Prof. Dr. Oğuz Gündoğdu: 2,5 milyon evsiz, yüz binlerce ölü olur
Otuz binden fazla kişinin yaşamını yitirdiği 17 Ağustos Depreminin yıldönümünde BirGüne konuşan Gündoğdu muhtemel bir depremin İstanbula çok yakın olduğuna ve 1999dan daha yıkıcı olacağına dikkat çekiyor
ZEYNEP YÜNCÜLER
Bugün, on binlerce yaşama mal olan 17 Ağustos Depreminin yıldönümü. Bundan tam 16 yıl önce, 17 Ağustos 1999da saat 03.02de 45 saniye süren 7,5 büyüklüğündeki Gölcük merkezli deprem neredeyse tüm Marmara bölgesini etkiledi. Resmi rakamlara göre yaklaşık 18 bin kişi yaşamını yitirdi. Resmi olmayan rakamlara göre ise bu rakam 30 binin üzerinde. Bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen beklenen olası büyük İstanbul depremi için önlemler alınmış, çalışmalar yapılmış değil. Depreme karşı hazırlıkların yapılması için yıllardır uyarılarda bulunan isimlerden birisi de deprem uzmanı Prof. Dr. Oğuz Gündoğdu BirGüne konuştu. Yarın, tıpkı 16 yıl önceki gibi bir deprem olsa, değişen hiçbir şeyin olmayacağını söyleyen Gündoğdu, muhtemel depremin İstanbula yaklaşık 15 kilometre uzaklıkta 7,8 büyüklüğünde olacağına ve 17 Ağustostan daha ağır sonuçlar yaratacağına dikkat çekti.
2,5 milyon evsiz, yüzbinlerce ölü...
Büyük felaket 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli 7,5 büyüklüğündeki depremin ardından deprem uzmanları çok şey yazdı, çok şey söyledi. Ancak uzmanlar, aradan geçen 16 yıla rağmen yarın tıpkı Gölcük şiddetinde bir deprem olsa, sonuçlarda hiçbir şeyin değişmeyeceğini, hatta daha ciddi kayıpların ortaya çıkacağına işaret ediyor. Muhtemelen İstanbul depreminin 1999daki 7,5in altında değil üstünde olacağını belirten Gündoğdu şöyle devam etti: Muhtemel deprem İstanbulun çok yakınında, yaklaşık 15 kilometre uzaklığında gerçekleşecek. Gölcükten Adalara kadar kırılması halinde 7,2; Gölcükten Saros Körfezine uzanması durumundaysa 7,8 büyüklüğünde olacağı tahmin ediliyor. Sonuçlar çok ağır olacak, 2.5 milyon kişi evsiz kalacak. Ölü ve yaralı sayısı ise yüz binleri bulacak. Çok büyük risk altındayız. Bunun nedeni, bu kentin daha önce doğru dürüst yapılmayışından kaynaklanan, hâlâ da buna katkı koyan insanca yaşamaya aykırı yapılaşmaya devam edilmesi ve tabii bir diğer neden de coğrafi ve fiziksel konumumuz.
Geçici barınmaya kentsel dönüşüm engel
Afet sonrası, insanların barınabileceği boş alanların en önemli noktalardan biri olduğunu belirten Gündoğdu, 497 toplanma alanının neredeyse tamamı ticarethaneler, yüksek binalar, AVMler ile doldu, taştı. Bu durumda, bırakın depremden sonra boş alan bulupda barınmayı üstüne, sel, taşkınlar, hava kirliliği ve sosyal problemlerle karşı karşıya kalacağız. Geçici barınmanın önündeki en büyük engel kentsel dönüşüm. Kentsel dönüşüm projeleri, temelde toplumsal bozulmanın nedenlerini araştırır ve bu bozulmayı önleyecek önerilerde bulunarak, kentsel çöküntü ve bozulma problemine çözüm bulmayı amaçlar. Ancak maalesef bizde durum böyle değil diye konuştu.
YÖKün işi para almak
Afet sonuçlarını en aza indirebilmenin bir diğer yolunun da eğitimden geçtiğini ve burada da görevin üniversitelere düştüğünü söyleyen Gündoğdu, Türkiyedeki her konuda gelişememeyi deprem konusunda daha iyi öğrendim. Sebebi ben aydınım diye geçinenlerdir. Daha bir üniversitenin rektöründen bölüm başkanından özeleştiri duymadım, dolaşmadığım üniversite kalmadı. Üniversitelerde Afet Kültürü diye bir ders başladı. Ders ciddiye alınmıyor, herkes kafasına göre anlatıyor, konuşuyor... YÖKün bunu kontrol etmesi, okullar arası koordinasyonu sağlaması lazım. YÖKün tek işi para almak dedi. Afet sonrası ilk yardımda yurttaşların önemli rol oynadığını ifade eden Gündoğdu, Afet sonuçlarının azaltılmasında en son aktörlerden biri de halktır, ancak maalesef devletin yaptığı hataların yanı sıra halkta da deprem bilinci yok. Daha ilk yardım bilmiyoruz, ki olası bir deprem sonrası ilk yardımcı olacak kişi yanınızdaki insan ya da sizsinizdir. Köpek köpeğe suni teneffüs yapabiliyor, biz daha bunu bile beceremiyoruz ifadelerini kullandı.
Benim de Sarayım olsa hiç şikâyet etmem tabii!
Afet sonuçlarında baş aktörün devletin başındaki siyasi erkin olduğunu ancak her bir afetten önce değil, sonra bir takım önlemler alınmaya çalışıldığını belirten Gündoğdu, Büyük kayıpların ardından devlet hemen çalışmalara girişiyor. Tabii giriştikleri işlerin ne derece önem taşıdığına da dikkat çekmek lazım. Depremi umursamamak, deprem çalışmalarını bilim olarak görmemek gerçekten çok ilginç. Depremin varlığı yaşayan dünyayı ifade ediyor. Dünyanın sonunun işareti depremin kesilmesidir. Bunu artık anlamak lazım, bu umursamamanın nedeni ya bunu bilim olarak görmüyorlar, yaşanacak felakete göz yumuyorlar ya da oturdukları yerlere güveniyorlar. Benim de sarayım olsa şikâyet etmem tabii dedi.
GAZETECİLER O GÜNÜ YENİDEN ANLATIYOR
Alper Turgut:
Gölcükteyim. Nasıl da sıcak, cehennem misali ve yorgunum ölesiye. Tişörtümden vazgeçeli birkaç gün olmuştu. Toza, tere, dumana bulanmış ve ceset kokusu tamamına sinmişti. Beyaz atletim ise kir pas içinde ve tümden renk değiştirmişti. Enkaz hükümdarlığında çevremi kolaçan ediyorum. Ağlamalar çoktan tükenmiş, sesler kısılmış, sadece derin ve içten saygınlığıyla mahveden ağır bir matem havası vuku bulmuştu. Ne menem bir tartıydı bu. Canlı olması canı yakan, insanı dermansız bırakan bir yas tablosu Ölümün, acının, kanın, gözyaşının, şiddetin tarifini bilirdim. Notlarımı alır, fotoğraf çeker ve haberimi yazardım...
Hatice Tuncer:
O dönem çalıştığım Cumhuriyet gazetesinin muhabiri olarak depremden bir gün sonra Adapazarı ve Gölcüke gittim. Her köşesine beton parçaları yayılmış ve ceset kokusu saran kentlerde insanlar donup kalmıştı. Depremin hemen ardından kimi, hemen arabasına atlayıp bireysel olarak, kimisi de mahallelerinde, derneklerde, yaşadıkları ortam neresiyse toplanıp bölgeye yardım malzemesi taşıdı. Haber hazırlamak için yıkıntılar arasında dolaşırken, bölgeye yardım için gelen genç bir çift bana Biz dönüyoruz. Elimizde bunlar kaldı diyerek bir şişe su, bir paket ıslak mendil ve bir paket bisküvi uzattı. Depremzede değil gazeteci olduğumu söyleyerek almak istemedim. Ancak burada olduğunuza göre size de gerekli diyerek ısrar ettiler. Gerçekten de fotoğraf ve haber için koştururken hiçbir ihtiyacımı karşılayamamış, aç ve susuz kalmıştım. Bireysel yardımların yerini zamanla daha örgütlü bir dayanışma aldı. Mühendisler çadırkentleri kurdu, öğretmenler çocukları eğitti, psikologlar, bu acılara göğüs germeleri için güç verdi, çaycılar, meydanlara kazan kurup çay dağıttı. Gölcük depreminin büyük yıkımı içinde toplum, kendi gücünü yeniden keşfetti ve devletin yaraları sarmasını beklemedi.
Adapazarında, İzmitte, Yalovada, Gölcükte yıkım ve ölüm acısı düşmemiş aile neredeyse yoktu. Depremzede kadınlar, ailelerinde sağ kalanlarla çadırlarda hemen bir ev ortamı yaratıp çocukları için güvenli bir alan hazırladılar. Ailenin yeme-içme ihtiyacını karşılamak için de çoğunlukla kadınlar kuyruklarda beklediler ya da malzemeyi bulup buluşturup yemek hazırladılar. Tüm ülkeyi altüst eden bu felaket karşısında kadınlar, hayatı yeniden kurmanın kahramanlarıydı.
Bertan Ağanoğlu:
Deprem zamanı Cumhuriyet gazetesinde muhabirdim. O zaman teknoloji bugünkü gibi değildi, tek bildiğimiz Gölcük ve civarında deprem olduğu. İlk arabayla sabah 7de hemen yola çıktık, trafik felaketti. Bir şekilde Gölcüke vardık, hayret duydum. Çünkü Gölcükü biliyordum, inanamadım şehri yerle bir görünce, yıkılmasına imkân vermeyeceğim binalar yerinde yoktu. Bütün şehir 4-5 gün içinde kokmaya başladı. Her an bir enkazdan umut bekliyorduk, her bir ambulansın sesi mutluluk vermeye başlamıştı, birileri yaralı kurtulabildi, diye... Depremi fırsat bilenler de oldu, bölgede çok sayıda hırsızlık ve yağmalama yaşandı. Türkiye böyle bir depreme kesinlikle hazır değildi, her şey çok amatördü.
Çok korkutucu bir tablo. Yüz binlerce kişinin ölebileceği bir deprem tehditi altında bu AKP anlayışı hiç bir önlem almadı. 1999 depreminin üzerinden 16 yıl geçmiş uzmanlar hala bu rakamları veriyorsa bu sorumsuzluk bile AKP'nin ne kadar öngörüsüz bir parti olduğunu ortaya koyuyor. Şehit askerin ailesine ''ne utlu size oğlunuz şehadeti tattı'' diyebilen bir cumhurbaşkanı böyle bir olaya da ''Allahın takdiri'' olarak bakıyordur. AVM yapmak varken ve buradan rant toplama çabası ortada duruyorken depremle kim uğraşır! Allah istiyorsa hiç kimse böyle güce karşı çıkamaz zaten!
Sadece haberler vardı tüm kanallarda o felaketin ardından ve sürekli bir alt yazı geçiyordu. Ölenlerin isimleri yazıyordu. İllere göre, ilçelere göre.
Sağdaki fotoğrafta bize gülümseyen güzel meleğin adı Öykü
Aşağıda okuyacaklarınız da Öykünün öyküsü
Siğnem ile yollarımız ortaokul yıllarında kesişti. Üç koca yıl acı, tatlı çok şey paylaştık. Birlikte çok güldük, çok eğlendik, çok anılar biriktirdik.
Siğnemin babası astsubaydı. Ortaokulu bitirdiğimiz yıl tayini çıktı İbrahim Amcanın. İzmit, Gölcük Değirmendereye. Çok üzülmüştüm, Siğnem de öyle. Ama yapacak bir şey yoktu.
O yaz sonu Siğnemler gitti.
Uzunca bir zaman mektuplaştık, telefonlaştık, haberleştik. Siğnemin anneannesi İstanbuldaydı. Arada tatillerde onu görmeye gelirdi, bu vesileyle biz de görüşürdük.
Bu geçen sürede liseyi de bitirdik, üniversite sınavına girdik. Bir sürü şey değişti hayatımızda. En son telefon görüşmelerimizden birinde Siğnem evleneceğini söylemişti bana. Yakın zamanda nişanlanmıştı.
Bir zaman sonra neden oldu, nasıl oldu bilmiyorum bağlantımız kesildi.
Onun telefonları cevap vermedi, mektuplar ulaşmadı, benim telefon numaram değişti vs.
Ama ben yüreğimin en derinlerinde hep düşündüm Siğnemi, hep çok sevdim, hep çok özledim.
Aradan kaç yıl geçti bilmiyorum
17 Ağustos 1999 gece saat 03:02de o korkunç uğultu beyinlerimize yerleştiğinde; Siğnemden kaç zamandır haber almadığımı hatırlamıyordum. O an Siğnemi düşünmemiştim doğrusunu söylemek gerekirse, muhtemelen o da beni düşünmemişti.
Deprem bitip de kendimizi evden dışarı attığımızda ne olduğundan, nasıl olduğundan hiçbirimizin haberi yoktu.
Kapıdan çıktığımızda evimizin yanındaki çok katlı binanın tozu dumana katan yıkıntısını görünce depremin şiddetini anladık. Elektrik yoktu, ortalık mahşer yeri gibiydi. Herkes canının derdinde, atletle, külotla sokaklarda anlamsızca koşturuyordu.
Saatler geçti, gün ışıdı. İlk şoku atlattıktan sonra, arabalardaki radyolardan haberleri dinlemeye başladık. Evet, deprem olmuştu hem de çok şiddetli bir deprem olmuştu. Ama neresiydi merkezi? Herkes bulunduğu şehrin depremin merkez üssü olduğunu sanıyordu. Çünkü Marmara Bölgesine uzak illerde bile sarsıntı hissedilmişti. Hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu hâlâ.
Radyodaki spiker 7.4 şiddetindeki depremin merkez üssünün Gölcük-Değirmendere olduğunu, neredeyse tüm binaların yıkıldığını, yıkılmayanların da sular altında kaldığını söylüyordu. Söylediklerinden anladığımız şuydu: Değirmendere yerle bir olmuştu!
O haberi dinlediğim an aklıma ilk gelen isim Siğnemdi. Hâlâ orada yaşadıklarını biliyordum çünkü. İçimi inanılmaz bir korku, endişe ve sıkıntı sardı. Hâlâ orada yaşıyorlardı evet ama hâlâ yaşıyorlar mıydı?
Ne yapacağımı, nasıl haber alacağımı düşündüm saatlerce. Elektrik yoktu, iletişim olanağı yoktu, bulunduğum yerden kıpırdama imkânım yoktu. Çaresizlik tüm heybetiyle ben dahil milyonlarca kişinin karşısında aşılmaz bir engel olarak dikilmiş duruyordu.
48 saat sonra elektrik geldiğinde ve televizyonu ilk açtığımızda yıkıntıları görünce içimden bir parça kopup gitti. Buradan, bu yıkıntılardan sağ çıkmak neredeyse imkânsızdı. Siğnem dedim içimden Siğnem nolursun hayatta ol!
Sadece haberler vardı tüm kanallarda o felaketin ardından ve sürekli bir alt yazı geçiyordu. Ölenlerin isimleri yazıyordu. İllere göre, ilçelere göre.
Korkarak, ürkerek devamlı takip ettim alt yazıları. Gölcük-Değirmenderede Siğnemlerin soyadını taşıyan kimsenin adı geçmedi alt yazılarda. Kısa bir sevinç yaşadım. Hayatta dedim anneme Siğnem hayatta, adı geçmedi hiç!
Ama unuttuğum bir şey vardı: Daha 48 saat olmuştu deprem olalı ve enkaz altında binlerce insan kurtarılmayı bekliyordu. Ya Siğnemde onlardan biriyse diye geçti içimden ve ağlayarak tekrarladım; Siğnem nolursun hayatta ol!
Bu temenni içimde, 3 koca yıl geçti. Tam 3 yıl hiçbir ses, iz, haber çıkmadı Siğnemden. Anneannesinin evini bilmiyordum, bilsem gidip soracaktım. Başka da kimse yoktu sorabileceğim. Varsa da aklıma gelmiyordu.
2002 yılının sonlarına doğru bir gün bir AVMde bir yüz ilişti gözüme, onca kalabalığın arasında. Tanıdık bir yüz ama nereden tanıdığımı bir türlü çıkartamadığım. O bana baktı, ben ona. Kısa bir süre düşününce kim olduğunu hatırladım. Siğnemlerin İstanbulda oturdukları apartmandaki komşusuydu. Oradan tanıyordum.
Yanımda bir arkadaşım vardı. Ta en başından beri olayı bilen, Siğnemi en az benim kadar merak eden. Ona söyledim karşı masada oturan kişinin Siğnemin komşusu olduğunu. Ne duruyorsun hadi gidip soralım Siğnemi dedi. Ama ben bu soruyu sormak istediğimden emin değildim. Daha doğrusu alacağım cevaptan korkuyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Arkadaşım ısrar etti; Bu son şansın Nilüfer, şimdi sormazsan bir daha öğrenme şansın olmaz. Hadi gidelim yanına. dedi.
Onun verdiği güçle Tamam dedim ve karşı masaya doğru yöneldim. Siğnemin eski komşusunun adı Esraydı. Kısaca kendimi tanıttıktan sonra Esrada beni hatırladı. Hâl-hatır sorma faslından sonra, ben korka korka; Esra, Siğnemden haber alıyor musun, depremden beri merak ediyorum. Senin bilgin var mı? diye sorabildim. Yüzündeki mutlu ifade değişmeden; Siğnem iyi dedi Esra, hayatta korkma, İstanbula taşındılar depremden sonra diye ekledi.
Derin bir nefes aldım, çok sevindim, 3 yıldır içimde düğüm olan o soru nihayet yanıt bulmuştu. 3 yıldır aklıma her geldiğinde içimden tekrarladığım, Siğnem nolursun hayatta ol! umudu boşa çıkmamıştı.
Bu kısa süreli sevinç ve rahatlamadan sonra aklıma Siğnemin ailesi geldi. Onları sormamıştım! Peki Esra dedim, Siğnem hayatta tamam da ailesi nasıl, herhangi bir kaybı oldu mu?
Yüzünün rengi değişti Esranın, nasıl söyleyeceğini bilemediği ve benim de hayatımda duyduğum en acı cümlelerden biri olan o sözler dökülüverdi ağzından; Siğnem kızını kaybetti depremde! diyebildi yutkunarak.
Buz kestim
Kalakaldım
Zaman durdu o an, başım dönmeye başladı
Yanımdaki arkadaşım bir sandalye çekip oturttu beni, su verdi. Ama öyle bir yanıyordu ki içim su falan fayda etmiyordu. Gözlerimdeki yaşları silerek, titreyen ellerimi kontrol etmeye çalışarak Telefonu ya da adresi varsa Siğnemin verir misin Esra? diyebildim zorla. Telefon numarasını yazdı Esra bir kağıda, uzattı bana. Teşekkür ettim, yanından ayrıldık.
Arkadaşım da benim gibi şoktaydı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Bense ne hissedeceğimi bilemiyordum. 3 yıldır içimden sorduğum soruya, aklıma hayalime gelmeyen bir cevap vermişti Esra: Siğnem kızını kaybetti depremde!
Eve geldiğimde bir elimde telefon, diğerinde telefon numarasının yazılı olduğu kağıt parçası ne yapacağımı bilmeden oturdum durdum saatlerce. Annem ısrar etti sonra, Hadi ara kızım diye.
Aradım
Sonradan Siğnemin eşi olduğunu öğrendiğim bir beyefendi açtı telefonu. Kısaca kendimi tanıttım ve Siğnemle konuşmak istediğimi söyledim. O da Siğneme seslendi. Nilüfer diye bir bayan arıyor seni, ortaokuldan arkadaşınmış. dedi.
Siğnem telefonu aldığında çoktan ağlamaya başlamıştı, Nilüfer sensin! diyordu arka arkaya. Arayanın ben olduğuma inanamıyordu. O ağladı, ben ağladım. Biraz sakinleşmeyi başardığımızda ben anlattım ona size anlattığım gibi. Depremin olduğu günden, Esra ile karşılaştığımız âna kadar neler hissettiğimi, neler düşündüğümü, üzüntümü, isyanımı
Ben anlattım, o ağladı
O anlattı, ben ağladım
Yıllar sonra birbirimizi yeniden bulmuş olmamıza sevinmekle, buluşmamızı borçlu olduğumuz olayın acısı arasında karmaşık duygular içinde uzunca sohbet ettik.
Öykünün öyküsünü o telefon konuşmasında öğrendim ben:
Depremin olduğu tarihte Siğnem ikinci bebeğini bekliyormuş. Ağustosun o sıcak ilk iki haftasında doğum yapacak, ikinci kızını kucağına alacakmış. Eşinin ailesi de Değirmenderede yaşıyor, Siğnem artık ağırlaştığı için yalnız bırakmıyorlarmış.
O gece yani 16 Ağustos gecesi melek Öykü, Siğnem ve eşi yine eşinin ailesinin evine gitmişler. Hep birlikte yemek yemişler, oturmuşlar, gece evlerine dönecekken Siğnemin her an sancılanma ihtimaline karşı kayınvalidesi Öyküyü onlarda bırakmasını söylemiş. Gece sancın falan tutarsa bir de Öykü için telaşelenmeyin diyerek. Siğnem de eşi de mantıklı bulmuşlar bu fikri ve Öyküyü babaannelerinde bırakarak kendi evlerine dönmüşler.
Gece 03:02deki o sarsıntının önüne kattığını yıkıp geçtiği evler arasında Öykünün babaannesinin evi de varmış. Öykü, babaannesi, dedesi ve o gece o binada kim varsa enkaz altında kalarak hayatını kaybetmiş.
Siğnem çektiği, çekeceği tüm acıların en yüksek mertebesi olan evlat acısını katarak içine 19 Ağustos 1999 günü ikinci kızını dünyaya getirmiş.
Hayat çok acımasız Bir anne ve babaya yaşayabileceği en mutlu ve en hüzünlü anı 48 saat içinde yaşatabilecek kadar acımasız.
Siğnemin yaşadıkları benim bire bir kendisinden dinlediğim bir acı. Ve en az onun kadar içimi dağlayan.
Bu acıyı yazıya dökme fikri, dün Siğnemin profil resmini Öykünün resmiyle değiştirmesiyle başladı. O güzel, ışıltılı mavi gözlerini görünce boğazım düğümlendi. Eğer yaşasaydı şimdi 21 yaşında olacak meleğimizin nasıl güzel bir genç kız olacağını düşündüm. Ve hem Öyküyü hem de Öykünün nezdinde o uğursuz gecede yitip giden tüm canlarımızı anmak adına bunları kaleme aldım.
Keşke ne bunlar yaşansaydı ne de ben yazsaydım.
Ama hayat işte dediğim gibi, bizim hayal edemeyeceğimiz kadar acımasız, şaşırtıcı ve zor!
Bunları yaşadık, daha kötülerini de yaşayanlar oldu o gece.
Saatlerce, günlerce enkaz altında yardım bekleyenler de oldu. Uzun uğraşlar sonunda o yıkıntıların içinden canlı çıkarak mucizelere imza atanlar da.
Bizim Öykümüz ne yazık ki o mucizeleri anlatan öykülerden olamadı.
Bizim Öykümüz (o gece gökyüzüne bakanlar iyi hatırlar) gökyüzündeki binlerce parlak yıldızdan biri oldu.
Oradan bizi izlemeye, hayatımızı aydınlatmaya devam ediyor.
Gezite
Bu ileti en son munzur
tarafından 17.08.2015- 21:12 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.