Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Forum Arşivi

Türkiye soluna bir solukluk tarihçe (1) -

İsmail Güney Yılmaz

Bu dizi yazı, ilgililere pratik ve olabildiğince özet bir kaynak yaratma gayesiyle hazırlandı

girizgah


Türkiye'de sosyalist düşünce tarihi yaklaşık bir asırlık bir arka plana sahip. Osmanlı'nın son evresi ve genç cumhuriyet döneminde Balkanlardaki -özellikle Selanik'teki- sol yapılanmalarla ve Ermeni devrimci hareketiyle bağlar tamamen koptuğu için bu tarih, Türkiye Komünist Partisi’yle (TKP) ve onun küçük ölçekli bir kaç önceliyle (Kurtuluş dergisi, TİÇSF (Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası), Anadolu'daki ve SSCB'deki unsurlar) başlar. Oldukça genellemeci bir ifade olacak ama bugün Türkiye'deki tüm sol örgütlerin kökeni aynı yere, yani TKP'ye dayanıyor(1). Şöyle ki, memlekette, 60 sonlarında yaşanan ve bugünkü sol örgütlerin de belirleyicisi olan önemli kopuşlar Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) örgütlü devrimci gençler üzerinden gerçekleşmişti. FKF de bilindiği üzere Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) gençlik örgütlenmesiydi. TİP de ama öyle, ama böyle TKP'yle bağlantılıydı. (Zaten başka da pek bir şansı yoktu. TİP ve TKP'nin arasındaki uçurum sonraları bir hayli açılacak, fakat daha sonra, 80 sonu, 90 başında iki parti TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi) adıyla tekrar bütünleşme yoluna gidecekti.)

Uzun süren ilk kıpırdanmalar ve TKP

Türkiye'de solun tarihi uzun süre TKP'nin tarihi oldu ve ülkede TKP'ye rağmen bir sol yapı hemen hemen hiç gelişmedi. Burada sadece, Türkiye Sosyalist Fırkası (1918), Türkiye Sosyalist Partisi (40'lı yıllar) ve Vatan Partisi (1954), bir de “sol” sayılamayacak ama Kadro'nun devamı sayılabilecek Yön-Devrim dergileri birer istisnadır. Milli Mücadele dönemindeki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF) ve 40'lı yıllardaki Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) ise daha çok, TKP'nin bir yasal kolu görünümündeydi. Bir de tabii Mustafa Kemal'in direktifiyle kurulan resmi T“K”P de tarih sahnesinden geçip gitmişti.

TKP bu dönemde daha çok kendi muhalefetini, kendi imal etmekle meşguldü. Parti fikirlerine en ufak bir itirazda bulunan “Troçkist”,”gizli polis”,”hizipçi” vs. diye ilan ediliyor ve örgütten tasfiye ediliyordu (2). TKP, kuruluş yıllarına denk gelen Kurtuluş Savaşı'nı destekledi, hatta cepheye savaşmaya giden kadrolar dahi çıkmıştı partiden. Bu dönem, TBMM'de Halk Zümresi'ni, savaş meydanlarında, yapısı bugün bile tam olarak çözülememiş olan Yeşil Ordu'yu doğurdu. TKP'nin Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteğe, Mustafa Kemal'in layık gördüğü “ödül”se Mustafa Suphi ve on dört arkadaşının, Yahya Kahya'nın çetesi tarafından Karadeniz'de boğdurulması oldu. Bu da memleket solunun ajandasına ilk “unutmayacağız!” etiketli olay olarak geçti.

TKP'nin uzun yılları Kemalizm'e karşı zigzaglı (3) bir tavırla, genellikle bu tavırdan kaynaklanan kopmalarla, büyük ve sık tevkifatlarla -partinin tarihi bir tevkifatlar tarihidir- “yer altına” çekilip sessizleşmelerle geçti. Bu süreçte TKP'yle ilişkili isimlerin görülen en büyük başarısı, 46 sendikacılığı diye anılan ve Haziran'dan Aralık'a dek süren İzmit ve İstanbul illerinde etkili olmuş olan ani ve güçlü işçi hareketidir. Bu hareketin başında TSP ve TSEKP vardı. Ancak bu hareket sert ve hızlı şekilde bastırıldı ve TSEKP'den 43 yönetici tutuklandı. TKP'nin o dönemlerde belirgin tek eylemliliği budur ve partinin suskunluğu ta 70'li yılların başına ve 73'teki “atılım” dönemine dek sürecektir. Bu suskunluktaki asıl belirleyense, Komintern'in 1936'da aldığı “seperat” kararıydı.

Bu uzun “ilk kıpırdanmalar” sürecinden, 70'lere dek olan zaman dilimindeki en önemli olay TİP'in seçim usulündeki kolaylıklardan da yararlanarak 1965'te parlamentoya on beş vekil sokmasıyla gerçekleşti. 70'lere doğru Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) kurulması ise sosyalist bir temelde işçi hareketinin kurulmasına ön ayak oldu. 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanmaları ise Türkiye proletaryasının gelmiş geçmiş en büyük eylemlilikleri olarak tarihe geçti. Artık baş kaldıran sadece “68 hareketi” diye anılan öğrenci gençlik değil, işçi sınıfıydı da. Kendini, iktidarı hedefleyen bir işçi hareketi olarak tanıtan DİSK, TKP doğrultusunda politika yapan bir sendika olarak Türkiye sosyalist hareketindeki yerini aldı. Bu durum aynı zamanda, yukarıda belirttiğimiz, TKP'nin “beklediği” yükselişle ilgili bir durumdu da.

“Devrimciye görev devrim yapmaktır!”

Türkiye solu tarihinde en önemli kırılma 68 sonrasında, “48'li” devrimci gençlerin sol harekete kazandırdığı ivmeyle gerçekleşti. Başta TİP'in gençlik örgütü olan FKF'de -daha sonra Dev-Genç’te¬örgütlenen bu gençler, TİP'in “pasifizm”ini eleştirip, ayrı örgütlenme arayışlarına koyuldular. İlk olarak “eski tüfekler”den Mihri Belli'nin MDD (Milli Demokratik Devrim) görüşlerinden etkilenen devrimci gençlik, çok sürmeden, Belli'nin devrimde seyfiye sınıfına atfettiği başat önemi mahkum edip, kendi ayrı yollarına düştüler.

70 sonrası dönem, Türkiye solu tarihi açısından mühim yeniliklerin ve bugünkü solun da ana parçalarının oluşumunu sağlayan başlangıçların rahmidir. İlk kez, bu süreçte, silahlı mücadele solun gündemine girmiş, ilk kez devletle şiddetli çatışmalara girişilmiş ve ilk kez ülke solu algılardaki bir “hayalet”ten, hayata akan bir hakikate dönüşüp kitleselleşmiştir.

Sola hakim olan pasifizm hantallaşmasını kırıp, müsebbiplerini tasfiyeye yönelen Mahir Çayan'ın öncülüğünde Tükiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C), Deniz Gezmiş'in önderliğindeyse Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kuruldu. Maocu fikirleri benimseyen İbrahim Kaypakkaya ise, önce Doğu Perinçek'in liderliğindeki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’ne (TİİKP) katıldı, fakat İbo çok sürmeden bu yapıyı burjuva milliyetçiliğiyle mahkum edip, kendi önderliğindeki Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK) ile birlikte TKP/ML'yi yarattı.

Lenin, Guevara, Mao, Mustafa Kemal, Giap, Charu Mazumdar gibi farklı isimlerden etkilenen ve teorinin düş bahçelerinde oyalanmaktansa, pratiğin cehennemi karanlık tünelinde savaşıp insanlığı aydınlığa erdirmeyi tercih eden bu önderlerin hepsi daha yirmili yaşlarının ilk yarısı bitmeden yaşama veda etti -biri çatışmada, diğeri sehpada, öteki işkencede-. Bu arada bu sözlerimizden bizim teoriyi küçümsediğimiz gibi bir anlam çıkarılmasın, burada “teorinin düş bahçelerinde oyalanmak”tan kastımız sadece bu devrimci önderlerin kuru bir teorik çalışmayla yetinmeyi değil sıcak savaşa atılmayı göze almalarına vurgu yapma isteğimizdir.

Zaten bu öncülerden Mahir Çayan, örgütsel takipçilerine oldukça kapsamlı, yer yer özgün, sağlam, tutarlı ve bir de son derece ajitatif bir teorik miras bıraktı. Deniz Gezmiş'in ise bu noktada eksik kaldığı gerçekliğini teslim edelim. Onun ardında bıraktıklarına ve kendinden sonra gelecek olanlara yadigarı devrimci bir mücadele anısı oldu. Karizmatik, ajitatör, zeki bir örgütleyici ve kesinlikle diğer önderlere göre daha popüler olan Deniz'in siyasi mirasçısı olan THKO’nun devamının ve THKO geleneğinden gelenlerin sık teorik ve stratejik depresyonlara düşmeleri ve göze batacak şekilde çok politik evrim geçirmeleri belki de en çok bu yüzdendir.

Çayan'ın bıraktığı zengin politik miras ise, 12 Mart sonrası dönemde Parti Cephe (P-C )geleneğinden örgütlerin Türkiye'de hep en kitlesel yapılar olmasını sağladı -ki 12 Eylül'den sonra da aynı şeyi göreceğiz-. Bu önemli ölçüde özgün olan teorik birikim ve onunla tutarlı pratik hatıralar P-C çizgisine bir ölçüde “ana akım” görünümü kazandırırken, aynı zamanda bu fikriyatın farklı okumaları da söz konusu çizgiyi bitmek tükenmek bilmez bölünmelere de sevk etti- Türkiye'de en çok parçalanan gelenek THKP-C'dir. Zaten örgüt daha ilk kurulduğu dönemde merkezinde “Kıvılcımlı'nın görüşlerinden etkilenmiş” bir grubun ayrılığını da tecrübe etmişti.

Kaypakkaya da tıpkı Mahir gibi, kendi güzergahını takip eden yoldaşlarına önemli bir teorik mirası emanet etti.TKP/ML her dönem lokal bir hareket olarak görünse ve dönemin belli başlı politik örgütleri kadar etkili bir örgüt olamadıysa da Türkiye devrimci hareketinde her daim özel bir yere oturdu. Bunu sağlayan yalnızca Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu'nun (TİKKO) ısrarlı halk savaşı örgütleme çabaları ya da en çok kır gerillasına sahip sol örgüt olması değil, aynı zamanda İbo'nun Kemalizm'i “faşist diktatörlük”, Kürt sorununu da net bir şekilde ulusal bir sorun olarak tanımlayan “radikal” ve “cesur” fikirleriydi. Yakın zamana dek Kıvılcımlı'nın “Yol” adlı çalışması pek bilinmediği için Kaypakkaya'nın bu fikirleri Türkiye sol hareketi için hep bir “ilk” olarak değerlendirildi. (Kıvılcımlı'nın bu konulardaki görüşlerine ise üçüncü dipnotta değiniliyor).

12 Mart'a giden yolda geçerken değinilmesi gereken bir diğer önemli mefhumsa 38 katliamından beri sessiz kalan Kürt ulusal hareketinin yükselişidir. Önceleri TİP'e bağlı Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nda (DDKO) faaliyet gösteren Kürt devrimcileri daha sonra Türkiyeli devrimci örgütlere katılmaya, sonrasındaysa ayrı örgütlenme sürecine geçişe bu dönemde başladılar. Kuzey Kürdistan'da ve kentli öğrenci Kürt gençliğinde ulusal devrimci hareketin önlenemez yükselişi, Türkiye soluyla Kürt solunu koparsa da, Kürt örgütlerinin kendi içlerindeki ayrışmalarında söz konusu örgütleri Türkiye solundan farklılaştırmadı. Kürt solu da Türkiye soluyla aynı gündemlerle ve tartışma konularıyla birbirleriyle ayrıştılar. Ancak bundan sonrası 70'lerin konusu.

Notlar

(1) Türkiye'nin merkez sağ, merkez sol,aşırı sağ ve İslami diye adlandırılan siyasetleri de dönüp dolaşıp CHP'ye dayanıyor -DP'nin de CHP'den kopması sebebiyle-. Bu kök oradan da İttihat Terakki'ye dek uzanıyor. Aynı İttihatçı kökler, sosyalist sol için de geçerli.

(2) Bu tasfiye politikaları öyle büyük bir kin birikimi sağlamıştı ki, Dr. Kıvılcımlı 12 Mart sonrasında hakkında tutukluluk kararı çıkmasından sonra yurt dışına kaçış macerasında bile bu devam eden garezle karşı karşıya kalacaktır. Kıvılcımlı'nın SBKP çizgisindeki sosyalist ülkelere ilticası bizzat TKP genel sekreteri Laz İsmail'in çabalarıyla engellenmişti. Doktor, en son Yugoslavya'da başını sokabilecek bir yer bulabildi ve kısa süre sonra burada hayata gözlerini yumdu.

(3) Kıvılcımlı'nın 20'li yılların sonu, 30'lu yılların başında cezaevinde yazdığı Yol kitabı, aynı zamanda o zamanki TKP'nin fikirlerini yansıtıyordu. Bu açıdan bu eser bir parti manifestosu olarak da okunabilir. Kıvılcımlı bu kitabında Kemalizm'i “Bonapartizm”, Kürdistanı da “müstemleke” olarak değerlendiriyordu -ki İbo Kürdistanı sömürge olarak değerlendirmemişti.- Ancak Komintern'in desantralizasyon ve seperat politikaları, yani kabaca TKP'nin T.C.'deki mevcut hükümeti desteklemesi ve CHP içinde örgütlenip, partiyi görünmezleştirme kararı almasıyla bu yazılanlar TKP açısından boşa düştü. Zaten daha sonra on iki yıl hapis yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşan Doktor, 1950 yılından sonra -geliştirdiği Tarih Tezi'ne paralel olarak- bu fikirlerine taban tabana zıt, hemen hemen “korporatist” ve milliyetçi görüşleri savunmaya başladı. Kıvılcımlı'daki bu iki farklı dönem, takipçisi olan iki örgütte cisimleşmiş gibidir: TKP-K ve HKP!

(sendika.org'dan alınmıştır.)

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
19.03.2017- 10:22

Türkiye Soluna Bir Solukluk Tarihçe – 2

THKP-C’den doğan bir diğer grupsa, özellikle Parti Cephe (P-C) taraftarı subayların oluşturduğu ve DY-DS ayrılığında iki tarafı da reddeden Üçüncü Yol oldu. Üçüncü Yol, Kocaeli dışında pek bir varlık gösteremedi. Yine THKP-C kökenli olan ancak P-C güzergahından ayrılan başka bir grup da THKP¬C/ML idi. Bu klik de yıllar sonra birleşeceği Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist Hareketi (TKP/ML Hareketi) gibi, önce Maocu, sonra AEP’çi (Arnavutluk Emek Partisi) olmuştu. THKP/C-ML gibi P-C kökenli olup da geleneği reddeden farklı bir ekip de subay Sarp Kuray önderliğinde Kıvılcımcı fikirleri benimseyip, Partizan Yolu/16 Haziran Hareketi adını aldı.

IsmailGuneyYilmaz

Devrim uzansak dokunabileceğimiz kadar yakın (!)”

12 Mart müdahalesiyle devrimci önderler fiziken yok edilmiş olsalar da*, devrimci hareket beklenen büyük çöküşü yaşamadı. Çıkarılan bir aftan yararlanıp bir kaç yıl yatıp çıkan devrimciler, dışarıda kalan dağınık örgütsel potansiyeli toparlama uğraşısına koyuldular. İbo, Deniz, Mahir artık yoktu ama onların -sembol demek hafif kalacaktır- ikonlaşmış kişilikleri ve rehberleşmiş yaşamları ve eylemleri üzerinden yeni ve güçlü bir hareket yaratılacaktı.
Bu yeni ama referansları sağlam olan devrimci hareket, Türkiye tarihinde görülmemiş bir kitlesel güce ve politik etkiye erişecek, çeşitli sol örgütler halkın doğrudan yaşamının bir parçası haline gelecek ve 68’e doğru başlayan paramiliter faşist güçlerle girilen çatışmalar artık ülkede açıkça bir iç savaş görüntüsünü hakim kılacaktı. Devrimcilerin ve devrime gönül vermiş olan geniş yığınların gözünde “devrim” fazla sürmeden uzanılabilecek bir mutlu yarın olarak belirmişti. Devletin baskı politikaları kesifleşmiş, sıkı yönetimler almış yürümüş, kulağa belki kötü gelen bir şeyse de toplum tam anlamıyla kamplaşmış ve son büyük kavgaya bilenmekteydi. Dışarıdan bakan gözler için bile Türkiye “emperyalizmin zayıf halkası” algısı yaratabilmekteydi.

Adına “80 öncesi” denilen bu dönemde, örgütler toparlanma dönemine girmişlerdi, toparlandılar da bir bakıma ama bu toparlanma bölüne bölüne gerçekleşen bir toparlanmaydı. Dönemin siyasal ayrışmalarında belirleyen olan Çin-Sovyet kutuplaşmasında taraf olmayan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) çizgisinde ilk ayrılık kendini Kurtuluş adıyla örgütleyen çevreden geldi. Kurtuluş, Mahir Çayan’ın fikirlerini hemen hemen tümden reddedip, yeni bir akım olarak siyaset sahnesinde yerini aldı. Kürt sorunu ve Kemalizm meselelerinde solun diğer hücrelerinin pek dillendirmediği “aykırı” fikirleri gür bir sesle seslendirdi, Kürdistan’a sömürge tanısını koyan örgüt, kısa sürede kitleselleşti.

THKP-C’yi reorganize etmeyi hedef alan ana gövde ise Devrimci Yol (DY) adını aldı. Kısa sürede ülke sathında geniş bir örgütlülük ağına ve ülkenin politik ikliminde güçlü bir etkiye sahip olan DY, ne öncesinde erişilebilmiş; ne de sonrasında henüz erişilebilmiş olan büyük bir insan desteğine sahip oldu. Tıpkı DY gibi THKP-C ihyasını amaç edinen fakat silahlı mücadeleyi “öncü savaşını yürürlüğe koymak” adına kitle çalışmasından çok daha öne koyan ve legal çalışmayı tamamen reddeden aksiyoner ve önceleri THKP-C/X adıyla anılan bir grup da 74’ten sonra Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birlikleri (MLSPB), Halkın Devrimci Öncüleri (HDÖ) ve Acilciler adı altında üçe bölünüp faaliyete başladı. (Daha sonra çok daha lokal ve etkisiz bir kaç yapı daha MLSPB’den ayrıldı.) Bu yapılar yoğun eylemlilikleriyle sık gündeme gelseler de kimi yereller dışında (örneğin Acilciler Antakya ve Ardeşen’de MLSPB Turgutlu’da) önemli bir halk desteği yakalayamadılar.

THKP-C geleneğindeki bölünmelerden ortaya çıkan ve bu çizgide DY ve Kurtuluş ayrışmaları dışında özel bir öneme sahip olan bir diğer ayrılıksa 1978’deki Devrimci Sol (DS) ayrılığıdır. Özetle, DY’yi Çayan’ın mirasının “sinsice” reddi, yatay örgütlenme ve pasifizmle eleştiren DY’nin İstanbul kanadı olan Dursun Karataş önderliğindeki grup, “ilişkileri askıya almak” diye adlandırılan kısa bir dönemden sonra DY’den kopup, “gerçek THKP-C”yi yeniden organize etmek için çalışmalara başladı. Ülkenin en büyük kenti olan İstanbul’da ve özellikle Bursa, Tekirdağ, Edirne ve Elazığ gibi illerde büyük bir güce erişen örgüt, solda yaşanan diğer ayrılıklardakinin aksine etkili bir güç olarak sıcak savaşa atıldı.

THKP-C’den doğan bir diğer grupsa, özellikle Parti Cephe (P-C) taraftarı subayların oluşturduğu ve DY-DS ayrılığında iki tarafı da reddeden Üçüncü Yol oldu. Üçüncü Yol, Kocaeli dışında pek bir varlık gösteremedi. Yine THKP-C kökenli olan ancak P-C güzergahından ayrılan başka bir grup da THKP¬C/ML idi. Bu klik de yıllar sonra birleşeceği Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist Hareketi (TKP/ML Hareketi) gibi, önce Maocu, sonra AEP’çi (Arnavutluk Emek Partisi) olmuştu. THKP/C-ML gibi P-C kökenli olup da geleneği reddeden farklı bir ekip de subay Sarp Kuray önderliğinde Kıvılcımcı fikirleri benimseyip, Partizan Yolu/16 Haziran Hareketi adını aldı.

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) saflarındaysa işler P-C çizgisindeki kadar karmaşık değildi. Bu yapı iki ana gruba ayrıldı: Halkın Kurtuluşu -HK (sonra Türkiye Devrimci Komünist Partisi – TDKP) ve Mücadelede Birlik -MB (sonra Türkiye Komünist Emek Partisi – TKEP). THKO’nun ana gövdesini oluşturan HK, büyük bir kitle gücüne erişti. (Burada belirtelim, 80 öncesinin sol örgütleri içinde “dört büyükler” şunlardı: DY, TKP, HK ve Kurtuluş). HK, bazı eleştirileri olsa da önce Maoculuğu, sonra da AEP çizgisini benimsedi. THKO-MB ise Teslim Töre önderliğinde kendini “Leninist” diye tanımlayan “Sovyetik” bir örgüttü, ama Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) taraftarı da değildi. Daha çok Antep, Malatya ve Adıyaman’da köylü kesimlerinden oluşan tabanıyla dikkat çeken MB’nin bir de Kürdistan Özerk Örgütü adında bir seksiyonu vardı (1982’de Kürdistan Komünist Partisi-KKP adıyla örgütten ayrıldı. Günümüzde Özgürlük ve Sosyalizm Partisi adıyla legalde faaliyet gösteriyor.)

THKO’yu geçmeden önce sıklıkla THKO kökenli bir örgüt olarak bilinen Türkiye İhtilalci Komünsitler Birliği’ni (TİKB) de analım. TİKB’nin THKO kökenli sayılmasının sebebi bir dönem THKO-HK’yla beraber yürümelerinden kaynaklanıyor. Halbuki bu örgüt, 12 Mart öncesinde Aktan İnce önderliğinde hareket eden ve “Basın Yayın Komünü” adıyla bilinen hücredir. 75’te HK’ya katılan ekip, daha sonra 77’de HK’yı “sağ oportunist” diye mahkum ederek bu örgütten ayrıldı ve TİKB’yi oluşturdu. Memleketin ilk AEP’çi örgütü olan TİKB, hiçbir zaman yüksek bir kitle desteği kazanamadı. (örgüt kendini ”küçük ama bolşevik/Leninist, çelikten bir müfreze/çekirdek!” diye tanımlar.)

Tüm bu yapılar içinde en bütünlüklü grup, TKP/ML idi. TKP/ML’de tek ayrılık 1976 yılında Koordinasyon Komitesi döneminde gerçekleşti. İbrahim Kaypakkaya’nın politikasını hatalı bulanlar Devrimci Halkın Birliği (DHB) ya da TKP/ML Hareketi adıyla ayrıldılar. TKP/ML-TİKKO ise özelikle Dersim ve çevresinde askeri örgütlenme ve eylemlere yoğunlaştı. TKP/ML’deki ayrılıklar yoğun olarak 80 ve 90’dan sonra yaşanacaktı.

“73 Atılımı”yla yükselen TKP cephesinde ise SBKP yörüngesinde siyaset sürgit devam etti. DİSK’i de elinde bulunduran örgüt, muazzam bir kitle desteğine ulaştı. Ancak,TKP tabanının temel sloganının TKP’nin legal alanda faaliyetine serbestlik isteyen “işçi sınıfı partisine özgürlük” olması da dikkat çekiciydi. TKP kökenli diğer iki hareket, 1974’te kurulan ve daha çok teori ağırlıklı çalışan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) idi. Bu üç parti, Türkiye’deki Sovyetçi bloğu oluşturuyordu ve Maocularla müthiş bir kavga halindeydi. “Maocu bozkurt”,”sosyal faşist” gibi aşağılayıcı sıfatlar da bu dönemin imalidir. Burada bilinmesi gereken asıl nokta, SBKP’ci grupların,kavgasının asıl olarak -zaten sonradan Maoculuktan rücu eden- Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği ve Halkın Yolu (THKP/C¬ML, 80 sonrası Türkiye Komünist İşçi Hareketi-TKİH) ile değil de, Çin’in “uydu parti” politikası olmasa da Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) Türkiye ayağı gibi davranan Aydınlık’la olduğudur. Fakat biz bu yazıda, Aydınlık’ı sol olarak görmediğimiz için bu fraksiyona pek değinmiyoruz. Bu mesele çerçevesinde TKP/ML’ye bakarsak, onun da kentlerde pek örgütlü olmadığı için, SBKP’cilerle “sıcak kavga”dan hayli uzak kaldığını söyleyebiliriz.

TKP kökenli diğer yapıları da sayalım: Genellikle yayın faaliyetleriyle uğraşan Sorun-Polemik çevresi; Kıvılcımlı geleneğinden gelen iki yapı olan Sosyalist Vatan Partisi (bugün iki ayrı yapı: Toplumsal Özgürlük Platformu ve TKP-Kıvılcım) ve Devrimci Derleniş (bugün HKP); 70’lerin sonuna doğru Yürükoğlu’nun “Türkiye’de devrimci durum” tespiti sebebiyle TKP’den maceracılık suçlamasıyla tasfiye edilen partinin Londra kolu (TKP/İşçinin Sesi adını aldılar). Ve son olarak memleket solunun tarihinde enteresan bir örnek olay: TSİP’in “illegal kolu” olarak faaliyete başlayan fakat kısa bir süre sonra TSİP’ten ayrılan TKP-Birlik (90’dan sonra Türkiye Devrim Partisi). Adları geçen bu örgütlerin tümü zayıf ve etkisiz fraksiyonlardı.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
19.03.2017- 10:23

72-80 arası dönemin fraksiyonlarının adlarını anmaya çalıştık, yine de muhakkak eksiğimiz vardır, bir ihtimal hata da yapmış olabiliriz. Ancak 12 Eylül öncesi solda görünüm yaklaşık ve özetle bu şekildeydi. Pek çok gelenekten, çok sayıda örgüt ortaya çıkmış, sol kitleselleşip, gündem belirler hale gelmişse de müthiş bir dağınıklığın da pençesine düşmüştü. Bundan daha kötüsü, dağınıklıktan ötesi olarak -fikri bir akımın pek çok parçaya bölünmesi ne olursa olsun anlaşılabilirdir- Kızıldere’den yadigar siper yoldaşlığı ve devrimci dayanışma geleneğinin ruhuna bir fatiha çekilip, devrimcilerin dostça rekabet kültürünü koyun bir kenara, örgütler arası çekişmenin, fiziki saldırı ve öldürme olaylarına varabilecek denli şiddetlenmesiydi.

Adına “sol içi şiddet” denilen kavram, ne yazık ki bu dönem tamamen doğallaşmış ve solu içten içe yiyip bitirerek, enerjisini -hiç olmaması gereken bir yere- kanalize etmesine sebep olmuştur. Bugün dönekler ve solun tescilli düşmanları,77 1 Mayıs katliamı gibi olaylarda dahi suçu sola atabiliyorlarsa,bunda solun seksen öncesinde yaşadığı iç gerilimlerin vardığı noktaları da göz önünde bulundurmak elzem.

Solun bu önemli dönemde elbette ki tek işi, her mahallede birbiriyle didişmek değildi. Daha önce belirttiğimiz gibi, 60’ların sonuna doğru Türkiye siyasal hayatına giren “sağ-sol çatışması”, özellikle 75 sonrası dönemde solun da yükselişiyle paralel bir biçimde yükselmiş, ülkenin pek çok yeri iki siyasi kampın savaştığı cephelere dönüşmüştü. Devlet, kabaran halk muhalefetini bastırma gayesiyle sivil faşist unsurları silahlandırıp, mahallede, okulda, fabrikada devrimcilerin ve halkın üzerine salıyordu. Ülkenin -sivil faşistler örgütlenemediği için Kürdistan’ın büyük bölümü hariç- hemen her yerinde silahların patlaması sıradanlaştığı için, silahı reddeden unsurlar dahi kendilerini silah bulundurma zarureti içinde bulmuşlardı.
Solun silahlı mücadeleyi bir araç olarak savunan öğeleri, gerek devlet unsurlarıyla, gerekse de faşist militanlarla amansız bir mücadele içindeydiler. DY, faşizme karşı mücadeleyi daha çok silahlı MHP’lilere karşı mahallelerde oluşturulan “Direniş Komiteleri” üzerinden aktif bir direniş perspektifinden uygularken, örneğin DS, doğrudan devletin eski yeni yönetici isimlerine (Nihat Erim, Gün Sazak…) karşı giriştiği “cezalandırma” eylemleriyle de ses getiriyordu. MLSPB ise MHP’li kişi ve kurumlara karşı hızını pek yitirmeyen seri eylemleriyle sürekli gündemdeydi. Belli kırsal alanlarda direkt devletin askeri güçleriyle çatışan TKP/ML’nin yanı sıra, HK, Halkın Birliği, Halkın Yolu, TİKB gibi yapılar da daha çok etkili oldukları alanlarda faşistlerle silahlı mücadele şeklinde aktivitelerini sürdürüyordu. Acilciler ve HDÖ de bu mücadele çizgisinin aktif unsurlarıydı.

SBKP’ci gruplar ve Kurtuluş ise silahlı faaliyetlere -kendilerini doğrudan doğruya ilgilendiren anlık bir pozisyon olmadıkça- pek girişmediler. Zaten TKP ve bağlantılı hareketlerin lügatinde silahlı mücadeleye hiç rastlanmamıştı. Kurtuluş ise silahlı mücadeleyi “mücadelenin en üst aşaması” olarak savunuyor ve örgütün/devrimci durumun gelişkinliği üzerinden yorumluyordu, ki ardılları da halen öyle.

12 Eylül öncesi dönem, aynı zamanda Maraş, Çorum, Şavşat, 1 Mayıs,16 Mart, Bahçelievler gibi büyük katliamların da dönemiydi. Sivil faşistler veya doğrudan asker/polis eliyle geliştirilen bu katliamlarda amaç, halkı yılgınlaştırıp, umutsuzlaştırmak ve ona boyun eğdirmek, devrimcileri demoralize etmekti şüphesiz. Maraş, Çorum gibi katliamların -Çorum’da görkemli ve örgütlü bir direnişin yaşandığının da altını çizelim tabii- hedefleri arasında bunlar dışında farklı ırkçı, dini ve ekonomik amaçlar da söz konusuydu elbet.

Türkiye, sağın ve solun etkisi altında olan il, ilçe, köy ve mahallere bölünmüştü. İstanbul, Ankara gibi büyük illerde her iki grubun da potansiyeli bulunduğu için çatışmalar buralarda yoğunlaşıyordu. İzmir daha çok solun hakimiyetinde olduğu için, orası daha çatışmasız bir ortamdı. İstanbul tam anlamıyla parça parça ayrılmıştı ve özellikle de DS’nin güçlü olduğu gecekondu mahalleleri militan potansiyelleriyle dikkat çekiyordu. Daha küçük yerlerde de eğilimlere göre bölge bölge hayali “girilmez” tabelalı mekanlar söz konusuydu. Örneğin, Akçakoca’nın Türk mahallesi sağda iken, Laz mahallesi solda konumlanmıştı. Rize’de Pazar ilçesi sınırı sağ ve sol için de bir sınırdı ve sağcılar bu sınırdan doğuya, solcular da bu sınırdan batıya kolay kolay geçemiyorlardı. (Burada DY hakimiyetindeki Gündoğdu beldesi sağcı denizindeki sol adacık olarak bir istisnaydı. Ayrıca Rize merkez ilçesinde de Kurtuluş’un belli bir ağırlığının olduğunu da söyleyelim). Kars’tan Erzurum’a, Erzurum’dan da Kars’a geçmek cesaret işiydi. Fatsa belediyesi bir yerel seçimle DY’ye geçmişti ve bu devlet erkanını ürkütüyordu. (Öyle ki Kenan Evren, darbe sonrası yaptığı bir konuşmada, “biz
gelmeseydik Fatsa’dakiler gelecekti” diyebilmiştir.)

Yazının 70’lerdeki hareketlere dair bölümünü Kürt ulusal hareketinde bırakmıştık, olayın o boyutuna da değinelim.70’lere doğru TİP’ten kopup, devrimci harekete yönelen Kürt ulusal kurtuluşçuları, 12 Mart’tan sonra da Kürdistan’ın “sömürge” olduğu tespitiyle Türkiye devrimci hareketinden ayrışıp, kendi öz örgütlülüklerini yaratmaya giriştiler. Kürdistan’ın bazı batı ve kuzey “sınır” illeri dışında hemen hemen her alanında örgütlü ve sağdan da soldan da neredeyse “rakipsiz” olan bu örgütler kısa sürede geliştiler.

Kürt devrimciler, Türkiye solundan ayrışsalar da, kendi içlerinde ayrılma gerekçeleri batılarındaki örgütlenmelerle çoğu kez aynı temeldeydi. Orada da SBKP ve ÇKP kopuşması söz konusuydu. Söz gelimi o dönem Kuzey Kürdistan’ın en güçlü örgütü olan ve Diyarbakır ve Ağrı belediyelerini elinde bulunduran Partîya Sosyalîsta Kurdistan (PSK) Sovyetçiyken, dar tabanlı bir örgüt olan Kawa Maocuydu. İç bölünmeler yaşayan ve zayıf olan diğer Kürt örgütleri Rızgari, Beş Parçacılar, Peşenge Karkeren Kurdistane gibi fraksiyonlarsa ya AEP’çi ya da Maocuydu. Fakat, 78’e kadar olan süreçte Kürdistani siyasetin asıl belirleyenleri PSK’yle birlikte şu örgütlerdi: Barzanici Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) ve TİP’in Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı (DDKO) örgüt arkadaşları tarafından idam edilen TKDP liderlerinden Dr. Şıvan’ın fikirleri ekseninde dönüştürmüş Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri (DDKD). 78’den sonraysa TKDP’den sol ve radikal bir söylemle kopan Kürdistan Ulusal Kurtuluş (KUK) -Türkiye solundan kaynaklanmayan tek Kürt sol örgütü- ve Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (UKO-Apocular) partileşmiş hali olan PKK, aldıkları savaş kararıyla öne çıkıp kendi dışlarında kalan örgütleri etkisizleştirdiler. PKK, ilk mücadele yıllarında Dev-Genç içinde mücadele etmiş olan Abdullah Öcalan önderliğindeki Kürt devrimcilerinin kurduğu bir örgüttü -ancak, içinde şehir eylemleri ve legal alana ağırlık vermeyi de barındıran bir çeşit “uzun süreli halk savaşını” yürürlüğe koydular-.
Süreç içinde, daha önce de belirttiğimiz gibi, PKK’nin, kendine rakip olarak gördüğü Marksist KUK’la da yıkıcı bir savaşa girip, onu da fiziki olarak bölgeden tasfiye etmesiyle, örgüt, Kürdistan’da tek güç olarak kaldı. Diğer Kürt fraksiyonlarıysa varlıklarını ancak yurt dışında dergi çevreleri olarak sürdürebildiler. Kürdistan’ı geçerken, bölgede Kurtuluş’un Tekoşin adlı kolunun da faaliyet gösterdiğini belirtelim (Tekoşin, bir dönem ayrı mücadele de etti.)

Önceki satırlarda da söylediğimiz gibi, hayatın her alanında örgütlenmiş, şehirde ve köylerde gürleşmiş, Anadolu’nun en ücra köşelerinde dahi kitlesel eylemlere imza atan, öğrenci hareketi olmaktan çıkıp, işçi, memur ve köylüyü de büyük ölçüde kazanmış -hatta bırakın askeri, poliste bile taban bulmuş- olan sol hareketten çoğu örgüt için devrim çok yakın görünüyordu artık. Ancak, 12 Eylül 1980 sabahı, Türkiye sol örgütlerine geleceğine inandıkları aydınlık hülyasını zifir ederken, hemen hemen tüm örgütlerin taraftarlarının güvendikleri dağlara da karlar yağdıracaktı.

(*) 12 Mart’tan “sol” bir darbe uman kesimler de vardı:“9 Mart” ‘sol’ cunta girişimi

Sendika.Org Xunari-Atina

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
19.03.2017- 10:25

Türkiye Soluna Bir Solukluk Tarihçe (3)

Sadece sol üzerinde değil ülkede siyasetle ilgili olan hemen herkeste,her oluşumda ve her alanda çok ağır izler bırakan 12 Eylül -sekiz ülkücünün de idam edildiğini söylemek olayın vardığı boyutları göstermek için yeterli olacaktır sanırım- en büyük darbelerini, elbette ki, kendi varlığının sebebi olan sola vurdu.İdamlar,işkenceler,yargısız infazlar,sokak ortasında dayaklar,insanlık dışı muameleler,zaptürapt çabaları solun bedenine cerahatli çıbanlar işledi.

Ismail GuneyYilmaz

Yenilgi ve Kabusu Yenme Çabaları

Askeri faşist diktatörlüğün gelişi, hiçbir sol örgüt için bir sürpriz değildi.Hemen her örgüt, 12 Eylül’e giden süreçte dergilerinde bu olası durumun tahlilini yapıyordu.Ancak, her şeye rağmen yine de sol, darbeye hazırlıksız yakalanmış gibi oldukça kısa bir sürede askeri yönetim tarafından bastırıldı ve büyük ölçüde etkisizleştirildi.Örneğin, faşist diktatörlüğe karşı en sert ve aksiyoner karşılığı gösterme gayesinde olan DS, uzun süre hakkında ana dava açılabilmesini bile bir hayli zaman geciktirecek kadar dışarıda eylem koyma çabasında olsa da sonuç olarak hemen hemen tüm kadrolarıyla   zindanlara düşmekten kurtulamadı.

Nihai olarak DS de, darbeden bir kaç yıl sonra “ricat” kararı almak zorunda kalacaktı.
Tıpkı DS gibi, herhangi bir kadrosunun yurtdışına çıkmasına yasak koyan TİKB de -TKEP de önderliği Teslim Töre dışındaki herkese bu yasağı koymuştu- gücü oranında direnişi sürdürmeye çalışsa da onlar da “mutlak kader”den kurtulamayıp, dışarıdan tamamen silindiler.İçerideki TİKB militanlarıysa işkencede çözülmeme gelenekleriyle deyim yerindeyse efsaneleştiler.Etkili eylemler hedeflediği anlaşılan MLSPB ise yine bir eylem arifesinde, lider kadrolarından Şemsi Özkan’ın kendi isteğiyle polise itiraflarda bulunmasıyla kısa sürede dramatik bir şekilde çözüldü. Acilciler,HDÖ,ÜY gibi yapılar da uzun soluklu bir direniş örgütleyemediler.

12 Eylül’e karşı direniş deyince en çok eleştiriyle muhatap kalan hareket kuşkusuz DY’dir.DY’ye yönelik bu eleştiriler, onun gücüyle de doğru orantılıdır.İnsan geçmişe dönüp, bakınca bu kadar kitlesel ve geniş bir militan gücüne sahip bir hareketin nasıl olup da askeri faşizme karşı etkin bir direniş öremediğini tabii olarak düşünüyor.Darbenin hemen öncesinde Fatsa’da Balyoz harekatıyla darbe yiyen bu örgüt, 12 Eylül döneminde de -yıldız yumruğa atfen isimlendirilen- Demir Yumruk operasyonuyla hemen hemen tamamen örgütsel olarak kısa sürede çözüldü.12 Eylül öncesinde ve sonrasındaki operasyonlar sonucunda örgütün binlerce militanı ve taraftarı hapse girerken,çok sayıda militan da kırsal alana çekildi,daha 1980’in Kasım ayında MK ele geçirildi.Tüm bunlar üzerine zaten klasik bir örgüt görünümünde olmayan -kimi DY önderleri de savunmalarını “biz örgüt değil,dergi çevresiyiz” üzerinden yapmıştı.- DY’nin “gevşek” örgütlenmesinden arta kalan ilişkiler kafa karışıklığı içinde bir şeyler yapmaya çalıştılarsa da bu çabalar, merkezilikten yoksunluk sebebiyle etkili olamadı.Aynı dönemin bir de iç tartışmalar ve bir bölünme (Devrimci
İşçi) ile geçtiğini düşünürsek pozisyonun giriftliği daha da kesifleşir.

1982 Politik Hattı ile “Ana Gerilla Birliği” (AGB) oluşturulur, hatta DY, PKK,TKEP,Emekçi,SVP,Acil,TKP-İS ve Devrimci Savaş ile birlikte Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’ni (FKBDC) adıyla bir birlik de kurar.Ancak tüm bu çabalar dışarıdaki liderlerden Taner Akçam’ın “eylemsizlik tavsiyesi” üstünden dönen tartışmalarla boşa çıkar.DY’nin kır kolu kayda değer hiçbir eylem koyamadan tamamen
dağılır -DY’nin kırda verdiği kayıplar, DY’nin karakollara yaptığı taarruzlardan ziyade, ordunun kıra yaptığı operasyonlardandır-.Sonuç olarak koskoca bir örgütün, yediği büyük darbelerden sonra,bir de iç tartışmalar içinde tükenip,silikleşmesine şahit olunur.Yaşanan bu iç tartışmalar DY’nin geleceğini de belirler (5).
Bir diğer büyük güç olan TDKP’nin ise 12 Eylül öncesi en önemli politik rakibi olan DY’den bile direniş açısından daha geri düştüğü söylenebilir.TDKP’nin 12 Eylül’e direniş açısından akılda kalan tek pratiği, TDKP’li militan işçilerin güçlü oldukları kimi fabrikalarda örmeye çalıştıkları protesto grevleridir.TDKP’nin minimalize olmasında verdiğimiz örnek olay dışındaki eylemsizliğin yanı sıra parti önderlerinin çoğunun göz altında pek “direngen bir tavır” gösterememeleri de etkili olur.85 senesinden sonra yayın organları etrafında ve işçi sınıfı içinde derlenmeye çalışan TDKP bu süreçte iki ayrılık da yaşayacaktır: Ekim ve TDKİH.

12 Eylül darbesinin faşist değil sadece askeri bir diktatörlük olduğunu savunan Kurtuluş’sa muadillerinden daha da pasifleşerek, “toplumsal mücadelenin yeniden yükseleceği döneme dek” geri çekilme ve gizlenme kararı almıştır.Farklı arayışlara giren Kurtuluş, bir ara TKKKÖ (Türkiye Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü) adıyla reorganize olmaya çalışmış fakat bunda başarı gösterememiştir.Kurtuluş’un bu süreçteki alamet-i farikası “sosyalist demokrasi” tartışmalarıydı ve bu iç tartışmalar Kurtuluş’un gelecek yolunu çizecekti.-Belirtelim, 80’lerin ikinci yarısında Kurtuluş’tan örgüt içindeki Troçkistler koptu.Bugünkü DSİP bu ekibin devamı.-

Türkiye solunun ana gövdelerinden TKP, zaten 12 Eylül’e giden yolda askeri müdahale ihtimalini sezinleyip, kitlesini sokaktan çekmişti.TKP de Kurtuluş gibi darbeyi “faşizm” olarak yorumlamadı ve müdahaleyi “işbirlikçi tekelci burjuvaziye dayanan askersel bir diktatörya” olarak kodladı.TKP, darbede iki kanadın olduğunu düşünüyordu ancak bu tabii ki yanlış bir tahmindi.1981’de maruz kaldığı büyük operasyonla TKP ülke içinde tamamen eridi.Parti, 1983’te Bratislava’da gerçekleştiği 5. kongresinde bu kez askeri yönetimin “faşist” olduğu tanısını koydu.Önceden de alışkın olduğu üzere hayli geniş bir “ulusal demokratik cephe” çağrısı yaptı.Daha sonra TKP, çalışmalarına yine ülkede legale çıkmaya kilitledi.1988’de Moskova’da TKP ve TİP’in birleşmesiyle TBKP kuruldu,alınan kararla Nabi Yağcı ve Nihat Sargın ülkeye geldiler ama devletin buna refleksi tutuklama oldu ve devlet,TKP’nin yasallaşmasına izin vermedi.TKP de kısa sürede tamamen likide oldu.-Bugünkü TKP’nin, orijinal TKP’yle direkt bir bağlantısının olmadığı malum. SİP/TKP, 1978’de TİP’ten kopan bir grubun oluşturduğu Gelenek grubunun 1992’de kurduğu STP’nin devamı. STP 1993’te kapatılınca yerine SİP kuruldu, SİP, 2001’de TKP adını aldı. Öteki TKP ise doğrudan gelenekten geliyor.BSP-ÖDP sürecini kabul etmeyen Ürüncülerin ve sanırım Savaş Yolu
çevresinin birleştiği bir parti.TKP adını kullanan bir de illegal bir oluşum var, bunların TKP-İşçinin Sesi olduğunu tahmin ediyorum-.

TKP Kongre


TKP/ML 12 Eylül sonrası dönemi teorik iç tartışmalar ve bölünmelerle geçirirken (TKP/ML-BP, sonra BP-KK/T adının aldı.Bir de TKP/ML-MPM.Daha sonra TKP/ML-B), TKEP ise Türkiye ve Kürdistan’da ortak cephe oluşturma çabalarından sonuç alamadı.1982’de Kürdistan seksiyonunun (KKP) ayrılığını yaşayan TKEP, yine de ülke içinde asgari müşterekte örgütlü olarak kalabilmeyi de bildi.Ancak TKEP, 1986’da başlattığı yeni teorik tartışmalarla bir depresyon sürecine de girecek, örgüt içinden TKP’ye yoğun geçişler yaşanacaktır.Bu tarihten itibaren legalci bir çizgiye oturan geleneğin yolu Kuruçeşme toplantılarına varacak,1990’da bu dönüşümü kabul etmeyen bir ekip TKEP/L’yi oluşturacak ancak bu yapı da son derece etkisiz kalacaktır.-TKEP’in “legalci” ana çizgisi, ÖDP’nin kurucularından oldu.Fakat sonra Erturğul Kürkçü ve TSİP geleneğinden kimi isimlerle birlikte ÖDP’den SEH adıyla ayrıldılar.Bugünlerde bu oluşum, yine kendileri gibi ÖDP’ye katılıp, ayrılmış olan Kıvılcımcı TÖP’le parti kurma çalışmalarına öncülük etmektedir“12 Eylül ve solun direnişi” denilince bakılması gereken asıl yer hapishanelerdir.Keza dışarıda bir direniş örgütleyebilecek pek bir insan kaynağı söz konusu değidi.Hapishane direnişleri deyince de akla gelen örgüt elbette DS oluyor.DS, özellikle çok sayıda tutsağının tutulduğu Metris’te tek tip elbise dayatması ve askeri yaşam kurallarına karşı güçlü bir direniş örmüş,dışarıdaki tutsak ailelerini ve duyarlı aydın çevreyi de bu mücadeleye katmayı başararak dışarıda önemli bir sempati birikimi ve prestij kazanmıştır.Özellikle TİKB’yle birlikte örgütlenen ve dört devrimcinin yaşamlarını koyarak -sol terminolojide “şehit” kavramının kullanılmasını pek doğru bulmuyorum- cezaevi yönetiminden kazanımlar   aldıkları 1984 ölüm orucu direnişi burada başat önemdedir.Benzer şekilde PKK’nin de Diyarbakır cezaevinde baskılara karşı ölüm orucunu da içeren sert bir direniş güzergahına geçişi, onun da Kürt halkı nezdindeki prestijini artırmış ve cunta sonrası dönemde hareketin yükseliş trendinde önemli ve özel bir durak olmuştur.12 Eylül’den sonra adından en çok söz ettiren iki örgütün de gelişme temellerini ve gelecekteki mücadelelerinin yığınağını hapishanelerdeki tavırları üzerinden örmeleri ilginç bir paralellik gösterir.

Sadece sol üzerinde değil ülkede siyasetle ilgili olan hemen herkeste,her oluşumda ve her alanda çok ağır izler bırakan 12 Eylül -sekiz ülkücünün de idam edildiğini söylemek olayın vardığı boyutları   göstermek için yeterli olacaktır sanırım- en büyük darbelerini, elbette ki, kendi varlığının sebebi olan sola vurdu.İdamlar,işkenceler,yargısız infazlar,sokak ortasında dayaklar,insanlık dışı muameleler,zaptürapt çabaları solun bedenine cerahatli çıbanlar işledi.

PKK-Gerilla


Bu kabus ikliminde neredeyse çıt çıkamazken,1984’ten itibaren yükselen PKK’nin gerilla savaşı o günden,bugüne ülkenin en önemli gündem konusu oldu ve daha da öyle olacağa benzer.Solun geniş kesimleri başta PKK’ye şüpheyle baktı, hatta ona cephe dahi aldı -bugün Kürt hareketinin “doğal müttefiki” konumunda olanların o gün neler yazdıklarına bir bakmak gerek!-Türkiye’de daha önce hiç görülmemiş şekilde devlete karşı büyük bir savaşı başlatan PKK’nin varlığı,solu farklı şekillerde etkileyip,onda belli kırılmaları,gelişmeleri yahut kimilerinde de gerilemeleri kaçınılmazlaştırdı.PKK’nin savaşı,Kürt ulusal meselesiyle ilgili bir programı olmayan bir sol örgüt bırakmadı.PKK’yle her daim ittifak edenler,onu tümden “düşman” olarak tanımlayanlar ve bağımsız bir çizgi tutturanlar olarak Türkiye solu üç ana parçaya bölündü.Meclise girme ihtimali neredeyse hiç olmayan sol, Kürt hareketinin olanaklarıyla meclise de girmiş oldu -son iki genel seçim.Daha önce de,1991’de 18 HEP’li vekil SHP çatısında meclise girmişlerdi.Sonrasında yaşananlarsa Türkiye’de faşizmin sürdüğünün en önemli kanıtlarından oldu. 90’lara doğru siyasi tutukluların serbest kalmaya başlamalarıyla toparlanma çalışmalarına girişen solun bir cephesinde legalizm rüzgarları eserken,bir cephesinde de silahlı ve illegalite merkezli mücadelede ısrar su yüzüne çıktı.Bu durum,solda önemli bir farklılaşmayı da beraberinde getirdi. Daha önce de adını anmıştık; Kuruçeşme toplantıları.TKP kökenli grupların -TBKP- birleşik yasal sol parti çabalarına DY’den (Geleceği Birlikte Kuralım) ses gelmesiyle BSP,oradan da ÖDP’ye giden süreç başladı.Bu birliğe TKEP’in ana unsurları,Kurtuluş,SVP geleneğinden bir grup Kıvılcımcı ve bazı Troçkistler de katıldı.ÖDP, büyük iddialarla ortaya çıksa da solun içinde etkili bir hareket olmaktan öte geçemedi -bilhassa KESK’teki ağırlık önemli.Bu arada darbe sonrası dönemde 90’ların ortalarına doğru devrimci memurların giriştiği militan sendikacılık,sol tarihin bu evresinde son derece önemli ve moral depolatan bir uğraktır.- ÖDP’nin örgütsel evrimi içinde, içindeki farklı grupları tasfiye ede ede, partide Oğuzhan Müftüoğlu’nun öncülüğündeki DY’li grup kalacak şekilde küçülmesiyse ondan umutlu olan pek çok solcu aydın ya da taraftar için hayal kırıklığı oldu.En son Ufuk Uras’ın EDP’sinin kopuşuyla ÖDP’nin monolitikleşmeye doğru olan evrimi tamamlandı.


melnur  |  Cvp:
Cevap: 4
19.03.2017- 10:28

ÖDP

ÖDP’den kopan Kurtuluş grubu -ama yine bir “birlik” partisi olarak- SDP’yi oluşturdu,ancak bu partiden de kısa sürede başka bir Kurtuluş geleneğinden parti daha çıktı: Sosyalist Parti. ÖDP’yi geçerken değinelim, DY’yi yasal partiye evriltme çabaları da itirazsız kalmadı.Sürecin daha başında “Devrim dergisi çevresi” olarak bilinen epey hacimlice sayılabilecek bir grup, DY’nin yeni,özgün ve uzun soluklu bir çabayla reorganizasyonu için ÖDP’ye giden süreçten koptu.Bu çevre, daha çok öğrenci hareketinde, bazı   “geleneksel DY bölgelerinde” ve kısmen de sendikalarda etkili oldu.DY kökenli bu iki ana grup dışında “militan bir DY yorumu” olan Devrimci Hareket,
Özgürlük ve “DY’nin Eskişehir ekibi” diye bilinen EHP gibi daha etkisizgruplar da siyaset sahnesine bu süreçte giriş yaptı.

TDKP ise karmaşık bir süreçten sonra -90’larda süren küçük çaplı gerilla mücadelesi,bir yanda devam ettirilen işçi sendikalarında örgütlenme çabası- ÖDP’yle hemen hemen aynı dönemde,fakat ÖDP’yi oluşturanların tersine oldukça “ani” bir kararla legale geçti.Yasal partinin kurulduktan hemen sonra mahkeme kararıyla hemen kapatıldığını,sonra tekrar hemen hemen aynı isimle açıldığını da unutmadan söyleyelim.Ekim ise 1999’da partileşip TKİP adını aldı ve en azından sol siyasetler içinde belli bir görünürlüğü olan bir fraksiyon olabilmeyi başardı.TDKP-İÖ adında,TDKP’yi yeniden ihya etme amacında olan ve şu sıra TDKP’nin yasal devamıyla sıkıntılı ilişkileri bulunan küçük bir oluşumun da olduğunu not düşelim.

DHKP-C   / 1 Mayıs Kortej

Doksan sonrasının en sık adı duyulan ve en popüler devrimci örgütü olan DS ise,hemen 90 başındı başladığı genellikle 12 Eylül sorumlularına,MİT’çilere,polislere,devlet adamlarına ve Kürdistan’daki savaşın başında olan generallere yönelen silahlı eylemleriyle tekrar adını duyurdu, kitle desteği açısından da yükselen bir ivme kazandı.Özellikle İstanbul’da polisle,bazı çevrelerce “düello” diye anılan sıcak bir savaşa girişen ve pek çok kadrosu ve taraftarı yargısız infazlarla da (6) katledilen DS,1992’de merkezinden art arda aldığı darbelerle zayıf düştü.Örgüte yönelen bu büyük operasyonları,örgüt tarihine “darbe” diye geçen Dursun Karataş’ın yurt dışında Bedri Yağan ve destekçileri tarafından “gözaltına alınması” izledi.Bu olay hareket içinde sert bir iç çatışma yaratsa da,bu çatışmadan Karataş’ın kesin liderliği çıktı ve örgüt kısa sürede tekrar toparlandı.

1995 Gazi Ayaklanması

1994’te Şam’da yaptığı kongreyle DHKP-C adını alıp partileşen hareket, yeni adını eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ı öldürerek duyurdu. 1996’da ünlü Sabancı Center baskınıyla adından söz ettiren Parti-Cephe,aynı 1 Mayıs’a   “temsili gerilla birlikli”,oldukça   geniş katılımlı bir kortejle dahil olarak bir nevi güç gösterisi yaptı. 1995 Gazi Ayaklanması,tabutluk tipi hapishanelere karşı diğer örgütlerle (TKP/ML,TKP(ML),MLKP,TİKB. Sonuncusu eylemi Süresiz Açlık Grevi biçiminde yürüttü) birlikte başlatılan ve 12 kayıp verilerek kazanımla sonuçlanan 1996 ölüm orucu direnişi örgüt tarihinde mühim dönemeçlerden oldu.90’ların ortasında DHKP-C, Dersim,Karadeniz,Ege ve Akdeniz’de yoğun bir kır gerillası seferberliği başlatsa da bunda sonuç olarak pek başarılı olamadı. 19 Aralık 2000 hapishaneler katliamıysa,diğer tüm solla birlikte,en büyük darbeyi DHKPC’ye vurdu -yaşamını yitiren 28 devrimci tutsağın,24’ü Cepheli’ydi. Türkiye’nin Kıbrıs operasyonundan sonraki en büyük askeri operasyonu olan bu katliam,sadece illegal solu değil,tüm bir solu özellikle psikolojik bir etki altına aldı.Bilhassa 2002’den sonra tüm örgütlerin ölüm orucunubırakması (7) ve DHKP-C’nin bu eylemde yalnız kalması,fakat 2007’ye dek bu eylemi ısrarla sürdürmesi,DHKP-C’yle,onun dışındaki sol arasında var olan psikolojik farkın makasının daha da açılmasına yol açtı.

19 Aralık Katliamı

19 Aralık’ta yaşadığı büyük travmadan sonra -122 devrimci tutsak öldü,600’ü sakatlandı- ve hedef olduğu tüm operasyonlara karşın toparlanma çabası içinde olan örgüt,bugün etkisi hala çeşitli alanlarda bariz bir şekilde devam eden bir hareket olarak dikkat çekmektedir.Son olarak, DHKP-C’nin 2000 sonrası süreci için iki dipnot daha düşelim: Girişilen silahlı eylemler örgüt açısından sık sık “başarısızlık”la sonuçlandı ve teorik çalışmaya verilen önem 80’lerdeki ivmeyle karşılaştırılamayacak düzeyde düştü.

Parti-Cephe dışındaki devrimci illegal örgütlere de bir göz atalım ve artık yazımızın sonuna yavaş yavaş gelelim.TKP/ML, 90’dan sonra da kır gerillası faaliyetlerine ağırlık verdi, ancak yaşadığı sık örgütsel bunalımlar sebebiyle açıkçası belini doğrultmakta zorluklar yaşadı.1994’te örgütün DABK kanadı, TKP(ML) adıyla ayrıldı,bir süre tekrar birleşildiyse de,sonuç yine ayrılık oldu.Konferans üyelerinin devletin eline geçmesiyle fitili yanan bu ayrılık, daha sonra MKP adını alacak olan TKP(ML) ve TKP/ML arasında karşılıklı sert suçlamalara yol açtı.Bu süreci “Kardelen Harekatı” diye bilinen “iç operasyon” süreci izledi.MKP, Dersim ve çevresinde etkin bir gerilla örgütü halinegelirken, TKP/ML daha çok Tokat ve civarında tutunabildi.MKP, kır faaliyetini yükseltmeyi hedeflediği yakın dönemde, yapılan bir askeri operasyonla 17 üst düzey kadrosunu yitirerek ağır bir darbe yedi.Ayrıca, MKP, demokratik alana da ağırlık vermesiyle dikkat çekmektedir. TKP/ML Hareketi ve TKİH’in birlik arayışları,sancılı bir süreçten sonra,TDKİH ve TKP/ML-Yİ֒nün de katılımıyla 1995’te MLKP’ye erdi.MLKP, hemen kurulduğu yıl yaşanan Gazi Ayaklanmasındaki aktif rolüyle kitleselliğini artırdı.Zaman içinde solun önemli örgütlerinden biri haline gelen MLKP, teoriye ve kitle çalışmasına önem veren yapısıyla, sol entelijensiyayla yakın ilişkileriyle, kaybedilen devrimcilerle ilgili örgütlediği uluslararası katılımlı çalışmalarıyla ve Kürt ulusal hareketiyle yakın temasıyla da ilgi çekti.Ancak parti iç tartışma ve bölünmelerden de (KP- İÖ,MLKP/YKH,diğer örgütlere toplu geçişler) kurtulamadı.MLKP’nin yaşadığı yoğun iç tartışma süreçleri onunhem kitleselleşme trendinde belirgin bir düşüşe sebep oldu, hem de onu son yıllarda farklı “örgütlenme stratejilerine” de yöneltti.

MLKP

Özellikle 90’ların ortalarından itibaren sürekli örgütsel bunalımlar yaşayan TİKB, bu dönemde bir bölünme yaşadı (TİKB/B).Bir türlü hedeflediği güce erişemeyen TİKB’deki asıl yıkıcı kopuşsa Komünist Devrim Örgütü bölünmesi gibi durmakta. 90’dan sonra kendini Direniş Hareketi olarak örgütleyen THKP-C/ÜY, daha çok   heterojen parti ve platformlar içinde etkinlik gösteriyor. TKP-K, ağırlığını kitle çalışmasına ve Kürt hareketiyle paralel bir politik mücadeleye verirken, KDH/L, gelişkin teorik tartışma çalışmalarıyla dikkatçekiyor.90’ların ortasında kır gerillası mücadelesine yönelen ve PKK’yle ortak mücadele yürüten TDP’nin ise bugün bir görünürlüğü söz konusu değil. Cunta öncesinin yoğun eylemlilikleriyle adından çokça söz ettiren örgütleri olan Acil, HDÖ ve MLSPB üzerine de ayrı ayrı kısa değerlendirmeler yapmak gerek. Bu yapılardan Acilciler, dışarıdanbakan bir göz için çözülmesi epeyce güç olan karmaşık bir görüntü arz ediyor. Hareketin, Suriye’deki Miraç Ural ve çevresi dışındaki sürdürücüleri, Antakya’da demokratik alan ve zaman zaman da yayın faaliyetleriyle örgütsel geleneği devam ettirme çabasında.

Acilciler


Bu Cepheci yapılardan HDÖ ise, Avrupa’da “Kurtuluş Cephesi” etrafında bir dergi çevresi biçiminde faaliyet sürdüren son derece minimalize olmuş bir yapı. Teorik çalışmaya verdiği ağırlıkla dikkat çeken HDÖ, yasal alan çalışmasına karşı takındığı son derece sert tavırla da biliniyor. Yine aynı geleneğin insanlarının toplandığı bir yayın evi çevresi Türkiye’de faaliyetini sürdürüyor.Adı geçen yapılar içinde en diri kalmış görünen MLSPB de özellikle 90 başından bu yana daha çok kitle çalışması faaliyetleriyle örgütsel bir toparlanma çabası içindedir. Türkiye solunda bugün burada adlarını sayamadığımız daha bir yığın küçük fraksiyon söz konusu.Türkiye’de sol, bugünkü vaziyetiyle, bu açıdan 12 Eylül öncesine göre çok daha “zengin”. Yazının son paragrafında, 12 Eylül’ün yenilgi psikolojisinin, Türkiye’de “yeni muhalif arayışları” da ortaya çıkardığını, bu yeni damardan anarşist (8),feminist,eşcinsel aktivist,çevreci,hayvansever ve gayrı Kürt etno-kültürel hareketler doğdunu da hatırlatalım.Son olarak Troçkistlerin de bu sahada daha geniş örgütlenme şansı bulduklarını da unutmadan not düşelim. 80 öncesinde dar ölçekli bazı oluşumlarla yürüyen -Sürekli Devrim,Devrimci Marksist Tartışma Defterleri ve İşçi Cephesi- Troçkist düşünce, 80 sonrasında ülke solunda daha belirgin bir görünüm kazandı. Ancak Troçkistlerin de Türkiye solunun bölünme geleneğinden azade kalamayarak çok sayıda küçük parçaya bölündüklerini (DSİP,DİP,Anti-Kapitalist,İşçi Mücadelesi,PBG Sosyalizm…) söyleyerek ve bu Troçkist gruplar içinde, DSİP’in anayasa değişikliği referandumu çerçevesinde yürüttüğü “Yetmez ama Evet” kampanyası,28 Şubat’a dair sola ağır eleştirilerle yüklü “aykırı” bir okuma ve politik Müslümanlarla dikkat çekici yakın temasıyla yoğun bir nazar-ı dikkat cezbettiğini ve solun hacimlice bir parçasından negatif tepkiler aldığını da söyleyerek bu bahsi kapatalım.

(5) Uzunca bir dipnotumuz olacak.DY’nin 12 Eylül sonrası “direniş pratiği”ne ilişkin en özet ve anlamlı sözler için dönemin DY liderlerinden Melih Pekdemir’in savunmasındaki bir paragrafı okuyalım: “Bizleri burada örgüt kurmakla suçluyorsunuz; aslında bizim suçumuz örgüt kurmak değil, örgüt kuramamaktır.Tarih bizi suçlayacaksa faşizme karşı örgütlendiğimiz için değil örgütlenemediğimiz için suçlayacaktır.” 12 Eylül ve solun umulan güçlü direnişi gösterememesiyle ilgili ben de temel sebeplere ilişkin fikrimi çok kısa da olsa burada belirtmek isterim.

Bana kalırsa solun cuntaya karşı etkin bir karşı koyuş organize edememesinin asıl iki nedeni, sol fraksiyonlar içindeki önde gelen yapıların muazzam kuvvette görünmelerine karşın, sahici anlamda bir örgütlülük ve sağlam bir fikri formasyondan fersah fersah uzak olmaları ve “kavgaya katılan” kitlenin yükselen bir rüzgarın etkisinde kalan ve örgütlerce de adam akıllı bir bilinçlendirme ve bilenmeden de bigane bırakılmış bir yığından ibaret olmasıydı. DY’nin, HK’nın vs. dergilerini bulunduran, yürüyüşlere katılan ama seçimlerde de gidip CHP’ye oy veren yani düzenden gerçek bir kopuş yaşayamayan bu nicelikli ama büyük oranda niteliksiz olan kitlenin örgütlere sağlıklı bir irade katamaması normaldir. Ne demek istediğimi ailesinde 80 öncesi sol gelenekten gelen babalar,abiler,ablalar,teyzeler,amcalar,dayılar olan okur daha iyi anlayacaktır sanırım.

(6)Yargısız infazlarla cinayet ve kaybetmeler, 90’lı yıllar boyunca kontrgerillanın
devrimcilere ve özellikle de Kürdistanlı devrimcilere yönelik yönelik sindirme ve yıldırma operasyonları olarak yaygınlık kazandı. Bu infaz ve kaybetmeler dönemin “sıradanlaşmış” haberlerindendi.

(7) Sadece TKEP/L gücü oranında zaman zaman bu eyleme fiili destek verdi.

(8) 1986’da Kara dergisiyle gün yüzüne çıkan anarşist kıpırdanma, taraftarlarını kesif   ve “patricide” bir anti-Marksist söylemle Marksist eskilerinden devşirdi.İlginç bir nokta; cuntanın daha tozu dumanı kalkmamışken yayın hayatına atılan bu dergi,“anarşist” yerine Türkiye kamuoyu için pek bir şey ifade etmeyen “liberter” ifadesini “kullanmak zorunda” kalıyordu.Kara’yı,Efendisiz,Ateş Hırsızı,Amargi gibi dergiler takip etti ve anarşist faaliyet de ülke siyasasında kendine bir yol açtı.

http://www.fikirkarargahi.com/turkiye-soluna-bir-solukluk-tarihce-3/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]