeyde olmadığını görürsünüz. Halbuki rejimin karakteri ile aydınlar arasındaki çatışma açık. Eleştiri var, hatta çok sert eleştiri var, ama sevgi de var... Türkiye’de sanat, kültür ve düşünce dünyasını zayıf kılan, en niteliksiz akımların bile alıcısı haline getiren bir faktörün de bu sevmeme hali olduğunu düşünüyorum. Uzatmayayım, ama üzerinde düşünmemiz, tartışmamız gereken bir konu bu. Özellikle genç arkadaşların yeni kuşak edebiyatçılar üzerinden bu sevgisizliğin ve bencilliğin alıcısı olduğunu gözlemlediğim için bu noktayı önemsiyorum.

Şimdi bütün bunların konumuzla ilgisi şu: Türkiye’de Soğuk Savaş yıllarındaki aşırı Amerikancılığın büyük katkı yaptığı ancak bundan ibaret olmayan, sizin deyiminizle bir “kültürel saldırı” söz konusu. Bunu yerli, öz kültürümüzü koruyalım mealinde söylemediğim açıktır herhalde. Öyle bir şey olduğunu düşünmüyorum zaten. Ama bu ülkenin kendi kişiliğini oluşturmakla ilgili bir sorunu var. Bir yandan çok fazla alıcı, ithalci diğer yandan ise kendine karşı çok fazla yerici ve sarkastik. Bu da ülkedeki kültürel direnci düşürüyor. En başta aydınlar ve eğitim düzeyi yüksek emekçiler arasında. Kültürel dirençten kastım evrensel ve modern ama aynı zamanda kökleşmiş ve derinleştirilmiş, nitelikli bir düşünsel ve sanatsal üretim. Ülkesi ve halkına karşı sivri dilli ancak dönüştürme inancı taşıyan, banalliğe prim vermeyen bir kültürel üretim. İşte bu damar şimdilerde iyice zayıflamış durumda.

Biraz dağınık oldu belki ama bu noktaları önemsiyorum.

İrdelediğiniz tarihsel arka planın önünde, bugün, anti-komünizm ne durumda?

Anti-komünizmin bir yönü de, düşündüğümüzden daha yaygın olması. Örneğin, banal bir anti-komünizm yapması dışında, gerçek bir edebi niteliği olup olmadığı tartışmalı Hayvan Çiftliği’ni öven aydınlara sıkça rastlanır. Muhalif bir sol partinin sözcüsünü kötü örnek olarak Çavuşesku Romanya’sını ya da hatta Fidel Küba’sını örnek gösterirken duyabilirsiniz. Ancak sorduğunuzda anti-komünizm yapmadığını söyleyecektir. Burada söz konusu örneklere yönelik eleştiri yapılması değil kastım, yüzeysel bir kara propagandanın söylemini ve kodlarını aynı şekilde yeniden üretmek. Ne zaman konu baskı yapan siyasi iktidarlara ve liderlere gelse, kapitalist dünyadan örnek vermek yerine sosyalist pratikleri hatırlatan solcu çoktur. Bu tavır bir yandan kendi siyasi pozisyonlarından kaynaklanabilir. Böylesi çok var. Ancak bence bu kişilerin yıllardır süren anti-komünist propagandanın etkisinde kaldıklarını da söylemek lazım. Gönüllü ya da gönülsüz, bilerek ya da bilmeyerek... Benzer örnekleri kapitalist ülkeler için vermeleri istense muhtemelen birkaç dakika düşünmek isteyeceklerdir. Zihinlerde “tek adam” eleştirisi sosyalist liderlerle, baskıcı devlet mekanizması ise sosyalist ülkelerdeki devlet pratikleriyle özdeşleştirilmiştir. Bu yüzden en tipik örnek bir kapitalist ülkede değil ama sosyalist uygulamalarda bulunur. Bu, propagandanın başarısına işaret ediyor ne yazık ki.

Bu tuzağa düşmemek için ne yapılmalı sizce?

Yukarıda bahsettiğim türde bir anti-komünizm yapmamak için biraz görünenin ardındakine, dolaylı mekanizmalara bakabilen bir yaklaşım lazım. Siyasette her şeyden önce önümüze basit gerçek diye konanın gerisinde ne yattığını önemsemek gerekiyor. Bu da yetmez, yüzeyin altında yatan ilişkileri anlamaya zahmet etmek lazım. Naçizane gözlemim Türkiye aydınının bu konuda çok zayıf olduğu, hatta belki en büyük zaafının bu olduğu. Halbuki Marksist yöntem öncelikli olarak görünenin ardındaki mekanizmayı görmeyi ve çözümleyebilmeyi gerektirir. Bizde ise, örneğin, baskının dolaylı değil, doğrudan işleyen haline daha büyük ehemmiyet atfedilir, ideolojik şiddet polis şiddeti kadar önemsenmez. İçerik araç kadar önemsenmez.

Son yıllarda Türkiye siyasetinde tek adam eleştirisi yaparken AKP ile birlikte hâkim hale gelen değer sistemi ile kavga etmek yerine, bu sistemi toplumsal norm kabul eden yazarlar ya da kendilerinin de aynı değerleri paylaştığını söyleyerek destek bulmaya çalışan muhalefet partileri görmüyor muyuz? Bunlar hep aynı eğilimin ürünleri. Yani araç içeriğin önüne koşulmuş durumda.

Kitabımda ise ideolojik şiddetin bazen ne kadar dönüştürücü, kimi örneklerde ise susturucu ve yok edici olduğunu anlatmaya çalıştım. Bunu anlamadan Soğuk Savaş’ı anlayamazsınız. Bana kalırsa bütün bu özellikler Türkiye aydınını liberalizm karşısında korumasız kılıyor. Liberalizm karşısındaki bu zaaf Soğuk Savaş döneminden bugüne devreden ideolojik birikimle birlikte, anti-komünist söylem ve iddialar için de uygun zemini yaratıyor.  

Bundan sonra ne tür çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz? Burada dile getirdiğiniz başlıkları ele alan yeni bir çalışma bekleyebilir miyiz sizden? Bu sırada zor bir göreve atılmışsınız, anne olmuşsunuz. Annelik ve yazarlık bir arada gidecek mi?

Evet, annelik en güzel kadınlık hallerinden biri. Beni bu sıra fazlasıyla meşgul ettiği için yeni çalışmalar için vakit bulduğumu söyleyemem. Ama düşünmeye vaktim oluyor. Bir yandan umutluyum, bir yandan üzgün. Umutluyum çünkü görüyorum ki kadınlar her türlü siyasal ve toplumsal engele rağmen çalışmaya, üretmeye devam ediyor. Annelik zor, bunu öğrenmiş oldum. Ama bu sayede anne olup da toplumsal hayattan çekilmeyi kabul etmeyen kadınların sandığımızdan da güçlü olduğunu keşfettim. Olağanüstü bir güç ve enerjiyle hareket ediyorlar, haberiniz olsun (Gülüyor). O yüzden hemcinslerimle gurur duyuyorum. Diğer yandan üzgünüm çünkü çocuklarımızın hayatının bu kadar değersiz olmasını kabul edemiyorum. Her gün çocukların ölüm haberleri veriliyor haber bültenlerinde. Bugün Nusaybin’den ya da Lice’den geliyor haber. Başka bir gün bir maden ocağında ya da Ege sularında ölen bir çocuğun haberini alıyoruz. O nedenle de, konuşmamızın başında bu ülkede rahatlıkla insan öldürüldüğünden bahsettim ve kendimce nedenlerinden birine işaret etmeye çalıştım. Yetişkinlerin başına gelenleri geçtim, bu ülkede çocuklara çok kolay kıyılıyor. Belki annelik bana bu durumu daha çok sorgulatıyor.

En çok da bu nedenle araştırma ve yazmaya devam etmek istiyorum. Devam etmemiz lazım. Sorgulayınca, yanıt üretmeye de başlıyorsunuz aslında. Ama burada dile getirdiğim tüm sorunları ele alan benzer hacimde çalışmalar yapmam imkânsız. Ben daha çok düşünelim, tartışalım, mücadele edelim diye konuştum. Alışmamamız lazım...

SOL

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]