Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Kürt Ulusal Sorunu

PUSULA | Sosyalist hareketin tarihinde ulusal sorun

Resim Ekleme

Aral Çağkan

İşçi sınıfı hareketinin gelişmeye başladığı ve bu hareketin zemini üzerinden siyasal bir hareket haline gelen sosyalist hareket, bir dizi başlıkta olduğu gibi ulus sorunu ve uluslaşma dinamikleri ile de karşı karşıya kaldı. Marx ve Engels’in bu konuda yazdıkları elbette var, ancak iki ustanın merkeze koyduğu temel nokta sınıf mücadelesi olmuştu. Çünkü ihtiyaç buydu ve tarihsel gelişmeyi açıklarken sınıf mücadelesi bütün teorik saptamaların merkezinde duran en önemli olguydu.

Bu anlamıyla ulusal soruna yönelik teorik bir yaklaşım, Marksistler açısından hep sınıf mücadelesinin merkezinde durduğu bir yöntemle ele alındı. Sınıflar mücadelesinin bir bağlamı olarak değerlendirildi.

Uluslaşma, ulus devlet ya da başka bir deyişle ulusal sorunun komünist harekette tartışma başlığı haline gelmesi, en fazla, tekelci kapitalizm aşamasına ve buradan emperyalist aşamaya geçişle ortaya çıkıyor. Özellikle İkinci Enternasyonal dönemine denk gelen bir kesitte ulus sorunu, ulus devlet sorunu ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununun komünist hareketin de önemli tartışma başlıklarından birisi haline geldiğini görüyoruz.

İkinci Enternasyonal’de tartışmalar

Bu tartışma en başta Avrupalı komünistlerin gündemindeydi. Avusturya komünistleri, Polonya’da Rosa Luxemburg ve Rusya’da Lenin, bu sorunla ciddi olarak karşı karşıya kalmış, gerek teorik gerekse siyasal üretimle bu soruna dönük farklı yaklaşımlar geliştirmişlerdi.

Dikkat edilirse, ulus devlet ve uluslaşma dinamikleri söz konusu olduğunda komünistler açısından ortada bir “sorun” kavramı ile bu meselenin ele alındığı fark edilecektir. Zira, ortada bir gerilim bulunmaktadır. Bir yanda yükselen işçi sınıfı hareketleri, bir yanda devrim mücadelesi diğer yanda ise bu mücadelenin bir konusu ve sorunu haline gelen uluslaşma ve ulus devletler sorunu.

Bu dönemde ortaya farklı tezler çıkması bu açıdan doğal karşılanmalı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde örgütlenme çalışması yapan komünistler çok uluslu bir imparatorlukta bu soruna dair kafa yormuş ve kabaca ifade edersek iki tez gündeme getirmişlerdi. Biri federalizm ikincisi ise kültürel özerklik tezi.

Polonya komünistlerine baktığımızda ise bağımsız bir Polonya mücadelesi içinde ulusal sorunun önemli bir tartışma başlığı olduğunu görüyoruz. Özellikle Rosa Luxemburg’un, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi bir formülasyonu baştan reddettiğini belirtmek gerekiyor. Polonya’nın Rus devrimci-demokratik güçleriyle ortak bir mücadele yürütmesi konusunda ısrarcı olmuş, ulus sorununu sınıf mücadelesinin üzerine örten ve milliyetçiliği ortaya çıkaran bir sorun olarak görmüştü. İkinci Enternasyonalci partilerin kendi ülkelerindeki hükümetlere savaş destekçisi oldukları bir dönemde, enternasyonal bayrağını yükselten az sayıda komünistten birisi olan Luxemburg, sınıf mücadelesinin üzerine örten ulusal sorun başlığında katı bir tutum almıştı.

Yine Birinci Dünya Savaşı’nı emperyalist bir savaş olarak görerek, milliyetçi yükselişlere karşı sınıf iktidarını hedef olarak gösteren bir başka isim ise Lenin’di. Bu savaşı bir milliyetler savaşı olarak değil emperyalist savaş olarak değerlendirip, savaşı içi savaşa çevirmek tezini savunmuş ya da devrimci durum tespiti yaparak işçi sınıfı iktidarını hedefleyen bir stratejiyi ortaya koymuştu.

İşte böylesi bir dönemde Rosa Luxemburg’un kendi ülkesinde çıkan milliyetçi eğilimlere karşı mücadelesi büyük bir anlam taşırken, Rus komünistleri ise bu tartışmada başka bir tutum geliştirmişlerdi. Lenin, bir yandan İkinci Enternasyonal’in sağcı çizgisi ile mücadele ederken, ulusal sorun konusunda Rosa Luxemburg gibi “mutlak karşıt” bir tutum yerine siyasal bir yaklaşımı öne sürmüştü.   Daha öncesinde Lenin’in, Avusturyalı sosyal-demokrat hareketin özerklik tezlerinin etkisi ile RSDİP içinde Bundculara karşı partinin ve işçilerin birliği üzerinden bir tutum alındığı hatırlanacaktır. Bund grubu kültürel özerklik tezine sarılarak ayrı bir örgütlenme önermiş, Lenin başta olmak üzere RSDİP içerisinde bu görüş reddedilmişti.

Lenin’in farkı

Menşevikler ise daha çok Rus İmparatorluğunun sınır ülkelerinden gelen delegelerle yaptığı toplantıda ulusal soruna programında yer vermek durumunda kalmış, ancak bu durum çok fazla eleştiri almıştı. SR’lar ise her yerde yerel meclisler, kültüler haklar, federalizm gibi tezlerle bu konuda liberal bir politik çerçeve içinde davranmıştı.

Bu tartışmalar içinde Lenin farkını ayrıca belirtmemiz gerekir. Bir yanda federalizm tezine işçi sınıfı birliği ve ortak mücadelesini böleceği tespiti üzerinden karşı çıkarken diğer yandan kültürel özerklik tezine de tereddütsüz soğuk baktı. Bir yandan parti birliğini düşünürken diğer yandan ulusal sorunu karşısına alan değil, onu siyasal mücadelede ve devrim ayağında önemli bir ittifak unsuru olarak değerlendiren bir yaklaşımı tercih etti.

Lenin, ulusal sorun dolayısıyla ortaya çıkmış ulusal dinamikleri devrime bağlayacak siyasal bir tutum olarak, bu tartışmalarda devrimci ve gerçekçi bir çizgiyi ortaya koymuştu. Bütün yapılan tartışmalarda, özellikle Rosa ile girdiği polemiklerde, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımak gerektiğini ancak bu hakkın nasıl kullanılacağı konusunda ise koşulsuz ve şartsız bir tutum alınmayacağını açık olarak yazdı.

Lenin sorunu politik düzlemde tartıştı ve devrimin bir ittifak unsuru olarak ulusal dinamikleri bağlama ve bunun için seslenilmesi gerektiğini yazmıştı. Bu açıdan Marx da olduğu gibi Lenin’de de ulusların kendi kaderini tayin hakkı bir ilke değil tamamen siyasal bir taktik olarak değerlendirildi.

Türkiye’den örnekler

Türkiye sosyalist hareketinde ise ulusal sorun tartışmaları doğaldır ki Kürt sorunu üzerine şekillendi. Bu alanda ilk çıkışlardan birisi kuşkusuz Türkiye Komünist Partisi içinden Doktor Hikmet Kıvılcımlı’dan gelmiştir.

Sonrasında ise Kürt sorunu, özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin gündeminde ve programında özel olarak yer etmiş, ulusal sorun başlığı tek başına teorik bir zeminde değil aynı zamanda pratik bir zeminde de ele alınmıştır. Türkiye İşçi Partisi içinde sürdürülen bu tartışma ileriki dönemlerde bir dizi farklı tutum ve konumlanışı da beraberinde getirecek, doğrudan Kürt sorunu üzerinden şekillenen sosyalist ve devrimci yapıların da kurulmasını gündeme getirecekti.

Tartışmayı kabaca, Kürt sorunu, Türkiye kapitalizminin bir sömürgesi olup olmadığı üzerine kilitlenen eksende yürütülmüştü. Doğal olarak sömürge tespiti yapanlar ayrı örgütlenmeyi savunurken, “ortak pazar” tespiti yapanlar ise ortak mücadeleyi işaret etmişti. Türkiye sosyalist hareketinde yürütülen bu tartışmanın “ekonomist” bir çerçeveden çıkarılıp daha siyasal bir çerçeveye oturtulması için ise zaman gerekecekti.

http://gazetemanifesto.com/2017/11/20/pusula-sosyalist-hareketin-tarihinde-ulusal-sorun/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
21.11.2017- 16:43

PUSULA | Ulusların kaderi sadece ayrılmak mı?

Resim Ekleme


Ulusların kendi kaderini tayin hakkının burjuva yorumu önce çok uluslu imparatorlukların daha sonra ise sosyalist ülkelerin parçalanması aşamasında gündeme geldi. Sosyalizmin kapitalist-emperyalist sisteme cevabı ise Büyük Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’in yazdıkları ve Sovyetler Birliği’nin uygulamasında vücut buldu. Türkiye’de ise 1980’lerin sonlarından itibaren Kürt hareketinin yükselmesiyle solun da temel gündemlerinden biri oldu.

Bununla birlikte özellikle son yıllarda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sürekli olarak ayrılma tartışmalarıyla gündeme geliyor. Böylece birbirinden çok farklı dinamiklere dayanan ve hatta farklı sınıfsal bağlamlara oturan sorunlar solun gündemine sınıfsal olmayan ve ulusalcı/milliyetçi hedeflerle giriyor. Örneğin Kürt halkının uluslaşma sürecinde farklı ülkelerin sınırlarında kalan siyasi hareketlerinin sınıfsal kökenleri ve yönelimleri arasındaki farklar düşünülmeden Kürt ulusu kategorisi üzerinden tartışılırken Kürt sorunu ile Katalonya’daki milliyetçi/ayrılıkçı hareket de bu bağlamda heyecan duyulması mümkün oluyor.

Ulusal sorun ve sınıf

Oysa gerek Marx gerekse Lenin işçi sınıfı açısından ulusal sorunu siyasal ve bu anlamda taktiksel bir bağlamda ele alırken üretici güçlerin gelişimi, işçi sınıfının çıkarları, emperyalizmle mücadele ve devrimin çıkarları gibi bir dizi başlık üzerinden değerlendirme yapıyorlardı.

Somutlamak gerekirse, Marx’ın İrlanda Sorunu’nda farklı tarihsel dönemlerde farklı tutumlar alması, Hindistan’daki sömürge sorununda üretici güçlerin gelişmesini öncelemesi ve Lenin’in emperyalizmin hamlelerini önlemeyi de önceleyen sanayinin zayıf olduğu ve dolayısıyla işçi sınıfının zayıf olduğu Çarlık bölgelerinde boyunduruk altındaki halkları devrim saflarına çekmesi ifade edilebilir.

Devamında Sovyet iktidarının ve devamında Sovyetler Birliği’nin sömürgelerin bağımsızlık mücadelelerine verdiği destek de yine her halkın ve devletin bağımsızlığı ve emperyalist sistemden kopmaları sağlamaya dönüktü. Sovyetler Birliği’nin kendi içindeki federal yapısı dahi esas olarak belirli bir bütünlüğü ve birliği gösteren toplulukların tüm haklarının tanınmasını sağlamaktı.

“Tarih dışı” bir siyaset

20. yüzyılın başında, 20. yüzyıl boyunca ve reel sosyalizmin çözülmesinin ardından 21. yüzyılda iktisadi ve toplumsal koşullardan bağımsız bir siyasi değerlendirme yapılarak her durumda aynı sonuçlara ulaşan bir yaklaşımın sınıf mücadelelerini unuttuğu söylenebilir. Bu anlamda konu kendi kaderini tayin hakkına geldiğinde ulusal imparatorlukların dağıtılma, sömürgelerin bağımsızlaşma ve eski sosyalist ülkeler ile emperyalist sistemle uyumsuz ülkelerin parçalanması dönemlerinde aynı şablonu uygulamanın tarih dışı kalacağı şüphesiz.

Üretici güçlerin ulusal topluluklar bakımından da farklılıklar gösterdiği Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi çok uluslu imparatorlukların tamamladıkları ömürlerinin sona erdirilip bu toprakların yeni pazarlar haline getirilmesi bu topraklardaki farklı ulusların hareketlenmesine yol açmışken bir yandan üretici güçlerin gelişimi ve bu köhnemiş imparatorlukların zayıflaması ile diğer yandan bu alanın emperyalizme karşı kapatılması gerekleri ile reel sosyalizmin çözülmesinin ardından emperyalizmin stratejik bir karar vererek “etnik sorunlar-mikro milliyetçilik” üzerinden ürettiği söylemle eski sosyalist ülkelerden başlayıp sınırlarını yeniden belirlemek istediği ülkelere yaptığı müdahalelerle sürdürdüğü son dönemdeki “devletleştirme” süreçlerinin aynı şekilde değerlendirilmesi mümkün olamaz.

Bu bağlamda, sınıf mücadelelerini manipüle eden bir ulusal sorun yaklaşımına karşı teorik, ideolojik ve siyasi olarak özenli bir yaklaşımın gerektiği tartışmasız. Bunun da esasında ve hiç değilse hareketin sürükleyicisinin işçi sınıfı ve emekçiler olup olmadığı, burjuvazinin konumu ve emperyalizmin planları gibi basit sayılabilecek bir doğrulamadan geçirilerek yapılması gerekir.

Kendi kaderini tayin hakkı: Halkın yönetime katılımı

Tüm bunlardan sonra kendi kaderini tayin hakkının siyasal bir başlık olduğunda herhangi bir tartışma olmaması gerektiği açık olmalı. Komünistler açısından tartışma hiçbir zaman her ulusal topluluğa bir devlet formülü üzerinden şekillenmedi. Tersinden ulusal kimliklerin temel alındığı bir kültürel çerçeve de hiçbir zaman yeterli kabul edilmedi.

Bununla birlikte meselenin ayrılma basitliğinde değil ulusal topluluğun çoğunluğunu oluşturan emekçi kitlelerin çıkarları ve kendilerini yönetebilme becerileri üzerinden değerlendirmenin zorunlu olduğu görülmeli. Aksi, emekçilerin geleceğini, patronlar, mollalar, papazlar, şeyhler, beyler, ağalar ve esas olarak emperyalistlerin çıkarlarına teslim etmek anlamına geliyor.

Bu anlamda kendi kaderini tayin hakkının esas olarak halkın yönetime katılım hakkının bir uzantısı sayılmalı. Herhangi bir ulusal kimlikten önce emekçi kitlelerin tüm toplumsal düzeylerde etkin bir şekilde yönetime katılmasının sağlanmadığı yöntemlerin kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde ele alınması mümkün sayılmamalı.

Bu anlamda, güncel örnekler olan İspanya-Katalonya ve Irak-Kürdistan Bölgesel Yönetimi karşı karşıya gelişlerinin egemen sınıflar arasındaki bir çekişmeden ibaret kalmasından da dersler çıkartmak gerekiyor. İlkinde Katalan burjuvazisinin çıkarlarının, ikincisinde ise Mesud Barzani’nin kişisel siyasal hesaplarının öne çıktığı bu başlıklarda Türkiye’de solun hatalı tespitlerle kısa sürede boşa düştüğüne de tanıklık edildi. Dolayısıyla bu tartışmalardaki, özellikle de solun içerisinden “vicdan ve duyarlılıklara” seslenen manipülatif yaklaşımların arkasındaki liberal tezlere karşı dikkatli olmak gerekiyor.

Son tahlilde, işçi sınıfı ve emekçiler için kendi kaderini tayin hakkının gerçek karşılığının sosyalist iktidarın kurulması olduğu akıldan hiç çıkartılmamalı.

http://gazetemanifesto.com/2017/11/20/pusula-uluslarin-kaderi-sadece-ayrilmak-mi/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
21.11.2017- 16:45

PUSULA | Lenin’e karşı Wilson

Resim Ekleme


H. Murat Yurttaş

Birinci Dünya Savaşı, emperyalist bir savaştı. Amaç, özetle, artık siyasi ömürlerini tamamlamış çok uluslu imparatorlukların içerisinden “ulus devletler” çıkarmaktı. Bunun için öncelikle Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göz dikilse de Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorlukları da en azından farklı emperyalist blokların hedefindeydi.

Bu mücadeleye özünde karşı olmadan ama Batı Yarımküre’de imparatorluğunu ilan etmiş ABD de dahil olmak istiyordu. Özellikle savaşın Avrupa’da ortaya çıkardığı yıkımdan da uzak ABD kalan emperyalist sistemde hiyerarşinin tepesine tırmanırken dünyanın kalanında da pazarlara girmek istiyordu. Bunun yolu Batı Yarımküre’nin ardından dünyanın geri kalan bölümünde de kolonilerin kendisine açılmasıydı.

Bu sırada Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleştirilmesinin ardından Barış Kararnamesi ve gizli antlaşmaların açıklanmasıyla sıkışan emperyalizmin meşruiyetini geri kazanmasının bir yolu da ABD Başkanı Woodrow Wilson’un ABD Kongresi’ne yaptığı konuşmada ortaya koyduğu 14 maddelik ilkeler olması hedeflendi.

Lenin ve Sovyet iktidarının barış vaadi

Ekim Devrimi “ekmek ve barış” sloganıyla Sovyet iktidarını kurmaya kalkar kalkmaz iki temel uluslararası sorun ile karşı karşıyaydı. Bunlardan ilki dünya savaşından çekilme ve barış, ikincisi ise “halkların hapishanesi” olan Çarlık topraklarında ve dışarıda ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi sorunuydu.

Çarlık, 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere ve Fransa ile birlikte Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarıyla yürüttüğü savaş, Ekim Devrimi’nin koşullarını oluştursa da sonuç olarak Bolşeviklerin en büyük vaadi barıştı. Nitekim, Bolşevikler de Devrim’in hemen ertesi günü, 8 Kasım 1917’de İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyeti’nin İkinci Kongresi’nde Barış Kararnamesi’ni karar altına aldılar.

Barış Kararnamesi’nde tüm savaşan halklara ve hükümetlerine adil ve demokratik bir barış yapılması çağrısı yapılıyordu. Sovyet Kongresi bu çağrıyı herhangi bir toprak ilhakı ve tazminat talebi olmamasına bağlıyordu. Kararnamede önemli olan bir diğer nokta ise boyunduruk altındaki küçük veya zayıf ulusların ilgili devletlere tabiyetinin kesin, açık ve gönüllü rızaya ve isteğe bağlı olmadıkça sona erdirilmesi talebiydi. Emperyalizmin dünyayı bölüşme amacıyla bu savaşın sürdürülmesi insanlığa karşı en büyük suç olarak tanımlanıyordu.

Öte yandan, Kararname’nin uluslararası hukuku da etkileyecek olan önemli bir yanı da gizli anlaşmaları açıklanacağının, bu gizli antlaşmaların geçersiz olduğunun ve diplomasinin gizli değil tüm halkın görüşlerine açık şekilde yürütüleceğinin duyurulmasıydı.

Sovyet iktidarı için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu, bir yandan iç meseleyken diğer yandan emperyalizmin geriletilmesi için bir taktik olarak uluslararası siyasetin de bir parçasıydı. Barış Kararnamesi açıkça güçlü ya da zayıf, büyük ya da küçük, gelişmiş ya da geri kalmış tüm ulusların kesin, açık ve gönüllü rızası veya kararının esas alınmasını öngörüyordu.

Wilson’un 14 ilkesi

Sovyet iktidarının bu hamlelerinin ardından İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan gizli antlaşmaları açıklamasıyla ABD’den iki ay sonra gelen cevabı ise esasında gizli antlaşmalarla ABD’nin çıkarlarının örtüştürülmesinden ibaretti. Bu arada, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un Versailles Antlaşması’na girmeyen önerisiyle, Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluşunda antlaşmaların gizli yapılmaması ve bu kuruluşlar nezdinde kaydedilmesi esası getirilerek kaybedilen prestij kurtarılmaya çalışıldı.

Wilson’un ABD Kongresi’nin 8 Ocak 1918’deki ortak oturumunda yapılacak barış antlaşmasına ilişkin ortaya koyduğu ilkeler arasında ise; diplomasinin açık yürütülmesi ve gizli antlaşmaların yapılmaması, uluslararası sularda serbestlik, ülkeler arasındaki bütün ekonomik engellerin kaldırılması ve ticaretin eşitlik temelinde yürütülmesi, silahsızlanma, sömürgelerin bağımsızlığının egemenliği tartışılan devletin talepleriyle dengelenerek sağlanması, “Rus İmparatorluğu”, Belçika, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Osmanlı İmparatorluğu ve Polonya’nın savaş öncesi sınırlarına göre içindeki ulusların bağımsızlıklarına ilişkin ilkesel önermeler ile birlikte Milletler Cemiyeti’nin kurulmasından ibaretti.

Burjuvazinin ve işçi sınıfının “kaderi”

Görüldüğü üzere, ulusların kendi kaderini tayin hakkına Lenin’in önderliğindeki Sovyetler’in yaklaşımı ile emperyalizmin artık önderliği ele almaya başlayan ABD’nin başkanı Wilson aracılığıyla geliştirdiği yaklaşım arasında çok temel bir fark var. Bir tarafta emekçi kitlelerin kendilerini yönetebilmeleri ve emperyalizmin hareket alanının daraltılmasına yönelik eşitlikçi bir yaklaşım varken diğer tarafta esas olanın pazar olduğu çok açık görülüyor.

Bu yaklaşımların bugüne yansımasının da benzer nitelikte olduğunu söylemek mümkün. Yine o topluluğun burjuvazisi ve emperyalizmin daha kolay tahakküm kurabileceği bir pazar arayışı üzerinden yükselen tartışmaların bu anlamda değerlendirilmesi gerekiyor.

Bununla birlikte ulusal sorunlara soldan yaklaşımın ne 20. yüzyıl başındaki kültürel özerklik tartışmalarına benzer şekilde liberal etnikçi söylemlerle mesafe açmadan ne de 20. yüzyıl boyunca en azından yüzü sosyalizme dönük olan bağımsızlık mücadelelerine benzeterek ortaya konması doğru sonuçlar veriyor. Bu anlamda, çok uluslu imparatorlukların dağılma dönemine özgü yanları ağır basan Lenin’in yaklaşımlarının ise tarihsel bir perspektifle ele alınması zorunlu.

Burada Lenin’e karşı cevap üretmeye çalışan Wilson gibi bugün de inisiyatifi ele alacak bir yaklaşımın geliştirilmesi görevi ortada duruyor.

http://gazetemanifesto.com/2017/11/20/pusula-lenine-karsi-wilson/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
21.11.2017- 16:47

PUSULA | Ulusların kendi kaderini tayin hakkının bir teorisi var mı?

Resim Ekleme

Son birkaç ay içerisinde yaşanan Kürdistan ve Katalonya referandumları ile birlikte gündeme gelen ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) tartışmalarını güncel politik çerçevesi dışında teorik ve tarihsel bir çerçeve üzerinden ele almaya çalışmak gerekiyor.

Öncelikle sorulması gereken sorular, “UKKTH’nin bir teorisi var mı?” ya da “UKKTH’nin kendisi bir teori mi?” olarak ortaya konulmalı. Marksizm Leninizm çerçevesinde ele alınan bir başlık olan UKKTH’nin teorik boyutunun sınırlı olduğunu ya da olmadığını, esas olarak politik boyutunun ön plana çıktığını vurgulayarak başlamak isabet olacaktır.

Dolayısıyla Marksizmin çözümlemeye çalıştığı toplumsal meseleler içerisinde ön sıralarda yer almayan bu olgu, Leninizm açısından da sosyalist devrimlerin yan bir unsuru olarak ele alınmış, taktik açılım olarak görülmüştür. Başka bir zeminden örneklendirmek gerekirse, Ekim Devrimi’nin çok öncesinde Lenin tarafından “işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü” gibi taktik açılımlar da geliştirilmiş ancak Ekim Devrimi işçi, köylü ve asker sovyetlerinin alternatif bir iktidar aygıtına dönüşmesi ile ayakları üzerine oturmuştur.

Bu ön tespitin beraberinde UKKTH’ye yeterince değer verilmediği ya da üzerinde teorik çalışmalar yapılmadığı değerlendirilmesine varılabilir. Bu değerlendirmenin de bir sınıra dayanmak zorunda olduğunun bilinmesi gerekiyor. Neden olduğunu açıklamak için UKKTH’nin “teorik boyutu” olarak ifade edebileceğimiz bazı başlıklar öne çıkıyor.

Teorik zeminde neler var?

Bu açıdan bakıldığında, ulus kategorisinin çok genel anlamıyla burjuva devrimleri ile birlikte ortaya çıkmış olan bir kavram ve toplumsal örgütlenme biçimi olduğu görülüyor. Burjuva devrimleri imparatorlukları yıkarken, sermaye birikiminin garanti altına alınması ve birikiminin birinci zemininin oluşması için hızlıca bu kategoriye yönelmiş ulus devletler de bu zemin üzerinde yükselmişti.

Kapitalist birikim arttıkça ve tekelci sermaye şekillenmeye başladıkça ulus kategorisi yatayına ve dikeyine gelişti. Tekil tekil kapitalist ülkelerde sömürü derinleşirken, sermaye ihracı ile birlikte tüm dünya üzerinden kapitalist sistemin yaygınlaşabileceği şekilde ulus devletler oluşmaya başladı.

Tekelci sermaye ve emperyalist sistemin ayakları üzerine doğrulması ile birlikte uluslaşma olgusu ve bağımsızlık hareketleri dünya komünist hareketinin gündemine de girmeye başladı. Bu gündem ilk defa 1896 yılında İkinci Enternasyonal’de ele alındı. 20. yüzyılın başlarına kadar uluslar ve ulus devletler kapitalizmin ve emperyalist sistemin bir uzantısı ya da bağımlı değişkeniyken, 1900’lerin başları itibariyle uluslaşma süreçleri işçi sınıfı hareketleri ile çakışmaya, bazı örneklerde ise ulusal bağımsızlık harekeleri işçi sınıfı hareketinin temsiliyetinde şekillendi.

UKKTH ile ilgili şekillenen ve teorik denilebilecek yegane zemin bundan sonra ortaya çıktı. Leninizm tarafından ulusal sorun, sosyalist devrimlerin ve işçi sınıfının iktidar mücadelesinin bir konusu haline getirilirken, UKKTH ve ayrılma hakkı ise işçi sınıfının iktidar mücadelesinin taktik bir yönelimi olarak devreye girdi. Sovyetler Birliği’nin var olduğu dönemde UKKTH ve ayrılma hakkı sosyalizmin çıkarları için bağımlı bir değişken haline gelirken, sosyalizmin geri çekilmesi sonrasında emperyalizm bu alanda tahakküm kurdu.

Günümüzde kapitalist emperyalist sistemin konsolidasyonu ve sermaye dolaşımı için dünya üzerinde ulus devletler dışında bir zemin oluştuğu söylenemez. Mikro milliyetçiliklerin, küreselleşme ideolojisinin, eski bazı devletlerin parçalanarak yerine yeni ulusların şekillendirilmesi ve devletlerin kurulması ile bu bahsedilen arasında ise bir çelişki bulunmuyor.

Komünistler açısından ulus devletlerin ve ırktan başlayarak insanlar arasındaki ulusal ve diğer farklılaşmaların ortadan kaldırılması nihai hedeftir. Bunun için bugünkü dünya konjonktüründe verili ulus devletler zemininde işçi sınıfının iktidar mücadelesi ve sosyalist devrimler silsileri ise güncel hedef olarak görülmelidir. UKKTH ancak ve ancak buna kan taşıyacak şekilde sosyalizm hedefinin bir parçası olarak gündeme gelebilir. Tersi durum karşımıza ya emperyalizmin bir iç sorunu ya da emekçi sınıfların üzerinde oynanan yeni bir oyun olarak çıkabilir.

Bugüne nasıl bakmalı?

Bu noktalar üzerinden güncel bazı soru ya da sorunların üzerine gitmek gerekmektedir. Başlıklardan bir tanesi ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ulusların kendi kaderini tayin olgusu arasında yapılan ayrımdır.

Bunların birbirinden ayrılması gerektiğini savunan görüş pratikte ayrılma hakkı ile tayin hakkını birbirinden ayırarak, tayin hakkının burjuva demokratik haklar çerçevesinde ele almak isteyen görüştür. Teorik olarak zaten zayıf bir kavram olan UKTTH’nin “tayin ve ayrılma” olarak tanımlanabilecek iki ayağı yoktur. UKKTH’nin pratikteki tek karşılığı ayrılma hakkıdır ve utangaç bir şekilde emperyalizmin yönelimleri ile örtüşmek istemiyor gibi görünmek isteyen çevreler bu çizgiyi savunuyor.

Bir diğer görüş ise bunun uzantısı olarak ortaya çıkıyor ve ulus kategorisi yerine halkların kendi kaderini tayin hakkı diye bir kavram icat ediyor. Oysa ki, günümüzde sermaye sınıfının belirleyiciliği altında ve emperyalist çerçevede gerçekleşen UKKTH olgusunu bu tür sözcük oyunlarıyla sanki emekçi sınıfların çıkarınaymış gibi göstermek de bir tahrifat olarak değerlendirilmelidir.

Tartışılması ve ele alınması gereken esas mesele ise, anti-emperyalist mücadelenin günümüzde ulusal kurtluş mücadeleleri ve sosyalist devrimler ile ne gibi bir ilişki içerisinde olabileceği üzerine odaklanmalı.

Bunun dışındaki tartışmalar aşamalı devrim ve/veya demokratik devrim çizgilerinin içinde kalmaya mahkum. Ya da zaten sermaye sınıfının ve emperyalizmin tahakkümünde olan ulusallıklar üzerinden devrimci bir sürecin önünü açmak taktik olarak bile imkansız.

Başa dönersek, bu tartışmalar aracılığyla Katalonya ve Kürdistan bağımsızlık referandumlarının bir kere daha mercek altına alınması gerekiyor. O yüzden ulusların kendi kaderini tayin hakkını şimdilik bir kenara koyalım, devrimin kaderini nasıl tayin edeceğimizi ele alalım.

http://gazetemanifesto.com/2017/11/20/uluslarin-kendi-kaderini-tayin-hakkinin-bir-teorisi-var-mi/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]