Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

26.12.2017- 04:21

Muhalefet de gemileri yakmalı - Metin Çulhaoğlu


Hep söyleriz: Süleyman Demirel 1970’lerde kaybettiği bir seçimin ardından durumu kabullenmiş, “milletle de kavga edecek halimiz yok” demişti. “Seçimle gelir seçimle gideriz” anlayışının ifadesidir. Söylediğimiz ise, reisin başında olduğu AKP’nin bu anlayıştan tamamen uzak olduğudur. İşe hile hurda karıştıracak, duruma göre seçim sistemini değiştirecek, ne yapıp edip iktidarda kalmayı bir şekilde sağlama alacaktır.

“Türkiye’nin kaderi ile AKP’nin kaderi aynıdır” sözü bunu yansıtmaktadır.

Gerekiyorsa milletle, daha doğrusu onun yarısıyla da kavga edecektir.

Davutoğlu’nun herhalde “başyapıtı” saydığı “Stratejik Derinlik”te Tarık Bir Ziyad’a atıfla verdiği “gemileri yakma” örneği Orta Doğu coğrafyasında tutmamış, geri tepmiştir. Yani çıkış coğrafyasına bağlı kalmama, o coğrafya dışında gidilen yerden geri dönmeme adına “gemileri yakma” bir dış politika fantezisinden öteye geçememiştir. Ancak içerde durum daha farklıdır: AKP elinde tuttuğu siyasal iktidarı ve giderek devleti bir daha bırakmama anlamında gemileri gerçekten yakmıştır.

Siyaseti bir muhalefet partisi olarak sürdürmenin, bu partinin en geniş tahayyülünde bile yeri yoktur.

Hile, hurda, yancı ittifakı, seçim sistemiyle oynama vb. ne varsa denenecektir.

Ya “milletle kavga”?

***

696 sayılı KHK’nın ucu fazlasıyla açıktır. Toplumsal muhalefetin yükselmesi, örneğin 2013 Gezi Direnişindeki gibi eylemli bir kitleselliğe ulaşması olasılığı düşünülerek “sivil güçler” (!) için görev tanımı yapılmıştır.

Bu, en geniş anlamıyla muhalefete “kıyıma uğramayı, giderek iç savaşı göze alıyorsan sokağa çık, eylem yap ve sonuçlarına katlan” demektir.

Aynı mantık çerçevesinde istisnasız her tür eylemin ve direnişin “darbe teşebbüsü” sayılmasının önünde hiçbir engel yoktur.

Bu durumda AKP rejimi ülkeyi kısa dönemde bir iç savaşa mı sürüklemek istiyor?

Biz tam olarak bu kanıda değiliz.

AKP rejiminin giderek kırılganlaşan bir ekonomiyle birlikte sermaye sınıfının iktidarı olduğu, üstelik bunca tafrasına rağmen sermaye sınıfının her tür hassasiyetini dikkate aldığı unutulmamalıdır. Egemen sınıfla onun siyasal iktidarı arasındaki açı ne olursa olsun sınıf egemenliğinin kimi kırmızı çizgileri vardır; egemen sınıf, yumurta kapıya dayanmadan iç savaş gibi bir tercihte bulunmaz, bulunamaz. Sonucunda kazanacağını kestirse bile riskleri, maliyeti büyüktür.

Bizce AKP iktidarı böyle bir ortama, yani iç savaş ortamına doludizgin koşma yerine onun tehdidiyle kendisine muhalif olanları, halkın yarısını susturma, pasifleştirme, kendisi ne yaparsa yapsın ses çıkaramaz duruma getirme niyetindedir.

Bir bakıma, bir mafya grubunun doğrudan zorlayarak haraç aldıklarının üzerine “neme lazım” düşüncesiyle beladan uzak durmak isteyen ve kendi rızasıyla haraç veren başkalarını eklemesi gibidir.      

***

Açık konuşmak gerekirse en geniş anlamda muhalefet, artık ucunun ötesinde ortası da gösterilen iç savaş tehdidi karşısında ortaya atılıp “kabulümüzdür, hodri meydan” diyebilecek durumda değildir. Ancak, durum böyle diye ne yapılırsa sineye çekme de zaten AKP’nin istediği şeydir.

Özetle, ortada muhalefet açısından da bir “sıkışmışlık” durumu vardır.

Bu sıkışmışlığı aşmanın yolu da tehdit edenin karşısında “tamam, gel savaşalım” demeyen ama caydırıcı bir tehditle dik durmaktır. Elde “yasallık” anlamında ne kaldıysa hepsini kullanan, ama bununla yetinmeyen, “darbe teşebbüsü” umacısına teslim olmayan, işyerlerine, okullara, kurumlara, sokaklara yayılan ve kitlesel boyut da taşıyan bir dik duruş…

AKP rejimi kendi gemilerini yakmışsa, muhalefet de kendisini kabuğuna, kuytusuna-köşesine götürecek gemileri yakmalıdır.

Görünen başka bir yol yoktur.



melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
26.12.2017- 04:28

Hadi ordan - Aydemir Güler



Sokak çetelerine af anlamına gelen son düzenleme AKP’nin her istediğini yapabilme gücüne sahip olduğunu mu gösterir? “Darbeye karşı duranlardan” hesap sorulmayacakmış…

Giderek AKP’nin sahip olduğu gücün esası her istediğini söyleyebilmesine indirgeniyor. Burada gerçek ve gerçek dışı birbirine karışıyor. “Her istediğini söylemek” kuşkusuz hafife alınmaması gereken bir gücü temsil eder. Öyle ki, söylenene inananların sayısı ne kadar çoksa, bu inanç maddi bir güce de dönüşür.

Ama bir de “son tahlil” diye bir şey var! Bir sokak kavgası düşünün. Taraflardan biri durmadan karşısındakine “seni döverim” diye bağırıp çağırsın. Eee? Dövüyor mu peki? Bağırıp çağırma yetisi ve bunun seyredenlerce inandırıcı bulunması elbette bir güçtür. Ama tartışmanın sonunu kimin kimi dövdüğü belirler.

2018’e girmek üzereyken AKP’nin altından kalkamadığı kriz göstergelerini yeniden saymayayım. Her düzlemdeki bu göstergelerden çıkan toplu fotoğraf Erdoğan’ın ayaklarını bastığı zeminin sürekli sarsıldığını, kırıldığını anlatıyor. AKP’nin bir gücü daha var: Kırık zemin üstünde dans etme yeteneği. Bu yetenek tanrı vergisi değil, dünya konjonktürünün hediyesi.

Örnek olsun, bunların Batı aleyhtarı kesilebilmelerinin kaynağını Lavrov başka bir bağlamda dile getirdi: “ABD ile Rusya arasında demir perde yok”muş. Rusya, ABD ile aynı emperyalist-kapitalist sistemin parçası olduğu için, doğrudur, aralarından bir kırmızı çizgi geçmiyor. Batı bağımlısı bir kriz ülkesi, çok sıkıştığında aynı dünya sisteminin içinde salınımlar gösterme şansına sahip artık. Sovyetler Birliği zamanında olmayan bir şansı var Türkiye’yi yönetenlerin.

Örnek olsun, sermaye hareketlerine görülmemiş bir hız kazandırmak, kimilerinin haklı olarak kumarhane ekonomisi dedikleri neo-liberal dönemin özelliğidir. Bu özellik emperyalist hegemonyayı tahkim etmiştir etmesine. Dünyada çok büyük paralar kolaylıkla hareket etmektedir. Tam olarak batakhaneye dönmediği zamanlarda olsa çoktan çökmesi beklenecek ülkeler, krize karşı birtakım kaynaklara bu sayede erişebiliyorlar. Türkiye’yi yönetenler de bu olanağı tepe tepe kullanmaktadır.

İçeriye bakın… Burjuva siyaseti Erdoğan’a alternatif üretememekte, mecburen alternatif diye boy göstermek zorunda kalanlar kaçak güreşmektedirler. Evet bu düzeni, düzenin bu halini yönetebilmek için gericinin önde gideni olmak gerekir. Gericiliği biraz dengelemek gerektiğini düşünen veya bunlar kadar fütursuz davranma yeteneği olmayanlar iktidarı istememektedir. Ne kadar sömürü, o kadar gericilik. “Sömürünün daha da fazlası olsun, ama gericilik biraz budansın.” Bu hayalin karşılığı yok. Mecburen görülmemiş toplum mühendisliklerine veya hokkabazlıklara başvuruluyor. Bunlar da yetmiyor AKP’yi götürmeye…

Bu kadar sömürü ve bu kadar gericilik olduğunda, hukukun, meşruiyetin kırıntısının kalmamasına da toplum alışıyor. Türkiye’nin dört bir yanında, mahkeme kapısında, gün ortasında, trafikte ve düğünde, okulda ve işyerinde, birbirini tanıyan ve tanımayan insanların birbirlerini vurmakta olduklarına alışıldığı gibi! Rüşvete, ahlaksızlığa, ben yaptım olduculuğa şaşmanın anlamı yok…

Peki böyle bir ülke olur mu?

Bizim sorumuz budur ve yanıtımız değişmedi: Olmaz. Gün gelir, bu ülke yeniden kurulur.

Darbe bastırmak niyetine tabancayla, palayla sokağa çıkan, insan öldüren bir yobaz takımını kararnameyle koruma altına alacaklarmış! Palavra.

AKP artık hep ihtiyaç duyacağını bildiği çetelere güven vermek istiyor. “Kafa kestiniz, köprüden attınız ve size af çıkarttık. Hatta bir dahaki sefere yine yapabilirsiniz, rahat olun…” KHK denen belgede yazılan budur ve bu güç değil acizlik belirtisidir. Türkiye kapitalizmi bu yolla ve bu “kadrolarla” selamete ermez. Bu yollar ve bu kadrolarla bir ülke var edilemez, bir düzen kurtarılamaz.

Ama bir koşulla. Ki o koşulun oluşmamış olması AKP’nin asıl güç kaynağı olmaya devam ediyor.

Türkiye’de her istediğini söyleyebilen AKP’nin söylediklerine inanmayan, “hadi ordan” yanıtını yapıştıran bir karşı ağırlığın şekillenmesi koşuluyla. İktidarın gücü, ancak günü kurtaran ve yukarıda içerden ve dışardan örneklerini vermeye çalıştığım düzen dinamiklerine dayanmıyor aslında. İktidarın gücü emekçi halkın örgütsüzlüğüne, “hadi ordan” diyemeyişine dayanıyor.

Bu karşı ağırlık, dizlerinin üstünde doğrulmaya başladığında, o katil, yobaz, sapık sürüleri kimsenin ama kimsenin kendilerine herhangi bir güvence veremeyeceğinin farkına varacaklar.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
28.12.2017- 09:53


Türkiye’de iç savaş - Ender HELVACIOĞLU


Ürkütücü bir başlık, biliyorum. Fakat gerek son 40 yıldır yaşadıklarımız gerekse günümüzün tehlikeli koşulları bu konuyu ciddi olarak ele almayı gerektiriyor. Tabii ki bir köşe yazısında bunu hakkıyla yapamayız, ama en azından sorunsalı ortaya koymaya çalışabiliriz.

AKP Hükümetinin son KHK’si çoğu kişi tarafından “iç savaş hazırlığı” olarak nitelendi. Biraz aşırı bir tespit olmakla birlikte -uyarıcılığı dolayısıyla- pek yanlış da sayılmaz. En azından iktidarın kendisine -gerektiğinde silahlı- sivil bir kalkan da oluşturmak istediğinin ve iktidarını korumak için her yolu deneyebileceğinin göstergesi. Fakat şimdilik hedefleri “korku salmak” ile sınırlı.

İç savaş ağır bir durum; dolayısıyla ağır bir laf. Savunma Bilimleri Dergisi’nin Kasım 2015 tarihli sayısındaki makalesinde Murat Güler, esas olarak yabancı dildeki çalışmaları tarayarak şöyle bir iç savaş tanımına ulaşmış:

“Özetle iç savaş, esas olarak bir devletin kendi sınırları içinde devlet güçleri ile onun hükümranlığını tehdit edebilecek silahlı güce sahip en az bir isyancı taraf arasında veya özel durumlarda devlet dışı silahlı grupların kendi aralarında yaşanan, belirli bir şiddet düzeyi üzerindeki silahlı çatışma durumu olarak tanımlanabilir.”

Bu tanımda geçen “şiddet düzeyi” noktasında Güler, “çatışmalarda ölen insan sayısının 1000’den fazla olmasının iç savaş sayılması için genel bir kabul olduğunu” belirtmiş.

Çok genel bir tanım ama buradan yola çıkabiliriz. Türkiye’nin birikimini dikkate alarak tanımın içini doldurabilir, bazı kriterler ve kavramlar geliştirebiliriz.

Öncesini bir kenara bırakarak, bu tanım ışığında son 40 yılı ele aldığımızda Türkiye’nin iç savaşa pek de yabancı olmadığı görülür.

1977-80 arasında faşist milisler ile devrimci örgütler arasında ülke sathında yaşanan çatışmaların bir iç savaş olduğu pekâlâ söylenebilir. Sadece Kasım 1979 ile 12 Eylül 1980 arasındaki on ayda bu çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısı 4000’e yakındır.

1984’ten günümüze süregelen PKK ile Türk devleti arasındaki çatışma ise bölgesel kalmakla birlikte resmen bir iç savaştır. Bugüne kadar toplamda (silahlı güçler ve siviller) hayatını kaybedenlerin sayısı 50 bine yaklaşmıştır.

Darbe girişimini de içeren AKP-Cemaat kavgasını ve 2013 Haziran Direnişini birer iç savaş olarak niteleyemeyiz ama, böyle bir potansiyel taşıdıklarını da söylemeliyiz.

Demek ki sıcaklığı hâlâ süren ciddi (ve çeşitli türden) iç savaş deneyimlerimiz var. İç savaş laflarını uluorta etmeden önce bu deneyimlerden dersler çıkarmak durumundayız.

***

Bir kere, sosyalistler “iç savaş romantiği” değildir. Öyle “hoş geldi sefa geldi”, “davetleri kabulümüzdür”, “ne yapalım, onlar başlattı” falan diyerek iç savaşa girilmez. İç savaş, şövalye düellosu değildir. Öte yandan sosyalistler “iç savaş kaçkını” da değildirler.

Öncelikle her savaş gibi iç savaşlar da sınıf mücadelesi perspektifiyle “haklı-haksız”, “ilerici-gerici” kıstaslarına vurulur ve bu analize göre tutum alınır. Halkı bölen ve birbirine kırdıran etnik ve mezhep temelli çatışmalara karşı tavır almak, hatta o iç savaşı önlemek için savaş vermek gerekebilir. (Not: 80 öncesi Kahramanmaraş ve Çorum gibi kentlerde çıkan çatışmalar mezhep kavgası değildi; Kontrgerilla ve faşistler tarafından kışkırtılan katliam girişimleriydi. Buralarda halkın ve devrimcilerin kendilerini savunması haklıydı.)

İkincisi teknik ama son derece önemli bir nokta: Doğru eylem ilkeleri. Örneğin, ne kadar haklı olunsa da yenilgi olasılığının yüksek olduğu bir savaşa girilmez. Çünkü böyle bir savaşa girmeni zaten karşı taraf ister. Yani politik analiz + hesap-kitap, işin abc’sidir.

***

Devlet bazı durumlarda sistemin içine girdiği krizi aşmak ve hedef aldığı kesimleri zayıfken ezmek için iç savaş kışkırtabilir. Bunu “kışkırtılan iç savaş” veya “kontrollü iç savaş” olarak tanımlayabiliriz.

Tartışılabilir, ama bence 1977-80 arası yaşanan çatışmalar böyle bir iç savaştı. Devlet bir yandan devrimci örgütleri (yurtsever-devrimci gençleri ve halkın öncülerini faşist saldırılarla katlederek) henüz hazır olmadıkları bir çatışma içine çekerken, diğer yandan Kontrgerilla eliyle düzenlediği komplo ve provokasyonlar ve aydın suikastlarıyla geniş kitleleri bastırmaya, depolitize etmeye, devrimcileri bölmeye ve iç çatışmalar çıkarmaya çalıştı. Emekçilerin dışardan seyrettikleri bir “devrimci-ülkücü çatışması” tablosu oluşturuldu. Bütün bunların 12 Eylül darbesine ve Özal ekonomisine hazırlık sürecinin taktikleri olduğu sonradan netleşti.

Devletin bu uygulamalarına karşı devrimci taktik, böyle bir iç savaşa -mecbur kaldık deyip- balıklama atlamak değil, sınıf siyasetinde ısrar, sebatkâr bir doğru eylem ve kitle çizgisi, geniş cephecilik, komplo ve provokasyonlara azami dikkat, sol içi çatışmaların kararlılıkla mahkûm edilmesi ve tabii aktif savunma olmalıydı. Böyle bir çizgi yeterli ölçüde izlenemedi. Sonuçta Amerikancı faşist darbe, anlamlı bir direniş görmeden ve sanki kurtarıcıymış gibi hayata geçirilebildi.

Burada mecburen 3-5 cümleyle geçiyoruz ama, günümüz sosyalistlerinin ve muhaliflerinin bu dönemde yaşananlardan kılı kırk yararak dersler çıkarması gerekir. Çünkü önümüzdeki süreçte, konumunu her türlü yolla koruma peşinde olan AKP-Erdoğan iktidarı eliyle benzer provokasyonlar ve “iç savaş davetleri” yaşanabilir. Örneğin, öncesi ve sonrasıyla 15 Temmuz’un aslında ne olduğu belki yıllar sonra netleşecek.

***

Yazının başında atıf yaptığım makalede, 1945 (2. Dünya Savaşı’nın sonu)-1999 arasında 25 adet ülkeler arası savaş yaşandığı ve 3,33 milyon kişinin öldüğü, aynı tarihler arasında 122 adet iç savaş yaşandığı ve 16,2 milyon kişinin öldüğü söyleniyor. Yani iç savaşlarda ölenler devletler arası savaşlarda ölenlerin 5 katı. 2000 yılından sonrası için bir rakam yok, ama iç savaşların (ve bu savaşlarda hayatını kaybedenlerin) sayısında artış olduğu kestirilebilir.

Çünkü artık dış savaşlar da iç savaşlar aracılığıyla veriliyor. Emperyalist devletler (özellikle ABD) hedef seçtikleri ülkeyi kendi askerlerini yollayıp işgal etmek yerine, o ülkede terörist gruplar örgütleyip kargaşalık ve iç savaş çıkartarak yönetimini devirme yolunu tutuyorlar. Dahası, kendi kışkırttıkları iç savaşları, “kurtarma” amaçlı müdahalelerinin de gerekçesi yapıyorlar. Belki bu taktik her zaman vardı ama günümüzde başat taktik haline gelmiştir.

Bu olgu iç savaş tartışmalarına yeni boyutlar katıyor. “İç” ve “dış” kavramları birbirine karışıyor. Dünün özgürlük savaşçıları, bugün emperyalizmin 5. kollarına dönüşebiliyor.

Yeni bir iç savaş türü çıktı örneğin: Ezilme ve kurtarılma hedefli iç savaş ve iç savaş kabulleri. “Biri gelsin bizi kurtarsın” iç savaşları! Turuncu devrimlerin son sürümü! Böyle bir iç savaşa girişenleri “doğru eylem” ve “kitle çizgisi” ilkeleri açısından eleştirmenin fazla bir anlamı yok. Çünkü bile isteye ezilmeye oynuyorlar ve güvenceleri halk değil emperyalist odaklar. En belirgin örneklerini Irak’ta, Suriye’de görüyoruz. Ama son yıllarda Türkiye’de de yaşananlar (FETÖ ve PKK taktikleri) ve olasılıkla daha da yaşanacaklar, bu boyutu da hesaba katmak gerektiğini göstermektedir.

Bütün bunlar sosyalistleri taktiklerini inceltmeye ve çeşitlendirmeye, gerek devletten gerekse emperyalist odaklardan bağımsız bir emekçi çizgisi izleme noktasında çok daha hassas olmaya zorlamaktadır.

Bu konu daha çok su kaldırır. Ayrıntılarıyla tartışılmaya muhtaçtır. Başta da belirttiğimiz gibi bu yazıda sorunsalı ortaya koymaya çalıştık. Onun da tamamını yapmış sayılmayız. Ama en azından iç savaş lafını ağzına alanların bütün bunları dikkate alması gerektiğini düşünüyorum. Yeri geldiğinde konuyu derinleştiririz.

Değerli okurların yeni yıllarını kutluyorum. Yeni yıla böyle bir yazıyla girmek istemezdim. Ama belli ki önümüzde zorlu bir yıl var. Büyük zorluklar büyük fırsatları da yaratır. Belirsizlikler, belirlemenin arifesidir. 2018’in bu fırsatların emekçi halk açısından değerlendirilebileceği bir yıl olması dileğiyle…









melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
01.01.2018- 10:05

'Gemileri yakmak' ya da şöyle söyleyelim: Devrimcileşme... - Onur Emre Yağan



2017 yılında yaşanan ve AKP'nin temsil ettiği gericiliğin yayılmasına, yerleşmesine ve sivrilmesine hizmet etmesi amaçlanmış; öte yandan gündeme getirildiğinde siyasi kesimlerin tümü tarafından o ya da bu ölçüde önemsenen politik gelişmelerin bazılarına göz atalım;

- Eğlence mekanı Reina'da gerici bir katliam yaşandı (1 Ocak)

- Bazı kamu kuruluşları Varlık Fonu'na devredildi (5 Şubat)

- Başkanlık Referandumu hile yoluyla AKP tarafından kazanıldı (16 Nisan)

- Evrim müfredattan çıkarıldı (23 Haziran)

- AKP içerde tasfiye sürecini başlattı. Bazı belediye başkanları istifa ettirildi (Eylül-Ekim)

- Müftü nikahı yasallaştı (19 Ekim)

- LGBTİ bireylere dönük yasaklar çoğaldı. Ankara'da ve başka yerlerde etkinlikleri yasaklandı (19 Kasım)

- 696 Sayılı KHK ile AKP kendi silahlı milislerine yasal güvence oluşturdu (24 Aralık)

Türkiye'de geçtiğimiz yıl ve daha önceki yıllarda başka birçok benzer gelişmenin yaşandığı doğrudur. Yukarıda sıralanan olayların göze batan ortak özelliği; hepsinin bir diktatörlük rejimiyle, faşizmle veya şeriat düzeniyle özdeş tutulabilir (bu modellere içkin) olmasıdır.

Daha önce sık yazıldığı için kısaca değinebiliriz. AKP-Saray Rejimi tarafından atılan ve bizim cepheden bakıldığında gerici karakteri ve ürperticiliği tartışılmaz bu adımların hepsi, AKP cephesinde “geri dönüşü olmayan eylem” niteliği taşımaktadır. Geri dönüşü olmayan eylem; bilinçli ve bütünlüklü bir planın parçası olarak hayata geçirilmiş, radikal (köktenci, kopuşçu) olan ve geri dönüldüğünde mevzi kaybettiren, hatta yenilgiye götürebilen eylem anlamında bir tanımlamadır. AKP aklı, yukarıda bazı örnekleri yazılan radikal hamlelerin hayat memat meselesi, yani ölüm kalım sorunu olduğunun bilincindedir. Nitekim son KHK maddesi üzerinde yürüyen tartışmalarda da bu görülmüştür. AKP, kendisi dışında tüm siyasi kesimlerin tepki gösterdiği, hatta Abdullah Gül gibi gerici kesimde etkili aktörlerin söz söylediği bir hamleyle ilgili, “geri adım atmayacağız” ifadesini açıkça kullanmıştır.

Rejimi korumak ve ilerletmek için, tüm olasılıklar varsayılarak (sokak savaşı dahil) uygulamaya konulan radikal hamleler, AKP açısından "geri dönüşü olmayan eylemler"dir. İktidarın her ne pahasına olursa olsun elde tutulması ve bu uğurda “silahlı eylem-karşı koyuş” dahil kararlılığın en geniş kitlede sağlanması esastır. Buna “karşı-devrimin ordulaşması” da denebilir.

AKP, Metin Çulhaoğlu'nun üç gün önce İleri'deki yazısında dikkat çektiği üzere; gemileri yakmıştır. Kalışının da gidişinin de olağan koşullarda yaşanmayacağı yeterince açıktır.

Özetlersek, önümüzdeki günlerin gündemi, “devrim” ve “karşı-devrim” savaşımından ibaret olacaktır.

*****

Şimdi bizim cephemize dönelim.

Durum böyleyse ve -eğer- yukarıda özetlenen kesinlikte olduğu kabul ediliyorsa; Türkiye devrimci solu, AKP'ye karşı oluşturacağı kavga stratejisini, ortaya çıkan ve muhayyel olduğu artık iddia edilemeyecek bu tabloyu tüm açıklığıyla görerek ve hazırlık yaparak tasarlamak zorundadır.

Sosyalist hareketimizin, düşmanın maddi koşullarının gerisinde bir noktada olduğu açıktır. Ancak Türkiye'de AKP Rejimini köklü biçimde ortadan kaldıracak mücadele kararlılığına, siyasal doğrultuya ve fedakarlığa sahip yegane politik özne olmaya devam ettiği de bilinmelidir. Sosyalist hareketimiz bu bilinç ve misyonla planlarını yapmalı, konumunu belirlemeli ve hazırlıklarını tamamlamayı hedeflemelidir.

Kastedilen, sol-sosyalist hareketin, yine Çulhaoğlu'nun öne çıkardığı ifadelerle, “gemileri yakması”, “dik durması” veya başka bir söyleyişle “devrimcileşme”sidir.

Devrimcileşme. Bize göre, önümüzdeki günlerin ertelenemez görevlerinin başında gelmektedir.

Sosyalist mücadelede devrimcileşme veya ileri doğru devrimci hamleler; verili tarihsel birikimi yadsımadan, onu koruyarak ama salt onunla yetindiğinde “karşı-devrimi” yok edemeyeceğini bilerek gerçekleştirilmek zorundadır.

- Kazanılmış mevzileri koruyarak

- Düşmanı kendi sahasında da yenebilen

- Ancak düşmanın kuralla, kavganın düşmanın sahasıyla sınırlı olmadığını bilerek...

Devrimci, sadece, içi kıpır kıpır bir yoldaş, gözünü daldan budaktan esirgemeyen bir militan, en zorlu fırtınalara atılmaktan imtina etmeyen bir serüvenci değildir.

Tüm bunlarla birlikte, politik duruşu da “dik” olan, kuramı, adını koyalım Marksizmi, pragmatizme, yönsüzlüğe, eyyamcılığa, kaba popülizme, kısa yoldan sonuç almaya odaklı uzlaşmacılığa karşı bir sigorta ve pusula olarak kimlik edinen bir devrimcileşmedir söz konusu olan... Marksist formasyon yoksunu bir devrimcilik, incelikli çözümlemeye ihtiyaç duyan kopuş uğraklarında ve güncel görevler ile nihai hedef arasında doğru ilişkiyi kurması gerektiğinde mutlaka hata yapar.

Söz konusu edilen devrimcileşme hamlesi, iki özelliğin birlikte kazanılmasını sağlamakla mümkün olacaktır.

Örneğin politik ve örgütsel mücadelede,

AKP'den kurtulma önceliği dendiğinde, yükselen muhalefeti düzene bağlamaya odaklı sağcı, liberal, reformist yahut sosyal demokrat 'alternatifler'e meyyal olmadan; solcu, düzen karşıtı devrimci siyaseti burjuvaziyle uzlaşmadan ısrarla vurgulayabilen,

Cumhuriyetçilik dendiğinde, daha geniş kesimlere şirin görünmek için nabza göre şerbet vermeden, burjuva cumhuriyetçiliğine öykünmeyip; gerektiğinde devrimci-sosyalist bir cumhuriyet fikrini burjuva cumhuriyetçilerine karşı esnemeden savunabilen,

Kürt sorunu dendiğinde, ulusal kurtuluşçuluk adına, en geri, işbirlikçi uluslaşma modellerini çözüm olarak önerenleri yeri geldiğinde karşıya alıp; Kürt ve Türk emekçilerin birlikte mücadelesini, anti emperyalist bağımsızlıkçılığı bayrak edinen,

İşçi sınıfı mücadelesi dendiğinde, salt müthiş bir teorinin yarattığı hülyayla çekiçe, tuluma hayranlık duymakla yetinmeyip; mahallelere, fabrikalara yerleşebilen, gerektiğinde tek başına zulme karşı koyup, direniş sembolü olmayı başarabilen,

Birleşik mücadele dendiğinde, “yüzüne karşı konuşmayayım 'birliğimiz bozulmasın' da arkasından bildiğimi okurum" demeden, dar örgüt çıkarlarından, dükkancılıktan sıyrılıp, gerçekten omuz omuza kavga edebilecekleriyle yolunu açabilen,

Yoldaşlık ve örgüt dendiğinde, benmerkezcilikten, sistemin bizi sarmaladığı gericiliğe ve bireyciliğe karşı sığınabileceği güvenli sosyal liman konformizminden sıyrılıp; adanmış, disiplinli, temsilcisi olduğu düşünceyi savunabilecek birikime ve özgüvene sahip, en yakınında olsa bile kimseye iltimas geçmeden siyasi tanım ve ilişkiler oluşturabilen,

Liderlik dendiğinde, 30 yıl 40 yıl bir örgütün tepesine çöreklenip, öne çıkan herkesi karalayıp tasfiye ederek, bir arpa boyu yol almadan totolojik tatminle yaşamayıp; sokakta, kavgada, yoldaşlarının arasında kendini var edip önümüzdeki dönemin ihtiyacı olan bir "feda kuşağı"na örnek olabilecek bir devrimcilik ve devrimcileşme...

2018 yılında devrimci mücadeleyi yükseltmek ve düşmanı kavgada karşılayabilmek için, içinde yaşadığımız tarihin devrimcileri çağırdığı yol olarak devrimcileşme...

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]