Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Avrupa'nın bilimi ve Sovyetler-İzge Günal


Bilmem bilir misiniz; bilim politikası kavramı, içeriği, örgütlenmesi ve uygulaması ilk kez Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkmıştı. Batı’nın Sovyetler Birliğinden öğrendiği en önemli konulardan bir tanesi de kuşkusuz budur. Avrupa’nın bilim politikası kavramını gündemine alması ise İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Savaş sonrası neredeyse tüm önemli kentler yıkılmış, ekonomi ve burjuva siyasi kurumları önemli ölçüde erozyona uğramıştı. Siyasi olarak bir çıkış yolu bulabilmeleri için güçlerini birleştirmeleri gerektiğinin farkındaydılar. Bu şekilde oluşmaya başlayan Avrupa Birliği fikrini aynı zamanda faşizmi yenilgiye uğratıp Avrupa içlerine dek gelen sosyalizme de karşı örgütlenmede de kullandılar. Ancak ne yaman çelişkidir ki karşı oldukları Sovyetler Birliği’nin bilim politikalarını da örnek almak zorunda kaldılar.

Avrupa Birliği’nin bilimde atılım zorunluluğunu “Rönesans ve Aydınlanma ile elde ettikleri bilim öncülüğünü artık kaybettikleri” saptamasıyla belirliyorlardı. Gerçekten de, son döneme kadar bilimdeki neredeyse tüm atılımlar Avrupa kaynaklıydı. Örneğin,   Muammer Sencer’in “Bilim Tarihinde Dönüm Noktaları” isimli kitabında çalışmaları anlatılan 80 kadar bilim insanın dört tanesi hariç tümü Avrupalıdır. Tabii, Avrupa biliminin en üst düzeyde olduğu Rönesans ile sanayi devrimi arasındaki dönemde durum biraz farklıydı. Kurumsal anlamda bilim insanları arasında ortak bir çalışma yoktu, sadece yaşamları belirli noktalarda kesişiyordu, o kadar. Hatta deneylerin önemli kısmı profesyonel laboratuvarlarda değil, evlerde basit düzeneklerle yapılıyordu.

Neyse, Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonrası bilim sorununu tartışmaya başladığında Sovyetler artık bilgi üretimi boyutunda Avrupa’nın çok ilerisine geçmekle kalmamış, önemli konularda ABD’yi de yakalamıştı hatta onu da geçmişti. Endüstriyel gelişme bilim ve teknolojideki gelişmeyle koşut gidiyordu.

Peki, Sovyetler bunu nasıl başarmıştı? Elbette öncelikle bütünlüklü bir bilim politikasıyla. Bu politikanın ana unsurları ise merkezi planlama yapılması, ki bu sayede kaynaklar daha verimli kullanılabilir hale gelmiştir, çağdaş bilimin eksiksiz tüm alanlarında araştırma etkinliğine girişme, temel bilimlerle arasında denge kurma, işgücünün coğrafi anlamda dengeli dağıtılması, yeni araştırma alanları yaratılmasının teşvik edilmesi, bilim kurumlarıyla toplum arasındaki bağın oluşturulması ve bilimde cins ayrımının ortadan kaldırılmasıdır. Bu süre içerisinde de araştırma birimi, üniversite, toplam araştırmacı, kadın bilimci sayısı gibi ölçülebilir parametrelerde 50 ila 100 kat arasında artış sağlanmıştı.

Geçtiğimiz günlerde dört tane harika kitap okudum: “Science and Technology in Europe”, “The Scientific Intelligentsia in the USSR”, “Medical Research Systems in Europe” ve “The Science of Science”. Bu kitaplar 1960 ve 70’li yıllarda yazılmışlar ve daha sonra yeni baskıları yapılmamış. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarım hepsi bu kitapların tartışma konusu. Tümü çok yazarlı ve Avrupa’da bilim nasıl gelişir sorusuna yanıt arıyor.

Neyse biz tekrar Sovyetlere dönelim. Bence sosyalist bilim politikasında önemi pek vurgulanmayan noktalardan bir tanesi de bilim insanlarının çalışma konularında değişikliğe gitmelerinin teşvik edilmesidir. Kant, Lavoisier ve Pasteur gibi pek çok bilim insanının alan değiştirdiği bilinir. Örneğin Pasteur önceleri bir kimyacı olarak kristallografi üzerine çalışırken, sonraları mikrobiyoloji ve immünoloji alanlarına geçip, büyük buluşlarını gerçekleştirmiştir. Nobel ödüllü fizikçi Enrico Fermi, bir bilimcinin her on yılda bir alan değiştirmesi gerektiğini yazmıştır. Bilimcinin yeni geçtiği alana eski çalışma alanının bakış açısını taşıması o alana yeni bir yaklaşım getirmektedir. Sovyetlerde alan değiştirme işi bir devlet politikası olarak destekleniyordu.

“Medical Research Systems in Europe” da hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinden bilim insanları kendi ülkelerindeki tıbbi araştırma sistemlerini anlatıp sonra konuyu tartışıyorlar. Kitapta nasıl sosyalizmin kazanımlarını örnek aldıklarının somut açıklamaları var. Örneğin Fransa bilimsel araştırmaların önünün öncelikle 1946 çıkan sağlıkta sosyal güvenlik yasası ve 1958 yılında çıkan tam gün çalışma yasası ile birlikte açıldığını, deyim yerindeyse itiraf ediyor. Bilirsiniz, bunlar Sovyetler Birliği’nde devrimin hemen sonrasında yürürlüğe giren yasalardı.

Batılı ülkelerin Sovyet sisteminde eleştirdikleri en önemli nokta ise bilimsel araştırma sonuçlarının ürüne dönüşme süresinin uzun oluşu. Bu da kapitalist dünyanın pazar mantığı ki asla bilimin çıkarlarıyla bağdaşmaz.

Az bilinen bir olgu da bilim insanlarının sorunlarını tartışan ilk derginin de (The Scientific Worker) Sovyetler Birliği’nde yayınlanmış olması. Bu nokta bence çok önemli çünkü bu konu, bilim ve bilimcinin sorunları bilim politikasının olmazsa olmazlarından birisi. Bilimi inceleyen bilimler gerçekten parçalı. Sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, siyaset gibi pek çok bilim dalı bilimin sorunlarıyla ilgilenirken, bunların hepsini bir araya getirecek bir disipline gereksinim var. “The Science of Science” bununla ilgili bir kitap. Bilim politikasını derinden etkileyen Bernal’ın “Bilimin Toplumsal İşlevi” kitabının 25. yılı nedeniyle hazırlanmış ve kendi yazısına ek olarak, “İki Kültür” kitabının yazarı Snow’un ve pek çok ünlü bilimcinin yazıları var.

Bu kitaplarda iki noktanın eksik kaldığı kanısındayım. Bunlardan ilki, sosyalist ülkelerde tüm fakültelerde zorunlu bir ders olarak diyalektik ve tarihi materyalizmin okutulduğu. Ben bu konunun bilimsel gelişme için zorunlu olduğunu düşünüyorum çünkü her şey gibi bilimsel düşüncenin de bir bilimi vardır ve buna diyalektik denir. Ali Kızılırmak’ın “ Bilimde ve Felsefede Diyalektik Nedir?” kitabı iyi bir okuma olabilir. İkinci nokta ise bilim etiği sorunu. Farkında mısınız, birçok konuda sosyalizme saldırılar sürerken, hiç etik dışı çalışmalardan söz edilemez. Kapitalist sistem ise bu konuda çok kirli. Arın Namal’ın bir konferans izlenimlerini aktardığı “Etikten Soyutlanmış Bilim İnsanlığa Hizmet Edemez” kitapçığı bence konuyu tamamlar nitelikte.

Son söz olarak şunu söyleyeyim, bu yazıda bahsettiğim İngilizce kitaplar mutlaka Türkçeye çevrilmeli çünkü çok ciddi bir eksikliği dolduracaklardır diye düşünüyorum. Yo, bana öyle bakmayın bu benim altından kalkabileceğim bir iş değil.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]