Siyasal Hayatımızda KIRMIZI ÇİZGİLER - Taner Timur
SİYASAL HAYATIMIZDA KIRMIZI ÇİZGİLER ya da TÜRKİYEDE SİYASET YAPMAK..
Eski alışkanlığımızdır; siyasal hayatımızdaki seviyesizlikten sık sık şikâyet ederiz; fakat nedense bunun sebepleri üzerinde yeterince düşünmeyiz. Bir zamanlar bu ülkede tartışmaların kolayca sağırlar diyaloguna dönüşmesinden yakınır ve bunu da kavram kargaşası ile açıklardık. Zorba yöntemlerle kavram birliği sağlanan dönemleri saymazsak, aradan geçen yıllarda da fazla bir şey değişmedi. Üstelik son zamanlarda siyasal jargonumuza algı yönetimi, ötekileştirme, akıl tutulması gibi deyimler de eklendi. Anlaşılan koyu bir dezenformasyon çağında artık kimliğimize ve algılarımıza bile sahip çıkamıyoruz. Birileri bunlarla devamlı oynuyor..
Hukuk Devleti; yargı bağımsızlığı; vicdan özgürlüğü; insan hakları; kuvvetler ayrımı vb vb.. Neden yüzlerce yıllık kavgaların ürünü olan bu gibi kavramlar bu topraklarda sık sık içi boş, anlamsız klişeler haline gelebiliyor? Neden iki yüz yıllık çağdaşlaşma çabalarından söz edilen bir ülkede, hala sahte gündemler, gerçek sorunları böylesine kolaylıkla gizleyebiliyor? Yoksa zaman zaman yakındığımız tabular ve kırmızı çizgiler siyasi hayatımızı sandığımızdan çok daha dar bir alana mı hapsediyor? Eğer öyleyse, bu çizgileri kimler, hangi koşullarda koyuyor?
***
Yıllar önce Osmanlı reform çabalarını anlamaya çalıştığım bir kitabın önsözünde, beni böyle bir çalışmaya yönelten neden hakkında şunları yazmıştım: Osmanlı reformizminin işleyiş biçimi ve işlevi ile çağdaş demokrasimizin işleyiş biçimi arasında önemli benzerlikler gördüm. Günümüzdeki demokrasi ne kadar gerçek demokrasi ise, 19. yüzyıl Osmanlı reformlarının da o kadar gerçek reform oldukları kanısına vardım. Ve bu kanı ile Tanzimatçı putları kırmaya çalışmaktan çok, gördüğüm yapaylığın nedenlerini anlamaya çalışıyordum.
Aradan otuz yıl geçti; bugün çok daha netleşmiş olan bu tablodan hareketle, sözünü ettiğim benzerlik -ve bu benzerliği yaratan koşullar- hakkında bazı noktalara işaret etmek ihtiyacını duydum.
***
Aslında Osmanlı devlet adamları, II. Mahmuttan itibaren giriştikleri ıslahat hareketlerinin ülkeyi pek de ıslah edemediğinin kendileri de farkında idiler ve bunu açıklayan bir de günah keçisi de bulmuşlardı: Kapitülasyonlar. Onlara göre, Avrupalı devletlere verilmiş olan ayrıcalıklar bütün dertlerimizin kaynağıydı.
Aslında tespit hiç de yanlış değildi. Ne var ki Tanzimatçı paşalar bu kara gömleği çıkarıp herkesi eşit vatandaş kılacak seküler bir hukuk yaratmanın yollarını arayacaklarına, sızlanıp duruyorlardı. Hatta Reşit Paşa, bu durumdan, halkın arasında adı Abdül-Canning olan İngiliz elçisine bile dert yandı.
Oysa söyledikleri gibi kapitülasyonlar bütün kötülüklerin anası idiyse, elbette bunlar kalkmadan bir şey yapılamazdı. Gerçekten de eski sultanların Ahidname adı altında Avrupalılara sağladığı ticaret özgürlüğü, Batıda sanayi devriminden sonra Osmanlılar için onur kırıcı hukuki ayrıcalıklar haline gelmişti. İsterseniz o dönemde yaşamış bir Osmanlı paşasının bu yükü nasıl algıladığını kendi ağzından dinleyelim.
Fransada topçuluk eğitimi görmüş olan bu Osmanlı Paşası, Devlet idaresinde yüksek görevlere gelmiş, fakat sonunda dayanamayarak İstanbuldan kaçmıştı. Derdini, 19. yüzyılın ortalarında, vali olduğu Akkada karşılaştığı ünlü bir Fransız yazarına şöyle anlattı: Bir büyük şehir tahayyül ediniz ki, orada yüz bin kişi yerel adaletin etki alanı dışında kalmış olsun! Herhangi bir konsolosluğun himayesine sığınmayı beceremeyecek tek bir hırsız, tek bir katil, tek bir sefih yok. Tablo buydu ve bu tabloya göre batılı sefaretler, tüm gayrimüslim tebaayı koruma altına almış ve bu konuda çıkarlarına göre, selektif bir politika izlemeye başlamışlardı. İşte Paşa, İstanbuldaki bu yükü taşıyamamış, durumu onuruna yedirememiş ve uzaklara kaçmıştı.
***
Gerard de Nervalin konuştuğu bu Paşa belki de durumu biraz abartıyordu; üstelik Akkada da mutlu değildi; fakat Osmanlı toplumunda yönetici zümrenin kerhen de olsa- katlanmak zorunda olduğu koşullar aşağı yukarı bunlardı. Ve bu koşullar hem DIŞ POLİTİKA hem de İKTİSATta Osmanlıların kırmızı çizgilerini belirliyordu. Bilerek ya da bilmeyerek ne zaman bu çizgileri zorlasalar, kriz çıkıyor; kriz, çoğu kez savaşa dönüşüyor; durum daha da kötüleşiyordu. 1877de yine bir kriz yaşanır ve bunu da Rus savaşı izlerken, Londrada Veritatis Vindex takma ismiyle yayınlanan bir eser durumu şöyle ifade etti: Türkiye Avrupanın, yönetmeyi reddettiği, fakat kendisini yönetmesine de izin vermediği bir eyaleti haline geldi. Türkiye bağımsızlığın destekleyici atmosferinden yoksun kaldı.
Teşhis doğruydu ve Osmanlı devlet adamları artık ancak sınırlarını Düveli Muazzamanın çizdiği dar bir alanda kısa paslaşmalarla yetinmek zorundaydılar.. Cehalet, çıkar kavgaları ve saray entrikaları rasyonel analiz potansiyelini boğuyor ve bu ortamda kısa paslaşmalar da sık sık kavgalara, tekmeleşmelere dönüşüyordu. Tabii bazen de saray darbelerine..
***
Osmanlılar bu koşullara Moskof kapıya dayanınca, panik içinde sürüklenmişlerdi ve korkudan denize düşen Sultan Mahmut da önce yılana, yani Ruslara, sonra da yılandan kurtulmak için İngilizlere sarılmıştı. 1856 Paris Anlaşması ile bu koşullar büyük devletlerin garantisi altına alındı ve oyun da 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Daha da sarih olarak, hani şu son günlerde sık sık lafı edilen Sykes-Picot anlaşmasına kadar..
***
Ruslar bizim tarihimizde garip ve paradoksal bir yer işgal ediyorlar. Osmanlı Devletini yarı sömürge statüsüne Rus savaşları, ödenen tazminatlar ve Moskof korkusu sokmuştu. Onu bu statüden kurtaran koşulları da yine Ruslar sağladılar. Eğer Büyük Savaş öncesi gizli anlaşmaların İstanbulu verdiği Çarlık rejiminde Devrim patlayıp Ruslar savaştan çekilmeseydiler, kuşkusuz Kurtuluş Savaşımız da çok daha zor koşullar altında olurdu; belki de hiç olamazdı. Anadolu hareketi, ancak Leninin Osmanlı Devletini paylaşan anlaşmaları eşkıyalık anlaşmaları diyerek yırtıp atmasından ve böylece Doğudaki düşmanın dosta dönüşerek yardım elini uzatmasından sonra elverişli bir zemin buldu.
***
Oysa tarihimizde ikinci büyük korkuyu da, yine Ruslar yarattılar: 1945de, İkinci Dünya Savaşından sonra... Boğazda üs istiyorlardı ve bu kez paniğe kapılan, sarılacak yılan arayan da İnönü oldu. Tarih yine tekerrür etmiş, Türkiye yine Moskof korkusuyla kurtarıcı Batının kucaklarına atılmıştı. Ve bu kez de Milli Şefi denize düşmekten kurtaran Missouri gemisinin can simitleri oldu.
Yeni yönümüz belli olmuştu; böylece ülke NATOya, 1952 yılında, DP ve CHP sözcülerinin bu zaferde kimin daha çok payı olduğu hususunda yarıştıkları bir oturumda, bir milli bayram havası içinde girdi.. DPli bir milletvekili, anlaşmayı oylamaya hazırlanan vekillere, Sizler, diyordu, hayatınız boyunca vazifelerin en şereflisini yapmış olmakla öğünmeye haklısınız. Ve tüm vekiller alkışlıyordu. Emekçileri bile CİA tarafından örgütlenen bir ülke zamanın ruhuna uymuş, yeni döneme ayak uydurmuştu..
***
Ne var ki yeni dönemin de kırmızı çizgisi vardı ve bunu da Hür dünya ve liberal ekonomi adına, NATO mimarları koymuştu. Bu kırmızı çizgi tek kelimeyle anti-komünizm idi ve komünizm dışındaki her akım da bu Moskof belasına karşı seferber edilecekti. Yine de bu özgür ve eşit insanlardan oluşan Hür Dünyada Türkiyeye ancak vesayetçi demokrasi rolü uygun görüldü. Böyle bir demokrasinin (tutelary democracy) erdemlerini anlatmak da Amerikalı ünlü sosyolog Edward Shilse düşmüştü.
Türkiyede vesayet makamları bu rolü uzun yıllar başarıyla oynadılar ve kırmızı çizgiden sapanları başarıyla susturdular. Çorbada herkesin tuzu vardı: D.P ve uzantıları, Ülkücüler, Gülenciler, Erbakancılar. Akıncılar vb. Hatta haklarını yemeyelim- sola açılan partilerinden kopan CHPliler de ellerinden geleni yaptılar. Onlar aciz kalınca da darbeci generaller ve sıkıyönetim mahkemeleri imdatlarına koşuyor, asıl sahiplerine iade etmek üzere alan temizliği yapıyordu.
***
Dönüm noktası 1979 İran Devrimi oldu. Amerikan emperyalizminin Ortadoğudaki kalesi yerle bir olmuş, Tahranda temsilcileri rehin alınan Washingtonu büyük bir korku sarmıştı. Bu Şii korkusu hızla Sünni dünyaya da yayıldı ve Riyad merkezli yeni bir cephe, bir (uyumlu) İslam ve yeşil kuşak cephesi kurulmaya başlandı: Türkiyede de tam bu sırada askerler iktidarı almış ve ülke Kemalizmi yeşile boyayan bir cunta sayesinde yeni Cepheye alanı hazırlamıştı. Türkiyenin kırmızı çizgisine bu kez Şii kökenli dinci terör maddesi de eklendi ve on yıl sonra, Sovyetler Birliğinin çöküşü ile emperyal cephenin düşmanı, giderek Şiileri de aratacak ölçüde Sünnilere de bulaşan İslamcı terör cephesine dönüştü.
***
Uzatmayalım: Erbakan, Milli Görüş, 28 Şubat, Yenilikçi Akım.. derken bugünlere geldik. Ve de sonunda daha önce hiç tanık olmadığımız bir durumla karşı karşıya kaldık. Öyle ki Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu ülkede bir iktidar kendisini Ortadoğudaki mezhep kavgasının aktif bir parçası olarak görüyor ve bütün dünya da, Erdoğanı, Sünni Müslümanlığın lideri olmaya çalışan peşinde, maceraperest bir siyasetçi olarak algılıyordu. Ve bu bağlamda yurt içinde Gülencilere açılan savaş bile yolsuzlukları örtme çabalarının da ötesinde- aynı kavganın bir parçası haline dönüştü.
Oysa şunu bilelim: Erdoğan-Gülen kavgası, bazılarının sandığı, ya da göstermeye çalıştığı gibi, göreli sekülarist bir İslam anlayışının Şeriatçı Gülencileri tasfiye hareketi değildir. Daha çok, Sünni radikalizmin uyumlu İslamcılığa karşı inanarak ya da çıkar hesaplarıyla- yürüttüğü bir savaş görünümü sergiliyor. En azından Erdoğanın ve Erdoğan korkusunun AKPye vurduğu damga budur.
***
Böyle bir politika başarıya ulaşabilir mi?
Hiçbir Ortadoğu ülkesinde, hatta Mısırda bile başarılı olamamış böyle bir politikanın Türkiyede tutunabilmesi elbette ki mümkün değildir. Ortadoğu tarihi, bir bakıma, dinci fanatizm ve Batı düşmanlığı ile kitleleri peşine takmış, fakat sonunda kendisiyle beraber kitleleri de felakete sürüklemiş demagogların tarihidir. Kaldı ki Türkiye, Ortadoğu ülkelerinin aksine, ABD ve ABye bir sürü askeri ve iktisadi anlaşmalarla bağlı bir NATO ülkesi statüsünde bulunuyor. Ve eskiden Osmanlılarda olduğu gibi, çağdaş Türkiyenin kırmızı çizgilerini de zaman içinde küresel kapitalizmin ördüğü eşitsiz ilişkiler ağı belirliyor.
Gerçekten de bu çağdaş kırmızı çizgiler bir yandan dış politikamızı belirlerken, öte yandan da iktisat politikamıza damgasını vuruyor ve ancak çıkarları bunlara karşı kitlelerin bilinçli ve örgütlü kavgası ile aşılabilecek bir fiili durum yaratıyor. Oysa kendi partisinin konumunu bile gerçekçi bir şekilde değerlendiremeyen Erdoğan, esnaf örgütlerinde ateşli nutuklar atıyor ve ne zaman kırmızı çizgileri zorlayarak emperyal dünyaya ders vermeye kalksa, sonunda kendisi bir ders alıyor.
Sadece iki çarpıcı olayı hatırlayalım: Dış politikada NATOnun Libyada ne işi var? dedikten sonra, NATO güçlerinin bu ülkeyi ezmesini ve insan hakları ödülü aldığı Kaddafinin feci bir şekilde öldürülmesini onaylayan bizzat Erdoğan değil miydi? Çok değil, dört yıl önce. Ve bu macerada, Başbakanı ile beraber bütün Türkiye de küçük düşmedi mi?
Ya iktisat politikası? Peki, bu alanda durum farklı mı? Bu alanda da ateşli bir faiz savaşı içinde Merkez Bankası ve TÜSİAD başkanlarını vatan hainliği ile suçladıktan sonra, uluslararası sermayenin önüne koyduğu rapor karşısında susup oturan yine Erdoğan olmadı mı?
***
Aslında bu konularda daha onlarca örnek verilebilir; fakat kısaca diyelim ki, 1920lerin Devrim parantezi 1940larda kapandıktan sonra Türkiye giderek eski rejime döndü ve şimdi de önümüze Yeni Türkiye diye daha da eskilere, Abdülhamit çağına dönüş planları sunuluyor. Oysa Osmanlı kapitülasyonları, çağın post-modern koşullarına uygun formlar altında çoktandır yeniden yürürlüğe konulmuş vaziyette; üstelik artık yöneticilerimizin kaçıp rahat bir nefes alacağı uzak eyaletler de kalmadı. Ve bu durumda aydınlarımız da, kendilerine kalan dar alanda paslaşmanın kısırlığı içinde kavram karışıklığından, akıl tutulmasından ya da algı yönetiminden yakınıp duruyorlar. Ve tek teselli de, bu koşulların artık sadece Türkiyeye özgü olmadığı, küresel kapitalizmin bunları tüm dünyada egemen kıldığı gerçeği.. Aslında yanlış da değil. Tabii bu eşitçi küresel dünyada, bazı üyelerin, Orwellin çiftliğinde olduğu gibi çok daha eşit konumda olduklarını görmezden gelirsek....
Evet, bu koşullarda Erdoğan yine de kırmızı çizgileri zorluyor; fakat gerçek şu ki, önümüzdeki seçimlerde olası bir AKP zaferi de, antiemperyalizm giysileriyle sunulan çağdışı bir İslam anlayışıyla, siyasi hayatımızdaki dar alanı daha da daraltma potansiyeli taşıyor.. Tarih, 2015 yılında bu ülkede seçmenleri yine şanssız bir ikileme mahkum etti: 7 Haziranda oylarımızı Sistemi savunanlar ile onu daha da gerilere götürmek isteyenler arasında paylaştıracağız.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.