Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Türkiye Devrim Tarihi
12.03.2016- 20:32

12 Mart; Bugünün Türkiye'sini yaratan ilk faşist darbe

Cumhuriyet devrimine demokratik bir boyut kazandıran ve tarihimizin en özgürlükçü anayasasını yapan 27 Mayıs 1960 hareketinin yarattığı ilerici sonuçları ortadan kaldırmak, solun yükselişini önlemek, devlet kadrolarından sol-yurtsever-kamucu kemalistleri tasfiye etmek ve Türkiye'yi NATO ve ABD'nin mutlak kontrolüne almak için yapılan 12 Mart darbesi, tam anlamıyla faşist karakterli bir müdahaleydi.

Darbe'den sonra, sola karşı büyük bir sindirme ve tasfiye hareketi başlatıldı. Binlerce aydın tutuklandı, işlerinden atıldı. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil gibi sosyalist solun ve devrimci gençlik hareketinin önderleri ya Kızıldere ve Nurhak Dağlarında öldürüldü ya da idam sehpalarına gönderildi. Onbinlerce üniversiteli genç, solcu aydın ve siyasetçi tutuklandı. Ancak 12 Mart darbesi bütün kıyıcılığı ve bakılarına karşın başarılı olamadı.

Sol,   büyük direnişin sağladığı prestijin de etkisiyle sol 12 Mart darbesinden sonra daha da büyük   bir güç haline geldi ve 1970'li yıllar Türkiye tarihinde sosyalist ve devrimci solun en büyük güç olduğu bir dönem olarak tarihe geçti. Bu nedenle 12 Mart darbesinin eksik bıraktığını 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi tamamladı. Bütün gericilerin desteklediği bu iki darbe Türkiye'de siyasal islamcıların önünü açtı ve bugünün Türkiye'sinin yaratılmasında en önemli belirleyici etken oldu.

(Okuduğunuz değerlendirmenin aşağıdaki bölümünü, "Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'   nin ilgili bölümünü esas alıp, kimi ekler ve küçük düzenlemeler yaparak oluşturduk.)

DARBEYE GİDEN ÇATIŞMALI YOL
"12 Mart 1971'de üç kuvvet komutanı ve Genel Kurmay Başkanı'nın imzasıyla TRT haber bültenlerinden okunan hükümete yönelik muhtıra ile Ordu, "Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatı"na dayanarak Süleyman Demirel'in Adalet Partisi (AP) hükümetini düşürdü.

Parlamento kapatılmamış, siyasal partilerin çalışması engellenmemiş ve hiçbir yönetici tutuklanmamış ve hükümet idaresine fiilen el konulmamış olmakla birlikte bu apaçık bir darbe idi. Ordu kendi iradesini seçilmiş meclislerinin iradesine dayatmış ve silahlı kuvvetlerin yürütmesi "egemenliğin kayıtsız şartsız ait" olduğu söylenen milletvekillerinin ellerinden alınmıştı. Silahların kontrolü meclis ve hükümetin elinden çıkmıştı ve "silahlar kimdeyse iktidarın da onda" olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı.

"12 Mart Muhtırası"   adı verilen müdahalenin meşruiyet gerekçelerinin sıralandığı belgenin "reformlar ve inkılap kanunları" ndan söz eden programatik imaları, birçok çevrede yıllardır sözü edilen hasretle beklenen ve gerçekleştirilmesi uğruna sosyalist hareketin içindeki birçok çevre de dahil kimi "ilerici" ve "devrimci" grupların pek çok çaba gösterdikleri "radikal/sol darbe" nin sonunda gerçekleştirildiği izlenimini veriyordu. Ama Muhtıra'dan çok kısa bir süre sonra silahlı kuvvetlerden aralarında Tümgeneral   Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu   ve Deniz Tuğamiral   Vedii Bilget 'in de bulunduğu, sol eğilimli ve sol kemalist bir grup üst rütbeli subayın tasfiye edilmeleri, tüm "radikal sol" çevrelerde hayal kırıklığına yol açtı.

9 MART'TA NE OLDU?

Yön dergisiyle simgelenen entelektüel ve siyasal hareketin lideri Doğan Avcıoğlu'nun Devrim dergisi "Doğru Teşhis, Yanlış Tedavi" belirlemesinde bulunurken siyasal iktidarın parlamento ile paylaşılmaya devam edilmesini eleştirmeye başladı. Tereddütler yerini çok geçmeden karamsarlığa bıraktı. Erim Hükümeti açıklanıp programını ilan ettiğinde ve Vehbi Koç'un ağzından tekelci burjuvazinin tam onayını aldığında, herkes ve bu arada devrilen Demirel'in AP'si bile herhangi bir "radikalizm" in iktidara tırmanmakta olmadığından artık emindi. Düzen bir kere daha çatışan tarafların üzerine doğru tırmanarak yürütme gücünün egemenliğiyle kendisini kurtarmıştı. Sıra düzeni tehdit eden güçlerin hizaya getirilmesindeydi.

Gerçekte Süleyman Demirel'in bir ordu müdahalesiyle devrilmesi aylardır bekleniyordu. Ancak hükümetten yana olduğu bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın müdahalenin başında bulunacağı umulmuyordu. Silahlı kuvvetlerde hayli yaygın bir zemine sahip olan "radikaller" in bir kere girişim başlayınca önderliği ele geçireceği sürekli olarak varsayılmıştı. Radikallerin (Avcıoğlu gurubu gibi sol çevrelerin ve sol kemalistlerin) sürekli aşağıdan yukarı doğru baskısıyla sonunda 8 Mart'ı 9 Mart'a bağlayan geceyarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü harekete geçmek üzere alarma geçirildi. Darbe için hazırlanmış planlar uyarınca birlikler seferber edildi. Sıra kuvvet komutanlarının harekat emrini vermesindeydi.

SOL KEMALİSTLERİN VE RADİKALLERİN TASFİYESİ

Ancak bu emir hiçbir zaman gelmedi. Çünkü "sol radikallerin" bütün bağımsız örgütlerinin bilgisini ve yönetimini kendilerine bağladıkları ve hepsi de "radikal" olarak bilinen Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, darbe "radikaller" in programına uygun olarak yürürlüğe konduğunda karşılarında güçlü bir direniş cephesi oluşacağını görmüşlerdi. Silahlı Kuvvetlerin bu darbe süreci içinde bölünmesinin giderek darbede inisiyatifin kendi ellerinden de çıkartacağını ve alt kademedekilerin hazırlıklarını buna göre de yaptıklarını öğrenen Batur ve Gürler, ordunun Amerikancı ve tutucu kanadının ortalama eğilimlerini dile getirdiği bilinen Genel Kurmay Başkam Memduh Tağmaç ile anlaştılar. Buna göre, ordu yumuşak bir müdahale ile "radikaller" in nefretinin simgesi haline gelmiş olan Demirel ve AP hükümetini alaşağı edecek, buna karşılık Batur ve Gürler de alt kademedeki "sol radikaller" i tasfiye edeceklerdi.

Böylelikle hem silahlı kuvvetlerde bölünme tehlikesi ve bunu izleyebilecek bir "iç savaş" tehlikesi atlatılmış oluyordu, hem de büyük burjuvazinin otorite bunalımını aşmak için bir olağanüstü rejim üzerinde burjuvazinin bütün fraksiyonları uzlaşmış oluyorlardı.

12 Mart Müdahalesi silahlı kuvvetlerdeki bu iki gücün çatışmalı dengesinin pratik anlatımıydı. Süleyman Demirel hükümetinin devrilmesinin ardından "Nasır" olabileceklerinden (Mısır'da yönetime halkın desteklediği bir askeri müdahale ile el koyan ve Kral Furak'u devirerek cumhuriyet ilan eden halkcı-devrimci lider Cumal Abdul Nasır) kuşkulanılan generaller ordudan atılınca, aslında üstünlük bir anda Amerikancı ve muhafazakar kanadın eline geçmiş oldu. Demirel ve AP darbeyi desteklemeye başladı. Darbeyi islamcılar dahil Türkiye sağının tamamı sahiplendi.

Çünkü bu noktadan sonra Batur ve Gürler artık isteseler de 12 Mart Muhtırası'nın parlamento ve burjuvazi karşısındaki blöfü olan ve gerçekte "radikaller" i frenlemekten başka bir amacı olmayan, reformlar yapılmazsa "idareyi doğrudan doğruya üzerine alma" tehdidini gerçekleştiremezlerdi. Bunu birlikte yapabilecekleri hiyerarşiden bağımsız bir örgüt yoktu artık. Onu kendi elleriyle parçalamış ve tasfiye etmiş, önderlerini Tağmaç ve Türün'ün önüne atmışlardı.

1965'ten başlayarak adım adım kurdukları bağımsız örgütlerini paşalarına teslim eden "radikaller" in, kendi planlarını karşı tarafa açıkladığını düşündükleri Korgeneral Atıf Erçıkan'ın evini bombaladıktan sonra yakalanan Dev-Genç Genel Sekreteri Ruhi Koç ve 69 devrimci deniz subayı hareketinin önderi emekli deniz yüzbaşı Sarp Kuray   "radikaller" in hayal kırıklıklarını ve öfkelerini ifade ediyorlardı.

REFORMCU HÜKÜMET KANDIRMACASI

Yukarıda, silahlı kuvvetler komuta kademesinde varılan anlaşma aşağıda, parlamentoda da yansımasını buldu ve AP, CHP ve öteki partiler başbakanlığa atanan CHP milletvekili Nihat Erim hükümetine bakan vereceklerini ve programını onaylayacaklarını bildirdiler. Hükümete parlamento dışından Yön ve yine Doğan Avcıoğlu çizgisindeki Sosyalist Kültür Derneği çevresinden OECD ve Dünya Bankası'nın gözde teknisyenlerinden Atilla Karaosmanoğlu, NATO Genel Sekreter Birinci Yardımcısı Osman Olcay, OYAK Yönetim Kurulu Üyesi Özer Derbil, 27 Mayısçı Sadi Koçaş,   "ilerici" öğretim görevlilerinden AÜ Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Türkan Akyol ve başka teknisyenler de girdiler. Böylece ordunun zoru altında burjuvazinin bütün eğilimleri, teknokrasi ve bürokrasi bir hükümet çevresinde birleşmiş, temsili bir "milli birlik ve beraberlik" siyasal çevrelere hakim olmuş gibi görünüyordu.

Ancak Doğan Avcıoğlu darbenin gerçek niteliğini çok erken görmüş ve arkadaşlarına 12 Mart'ın Natocu ve Amerikancı karakterini açıklamıştı.

Ancak yeni kurulan hükümetin gerçek niteliğini henüz göremeyenler de vardı. Çoğu sonradan darbeciler tarafından tutuklanacak, hatta öldürülecek bazı isimler başlangıçta "reformcu" görüntülü bu hükümete çekinceli de olsa destek verdi. Örneğin Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) Genel Başkanlarından ve o dönemde Meclis'te Milletvekili olan Mehmet Ali Aybar Erim hükümetine güven oyu verdi. Dönemin büyük gücü olan efsanevi gençlik örgütü Dev-Genç de yayınladığı ilk bildiri ile 12 Mart'ı, beklenen "sol/radikal darbe" sanarak destekleyen bir bildiri yayınladı.

Ancak Mahir Çayan gibi solun liderlerinin uyarısı üzerine, TİP, Dev-Genç ve Sosyal Demokrat Dernekler Federasyonu (SDDF) "tekelci kapitalistlerin", "bürokratik faşizmin" hükümetine hiçbir şekilde destek olmayacaklarını ilan ettiler. Dönemin CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, Türkiye'de Yunanistan usulü bir askeri diktatörlük (1967 darbesiyle kurulan Albaylar Cuntası gibi)   kurulmuş olduğunu söyleyerek, 12 Mart darbesine tepki gösterdi ve görevinden istifa etti.

"Radikaller" bozgun havası içinde geri çekilmeye ve darbeye kadar onayladıkları "gerillacılık" faaliyetlerinden vazgeçilmesi çağrıları yayınlamaya başladılar. Düzen kendisini yeniden tesis ederken NATO'nun güneydoğu kanadında ortaya çıkmış olan belirsizlikler ABD'nin istekleri doğrultusunda giderilmeye ve büyük burjuvazinin "komünizmle mücadele" programı, paramiliter çetelerin elinden alınarak doğrudan doğruya devletin gizli aygıtlarına devredildi. Tam da bu aşamada "Kontrgerilla" sahneye çıkmak üzereydi. Ancak bunun için öncelikle görünüşte hala yürürlükte olan parlamentonun yürütme yetkilerinin askıya alınması, öte yandan Anayasa'da ezilen sınıfların özgürlük mücadelesi alanını yasallaştıran hükümlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Burjuvazinin siyasal gündeminde Anayasa'nın değiştirilmesi ve sıkıyönetim ilanı vardı.

SIKIYÖNETİME DOĞRU

12 Mart'tan sıkıyönetimin ilan edildiği 26 Nisan 1971'e kadar geçen süre içinde toplumsal mücadeleler de, silahlı eylemler de, faşist hareketin saldırıları da durulmadı. 20 Mart 1971'de Batman'da üç bin köylü kent meydanında bir araya gelerek "açız" diye haykırdılar. Jandarmanın zor kullanmasına karşın dağılmayarak sopa ve taşlarla karşılık verdiler. 21 Mart'ta Konya'da Eğitim Enstitüsünde kendilerine o dönemde "komando" adını veren faşist ve ülkücü bir gruplar devrimci öğrencilere saldırarak altısını bıçakla yaraladılar. 24 Mart'ta İstanbul'da bin tekstil işçisi Enboy fabrikasında direnişe geçtikten sonra haklarını savunmayan Teksif merkezi ve şubelerini işgal ettiler.

25 Mart'ta Samsun'un Alaçam ilçesinde tütün üreticilerinin Tekel'in tütün satmasını engelleyerek gerçekleştirdikleri direnişte dört öğretmen ve dört üretici tutuklandı. İstanbul'da Vezneciler'de faşistlerin üniversiteyi işgal girişimini önleyen devrimci öğrencilerle faşistler arasında çıkan çatışmadan sonra DGSA'yı basan polislerle de silahlı çatışma çıktı ve bir öğrenci iki polis yaralandı. 29 Mart'ta Ankara'da Kurtuluş Lisesi önündeki çatışmada faşistler üç devrimci öğrenciyi kurşunladılar. İstanbul'da Işık mühendislik ve Mimarlık Akademisini işgal ederek uzun saçlı erkek öğrencilerin saçlarını kesmeye başladılar. 31 Mart'ta İTÜ olaylar çıkacağı gerekçesiyle kapatıldı, 1 Nisan'da Robert Kolej kapatıldı.

3 Nisan'da işçileri 80 gündür grevde olan Grundig elektronik fabrikasının sahibi evine konulan dinamitle yaralandı. 3 Nisan'da OtoMarsan fabrikalarının sahibi Mete Has ile Adanalı toprak sahibi Talip Aksoy kaçırıldılar ve 400 bin TL fidye karşılığında 5 Nisan'da serbest bırakıldılar. 10 Nisan'da İstanbul'da Balıkesir Öğrenci Yurdu'na faşist "komandolar" tarafından açılan ateşle Niyazi Tekin ağır yaralandı ve öğrenci Hasan Erkişi kaçırıldı. Niyazi Tekin 21 Nisan'da hastanede öldü. 16 Nisan'da Dr. Rahmi Duman'ın oğlu Hakan Duman fidye karşılığı kaçırıldı. 18 Nisan'da fidye ödenerek Hakan Duman serbest bırakıldı. 20 Nisan'da İstanbul Devlet Mimarlık ve mühendislik Akademisi (DMMA) faşistlerin saldırısı üzerine kapatıldı. 26 Nisan'da Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay ve Diyarbakır'da Sıkıyönetim ilan edildi.

12 Mart rejimi Dev-Genç, ÜOB, TÖS, DDKO ve irili ufaklı birçok derneği kapatmaya başladı. Rejim aktif saldırısına başlıyordu.

(Devam eden bölümü, tamamlayıcı özelliği nedeniyle gazeteci yazar Hikmet Çiçek'in Odatv'de yayımlanan yazısının geniş bir bölümünü alarak, küçük düzenlemelerle oluşturduk.)

TÜRKİYE GERİCİLİĞİNİN ÖNÜNÜ AÇTI

Neredeyse yarım yüzyıl geçmiş. Yaşananlar tarihe, “12 Mart askeri müdahalesi'' olarak geçti. Aslında söz konusu olan tek bir darbe değil. Darbe içi darbeler, iç çatışmalar, ihanetler, tasfiyeler, ajan faaliyetleri ile dolu geçen birkaç yıllık bir süreç. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanlığı’na aday olup da seçilemeyişine kadar, hatta ondan sonra da süren bir iktidar kavgası.

12 Mart 1971 müdahalesinden önce yaşanan sürecin en kritik tarihi 9 Mart’tı. 12 Mart, bir bakıma 9 Mart’ta yapılması planlanan darbeye karşı yapıldı ve Kemalist subayları hedef aldı.

9 Martçılar, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde İttihat ve Terakki’den beri süregelen Jakoben geleneğin temsilcileriydiler. 9 Martçılar 1970’li yılların başından itibaren, bazı sol grup ve örgütlerle ilişkiye geçtiler. Bu gruplarla darbenin sivil örgütleri olarak toplantılar yapıldı, faaliyet yürütüldü.

DARBENİN TARİHİ 9 MART

9 Martçıların ideolojik kaynağını Yön-Devrim çizgisi belirliyordu. Doğan Avcıoğlu’nun“Türkiye’nin Düzeni'' ve “Devrim Üzerine'' kitapları TSK kantinlerinde deyim yerindeyse“peynir ekmek gibi'' satıldığı günlerdi.

27 Mayıs’ı tekrar edecek sol bir darbe beklentisi vardı ve bu, bazı devrimci örgütleri geniş ölçüde etkiliyordu. Öyle ki, 12 Mart darbesi tamamen “sol'' hava içinde geldi. Süleyman Demirel’e muhtıra vermiş, Adalet Partisi’ni iktidardan uzaklaştırmış, bir takım reformlar yapacağını söyleyen “11’ler''i kabineye almış olan 12 Martçıların gerçek yüzü hemen anlaşılamadı. Deyim yerindeyse 9 Martçılarla 12 Martçılar birbirine karıştırıldı!

Darbe tarihi 9 Mart’tı. Darbeciler bütün hazırlıklarını yapmışlardı. Çıkarılacak Anayasa bile hazırlanmıştı. “Devrim''in Bakanlar Kurulu bile belirlenmiş, bazı gençlik liderleri, kendilerini olası kabinenin üyesi olarak görür olmuşlardı. Oysa bırakın bakan olmak, Devrim Konseyi’nde sivil bile olmayacaktı!

9 Mart’ta kartlar ortaya döküldü. Unutulan Ordu içindeki diğer klikti. Onlar da hazırlıklıydı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, 3 Mart Çarşamba günü, iki bin civarında subayı toplamış ve şöyle sesleniyordu:

“Sosyal uyanış, ekonomik gelişmenin önüne geçti. Türkiye hiçbir zaman sokağa bırakılamaz. Durum vahim değildir. Her şeyi biliyoruz, hazırız ve ne yapılacaksa biz yapacağız.''

VE YAPTILAR!

TSK içinde Kemalist subaylara karşı büyük bir kıyım yapıldı. Emekli Hakim Albay Emin Değer’in dikkat çektiği gibi Amerikalıların ünlü Dickson Raporu, ilk kez 12 Mart döneminde hayata geçirildi. Ve bu son olmayacaktı. Ordu içinde Kemalistlere karşı ikinci büyük kıyım 12 Eylül döneminde bir kez daha tekrarlanacaktı. Yakın tarihte yaşadığımız Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpas davalarda gene hedeflerden biri Ordu içindeki son ve belki de sağ kemalistler olacaktı.

“KONTRGERİLLA''

12 Mart sürecinde siyasi literatürümüze yeni bir kavram girdi: Kontrgerilla!

Kontrgerilla (ya da Gladyo) teorisyenleri, emperyalizme bağımlı iktidarların otoritesinin sarsılması halinde, geniş halk kitlelerine “reform'' vaadinde bulunulmasını öneriyorlar. Bu da psikolojik savaşın bir yöntemi. 40 yıl önce Amerikancı müdahaleyi gerçekleştiren 12 Mart generalleri de muhtıralarına, “sosyal ve ekonomik sorunların çözülmesini'' ve “reformlara bir an önce girişilmesini'' yazmışlardı. Türkiye halkı, “reform'' sözcüğünün en çok kullanıldığı bu dönemde en ağır baskıya uğradı.

Gladyo’nun ya da bizdeki yaygın adıyla “Kontrgerilla''nın Türkiye’de açıkça ortaya çıktığı dönem 12 Mart dönemidir. Kontrgerilla teorisyenlerinin önerileri ve yöntemleri ilk defa bu dönemde geniş ölçüde uygulandı. Bu faaliyetler bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç tarafından yönetildi ve yönlendirildi.

12 Mart döneminde Türkiye’de ilk kez Kontrgerila iktidarı tamamen ele geçirdi. 12 Mart döneminin özellikleri Gladyo belgelerinde yazıldığı gibidir. Halka karşı terör, tertip ve kışkırtmalar “teoriye'' uygun bir biçimde uygulanmıştır.

'KOORDİNASYON BÜROSU'

26 Nisan 1971’de sıkıyönetim ilan edildikten sonra Genelkurmay Başkanlığı’nda bir Koordinasyon Bürosu kuruldu. Bu büronun görevi çeşitli illerdeki sıkıyönetim uygulamaları arasında eşgüdümü sağlamaktı.

Koordinasyon Komitesi’nin başına Korgeneral Namık Kemal Ersun getirildi. Namık Kemal Ersun, 1972 Ağustos’unda orgeneral olarak 2. Ordu Komutanlığı’na getirildi, aynı zamanda Ankara Sıkıyönetim Komutanı oldu.

Koordinatör, doğrudan doğruya Tağmaç’a bağlıydı. Orgeneral Tağmaç, bu değişiklikten sonra bütün illerdeki sıkıyönetim faaliyetinin yönetimini eline aldı. Bütün sıkıyönetim bölgelerinde “Genelkurmay’a doğrudan bağlı Kontrgerilla'' bu dönemde resmen faaliyete geçirildi.

12 Mart döneminde Sıkıyönetim Koordinasyon Komitesi, Özel Harp Dairesi’nin, sıkıyönetim komutanlıklarının, MİT’in ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün faaliyetlerini en üst düzeyde birleştiren bir kurum görevini gördü. Bütün Türkiye’deki “kontrgerilla faaliyetinin'' Genelkurmay’daki merkezini “Koordinasyon Komitesi'' oluşturdu.

İŞKENCELİ SORGULAR

Orgeneral Tağmaç, bu görevlerini yönetirken Cumhurbaşkanı Sunay’la işbirliği yaptı. Bu eylemler sırasında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Cihat Alpan’dı.

Sıkıyönetimin ilk aylarında MİT, polis ve ordu işbirliği sağlanmakla birlikte hala polis önde görülüyordu. Sanıklar emniyet müdürlüklerinde gözaltına alınıyor ve polis tarafından sorguya çekiliyordu. Zaman geçtikçe bazı askeri binalar ve MİT’e ait yerler de işkence için kullanılmaya başlandı, sorgulara MİT elemanları katılmaya başladı.

Öte yandan halkı ve gençliği bölmek için muhtıradan önce çeşitli tertip ve kışkırtmalara girişildi. Kontrgerilla, tertip ve kışkırtmalarında özellikle gençlik hareketine sızdırdığı ajanlarını kullandı. Maceracı gençlerin çok sevdiği bazı   “silahşör'' lerin ajan oldukları daha sonra ortaya çıktı. Bunlardan açığa çıkarılanlar Erdal Gökyüzü, Muzaffer Köklü ve Eyüp Temeltaş’tır. Hukuk Fakültesi öğrencisi Gökyüzü, daha sonradan Muğla Emniyet Müdürü olacaktı.

Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde Amerikan yanlısı bir darbe için kendi taraftarlarını bu dönemde örgütlemeye başladılar. Darbenin hazırlanmasında Özel Harp Dairesi ve MİT’in önemli rolü oldu.

Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Cihat Akyol, MİT Müsteşarı ise Fuat Doğu idi.

Tümgeneral Akyol, “kontrgerilla'' konusunda ABD’de eğitim görmüş bir subaydı. ÖHD öncesinde MİT’te görev yapmıştı. Müsteşar Doğu ise Tümgeneral Akyol ile yakın ilişkiler içindeydi. NAZİ generali Gehlen hayranıydı. İkisi de Cumhurbaşkanı Sunay ile yakın ilişki içindeydiler.

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, ülkücü komandoların saldırılarını onları “milliyetçi çocuklar'' olarak ilan ederek adeta teşvik ediyordu.

“DEV-KURT'' PLANI

Gene Sunay, ABD’nin 3. Dünya ülkelerinde egemenliğini korumak için dayattığı bir “kurtarma planı''nın hazırlanmasını da istedi. Dev-Kurt Planı (Devleti Kurtarma Planı) adı verilen bu plan, ABD’nin 1967 yılında Yunanistan’da sahneye koyduğu, faşist darbenin adı olan “PromethusPlanı''nın bir benzeriydi. Plan, ABD yanlısı bir yönetimin egemenliğinin tehlikeye düştüğü koşullarda alınacak önlemleri içeriyordu.

Sunay-Tağmaç kliğinin 12 Mart’tan önceki hazırlıkları özellikle İstanbul’da göze çarpıyordu. Komuta karargahı İstanbul’da olan 1. Ordu içinde Amerikan yanlısı cunta örgütlenirken, MİT İstanbul Bölge Başkanı Necip Yusufoğlu da olası bir darbe sonrasında gözaltına alınacak yurtseverlerin listesini hazırlıyordu. MİT İstanbul Bölge Başkanlığı, darbe sonrası gözaltına alınacak kişilerin sorgu yerlerini ve sorguyu (daha doğrusu işkenceyi) yapacak ekibi bile hazırlamıştı. MİT İstanbul Bölge Başkanlığı, CIA elemanları tarafından da takviye edilmişti.

15-16 Haziran büyük işci eyleminden sonra İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim, 12 Mart darbesinden sonra yapılacak olanların bir provası niteliğindeydi. Sıkıyönetim merkezi, 12 Mart’tan sonraki “kontrgerilla karargahı''nın çekirdeğini meydana getirdi.

Aynı dönemde Ankara’da Merkez Komutanlığı ve 28. Tümen de darbecilerin kontrolü altına girdi.

12 Mart dönemini ikiye ayırmak mümkündür. 1971 yılı sonlarına kadar süren birinci dönemde Sunay-Tağmaç kliğiyle Gürler-Batur ekibinin işbirliği ile AP iktidardan uzaklaştırıldı. Bu dönemde kurulan Nihat Erim hükümeti, esas olarak Sunay-Tağmaç kliği tarafından denetlenmekle birlikte içlerinde Gürler-Batur ekibine yakın “reformcu'' 11 bakan da yer aldı.

1972 yılı başlarında 11’ler tasfiye edildi, dengeler değişti ve Türkiye tarihininin en karanlık günleri yaşanmaya başlandı.

“FIRTINA'' OPERASYONLARI

Kontrgerilla, 1972 yılı başlarında İstanbul’da görülmemiş bir baskı faaliyetine girişti. Ordu içinden ve halktan yüzlerce kişi gözaltına alındı, tutuklandı. Baskınlar, operasyonlar, tertip ve sabotajlar birbirini izledi.

“Fırtına'' adı verilen operasyonları, Marmara yolcu vapuru ile Eminönü arabalı vapuruna yapılan sabotajlar izledi. Bugün, her iki gemiye de yapılan sabotajların bir Kontrgerilla provokasyonu olduğu biliniyor.

* * *

Bgününün Türkiye'sini hazırlayan, kendi devrimine ve cumhuriyetine ihanet ederek ülkeyi adım adım gericilere teslim eden sağcı kemalistler ve cumhuriyet burjuvazisinin ilk büyük günahı; Türkiye'yi AKP gibi geri, rüküş ve islamcı bir harekete teslim eden sürecin en önemli kilometre taşı, hiç kuşkusuz 12 Mart 1971 askeri darbesiydi.

https://abcgazetesi.com/12-mart-bugunun-turkiyesini-yaratan-ilk-fasist-darbe-210481

ayhan  |  Cvp:
Cevap: 1
12.03.2016- 20:35

12 Mart ve ekonomi-İ.Melih BAŞ

12 Mart muhtırası neden gündeme gelmişti? Artık çok net biliyoruz ki, uluslararası finans-kapitalin çıkarlarına engel olan 1961 Anayasası ve ortaya çıkan yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştı. Natotürk ekolünden ve o zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, 15-16 Haziran 1970'de patlayan direnişin ardından, ''Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı'' demişti, anımsayanlarınız olacaktır.

Namı diğer ''Morrison'' Süleyman Demirel'in 12 Mart 1971'de havlu atmasının eşdeyişle istifasının ardından namı diğer ''kitapsız'' Nihat Erim (N.E.) başkanlığında bir kabine oluşturuluverir. 1961 Anayasası'nı Türkiye için lüks bulan bu kabinede yarı-darbenin Dünya Bankası'ndan ithal unsuru Devlet Bakanı Atilla Karaosmanoğlu (A.K.) da vardır.

A.K.
, 1966'dan başlayarak Dünya Bankası'nda 5+22 yıl çalışır ve başkan yardımcısı da olur. Türkiye'ye Dünya Bankası'ndan gö(revle)nderilen üç kişi sayabiliriz: 12 Mart'ta A.K., 12 Eylül'de Turgut Özal ve daha sonra A.K.'nın yanında çalışmış Kemal Derviş! A.K., Usunuza CHP'nin Kemal Derviş ile birlikte çalışmış şimdilerde sözcüsü olan bir kadın iktisat profesörü geldiyse, bu işler devamlılık gösteriyor derseniz, bakın bu esaslı bir tartışma...  

A.K., Türkiye'ye geldikten sonra (tarımda kapitalistleşmeyi amaçlayan toprak hukuku ve ekonomisi düzenlemeleri, planlı kalkınmanın sonunu getirecek KİT düzenlemeleri, dış ticaret reformları vb.) yeni yasal düzenlemeler tasarımlar.

Ara not:
Geçen yıllarda A.K'yı anma toplantısı yapılmıştı okulumuz Mülkiye'de, konuşmacılar da Tuncer Bulutay, Korkut Boratav ve Ercan Uygur idi. Aşağıda youtube bağlantı adresi var. Toplantının görsel bantını Mülkiye tarafından yapılmış ve youtube'a yüklenmiş kaydını izleyebilirsiniz:

Altını çizerek belirtelim ki, N.E. de kabineye bakan olarak alacağı kimselere reformun ana hatlarını kabul ettirerek bakan tayin eder.

Dönemsel olarak bakıldığında, 1962-1976 dönemi iktisadî olarak içe dönük, dışa bağımlı genişleme dönemi olarak tanımlanabilmektedir. Bu dönemde ekonomiye dış kaynak sokulup akıtılarak yüksek bir büyüme temposu elde edilir. Gelgör ki, sömürü derecesini saptamaya dönük bir gösterge olarak sınai katma değerde ücretlerin payı 1963-1964'lerde yüzde 31'i aşkın iken 1972'de yüzde 24,1 olmuş!

Gelir dağılımı ciddi ölçüde bozulmuş sizin anlayacağınız.

Yıl olarak 1970, ekonominin sürekli olarak darboğazlarda bulunduğu, 10.8.1970 yüzde 66,6'lık devalüasyonu sonucu oluşan enflasyonun her gün yeni boyutlara ulaştığı bir yıl olmuştu. Bu ekonomik bunalımın yanı sıra, 15-16 Haziran işçi ayaklanması gibi toplumsal devinimlerde yoğunlaşma yaşandı. Yerli tekelci kentsoylu (burjuvazi), 1971'in başlarında orta ve küçük kentsoylunun sağ ve orta kanatlarını da yanına alarak açık faşizme geçti. Tekelci sermaye diğer kesimlere söz hakkı tanımaksızın iktisadî siyaseti belirlemeye başladı.

A.K., 14.4.1971 tarihinde düzenlediği basın toplantısında, 1967-70 döneminde verilen 8,2 milyar liralık teşvik tedbiri uygulanmasına karşın dışsatımda plan hedeflerine ulaşılamadığını ve teşviklerin gözden geçirileceğini, teşviklerden sadece bir kısım sanayicinin yararlanacağını belirterek bu işi açıktan ilan etti. Bakanlar arasında Sanayi Bakanlığı'na getirilen Ayhan Çilingiroğlu ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na getirilen İhsan Topaloğlu'nu da belirtelim. Genel rüzgarın tersine, İ.Topaloğlu milli petrol konusunda namuslu sınav vermiş biriydi!

Yitirdiğimiz değerli iktisatçılarımızdan Arslan B. Kafaoğlu'nun ifadesiyle ''Bu hükümetin KİT zamlarını uygulamaya koymasıyla birlikte planlı dönem bitiyordu''. Bundan sonraki planlar, Yalçın Küçük hocamızın söylemiyle ''sadece bir aldatma belgesi'' olacaktı. Teşviklerden yararlanma vd. kimi konularda kentsoylunun kanatları arasındaki mücadele sonucunda 11'ler tasfiye edilerek 1.Erim Hükümeti devrilir. Amerikancı faşist çete ile AP'nin ortaklığı sonunda 2.Erim Hükümeti kurulur. Büyük kentsoylu ve toprak ağalarının egemenliği AP'yi ana dayanak yaparken, CHP de karpuz gibi çatırdar.

Faşist 12 Mart rejimi, 1960'larda başka bir eksene kayan ülkeyi tekelci sermayenin istediği eksene çekme konusundaki hukuksal dönüşüm, sosyal baskılama (orduda, sivil bürokraside, akademisyenlerde ve aydın kesimde tırpanlama vb.) ve geçimbilimsel olarak planlı kalkınma evresinin kapanması gibi işlevler görmüştü. Sonra 12 Eylül'de bir altın vuruşu, bir sonra Kemal Derviş altın vuruşu. Derken ölüm vuruşu ise 2002'den sonra yeni bir ABD projesi ile yapılagel(mekte)di(r)!

Peki maç bitti mi? Hayır, maç devam ediyor. Ne diyor Beşiktaş Çarşı: alem biter, ortam biter, Çarşı bitmez! Şimdi de ''Çarşı'' sözcüğü yerine ''Türkiye halk sınıfları'' yazabilir miyiz? Neden olmasın?

Meraklısına not: Önce 9 Mart hareketi safında yer alan Gürler-Batur kliği, sonra Sunay-Tağmaç kliği ile ittifak kurup 12 Mart'tan sonra 11'ler tarafından temsil edilerek iktidara ortak oldu. Montajcı büyük sanayi ve malî sermaye çevrelerine dayanan Sunay-Tağmaç kliği ile Gürler-Batur kliği arasındaki ilişkilere ait siyasal ayrıntılara Talat Turhan''ın ve Erol Bilbilik''in kitaplarından bakılabilir.

    http://www.abcgazetesi.com/12-mart-ve-ekonomi-6974yy.htm

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
12.03.2021- 01:01

12 Mart dönemi, bir bakıma 12 Eylül 1980 darbesinin provası ve öncüsüdür.

  12 Mart 1971 Muhtırası   - RIFAT OKÇABOL

Demokrat Parti gibi, Türkiye’yi küçük Amerika’ya dönüştürme düşünü kuranlar, hukuka aldırmayanlar, Amerikancı, gerici ve piyasacı anlayışta olanlar için, bir grup subayın 27 Mayıs 1960 günü yönetime el koyması, darbedir. Bağımsızlıktan, barıştan, emekten, hukuktan ve laiklikten yana olanlar için ise bu darbe, devrim niteliğindedir. Çünkü Cumhuriyetin aydınlanmacı değerleri yeniden gündeme gelmiştir. Çağdaş bir anayasa kabul edilmiştir. Yasamanın ve yürütmenin anayasal çizgiden sapmaması için Anayasa Mahkemesi (AYM) kurulmuştur. Emekçiler gerçek sendika kurma hakkını almıştır. Gençlerin Nazım Hikmet gibi değerleri tanımasının önü açılmıştır.

27 Mayıs Anayasası ile toplumda gözlenen düşünsel gelişmelerden, 19 Mayıslarda ‘Bağımsızlık Yürüyüşü’ başlatan devrimci gençlerden, yine Süleyman Demirel gibi, Amerikancı ve gericiler rahatsız olmuştur. Rahatsız olanlar bu nedenle komünizmle mücadele derneği kurmuşlardır; ilerici yükseköğretim gençlik örgütü olan Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) sağcı bir kuruluşa dönüştürmüşlerdir. S. Demirel ilerici ve yurtsever öğrencilere karşı ülkü ocakları gibi sağcı kuruluşları desteklemiştir. S. Demirel’in iç işleri bakanı, “İti (solcuyu) kurda (ülkücüye) kırdıracağız” demiştir. Genelkurmay başkanlığından gelen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da, ülkücüler konusunda kendisini uyaran İnönü’ye “Onlar komünizme karşı mücadele eden çocuklar” diyerek, ülkücülere sahip çıkmıştır. S. Demirel, Anayasa’nın millete bol gelmesinden, Amerikancı genelkurmay başkanı M. Tağmaç ise, sosyal uyanışın ekonomik kalkınmayı geçmesinden şikayet etmişlerdir.

Silahlı kuvvetler komuta kademesi, MİT ajanları Mahir Kaynak ile Mehmet Eymür’ün ‘sol içerikli darbeye girişeceklerini ihbar ettiği Milli Demokratik Devrimci subayları tutuklanmış ve 12 Mart 1971 günü Cumhurbaşkanı’na bir muhtıra vermiştir. Türkiye İşçi Partisi (TİP), DİSK, Dev-Genç ve Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) gibi sol kuruluşlardan rahatsız olan muhtıracılar, durum düzeltilmediği takdirde yönetime el koyacaklarını belirtmişlerdir. TİP ve sol kuruluşlar kapatılırken Başbakan S. Demirel istifa etmiş, CHP’den ayrılan Prof. Dr. Nihat Erim, başbakan olmuştur. Erim hükümetleri yurtsever gençler ve aydınlara karşı hışımla yaklaşmıştır. Mahir Çayan gibi devrimci gençler yargısız infazla öldürülmüştür. Anayasaya sahip çıkan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, Anayasayı değiştirme suçlamasıyla haksız ve hukuksuz bir şekilde idama mahkum edilmişlerdir. 27 Mayıs Anayasası’nda anti-demokratik değişiklikler yapılmış ve memurların sendikalaşma hakkı iptal edilmiştir. Bu faşist dönemin başbakanı N. Erim, 1968 üniversite olayları mecliste tartışılırken, S. Demirel’e karşı “Düşünülmelidir ki, geri kalmış bir ülke olan 1968 Türkiye’sinde en üst bilim kuruluşu olan üniversitelerimiz, toplumsal gelişimde baş görevleri olduğu mecburiyetini duymalıdırlar. Görev sorumluluğunu duyan üniversiteli gençler, bugünkü bozuk düzen içinde, halka dönük eğitim reformu istemektedirleri” demiş olan kişidir.  

Hasan Ali Yücel’in bakanlığının son günlerinde 19 Haziran 1946’da çıkarılan Üniversite Kanunu, Naim Talu’nun başbakanlığında 20 Haziran 1973’de, üniversitenin özerkliğini sınırlayacak şekilde değiştirilmiştir. Bu yasayla Yükseköğretim Kurulu (YÖK) oluşturulmuştur. Ancak AYM, YÖK ile ilgili maddeyi, 27 Mayıs Anayasası’na aykırı bularak iptal etmiştir.

Bir bakıma 12 Mart sürecinde S. Demirel’in istedikleri gerçekleştirilmiştir. Bu süreçte iki olumlu gelişme olmuştur. 1971-1972 öğretim yılında ilk ve ortaöğretim genel müdürlüklerinin yapısı değiştirilmiş, ortaöğretimin parçası olan ortaokullar, ilköğretim genel müdürlüğüne devredilmiştir ve meslek ortaokulları kapatılmıştır. 14 Haziran 1973’de de 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu çıkarılmıştır. İlkokul ve ortaokulu içeren 8 yıllık eğitime temel eğitim adı verilerek zorunlu hale getirilmiştir (bir ek maddeyle 8 yıllık zorunlu eğitim uygulaması ertelenmiştir. 8 yıllık zorunlu eğitim ancak 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararlarından sonra Ağustos 1997 uygulanmaya başlanmıştır).  

Ancak normal demokratik sürece geçildiğinde Ocak 1974’de Bülent Ecevit/CHP- Necmettin Erbakan/Milli Selamet Partisi koalisyonu kurulmuştur. 9 ay süren bu hükümet zamanında Kıbrıs Harekatı gerçekleştirilmiş, imam hatip liselerine giden öğrenci sayısının yüzde 70 kadar azalması üzerine Erbakan’ın ısrarıyla imam hatip ortaokulları yeniden açılmıştır.  

1975-1980 yılları arasında S. Demirel Erbakan ve Alparslan Türkeş ile iki kez milli cephe hükümeti kurmuş bir kez de azınlık hükümeti kurmuştur. 25 yılda 37 imam hatip okulu açılmışken, S. Demirel bu iktidar dönemlerinde 300 dolayında imam hatip okulu açmıştır. Bu yıllarda sağ-sol kavgası yoğunlaşmış, Zürcheri bu dönemi, “Sağ ve sol arasındaki mücadele eşit bir mücadele değildi. 1974-1977 yıllarındaki ‘Milliyetçi Cephe’ hükümetleri zamanında, polis ve güvenlik güçleri, Türkeş’in MHP’sine tahsis edilmişti” diyerek değerlendirmiştir. AKP kadrolarının önemli bir bölümü, S. Demirel’in açtığı imam hatip okullarının mezunlarıdır.

12 Mart dönemi, bir bakıma 12 Eylül 1980 darbesinin provası ve öncüsüdür. S. Demirel iktidarları ile 12 Mart dönemi, N. Erbakan’ın 24 Aralık 1995 ve R. T. Erdoğan’ın da 3 Kasım 2003 genel seçimlerinden sonra iktidar olmalarına kapı açan yıllardır.

Son günlerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, gazetecilere/siyasetçilere yapılan saldırılar ve hukuk dışı uygulamalar ise, elli yıl öncesinin aksine toplum yararına olacak gelişmelere kapı açacak gibi görünüyor.

https://sol.org.tr/yazar/12-mart-1971-muhtirasi-27780

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
14.03.2021- 18:55

Müftüoğlu: Kıblesi 6. Filo olanlarla mücadele devam ediyor


BirGün gazetesinde 13 Mart tarihinde yayınlanan Oğuzhan Müftüoğlu ile 12 Mart üzerine söyleşiden aktarılmıştır.

Yaşar AYDIN

12 Mart Cuntası her türlü sağ ideolojiyi desteklemek toplumsal muhalefeti ezmek, devrimcileri yok etmek için tezgâhladı ve uygulandı. Ama devrimcilerle ülke halkının kopmaz bağlarla birbirine bağlanmasını engelleyemedi, o ateşi söndüremedi. Dönemin tanığı, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu Üyesi, devrimci hareketin önemli isimlerinden Oğuzhan Müftüoğlu ile cuntayı, sol yapıları ve 12 Mart’tan bugüne kalanları konuştuk.

Gençlikten köylülere, işçilerden aydınlara ve hatta askerlere toplumun tüm katmanlarında devrimci bir yükseliş dönemi yaşandı. Dev-Genç, 15-16 Haziran Direnişi gibi Türkiye toplumsal mücadele tarihinin en önemli gelişmeleri bu süreçte ortaya çıktı. Devrimci bir kuruluşun mayalandığı bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

27 Mayıs sonrasında Türkiye önemli bir sosyal ve siyasal hareketlilik içine girerken ben Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydim. Ancak önceleri üniversiteye dışardan devam ediyor, yeni yeni gelişmeye başlayan sol akımları ve gençlik hareketini takip ediyordum. Sonra FKF üyesi oldum, TİP’le ilgilendim. Dev-Genç eylemlerine katıldım. Anamur’da Türkiye’deki ilk köylü mitinglerinden birini TÖS üyesi arkadaşla birlikte örgütledik. 12 Mart geldiğinde ben Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyesiydim.

O dönemde Türkiye’de biraz da darbecilerin niyetlerinden bağımsız olarak 61 Anayasasının yapısından kaynaklı bir özgürlük ve toplumsal uyanış dönemi yaşandı. Sol düşüncelerin toplumda, özellikle emekçi kesimlerle birlikte gençlik ve aydınlar arasında geniş bir taraftar kitlesi bulmasına karşı, sağda da dinci, İslamcı hareketler ve milliyetçi faşist örgütlenmeler ortaya çıkarıldı. Sağdaki yapılanmalarda, dünya çapındaki Soğuk Savaş döneminin ve devletin ABD kontrolü altında yapılandırılan bütün güvenlik aparatlarının dahli çok belirgindir.

Bu ortamda ülkede ideolojik ve politik ayrışmaların, tartışmaların ve çatışmaların giderek ivme kazanarak yaygınlaştığı bir dönem oldu; hem sağ ve sol akımlar arasında hem de solun kendi içinde.

Genel olarak solun o dönemdeki ana karakteri kamusalcılığa dayanan, emek eksenli bir antiemperyalizm ve bağımsızlıkçılıktı. Sağın ana karakteri ise esas olarak solun gelişmesine bir reaksiyon olarak antikomünizme dayanıyordu. Dincilik, şeriatçılık, muhafazakârlık, Turancılık temelinde bir milliyetçilik… Bütün bu sağ eğilimleri birleştiren şey ‘antikomünizm’ idi. ‘Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin, ‘komando kamplarının’ ABD’nin kontrgerilla bağlantıları o dönemden bu yana çokça yazılıp çizilen gerçekler. Kanlı Pazar’da 6. Filo’yu protesto mitingine çivili sopalarla saldıran sağcıların Dolmabahçe’de kıble niyetine 6. Filo’ya karşı namaz kıldırıldıkları görüntüler, o dönemden akıllarda kalan ibretlik fotoğraflardan biridir. Bazen tek bir kare ne çok şey anlatabiliyor!

Biz, ülkemizde eşitlik ve özgürlük olsun, bağımsızlık ve demokrasi olsun diye Amerikan emperyalizmine karşı, sömürü düzenine karşı mücadele ederken sağcılar “Amerika gitsin, Rusya mı gelsin” diyerek mitinglerimize, yürüyüşlerimize saldırıyordu. Devletin denetim ve gözetimi altında, önceleri taşlı sopalı, sonra birçok arkadaşlarımızın ölümüyle sonuçlanan silahlı saldırılardı bunlar.

Bu şekilde, bu kadar açık seçik… Emperyalizmin Soğuk Savaş politikalarına teslim olmuş bir devletin, bile isteye, sözde komünizmi önleme adına FETÖcüsüyle metöcüsüyle sağın her çeşidini örgütleyip besleyerek, solu ezip yok ederek, 12 Martlardan 12 Eylüllerden geçerek Türkiye Cumhuriyeti’nin işte bu hallere getirilişi; Cumhuriyet’in harakirisinin bir hikâyesi.

12 Mart’a giden süreçte solda ortaya çıkan ve bugüne kadar sürüp gelen ideolojik ve siyasi ayrışmalar ile bölünmeler üzerine çok konuşulur. Bu bölünmeler ve ayrılıkların nedenleri konusunda bugünden geriye dönüp baktığınızda ne söylemek istersiniz?

Bu, çok geniş bir konu; bu konularda yığınla kitap yayımlanıyor, her yeni kitapla dipsiz bir kuyuya dönüşüyor. Bu yüzden şimdi, bu konuya dair yaşadıklarımdan ve okuduklarımdan anlayabildiğim kadar, satır başları olarak kısaca bir şeyler söylemekle yetinebilirim.

Sol içi ayrılıklar gerçek ideolojik ve politik nedenlerden kaynaklandığı gibi, bazen göründüğünden başka öznel vb. nedenlerden de kaynaklanmıştır. Dönemin en çok bilinen ayrılık konusu TİP ve MDD arasındaki ayrılık, sanılanın aksine ‘Sosyalist Devrim-Demokratik Devrim’ konusundaki bir ayrılık değildi. Zaten iki tarafın da programları aşağı yukarı aynı (antiemperyalist-demokratik) muhtevadaydı. Buna rağmen o dönemde tartışma ‘önümüzdeki devrimci adım sosyalist devrim mi, demokratik devrim mi’ şeklinde sürdürüldü. Aslında mesele daha çok TİP yöneticilerinin salt parlamentarizme dayalı bir anlayışla o dönemde hızla gelişmekte olan ve antiemperyalist antifaşist gençlik eylemleri karşısında olumsuz bir tutum takınmalarından kaynaklanıyordu. Dahası tartışmalar parti içi platformlarda sürdüğü bir sırada TİP yönetiminin antidemokratik bir tutumla tasfiyelere başvurması da ayrılığın kopma noktasına gelmesine yol açtı. Daha sonra Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya ve Macaristan’a müdahalesi karşısında M. Ali Aybar’ın karşı çıkışları nedeniyle TİP içinde bir kere daha ayrışma yaşandı.

Önceleri Mihri Belli etrafında kümelenen MDD saflarında da 12 Mart’a doğru derinleşen görüş ayrılıkları nedeniyle bütünlük sürdürülemedi.

MDD içindeki ayrışmaların kaynaklarından birisi de cuntaya karşı tavır meselesi. Perinçek grubu olarak bildiğimiz PDA’cılar var. Bugün özellikle Perinçek’in geldiği noktaya bakılınca pek çok insan da şaşırıyor. Siz bir söyleşinizde “Hiç şaşırmıyorum” demiştiniz. Sizlerin, PDA ayrışması neye dayanıyordu?

Bana göre PDA ve Perinçek meselesi, bu konuda küçük bir teferruattan ibaret bir mesele. Son günlerde biraz aktüalite konusu olması, iktidara verdiği destek nedeniyle yandaş medyada fazlaca yer verilmesinden kaynaklanıyor. O dönemlerde bir askeri darbe ihtimali ve bu ihtimal karşısındaki tavır meselesi sadece sol kesimleri değil hemen bütün ülke siyasetini yoğun olarak etkileyen bir meseleydi. Her şeyden önce dünya çapında Amerika, solcu ilerici hareketlerin geliştiği ülkelerde, sağcı-reaksiyoner militarist hareketleri desteklemenin yanı sıra denetim altına aldığı ordular vasıtasıyla askeri darbeleri de devreye sokmaya dayanan Soğuk Savaş politikaları uyguluyordu. (Böyle bir gelişme kendilerine yönelik bir ‘dolaylı saldırı’ olarak kabul ediliyordu!)

27 Mayıs, bu çerçeveye giren bir darbe değilse bile -örgütlendirilme sürecinde ABD’de kontrgerilla eğitimi görmüş Alparslan Türkeş gibi subayların bulunduğu bu darbenin icraatları da dikkate alındığında- en azından ABD onayı altında gerçekleşen bir darbe olduğunun kabul edilmesi gerekir. Buna rağmen bu darbenin, örgütleyicilerinin hesap etmediği gelişmelere yol açtığı da bir gerçektir. Bu nedenlerle 27 Mayıs’ın etkileri, bir ‘darbe ve darbecilik meselesi’ şeklinde, 60-70 yılları arasında, 12 Mart’a giden süreç boyunca ülke siyasetiyle birlikte sol hareketlerin de gündemi içinde kalmaya devam etti. Bu dönemde darbecilerin kontrgerilla uzmanı olanları sağ faşist örgütler kurdu; sonradan sola meyledenler de Madanoğlu ve Avcıoğlu etrafında bir ‘sol darbe’ fikriyatını sürdürdü. Devrim dergisi ve aydınlar arasındaki taraftarlarının etkisiyle kamuoyunda devamlı olarak bir ‘sol darbe’ söylencesi hep canlı tutuldu. Bu durumun devrimci hareket içinde bozucu bir rol oynadığını söylemek de hiç yanlış olmaz.

Bu eğilimin sol hareket içindeki ayrışmalarda da ciddi etkisi vardı. MDD içinde Doğu Perinçek etrafında kümelenen grubun Devrim dergisi çevresiyle yakın ilişkileri vardı. O zamanki Aydınlık dergisinde -özellikle Şahin Alpay tarafından yazılan- cuntacılığa ideolojik zemin hazırlamaya dönük yazılar yer alıyordu. Bu çerçevedeki farklılıklar MDD içindeki ilk bölünmeyi getirdi. Bu şekilde PDA’cılar olarak adlandırılan bu grup, ondan sonra Dev-Genç’ten de uzaklaştırıldı. Yeri gelmişken Doğu’nun bugünkü hallerine neden şaşırmadığım konusundaki soruya da yanıt vereyim. Doğu, 12 Mart sonrasındaki serüveninde önce Mao’nun ‘sosyal emperyalizm’ tahlilleri adına Sovyetler’e karşı ABD’nin desteklenmesi görüşlerini savundu, daha sonra (sözde Sovyetler’in Türkiye’yi işgaline karşı!) 12 Eylül Darbesi’ni ve Kenan Evren’i destekledi, savundu! Şimdi de (sözüm ona) ABD’ye karşı İslamcı faşizm saflarında! Gerçekten çok tutarlı.

Ama bu konuda Doğu’ya fazla da haksızlık etmemek için o dönemde Cuntacılık konusunda yalnız olmadığını eklemek isterim. Mihri Belli elbette doğrudan Cunta faaliyeti içinde değildi; zaten o sicilli bir komünist olduğu için istese de cuntacılar onu aralarına almazlardı. O, kendi anlatımlarıyla da sabit, bir vakıa olarak cunta faaliyetlerini takip etmeye ve o duruma uygun bir hat izlemeye çalışıyordu (Bize yolladığı bir mektupta cuntacıların kendisini her konuda doğru bilgilendirmediğini de yazmıştı). Ancak MDD içindeki ayrılıklar sonrasında Dev-Genç içinde onunla birlikte davranan arkadaşların bir kısmı daha çok cunta yanlısıydı diyebilirim. Bu konuda Kıvılcımlı’ya yakın tavırlı arkadaşlar daha net bir tutum içindeydi. Hasan Cemal’in yazdığı gibi, cuntacılar bazı gençleri silahlı provokatif eylemlere teşvik ediyordu. Benim de içinde yer aldığım Dev-Genç yönetimi olarak, bir darbe ortamının oluşturulması için istismar edilebilecek bu tür girişimleri engellemeye çalışıyorduk. Onlar bizim tutumumuza karşı, Devrim dergisi çevresiyle birlikte sert bir tepki gösteriyorlardı. THKO ve THKP-C’nin oluşumları ve eyleme dönüşme süreci bu kaotik ortamda ve bir bakıma da bu kaotik ortama karşı gerçekleşti.

12 Mart’a doğru darbenin geldiğini sağır sultan da duymuştu. Bizim bilmediklerimiz sonradan ortaya döküldü. Cuntanın başı general zaten ajanmış. MİT ve CIA tarafından baştan itibaren izlendiğinden kimsenin kuşkusu olmadığı 9 Mart Darbe Girişimi bahane edilerek ilan edilen 12 Mart Muhtırası, ordu içindeki ilerici yurtsever unsurların da tasfiye edilerek solun ve devrimci hareketlerin ezildiği, sağın ve gericiliğin yollarının döşendiği faşist darbeler zinciri içindeki yerini böyle aldı.

ANILARINA SAYGI VE ÖZLEMLE…

Cuntanın hedefi devrimcilerdi; büyük bir öfke ve kinle saldırdı devrimcilere. Sürek avı başlattı. Cuntadan sonra geçen bir yıl içinde yüzlerce genç ceza evlerine konurken, onlarcası da katledildi ama asla unutulmadılar. Her birinin ismi, fikirleri ve idealleriyle birlikte binlerce çocukta yaşamaya devam etti.

http://solsiyaset.org/muftuoglu-kiblesi-6-filo-olanlarla-mucadele-devam-ediyor/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]