Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Forum Arşivi

TKH 'sosyalizmde,bağımsızlıkta,laiklikte' ısrarcı

TKH Merkez Komite üyeleri Kurtuluş Kılçer ve Hanife Şahan, TKH'yı ve komünist hareketin son 2 yıldaki mücadelesini anlattılar.

Resim Ekleme  

Röportaj: Alev Doğan / ABC Gazetesi

Türkiye Komünist Hareketi (TKH) 30 Ocak Cumartesi günü Kadıköy Caferağa Spor Salonunda, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anmak için bir etkinlik gerçekleştirecek. Etkinlik öncesinde TKH Merkez Komite üyeleri Kurtuluş Kılçer ve Hanife Şahan ile buluştuk, Kürt sorunundan, Orta Doğu’ya, DİSK Genel Kurulu’ndan, Haziran Direnişi’ne kadar memlekete ilişkin ne var ne yok ise konuştuk.TKH’ın ne olduğunu, komünist hareketin iki yıldır yaşadığı sıkıntılı süreçleri atlamadan tabi…

Türkiye Komünist Partisi’nin siyaset sahnesindeki yeri bugünden bakıldığında daha iyi anlaşılıyor? Haziran Direnişi’nde önemli bir rol üstelenen, büyüyen, Sol Cephe gibi deneyimler ile toplumsallaşan parti ne oldu da bir tıkanma noktasına geldi ve bölündü?


Kurtuluş Kılçer: Türkiye’deki olanakları parti adına, sosyalizm adına değerlendirememek bu işin objektif tarafı. Bu objektif taraf kendini iç örgütsel bir mesele haline getirdi. Bu süreç siyaseten karşılanabilseydi, bu sürecin siyasi görevleri yerine getirilebilseydi TKP içerisinde başka bir düzleme geçişle karşılığını bulabilirdi.

Bu sürecin siyaseten karşılanması olarak tarif ettiğiniz şey tam olarak nedir?

Kurtuluş Kılçer:
Haziran’da ortaya çıkan toplumsal direnci örgütleyebilecek siyasal açılımlar, bu siyasal açılımların karşına konabilecek toplumsal örgütlenme modelleri, buna dönük olarak TKP’nin vites yükseltmesi gerekliliğiydi. Bunlar yapılamadı.

Bugün Türkiye Komünist Hareketi’ni oluşturan kadrolar, bölünmeyi istemediler anladığım kadarı ile…

Kurtuluş Kılçer:
Asla. TKH isteyerek, bilerek kendini kurgulayarak değil, bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Biz bu açıdan TKP’yi temsil ettiğimizi düşünüyoruz. Partinin bölünmesi bizim istediğimiz değil tam tersine buna karşı mücadele ettiğimiz, etmeye çalıştığımız bir durumdu. Partinin yaşadığı bu sıkışmayı aşabileceğini düşündüğümüz bir süreçti. Elimizden geleni yaptık ama başarısız olduk.

2014 Temmuz’undaki 12. Kongre ve geçtiğimiz yıl yaşanan HTKP kongresi ve ardından   sizin 147 imzalı bir deklarasyon ile yolunuza devam etme kararınız; bu iki sürecin arasında ne gibi farklar var. Bu bir bölünme mi, bir ayrışma mı?

Kurtuluş Kılçer:
Önce şu bilgiyi düzeltelim, o deklarasyonda imzası bulunan 147 arkadaşımız belli örgütsel sorumlulukları olan arkadaşlardı. Bu yüzden biz yola 147 kişi ile başlamadık. Yüzlerce üyeyi temsil eden imza sayısı idi. Yanlış bilinen bir konuya düzelterek bir kaç şey söylemeye çalışalım.

Bütün olarak son iki yıllık süreci düşündüğümüzde yaşanan sorunlarda örgütsel ve siyasal ciddi bir sıkışma belirleyici oldu. Bu sıkışmayı önce örgütsel olarak aşmaya çalıştık, sonrasında ise bu sıkışmayı aşmaya çalışırken Türkiye siyasetinin gelmiş olduğu nokta parti içerisinde fikir ayrılıkları ortaya çıkarmaya başladı. Partinin yıllardır savunduğu görüş ve düşüncelerinin, ilke olarak belirdiği tezlerin dışında, buna karşı duran bir tablo çıktı karşımıza. Bizim bir kez daha yaşamak durumunda kaldığımız süreç, bu sefer politik ve ideolojik bir ayrışmaya denk gelmektedir. Bu açıdan TKP’nin gerek ideolojik gerekse politik ve örgütsel hattını inkara varan bir toplam ile yürüyemeyeceğimizi fark ettik.

Aslında ilk iki sorudan cevapları dolaylı olarak aldık ama, Türkiye Komünist Hareketi’nin temel referans noktaları neler?

Kurtuluş Kılçer:
Türkiye’de bir dönemin sona erdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye sosyalist hareketinin tarihine baktığımızda belli dönemselleştirmeler yapılabilir. Örneğin 1960’lara kadar olan süreci değerlendirebiliriz, 60-80 arasını belki ayrı bir dönem olarak değerlendirebiliriz.1980 darbesi sonrası Türkiye sosyalist hareketi yeni bir yapılanmaya, yeni bir yola girdi. Bu yolun bize göre en değerli, en ileri, en güçlü kolu TKP oldu. 1980 darbesi ile Haziran Direnişi arasındaki süreci yeni bir dönem olarak değerlendirmek gerektiğini ve bu dönemin kapanıp yeni bir dönemin açılmakta olduğunu görüyoruz. Tek başına Türkiye solunun başarı ya da başarısızlıkları ile değil, düzen siyasetinde yaşanan köklü değişiklikler ile ilgisi var bu dönemin kapanışının. AKP’nin iktidara gelişi ile yeni bir rejimi uygulamaya koyması, ciddi bir yol alması ve bizim kodlamamızla 2. Cumhuriyet rejiminin inşası olarak ifade edilebilir. Yeni bir siyasal ve toplumsal yapıda mücadele ettiğimiz görülmeli. Türkiye Komünist Hareketi bu açıdan Türkiye’de güçlü bir komünist parti, gerçek bir komünist parti olmak istiyor. Bu ikisinin anlamı var. Güçlü bir komünist parti derken, yapısından, üye profiline, toplumsal dinamiklerle kurduğu bağdan, işleyişine, diline, üslubuna kadar her noktada güçlü ve büyük bir komünist parti olma hedefi ile hareket ediyor. Gerçeklik vurgusu ise, TKP’nin gerçek emekçi kitleler ile bağıyla ilişkili bir durumdur. Bu açıdan partimiz işçi sınıfı içerisinde mutlak örgütlenmeyi, işçi sınıfının siyasal ve örgütsel temsiliyetini üstlenmek zorundadır. Bu olmadığı taktirde mücadelenin kampanyalarla, yüzeysel bir biçimde yürümesi mümkün değildir. Biz yüzeysel bir mücadele, siyasi düzleme çentik atmaya çalışan ama debelenen bir hattan çıkılmadan gerçek bir komünist partinin kurulabileceğini düşünmüyoruz. Madem yeni bir rejim kuruldu, bu rejimin karşısına çıkacak gerçek bir komünist partinin kurulması gerekiyor.

Hanife Şahan: Sorunuza dair şu vurguyu yapmamız gerekiyor; AKP’nin Türkiye soluna yönelik yaptığı en büyük saldırının, siyaset ve tarih arasındaki açıyı genişletmek olduğunu düşünüyorum. O zamana kadar Birinci Cumhuriyet olarak kodladığımız bir dönemin tarihi yazılmıştı. AKP kendi tarih yazımını yaparken yeni kurduğu rejimi, İkinci Cumhuriyeti, meşrulaştırmak adına referans noktası olarak 12 Eylül referandumunu sergiledi. AKP çok ciddi bir adım atarak, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlarla Türkiye solunun belli kesimlerine kendisini alkışlattırdı. Oysa ki hepimiz bu referanduma gelene kadar AKP’nin ortaya koyduğu tabloyu görüyorduk ve bu tabloda özgürlükçü, demokratik bir içerik yoktu.

Bu anlamda özellikle sol, sosyalistler hiçbir şekilde tarihi, tarihlerini bir kenara atamazlar. Eğer siz tarihi arkada bırakırsanız, güncel siyasete daha fazla yönelirsiniz. Böylesi bir durumda da güncel siyasetten çıkaracağınız sonuç, pragmatizmin ötesine geçmez. Bunun için tarihini reddedenler yenilmeye mahkumdur. 1848’lerden, 1917’lerden, 1920’lerden bu güne bakmak ve ders çıkarmak ve devam etmek gerekiyor. Parti açısından 30 yıllık bir gelenek var ortada. O geleneğin geldiği nokta itibari ile nesnellik çerçevesinde değerlendirmek ve o şekilde adım atmak zorundasınız. Türkiye Komünist Hareketi’nin sırtını tarihe yaslayarak, bu adımları atıyor olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Bağlantılı olduğu için soruyorum; çok yakın bir zamanda DİSK Genel Kurulu gerçekleştirilecek. Türkiye Komünist Hareketi, sendikal harekete ve sınıfı gündemlerine nasıl bakıyor. Nasıl bir projeksiyon geliştirecek?

Kurtuluş Kılçer:
Mevcut sendikal hareketin içinden, işçi sınıfını öne çekecek bir dinamik çıkacağını düşünmüyoruz. DİSK ve KESK gibi yapıların miadını doldurduğunu düşünüyoruz. 12 Eylül ile sendikal hareket nasıl dibe vurduysa, 90’lı yılların başında yeniden ayağa kalkan sendikal hareket ancak bu günlere gelebildi. Yeni bir sınıf hareketinin, yeni bir sendikal hareketin kurulabilmesi gerekir, bunun için de öncü bir siyasal gücün devreye girmesi gerekir. DİSK genel kurulunu bu gözle değerlendirmek gerekir. Düzen solunun etkilerine açık bir mücadele hattının sınıf hareketinde bir kopuş sağlayabileceğini düşünmüyoruz. Gerçek anlamı ile devrimci bir çalışma, sosyalist bir örgütlenme öne koyulması gerekir sınıf hareketinde. Türkiye Komünist Hareketi’nin önündeki en önemli görevlerinden birisi bu olacak bu süreçte. Bu soru aynı zamanda ‘Türkiye’de güçlü ve gerçek bir komünist parti nasıl yaratılır’ sorusuna da bir yanıt oluşturuyor. Biraz önce Hanife’nin söylediği ‘tarih’ vurgusu kritik. Biz boş kağıda bir şey yazmıyoruz. Türkiye siyaseti açısından, Türkiye kapitalizminin bugün gelmiş olduğu bir tarih var. Emek-sermaye çelişkisinin biriktiği alanlar, sermaye sınıfının kendi iç yapısı, dış politikada bugün ortaya çıkan başlıklar bir tarihsel sürecin ürünü. Bununla beraber Türkiye Komünist Hareketi de 1920’den bu güne kadar Türkiye sosyalist hareketinin tarihini arkasına alırken, aynı zamanda Gelenek hareketinden, Türkiye Komünist Partisine evrilen örgütsel mücadeleyi de arkasında hissetmektedir. Burada ciddi bir deneyim, birikim ortaya çıkmıştır. Bu deneyim ve birikim ile beraber, daha özgüvenli bir biçimde önümüzdeki dönemi aşacağımızı düşünüyorum. Bunlardan yararlanarak ama eksikliklerimizi de gördüğümüz bir yol çizeceğiz. Örneğin ‘büyük siyaset’ adına gerçek bir parti olamamanın sancılarını yaşadı TKP. Bu çelişkilerden çıkıp, gerçek bir siyasal mücadele hattını önümüze koyacağız, koymamız gerekiyor. Eğer bunları başarabilirsek, geçmiş deneyimimizi bugüne taşıyıp, bugünün sorunlarına politik anlamda, toplumsal anlamda karşılık bulabileceği bir dil tutturabilirsek, biz sosyalizmin önünün çok açık olduğunu düşünüyoruz.

Bugün sendikal ve sınıf hareketine baktığımızda da benzer bir yaklaşım içinde sınıfın örgütlenmesini başa yazıp işçi sınıfının güçlü bir siyasal hareket haline gelmesi gerekir. Tarihsel bakış açısıyla Türkiye işçi sınıfının siyasete müdahale etmediği tabloda sol adına başkalarının konuştuğunu biliyoruz. Artık bu tablonun değişmesi gerek. TKH olarak söylediğimiz şudur; sınıf tavrını koymalıdır.

Hanife Şahan: Manifesto’da Ekim İsmi Ethem Nejat’ı anlattığı köşe yazısının sonlarına doğru şunu yazıyor: “Sosyalist mücadelenin insanları mücadele ederken sadece sınıf düşmanlarıyla kavga etmekle yetinemezler. Çünkü sosyalizm mücadelesi sadece mevcut düzeni yıkmak mücadelesi değildir, aynı zamanda yeni ülkemizi kurmak mücadelesidir. Çünkü, nasıl bir ülke kuracağımızı hayal etmek öyle az buz bir şey değildir.

Ethem Nejat yoldaşımıza, her şeyin ötesinde, bir de bunun için, hem sınıf düşmanıyla kavga ettiği hem de başka bir ülkeyi hayal ettiği için teşekkür etmek gerek.”

Buradan hareketle ben kendi partilik hayatımı göz önünde bulundurduğumda beş yıl çalıştığım fabrika deneyimimi, THY Direnişi’ni ve özellikle Şişecam Direnişi’ni çok önemsiyorum. İşçi direnişine, onlara sunacağınız bir alternatif ile gidersiniz. Sosyalizmi anlatarak, sosyalizmin nasıl olması gerektiğini anlatarak gidersiniz. Aslında sosyalizmi tarif ettiğinizde dinleyen kimseden olumsuz bir cevap gelmediğini de görürsünüz. İnsana özgüdür. Bu yüzden kavramlarımıza inatla sahip çıkmak önemli.    

Bir de bu memlekette 2013 Haziran Direnişi diye bir deneyim yaşandı. Yaprak kımıldamıyor denilen bir dönemde gerçekleşti üstelik. Oraya işçiler de, emekçiler de geldi. Bir kıvılcım olarak değerlendiriyor isek o dönemi, bu kıvılcımın körüklenmesi gerekiyordu. İşçi sınıfına bir gelecek tasavvuru ile gidersek, buna önayak olursak ve altını doldurursak karşılık alabileceğimizi düşünüyorum.

Haziran Direnişi dedik… O günlerde sokağa çıkan insanlar neredeler? O enerjinin sandığa gömüldüğü fikrine katılır mısınız?

Hanife Şahan:
Bugün bir tepkisizlik var evet ama ben o insanların kaybolduğunu düşünmüyorum. Haziran Direnişi bugün bizim oturup değerlendirmemiz gereken bir tarihsel süreç. Haziran Direnişi’nde sokağa çıkan insanlar bir alternatifi arıyorlardı. Bu alternatifi oluşturmaya çalışan bir sürü yapı, örgüt, parti… çıktı ortaya. Ama oradaki sorun şuydu; siyasi olarak bir hedef gösterilemedi. Açık söyleyeyim bu hedefi gösterebilecek tek parti TKP idi. Varolan düzenin iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumsal düzenin kurulması gerektiğini söylüyordu.

Direnişe katılan insanlar son iki seçimde Türkiye sosyalist hareketinin birçok öznesinin de yönlendirmesi ile sandığa kitlendi. Sanki bu karanlıkta kalan tek çıkış sandıkmış gibi propaganda edildi. Gündelik siyaset sandığa gömüldü. Yalnızca AKP’yi geriletmek hedefi ile hareket edildi. Ciddi anlamda bir sonuç alınamadığı için de insanlar umutsuzluğa kapıldı.

Kurtuluş Kılçer: Bir ek yapmak gerekirse, Birleşik Haziran Hareketi ve Haziran Direnişi’ni ayırmak gerekiyor. Haziran Hareketi, Haziran Direnişi’nin siyasal ve örgütsel temsiliyetini üstlenmek istedi. Fakat burada bir başarısızlığı açıkça ortaya koymak gerekir, bunu söylemekte herhangi bir beis görmüyorum. Haziran Direnişinde ortaya çıkan enerji, düzen tarafından soğrulmaya çalışıldı. Bu soğrulma meselesi de 2. Cumhuriyet rejimi ile belli bir uzlaşma anlamına geliyordu. Ve sandık hedefi Haziran Direnişinin enerjisini çaldı. CHP’nin ve HDP’nin bir misyon oynadığını görmemiz lazım. Sosyalistler buna engel olamadılar. Herkesin bir Haziran Direnişi okuması var. Bu değerlendirmelerde bir başarısızlık göz çarpıyor ise, siyasi okumada aranmalıdır. Bir iddia ortaya çıkıyor ve bu iddialar bu temsiliyeti sağlayamıyorsa demek ki   bu siyasi okumalarda bir sorun vardır. Haziran Direnişini en genel anlamı ile ‘AKP rejimi ile birlikte yaşamak istemiyoruz’ diyenlerin sesiydi. Bu ses AKP karşıtıymış gibi gösterilip, AKP ile barışmaya itildi. Bir yandan AKP karşıtıymış gibi görünüp bir yandan da AKP ile barışma yolu bu enerjiyi soğuran, kitlelerin taleplerine yanıtına cavap üretmeyen bir siyaset tarzı oldu. Hazirancılar nerede sorusu yanlış bir soru. Hazirancılar yerinde duruyor, Hazirancılar ne zaman ayağa kalkacaklarını çok iyi biliyorlar. Haziran önemli bir toplumsal bir birikmenin patlaması idi. Türkiye’de toplumsal sorunlar yeniden birikiyor. Bu biriken sorunlar, özellikle cumhuriyetçi kesimde çözümünü yeni bir cumhuriyette bulacak. TKH olarak yeni bir cumhuriyet, sosyalist cumhuriyet talebimizi bu yüzden önemsiyoruz.

İnsanların öldüğü, yerinden yurdundan edildiği ve artık çözülmesi gereken bir sorun var, Kürt sorunu. Siz de geçtiğimiz günlerde bu konuya ilişkin bir deklarasyon yayınladınız. Kürt sorunun çözümünün anahtarı nerde?

Kurtuluş Kılçer:
Kürt sorununun çözümünün anahtarı sosyalizmde. AKP’nin   ya da Kürt siyasi hareketinin elinde olmadığı çok açık. Kürt meselesi tarihsel bir sorun, bu soruna yaklaşımda iki şeyi ayırmak lazım; Kürt halkının, siyasal, kültürel, demokratik haklarının tanınması ile, bu haklar adına siyaset yaptığını düşünen siyasi hareketin vesayeti arasında bir ayrım görmek gerekiyor. Türkiye sosyalist hareketi burada yanıldı. Sosyalist hareket Kürt emekçilerinin taleplerinin yanında iken, Kürt siyasi hareketinin vesayeti altına girmek durumunda kalıyor. Bizim açımızdan burada kalın bir çizgi var. Kürt emekçilerinin yanındayız, dün de yanlarındaydık yarın da yanlarında olacağız, ama Türkiye sosyalist hareketinin Kürt siyasi hareketinin vesayeti   altına sokulması hem Kürt emekçilerinin kurtuluşu açısından hem de sosyalizmin ayağa kalkması açısından doğru değildir.

Bugün kentler yıkılıyor, insanlar ölüyor, iç savaşa evrilebilecek bir tablonun karşısındayız. Devlet faşizminin karşısında olacak bir bilinci topluma sunmamız gerekmektedir. Bu ortadayken tarafların neyi talep ettiklerinin üstü ise örtülmüş durumda. Burada herkesin üzerinden durduğu şey Dolmabahçe Mutabakatı adı verilen masanın devrilmesi. Kimin devirdiğinden bağımsız bir biçimde biz bu masada duranın daha fazla tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu masada yazanlar   bize göre Kürt emekçilerinin çıkarına değil, Türk emekçilerinin çıkarına da değil. Bu mutabakat ile emperyalizme karşı bir direnç oluşturulamaz, gericilik ile mücadele edilemez, sermaye sınıfının daha fazla sömürmesi   engellenemez. Örneğin son maddelerinden birisinin yeni bir anayasada uzlaşma olacağı hatırlanmalı. Başa dönecek olursak, Kürt sorunun çözümünün 2. Cumhuriyet rejimi ve dolayısıyla AKP’nin elinde olduğunu düşünmüyoruz. Kürt siyasi hareketinin de politik talepler noktasında 2. Cumhuriyet rejimine doğru bir entegrasyona gittiğini düşünüyoruz. Bu sorunun çözümünü havale etmek için değil, bizzat bu mücadelenin sosyalist Türkiye’de çözüleceğini düşünüyoruz. Kürt emekçilerine başka bir açıdan seslenmek gerekiyor; buradan çıkış anti-emperyalist, gericilik karşıtı, emekçilerin çıkarlarının yanında bir mücadele ile mümkündür. Bu da adlı adınca sosyalist Cumhuriyet talebidir. Eğer bu talep ortaya konar ise Türkiye’de önemli bir değişim ortaya çıkar. Konmadığı durumda ise bir tarafta savaşların, çatışmaların sürdüğü, insanların öldüğü bir tablo, bir tarafta gericiliğin, emperyalizmin, sermayenin sarmaladığı bir masanın etrafında dönen bir müzakere olur.

Peki özerklik meselesi?

Kurtuluş Kılçer:
Bu çok tartışılan bir konu. Bildiğiniz gibi 14 maddelik bir metin var ortada. Örneğin özerklik tanımı tam olarak bu maddeleri karşılayamıyor. Federalizm ya da ayrı bir devlet tanımlamalarına denk gelebilecek tanımlamalara işaret eden bir içerik var ortada. O yüzden analitik olarak bakıldığında kafalar çok net değil. Kürt siyasi hareketi tarafından tarif edilen bu maddeler, ya burjuva çözüme denk gelebilir ya da devletleşmeye doğru gidebilir. Ortadoğu’daki siyasi tabloya baktığımız zaman ayrı bir Kürt devletinin de emperyalist-kapitalist sisteme bir gedik açabileceğini bugün için düşünmüyoruz.

Ortadoğu’da kurulan denge, iki kutuplu dünyanın dengesi idi. Bu denge emperyalizmin aleyhine bir denge idi. Emperyalizm Arap Baharı ile, Irak’ın işgali ile, Suriye’ye müdahale ile bu dengeyi yıktı. Federal bir dizi devletçiğin ortaya çıkması emperyalizmin genel politikasına zarar verecek bir olgu değil. İkinci olarak uluslararası sosyalist hareketin içinde bulunduğu durum, kurulacak olan bir Kürt devletini bugün için sola çekemez.

Lenin döneminde emperyalizmin sömürgesi olan ülkelerin ulusal kurtuluşlarını, kendi kaderlerini kendileri tayin etmesi,   emperyalizme karşı çok önemli darbelerdi. Bugün böyle bir tablo yok. Bugün emperyalizmin iki kutuplu dünyada kurulan dengeleri yıktığı bir süreç ve bu sürecin içine doğan bir Kürt sorunu var. Bu açıdan da, mesele dar bir ulusal kurtuluş mücadelesi bağlamında ölçülemez. Emperyalizmin çembere aldığı bir kurtuluş biz komünistlere göre bir ulusun gerçek anlamda kurtuluşu değildir. Hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da bütün güçlerin sosyalizm için, anti-emperyalist bir hatla mücadele vermesi gerekir. Biz Kürt emekçilerini bu mücadeleye çağırıyoruz.

O zaman Lenin’in   “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ diye tanımladığı şey bir ilkeden ziyade bir taktik olarak mı okunmalı?

Kurtuluş Kılçer:
Elbette. Sosyalizmin olduğu koşullar ile bugün kapitalist-emperyalist sistemin insanlığa reva gördüğü sistem arasında oldukça büyük farklar var. Lenin’in programatik olarak yazalım dediği “Ulusların kendi kaderini tayin hakkını” bugüne evriltmek arasında çok ciddi açı var. Kaldı ki Lenin bir dizi eserinde bu açıyı, açık bir biçimde ortaya koymuştur. Biz ulusların kendi kaderini   tayin hakkını savunurken de, emperyalizmin sömürgesi olan ülkelerin mücadelesini kast ediyoruz. Bugün emperyalizmi yok sayarak yalnızca Türkleri sömürgeci , Kürtleri sömürülen olarak gösteren bir tablonun eksikli olduğunu düşünüyoruz.

Özellikle Avrupalı Marksistler açısından heyecan ile karşılanan bir Rojova deneyimi var. Sosyalizm deneyiminin hayal kırıklığı ile sonuçlandığını, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığını ve solun ilk defa bir zaferin parçası olduğu argümanları ile bu deneyime sahip çıkılıyor. Komünistler nasıl bakıyor bu duruma?

Kurtuluş Kılçer:
  Avrupalı Marksistler genel olarak, Sovyetler Birliği’nin varlığı konusunda eleştirel bir tutum içerisinde oldular. Bugün Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir tabloda, dünya 1. Dünya Savaşı’nın öncesine dönmüş durumdayız. Ortadoğu’da harita büyük güçlerin müdahalesi ile şekilleniyor. Büyük güçlerle mücadele ederek kurulan ulus devletlerden bahsedemiyoruz. Genel olarak Irak ve Suriye’deki rejimlere bakışta bir sorun var. Bu rejimleri emperyalist ağızla “baskıcı, diktatör” olarak tarif edince, ona muhalif olan her dinamik “özgürlükçü” olarak adlandırılıyor. BAAS örneği iki kutuplu dünyanın dengesinde kurulan rejimlerdi. Bu rejimler emperyalizmin istediği modeller değildi.   SSCB’nin yıkılması ile emperyalizm saldırganlığını arttırdı. Bu dengeleri bozmak adına adım attı. Geriye giden bir siyasi tablo ile karşı karşıyayız. Biz komünistler ilerici olan, emekçilerden yana olan, emperyalizmle arasına mesafe koyan hareketleri merkeze koymak gerektiğini düşünüyoruz. Genel olarak emperyalizmi yok sayan, Ortadoğu’ya müdahalesini görmezden gelen yaklaşım yanlıştır. Avrupalı Marksistlerin göremediği şey aslında budur.

30 Ocak’ta bir etkinlik yapacaksınız, biraz bilgi verebilir misiniz?

Hanife:
Evet, 30 Ocak’ta “İnadına laiklik, inadına bağımsızlık, inadına sosyalizm” etkinliği yapıyoruz. Elbette bu aynı zamanda bir anma etkinliği. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ölüm yıldönümü dolayısıyla ve tabii ki memleketimizin içinden geçtiği sürece yönelik öfkemizi, bir arada olabilmenin coşkusunu paylaştığımız bir etkinlik olacak.

Bugün Türkiye’nin her tarafında katliamlar, tecavüzler gerçekleşiyor. İşsizlik en üst seviyelere çıkmış, bilim kurumları gericilerin eline geçmiş, eğitimde, sağlıkta kısaca hayatın her alanında gericilik, emperyalizm, sermaye kol gezmeye başlamış. 30 Ocak etkinliğimiz böylesi bir Türkiye’de çok daha fazla önem kazanıyor. Bizler Mustafa Suphi ve arkadaşlarının bıraktığı bayrağı teslim aldık. Suphiler, Nazımlar memleketlerini sevdikleri için sosyalizmin peşinden gittiler, şimdi de memleketi inatla seven ve bırakmayacak olan bizler peşinden gidiyoruz. Umut taşımak için…

Buradan da tüm okurları 30 Ocak’ta saat 19.00’da Kadıköy Caferağa Spor Salonu’nda yapacağımız etkinliğimize davet ediyoruz. Umudumuza ortak olmaları için…

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]