Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Kültür-Sanat haberleri

Altın Palmiye, Nuri Bilge Ceylan'ın...

Resim Ekleme

Yönetmen Nuri Bilge Ceylan 'Kış Uykusu' filmiyle Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Ceylan, ödülünü bir yılda ölen gençlere ve Soma'daki madencilere adadı.

67. Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu Filminin oldu. Ceylan ödülüün UmaThurman ve Quentin Tarantino’nun elinden aldı. Törende en iyi yönetmen ödülü ‘Foxcatcher’ filmiyle Bennett Miller’a giderken; en iki kadın oyuncu ödülünü ‘Maps to the Stars’daki performansıyla Julianne Moore; en iyi kadın oyuncu ödülünü ise Mr. Turner filmiyle Timothy Spall kazandı.

Ödülünü 'onlara' adadı
Ödül için sahneye çıkan Nuri Bilge Ceylan ödül konuşmasında "Ödülümü Türkiye'de son yılda hayatını kaybeden gençlere ve Soma’da hayatını madencilere adıyorum" dedi.

Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ‘Kış Uykusu’ filmiyle altıncı kez Cannes Film Festivali’ne katıldı. Ceylan'ın Cannes Film Festivali tecrübesi, 1995 yılında başlamıştı. Ceylan'ın, ilk kısa filmi Koza, 1995 yılında Cannes'da gösterildikten sonra, yönetmen çektiği uzun metrajlı ‘Uzak’ filmiyle 2003'te ‘Büyük Jüri Ödülü''nü kazandı. 2006'da ‘İklimler’ isimli filmiyle festivalde yer alan Ceylan bu kez ‘FIPRESCI’ ödülüne layık görüldü, 2008 yılında ise ‘Üç Maymun’ ile en iyi yönetmen seçildi. Yönetmen Ceylan, 2009 yılında festival jürisinde yer alan Ceylan, 2011’de ise ''Bir Zamanlar Anadolu''da filmiyle ikinci kez ‘Büyük Jüri Ödülü’ne değer bulundu.

dayanışma  |  Cvp:
Cevap: 1
25.05.2014- 15:27



Nuri Bilge Ceylan&Orhan Pamuk versus Yılmaz Güney
 

Ülkemizde çelişkiler içinde en karmaşık çatışma alanı kültür alanında yaşanır. Üçüncü Dünya'daki gibi, Türkiye’de de sanatsal entelijansiya batılılaşma ve geleneksel kuvvetler arasındaki gerilimi bağrında taşır. Sanatçılar siyasal iktidara (hafifçe) muhalefet etseler bile, siyasal iktidarın bir parçası olmayı bırakamazlar; ya kökenleri ya da kazandıkları sosyal statüler yüzünden, kendi konumları iki arada bir derede sürüp gider.

Hükmedenler ile yönetilenler arasındaki büyük uçuruma bakıldığında, kültür insanları (siyasetçi, organizasyoncu, yönetici olsun) ya da yazar, sanatçı ve yönetmen olsun, kaçınılmaz biçimde iktidardakilere daha yakın olacaktır: ekmek teknesi oradan yönetiliyor çünkü, halka yakınlaşmak ise bir tehlike arz eder bu yüzden. Tek bir alternatif vardır:

Kültür son kertede yalnızca eğer kendi dar sınıf çıkarlarına karşı çıkabilen ve halkı için çalışıp siyasi iktidara meydan okuyan sanatçıların ürünü olursa Halk için bir anlam kazanır (Yılmaz Güney).

Bazıları kendi konumunu şu ya da bu ölçüde iktidara borçlu olanlar ve halkına yabancılaşıp, hatta onu güvenilmez bulan ve kendini başta batılı dünyaya kabul ettirip, kendi ülkesinde medyatik hale gelen boyun eğmiş önemli sanatçılar (Nuri Bilge Ceylan ve Orhan Pamuk) vardır. Eninde sonunda batılı dünya içinde edindikleri taltif ve övgüleri pazarlarken tükendikleri için, sanatlarını insanlık için bir direniş formatına dönüştürmeyi asla başaramazlar. Birincisi (Yılmaz Güney) esas olarak özde ve eserin ruhunda yaşar, ikinciler (NBC ve OP) kaçınılmaz olarak biçimde yenilik yaparlar ve eserlerinin, söylemlerinin ve savunduklarının halklarının ruhunda esin kaynağı olması imkânsızdır. Batıya batılıdan daha yetenekli olduğunu ispatlamaktan başka bir başarı kazanmaları, sembol olmaları ise imkânsızdır, dediklerine kendileri de inanmazlar zaten, kısacası tereciye tere satan uyanıklık rollerini başarıyla yerine getirirler.

Türkiye’deki sanatçıların konumu benzersizdir, batılı bir ülkedeki eşdeğer sanatçılara göre Türkiye’de daha çok tanınır, bilinir ve refah içinde yaşarlar, eğitimlerinin sonucu olarak çoğunlukla yönetici elit kesimle aynı sınıftandırlar, bu yüzden kendileriyle sık sık çelişkiye düşerler hatta kendileriyle çatışırlar.

Çoğu seçtiği dil ve edebi dil açısından halk kitlesinden kopmuşlardır. Kendilerini farklı göstermek için fermandan bir şey anlamayan halk ilişkisinde, fermanın dilini bir sığınak ve imaj olarak içgüdüsel olarak paylaşırlar. “1965'te Dakar’da Negro Sanatları başlıklı İlk Festival’de Osman Sembene’nin dikkatimizi çektiği gibi, “yazar olan biz hepimiz aynı zamanda kendi köklerini belirli bir dereceye kadar kaybetmiş insanlarız.” (Roy Armes) Bir yönetmen, bir radyo ya da televizyon yapımcısı (…) bir yazar sıklıkla daha önceki sömürgecinin dilini kullanacaktır, (değil mi ki kültürel olarak işgal altında yaşamıyor muyuz?) Bu dilde içinde yaşadığı toplumun yalnızca küçük bir azınlığı okuryazardır. Her iki durumda o yabancı bir kaynaktan türetilmiş formel yapıları kullanmak zorundadır, çünkü basılı literatürün bütün temel biçimleri, tam da bir filmsel anlatınınkiler ya da televizyon belgeselinki gibi ithal edilmiş olacaktır.”

Bunun alternatifi (Yılmaz Güney) 1950-80 arasındaki 30 yıllık ulusal bağımsızlık mücadelesinde (Tam Bağımsız Türkiye) verdiği eserlerle hem kendi özgürlüğünü hem de halkın kendi benliğini bulmasında yardımcı olacak eserler üretti. Bugünkü starlarımız ise medyatik oldular, ama fikirleri eserleri ve filmleri ile değil, bizzat sözleri, röportajları, tavırları ve hatta başarılı iş adamı olduklarını gösteren servetleriyle. Hem batıdan aldıkları ödüller, hem iktidarla çatışmadıkları için kazandıkları ödülleri kolayca nakde ve popülerliğe dönüştürebilmeleri, onları başarılı kültür girişimcileri haline getirmiştir. Nitekim eserlerinin pazarlanmasında hep kritik kararlar almışlar, sonuçta transfer piyasasında yükselmek için pazarlıklar yapmaktan hiç çekinmemişlerdir.

Sömürgeleştirmenin etkilerinden birisi sömürgeleştirilenin kültürünün ortadan kaldırılması, köklerinin kurutulmasıdır. Buradan ulaşılacak bir sonuca Cabral açıkça işaret etmektedir; “genellikle kültür içinde karşıtının tohumlarını bulmaktayız, bu da özgürlük hareketinin gelişmesinin ve yapılanmasının öncülüğünü yapar.” Hepimiz bilmiyor muyuz ki “istiklal savaşı zorunlu olarak bir kültürel edimdir,” çünkü; “Yabancıların egemenliğinden kendilerini özgürleştiren bir halk kendisini ezenden ve diğer kültürlerden pozitif olarak beslenip büyümesinin kendisine katabileceklerinin önemini azımsamaksızın ve komplekslere bürünmeden kendi yolunda ilerlerse ancak kültürel olarak özgürleşebilecektir.”

Zahit Atam, Birgün

umut  |  Cvp:
Cevap: 2
30.05.2014- 07:11

Felaketin Eşiğinden Sonrası (Benan Bölek)


Türkiye sinemasının II. Cumhuriyet’in toplumsal kuşatmasına karşı bir direnç gösteremediği hepimizin malumudur. Özellikle AKP’nin neo-liberal saldırıları, dinci- gerici kuşatma sanatın bunların gölgesinde bir varolma mücadelesi veriyor oluşu, sanatçıların sisteme entegre şekilde ürünler vermeye zorlanmasına neden olmaya başlamıştı. İktidar baskısı devlet tiyatrolarına, destek fonlarına, fiziksel saldırılara varıncaya kadar artarken sanat aslında sarsılmıyor sadece ayağa kalkmak istiyordu.

Peki bunca saldırı altında ne yapılabilirdi ?

Etliye sütlüye pek karışmadan belki vicdan belki yalnızlık belki kıskançlık üzerine filmler yaratabilirdik !
Oldu pek güzel oldu. Avrupa sinemasıyla yarışabilir düzeye geldi. Bizim yalnızlığımızın yanında onların ki de işmiydi canım ! Yeni dönem Türk sineması bu akıntıya kapılırken bir de akıntıya karşı kürek çekmeye çalışanların olduğunuda hatırlatıp bu serüvene devam edelim. Bu akıntıya kapılanlar hızlı hızlı sürüklenirken arkada fırtınalar kopuyordu. Dinci-gerici rejim çıkardığı halk düşmanı politikalarla pervasızca saldırıyor son yıllarda sanat kurumlarıda bundan nasibini almaya başlıyordu. Sahneler kapatılıyor, kanun tasarıları hazırlanıyor, sansür uygulanıyor ve diktator siz kimsiniz diyordu ?
Sanat yine sarsılmıyor sadece ayağa kalkmak istiyordu.

Felaketin eşiğinin eşiğide geçilmişken bunca saldırıya karşı sanatçılar beklediğimiz direnci örgütlülüğü gösteremiyor sönük eylemliliklerle iktidarın karşısında tekrar varolma çabası vermeye çalışıyorlardı. Festivallerde ödül törenlerinde iktidara sert eleştiriler yapılıyor güçlü alkışlarla döngü bir yerden sonra devam ediyordu.

Felaketin kendisini deşifre edemeyen, yaşamın gerçekliğini yarı kurgu yarı gerçek bir şekilde insanlarla buluşturamayan bunun yerine bireysel varoluşu tercih eden herkese sitem etmek ve kızmak en tabi hakkımız olsa gerek. Haziran direnişinin toplumda yaratmış olduğu heyecanı, umudu sanatına almamış olana kızmak en tabi hakkımız olsa gerek… Bir sanat eserinin bizi yaşama bağlaması ve umut vermesi gerekmez mi ?

‘Ruhuma gerekli olanı dinginlik içinde gerçekleştiremiyorum,rahattan ve dinlenmekten kaçınarak hep mücadeleye doğru koşuyorum.Tanrıların bahşettiği her şeyi fethetmeyi,bilim dünyasını cesaretle keşfetmeyi,şiirde ve sanatta ustalığımı ortaya koymayı isterdim.Her şeyi durup dinlenmeden öğrenmek,istek ve eylemi bizden uzaklaştıran uyuşukluktan sakınmak,kısır düşüncelerle kokuşup gitmemek ve boyunduruk altında aşağılık bir biçimde eğilmemek yürekliliğini göstermek gerekir,çünkü bizi harekete geçiren daima arzu ve umuttur.’ Karl Marx

Yazımın girişinde Türkiye Sinemasının II. Cumhuriyet’in kuşatmasını kıramadığını yazmıştım. Ama ilginç bir ayrıntı var burada. Nuri Bilge Ceylan 67. Cannes film festivalinde ‘Kış Uykusu’ filmiyle ‘Altın Palmiye’ ödülünü kazandı. Yukarıda yazmış olduğum herşey kapsamında Nuri Bilge’nin sineması tartışılabilir. Peki Nuri Bilge’nin söylediği sözler ?

‘Ödülümü son bir yılda hayatını kaybeden Türkiyeli gençlere adıyorum’

Resim Ekleme

32 yıl sonra Yılmaz Güney’le verilen aynı poz ve bu sözler değerlidir. Sanattaki bu kuşatmayı kırmak, bizi harekete geçiren arzu ve umudu gün yüzüne çıkartmamızı sağlayacak sanat eserlerini üretmekte bizim yükümlülüğümüzdür. Cannes’daki o ses ve Köln’de diktatörü protesto eden binlerce insanın Felaketin kendisini ortadan kaldıracağı ve sonrasını kuracağı için teşekkürler Nuri Bilge Ceylan.

sol

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]