Yaşlı teyzelerin cesur dansları bizi hayran bırakıyor kendilerine. İnsanlar ne kadar özgüvenliler. Hele kadınlar özgüvenli ve neşeliler, hiçbir şey onları yıkamaz gibi görünüyor.
Bir haftaya yakındır Kübadayız, Havanada gece gündüz gezdik ama daha Nisanın başında sayılırız. Buraya geliş amaçlarımızdan birisi de 1 Mayıs kutlamalarına katılmak. Bizim ülkemizdeki gibi heyecanlı, yüksek adrenalinli olmayacağını biliyoruz ama dünyanın en görkemli kutlamalarından birine katılacağız. Kutlamalara daha çok vakit var ve gezilecek tüm yerleri bitiremedik, 1 Mayıstan önce dönerek buradaki gezimizi tamamlama planıyla ayrılıyoruz. Seyahatimizin ilk günkü heyecanını hala içimizde taşıyoruz. Havanayı öğrenmiştik ya, İstanbul gibi olmuştu bizim için. Şimdi bilmediğimiz bir yere gidiyor gibiyiz onun için kalbimiz biraz hızlı atıyor.
Önce batıya doğru gidip Pinar del Rio, Vinalesi gezip, oradan kuzeye doğru çıkacağız, Matanzas ve Varederoyu görüp, tekrar güneye Zapata Yarımadasına gidip güney kıyısı boyunca Santiago De Kübaya kadar hatta gidebilirsek en doğu ucuna Baracoaya ve oradan kuzey kıyılarına Coyo Cocoya çıkmayı planlıyoruz. Havanada kaldığımız evin sahibi Federico da güzergâhı belirlememizde yardımcı oluyor. Elimize bir sürü kart tutuşturuyor. Gittiğimiz yerlerde onun gibi evinin odalarını kiralayan arkadaşları varmış.
Yeni yerler keşfetme duygusuyla heyecanlıyız
Asıl Küba gezimize şimdi başlıyoruz. Bir gün önceden aldığımız biletleri defalarca teyit ediyoruz. Burada geçirdiğimiz birkaç günde Küba insanını az çok tanıyoruz. Kübada insanlar çok rahat, hata yapmayı da çok önemsemiyorlar. Onların bu tutumu otobüs biletinden yolculuğa her konuda bizi endişelere sürüklüyor. Bize yanlış bilet vermiş olsalar, o otobüse binemesek çok dert etmeyecekler biliyoruz artık.
Havanadan ayrılıyoruz. Yeni yerler keşfetme duygusuyla heyecanlıyız bu yüzden erkenden kalkıyoruz. Otobüse geç kalmak istemiyoruz. Tekrar görüşmek dileğiyle Federico ve kız arkadaşıyla vedalaşıyoruz. Otobüsümüzün kalkacağı Sevilla otelinin lobisine erkenden gidiyoruz. Aman tanrım etraf çok sakin kimse yok. Ama telaşa mahal yok biz erken geldik zaten. Madem buradayız oteli geziyoruz bizdeki müzeler gibi. Hele içindeki eşyalar bizde ancak müzeye konur. O yüksek tavanları, sütunları ve görkemli merdivenleriyle insanı eziyor bu yapılar. Burada güzel bir adet var kimse sizi kapıda durdurup Hop! kardeşim nereye? demiyor. Her yere rahatça girip çıkıyoruz.
20 dakikalık bir rötarla otobüsümüze biniyoruz. Anladığımız kadarıyla burada iki farklı otobüs türü var. Aralındaki farkı çok anlamasak da farklı güzergâhlarda çalışıyorlar galiba. Bu otobüslere yalnızca turistler biniyor. Gayet konforlu ve kliması çok iyi çalışıyor, soğuktan dişlerimiz takırdıyor. Yolculuğumuzun yaklaşık 2,5 saat süreceğini söylüyorlar ama biz her şeye hazırlıklıyız.
Otobüsümüz önce Pinar Del Rio ya gidiyor. Oradan da Vinalese gidecek. Küba 16 adet yönetim birimine ayrılmış ve bunlardan biri de Pinar del Rio. Çok büyük bir il değil ama Kübanın tarım merkezi. En iyi tütünler burada yetişiyor.
Palmiyelerle kaplı tepeler çıkıyor karşımıza
Yola çıkarken ayrıntılı bir Küba haritası ediniyoruz, nerelere gideceğimize haritaya bakarak karar vereceğiz, kesin bir planımız yok. Küba biraz sünmüş hilal şeklinde ince uzun bir ada. Bir uçtan bir uca yaklaşık 4000 km. Okuduğumuz notlar bizi Pınar Del Rio konusunda heveslendirse de biz küçük bir kasaba olan Vinalese gitmek istiyoruz.
Federico Vinalesin daha güzel olduğunu söylemiş, hatta orada kalabileceğimiz bir ev adresi verip ev sahibini de arayacağını söylemişti. Biz yine de Pınar Del Rioyu beğenirsek orada inelim, sonra Vinalese geçelim diye kararlaştırıyoruz.
Otobüs Havanadan uzaklaşmaya başlayınca tüm manzaramız değişiyor. Palmiyelerle kaplı tepeler çıkıyor karşımıza. Mert için bir farklılık arz etmiyor ama Pınar ve ben yeni bir dünya keşfediyormuş gibi bakıyoruz. Kübada 200 e yakın palmiye türü varmış. Bizde nasıl ormanlar çamdan, gürgenden, meşeden oluşuyorsa burada da hep parklarda gördüğümüz palmiyelerden ve bilmediğimiz başka geniş yapraklılardan oluşuyor. Bizim için ilginç bir görüntü.IMG_2037
Yol boyunca büyük düzlüklerden geçiyoruz. Yüksek tepeler düzlüklerin etrafını sarmalar gibi sıralanmış. Dağ demek isteriz ama bizim dağların yanında bu gördüklerimize yüksek tepe demek daha doğru.
Yollar çok düzgün ve etrafı çok bakımlı çimenlerle kaplı. Bakım yapıldığı için değil, bu onların doğal halleri. Bizim ayrık otuna benzeyen bir tür çimenle kaplı her yer. Bol bol yağmur yağdığı için de her dem yeşil.
Otobüste bir rehber var, bize geçtiğimiz yerlerle ilgili bilgiler veriyor. Aslında hem muavin hem rehber gibi, yolcuların hiç biriyle direkt bağlantılı değil ama bir tura katılmışız gibi bizi bilgilendiriyor. Bir göl kenarında mola veriyoruz. Yol kenarlarında mola vermek için çok güzel küçük mekânlar yapılmış. Üstleri sazlarla, palmiye yapraklarıyla kaplı küçük bir çiftlik görünümlü ama oldukça turistik mekânlar. Tüm Havanada bulamadığımız parmak arası terliği Merte buradan alıyoruz çünkü bir daha bulamayacağımızı düşünüyoruz.
Türkiyede her şeyi ne kadar çok araştırsak da hesaplayamadığımız şeyler oldu. Örneğin kapalı ayakkabılar burada kapalı ayakkabı giymek eziyet gibi bir şey. O yüzden terlik bulunca çok sevindik. Bir de tırnak makası sorunumuz var, Mert onu getirmeyi unutmuş, Havanada dolaştığımız yerlerde hiç rastlamadık, umarım önümüzdeki günlerde ona bir tırnak makası alabiliriz.
Otobüsümüz Pinar Del Rioya geldiğinde küçük bir duraklama yapıyor, inecekler iniyor, biz kararsız kalıyoruz. Şehir, bir cadde etrafında kümelenmiş bir iki katlı evlerden ibaret gibi görünüyor gözümüze, çok beğenmiyoruz burayı ve yola devam etme kararı alıyoruz. Eğer istersek buraya dönme şansımız var nasıl olsa.
Vinales küçük bir kasaba. Pinar Del Rioya 25-30 km uzaklıkta, verandalı tahta evleriyle ünlü. Kübanın bahçeleri diye anılıyor. Yolları ise geldiğimiz yollar gibi değil. Küçük dar toprak yollara dalıyoruz. Yol üzerinde küçük köyler görüyoruz, her yer ekili tarım alanı, evler ise gittikçe küçülmeye başlıyor. Öyle küçük kulübeler var ki ev mi yoksa tarla beklemek için mi, anlamak zor.
Küba devriminin en önemli komutanları, Fidel, Che, Raúl, Camilo, Almeida
Yol kenarlarında Kübalı kahramanların resimlerini görüyoruz, oldukça değişik çizimler var. Küba devriminin en önemli komutanları, Fidel Alejandro Castro Ruz, Ernesto Che Guevara, Raúl Modesto Castro Ruz, Camilo Cienfuegos Gorriarán, Juan Almeida Bosque.
Fidel Castro resimlerinin asılmasını istemiyor, Raul Castro ise şu an devlet başkanı, bu yüzden her yerde Che, Camilo ve Almeidanın resmedildiğini görüyoruz. Bunların üçüde çok iyi komutanlar. Küba halkının büyük kahramanlarının resimlerini her yerde görüyoruz. Kübaya gelip te bu üç komutanı öğrenmeden ayrılmanıza imkan yok.
Buraya gelene kadar virajlı yollar görmemiştik. Vinalese Pınar Del Riodan daha çok turist geliyor ama Pınar Del Riodan sonra yollar toprak ve tek şerit. Biz bu yollardan daha çok keyif alıyoruz, köylerden ormanlık alanlardan geçiyoruz. Otobüs yine duruyor bir köy merkezinden çok yol üzeri tesislerine benziyor ama bazıları valizlerini alıp iniyor. Biz de mi inmeliyiz diye bakıyoruz birbirimize, rehberimiz Vinalese henüz gelmediğimizi, burasının Parque Nacional Vinales olduğunu söylüyor. Burası tüm vadiyi görebileceğimiz bir seyir terası. Az ileride vadiye hakim havuzlu bir otel var var; Hotal Las Jazmines. İnenler belli ki burada kalacak.
Kartonların çoğunda kiralık oda yazıyor ama bir tanesinde pınar, mert, filiz yazıyor. Şaşkınlıkla kartonu tutan kişinin yanına gidiyoruz.
Bu manzarayı ilk kez görmüyoruz, daha önce fotoğraflarda görmüştük. Sırf bu manzara için bile buraya gelinir. Burası bir vadi ama bizim gördüğümüz iki dağın arasına sıkışmış dar vadiler gibi değil, kocaman bir düzlüğün ortasına serpiştirilmiş köstebek pasta tipi kayalıklar var. Bu kayalıkların adı mojetes tepeleri imiş. Bu tepeler yemyeşil, toprak ise kırmızı. Nasıl bir cennete geldik böyle, daha neler var ileride?
Biz manzaraya ve etrafımızdaki satıcıların purolarına bakarken otobüsün korna sesini duyuyoruz. Çok güzel evlerin ve bahçelerin içerisinden geçerek bir kasabaya geliyoruz. Eski kovboy filmlerindeki kasabalara benziyor. Otobüs durağında ellerinde isim yazılı kartonlar tutan bir sürü insan var. Aşağı iniyoruz herkes kartonunu gösteriyor. Kartonların çoğunda kiralık oda yazıyor ama bir tanesinde pınar, mert, filiz yazıyor. Şaşkınlıkla kartonu tutan kişinin yanına gidiyoruz. Bu Federiconun bize tavsiye ettiği arkadaşı olmalı, bizi karşılaması için telefon etmiş demek ki.
Bu manzarayla otobüsle gittiğimiz her yerde karşılaşacağız. Evlerini kiralayan insanlar otobüslerin gelmesini bekliyor ve oda kiralamak isteyen turistlere evlerini göstermek istiyor. Eğer isterseniz onlarla gidip evlerine bakabilirsiniz, istemezseniz kimse size ısrarcı olmuyor.
Bizi karşılayan ev sahibimizle gidiyoruz ama kolonyal tarzda ve merkezde bir ev istiyoruz. Bunu kendisine anlatmamız mümkün değil çünkü İngilizce bilmiyor. Evine gidiyoruz, merkeze çok yakın, ev de kolonyal tarzda ama bize vereceği odaların penceresi yok. Hava da çok sıcak ve nemli. Hiç birimiz böyle güzel bir yerde penceresiz bir odada kalmak istemiyoruz, ayrıca Pınarın da astımı var. Ev sahibine bunu anlatmamız çok güç oluyor, sözlükten astımın İspanyolcasını bulsak da telaffuzumdan anlamıyorlar. Yazarak gösterip ve astımlı bir hastayı oynadığımızda, haaa diyor ev sahibi ve hemen telefona koşuyor. Acaba doktor mu çağırıyor diyorum, biz teşekkür edip gitmek istiyoruz ama ne mümkün
Meğer telefonla bir başka komşusunu aramış, onun evine gitmemizi istiyor. Burada bir turist bulunca herkes tanıdığına yönlendirmek istiyor. Oysaki biz kendimiz bir ev bulabiliriz. Çünkü Casaların (kiralık evlerin) üzerinde bir işaret var o işareti gördüğünüz her evin kapısını çalıp odalarına bakabiliyorsunuz.
Gelen komşu İngilizce biliyor yaşasın diyoruz, geçmiş olsun dilekleriyle ayrılıp, komşunun evine bakıyoruz ama onu da beğenmiyoruz. O da bizi bırakmıyor kendi eliyle bir başka eve götürüyor. Bu evi çok beğeniyoruz. Önde kocaman verandası var, verandadan direkt salona giriyoruz. Uzun bir koridorun sağında kendi odaları ve bitiminde solda mutfak var. Koridor bir bahçeye açılıyor, iç avlu gibi. Orada bizdeki müştemilatlar gibi bir bina var, orası bizim odamız.
Bu ileti en son denizcan
tarafından 08.10.2015- 09:43 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Çok güzel şirin bir yer, odamıza gidebilmek için bahçeden geçiyoruz, bahçede küçük bir süs havuzu bile var ve elbette buranın vazgeçilmezleri sallanan sandalyeler. Burayı çok seviyoruz, odayı hemen kiralıyoruz ama tek sorun ev sahibimiz Anita, tek kelime İngilizce bilmiyor. Kızı İngilizce öğretmenliğinde okuyormuş ama o da evde yok. Eşi ise sessiz bir adam hiçbir şeye karışmıyor sadece gülümseyerek eliyle bizi selamlıyor.
Odayı kiraladığımız zaman otel gibi onlarda kayıt alıyorlar, bir kayıt defterleri var, pasaportlarımızı falan işliyorlar. Bize sürekli bir şeyler söylüyor ama hiçbir şey anlamıyoruz. En sonunda parmağıyla bir dakika işareti yaparak telefona gidiyor. Telefonu bize uzatıyor karşıda İngilizce bilen bir adam var, gülmekten ölüyoruz ama fena bir yöntem değil birçok sorunumuzu bu sayede hallediyoruz.
Araziler, ormanlar doğal varlıklar devlete ait ama Raul yeni bir düzenleme yapmış, araziyi kullananlara vermiş. Ama ektiğin sürece senin, ekip biçmeyi bıraktığında yine devlete geçiyor.
Yerleştikten sonra bahçedeki masada oturup biraz dinleniyoruz, ev sahibimiz bize kahve ikram ediyor. Burası bizim keyif köşelerimizden birisi olacak. Ev sahibimize nereleri dolaşalım diye soracağız ama İngilizce bilmediği için dışarıya çıkıyoruz, nasıl olsa dışarıda birilerini buluruz. Tam öğle sıcağı vakti, güneş beynimizin içerisine işliyor sanki. Önce açlığımızı gidermemiz lazım, ana caddede gözümüze kestirdiğimiz bir restorana giriyoruz hemen. İngilizce bilip bilmediklerini soruyoruz, bu yemeklerden daha önemli.
Burası devlete ait bir restoran, devrimden sonra devletleştirilmiş ama yine eski sahipleri tarafından işletiliyor. Ben salata istiyorum, Pınar çorba istiyor, Mert ise Hamburger. Beklemeye başlıyoruz hem de yoldan gelip geçenlere bakıyoruz. Herkes geniş şemsiyeler ile geziyor. Burada hem güneş, hem yağmur için kullanıyorlar. Güneş gidince yağmur başlıyor, yağmur bitince güneş çıkıyor, çok fonksiyonlu bir araç.
Burada her şey çok yavaş işliyor, çorbanın yeniden pişirildiğini düşünüyoruz. Açlığımızı falan unutuyoruz, bizden başka müşteri de yok. Uzun bekleyişimizin sonunda Pınarın önüne kapağı kapalı bir tencere geliyor vaaay diyoruz, içerisinden muhteşem bir şey çıkacak herhalde. Kapağı açtığımızda sarımsı hafif yağlı bir suyun içinde yüzen sebze parçaları görüyoruz.
Bana gelen salata ise incecik doğranmış havuç, hıyar ve domates dilimlerinden ibaret. Hayal kırıklığı içerisindeyiz. Merte gelen Hamburger ise reklam filmlerini aratmıyor. Pilav ve fasulyeye ara vermek istemiştik ama demek ki yanılmışız.
Viva Fidel!
Elektrik direklerinde bile Viva Fidel
Yemekten sonra kasabayı turlamaya çıkıyoruz. Küçücük bir yer olduğu için fazla vakit almıyor. Bir kilise meydanı, yanında bir okul ve casa de la cultura (müzik evi) var. Bizim çay bahçelerine benziyor, üstü açık bir yer. Akşam buraya gelebiliriz diye gözümüze kestiriyoruz. Meydanda satılan hediyelik eşyalara bakıyor ve insanlarla sohbet ediyoruz. Nereleri gezebileceğimizi soruyoruz.
O sırada Mert sesleniyor, bir dükkân bulmuş, tırnak makası satan, çok seviniyor. Biz de yandan gelen pizza kokularıyla doymamış midelerimizi şenlendiriyoruz. Burada küçük büfeler var pizza satan, Havanada da her yerde vardı. Çok ucuza dilim pizzalar yiyebiliyorsunuz, oldukça da doyurucu. Pınarla hemen sebzeli iki tane alıyoruz. Pizzalarımızı alınca sebzesine bakıp kalıyoruz, hıyar dilimleri var üstünde. Pişmiş hıyara bile alışabiliriz.
Aldığımız tariflerle kasabanın içinden vadiye doğru yürümeye başlıyoruz. Bütün sokaklar verandalı küçük evlerle dolu. Bir film platosu gibi ama her şey gerçek. Elektrik direklerine bile Viva Fidel yazmışlar.
Ananas ağaçta yetişmiyor muydu?
Evler bitiyor ağaçlıklı ıssız yollardan yürümeye başlıyoruz. Önümüze ekili tarlalar çıkıyor. Etrafı avlularla çevrili büyük bir arazinin önüne geliyoruz. Avlunun bu tarafındaki tarlada ekili olan bitkiyi tanımaya çalışıyoruz; dikenli bir bitki. Daha dikkatli bakınca ananas olduğunu fark ediyoruz. Birbirimize bakıyoruz, ananas ağaçta yetişmiyor muydu diye. Yok bayağı toprakta turp gibi yetişen bir bitki.
Ananasın ağaçta yetiştiğini sanıyorduk
Avlulardan araziye açılan bir kapı var, girişinde de bir tabela; çiftliğin adı ve meyve fiyatları yazıyor, demek herkese açık bir yer. Tarlaya giriyoruz ilerisinde ağaçlıkların arasında binalar görünüyor. Bu arada ekili bitkileri de tanımaya çalışıyoruz, 3 yaşındaki bir çocuk gibiyiz, bu ne, bu ne diye sorup duruyoruz.
Burası küçük bir çiftlik, küçük bir ahşap büfesi var. Bir de çok neşeli çiftçi amca Ricardo. Bir insan görmenin sevinciyle sarılıp öpüşüyoruz. O da bize seviniyor her nedense. En güzel tarafı çat pat da olsa İngilizce biliyor. Etraftaki büyük arazileri o ekiyormuş. Etrafı çitle çevrili olduğu için senin malın mı diye soruyoruz. hayır diyor. Araziler, ormanlar doğal varlıklar devlete ait ama Raul yeni bir düzenleme yapmış, araziyi kullananlara vermiş. Ama ektiğin sürece senin, ekip biçmeyi bıraktığında yine devlete geçiyor, kim ekerse tarlayı ona veriyor.
Anladığımız kadarıyla ürettiklerinin bir miktarını kendilerinin satmalarına da izin varmış. Ricardo küçük büfesinde meyveler, meyve suları ve puro satıyor. Ama bizimle dostluğu mallarını satmak amaçlı değil onu hissediyoruz. Bize çiftliği gezdiriyor, tütünleri kuruttukları Bohoios denen kuru palmiye dallarıyla kaplı, penceresiz yüksek ve geniş üçgen yapılara giriyoruz. Çatıda kiremit yerine palmiye yaprakları var, bu da içerideki doğal nemi muhafaza ederek tütün yapraklarının kendi kendine kurumasını sağlıyormuş. O şiddetli tropikal yağmurları da kesinlikle içeri geçirmezmiş. Bu işe aklım pek yatmıyor ama etraftaki tüm yapıların üstü aynı şekilde.
John Steinbeckin romanlarına girmiş gibi hissediyorum
Bize arkadaki mojetes tepelerini gösteriyor. Bir tanesini işaret ediyor orada bir mağara varmış, mağaraya girip, tepenin diğer tarafından çıkabilirmişiz. Tarif ettiği patikadan tepelere doğru gidiyoruz. Küçük göletlerin, kırların, başıboş atların yanından geçiyoruz. Kendimi nedense John Steinbeckin romanlarına girmiş gibi hissediyorum. Oradayım ama yaşadıklarım gerçek değilmiş gibi. Bir romana öyle dalmışım ki gördüğüm hiçbir ağacı tanımıyorum. Sarılıcı bitkiler, çalılar, geniş yapraklı ağaçlar büyülü bir orman gibi burası. Tırmanırken Mert can alıcı soruyu soruyor buradaki ormanlarda bizi ne gibi hayvanlar ve tehlikeler bekliyor?.
Ağaçlıklı bir alanda kayalığı buluyoruz, mağaranın ağızı biraz yukarda ama aramızdaki çimende otlayan domuzlar ve yavruları var. Ormanda gördüğüm yabani domuzlar ve yavruları aklıma geliyor durun diyorum. Belki saldırgandırlar, bizdeki yabani domuzlar öyle, ama Ziraatçı Pınar bunlar evcil saldırmaz diyor, takılıyoruz peşine.
Mağaraya tırmanmak için kayalıklara basamaklar oymuşlar. Etraftaki bitki örtüsü o kadar yoğun ki bir sürü tutunacak şey var. Ama gördüğüm hiçbir ağacı tanımıyorum. Sarılıcı bitkiler, çalılar, geniş yapraklı ağaçlar büyülü bir orman gibi burası. Tırmanırken Mert can alıcı soruyu soruyor buradaki ormanlarda bizi ne gibi hayvanlar ve tehlikeler bekliyor?. Bu benim uzmanlık alanım ama yalnızca bizim ormanları tanıyorum, tropikal ormanlara çalışmadım, bildiklerim ise hiç iç açıcı değil, yılanlar, zehirli böcekler, sinekler, sürüngenler, yırtıcılar
Dünyanın en büyük timsah türleri Kübada yaşıyor
Hepimiz bir solukta mağaraya çıkıyoruz, internet de yok ki bakalım. Ama dünyanın en büyük timsah türünün Kübada yaşadığını bir belgeselde izlemiştim, bir de Caretta Carettaların bir sürü şeyi araştırırken bunlara bakmak aklıma gelmemişti. Doğal ortamlarda böyle tek başımıza gezeceğimizi düşünmemiştim.
Mağaranın içerisi oldukça geniş ama devamı çok karanlık. Bizimse elimizde aydınlatıcımız yok, ilerlesek mi, ilerlemesek mi? diye konuşurken Pınar arkamızdan yaklaşıp bizi korkutuyor. Mertle çığlık çığlığa mağaranın girişine kaçıyoruz. Bizi korkutan Pınar kahkahalarla gülüyor. Bu kadar ödleklikle dünyanın diğer ucuna nasıl geldiniz siz diyor.
Tam vazgeçip merdivenlerden geri dönecekken karanlığın içinden bir ses daha duyuyoruz. Bu sefer Pınar yanımızda, o değil, tam kaçmaya hazırlanırken iki kişi görüyoruz karanlığın içinden gelen.
Köyden bir rehberle mağaranın diğer ucuna gidip gelen bir İngiliz, ellerinde fenerleri vardı. Düşündük; gitsek mağaranın diğer ağzına varıp, tepenin diğer tarafına bakacaktık, bunun için bu karanlık mağarada maceraya atılmamıza gerek yok. Aslında çok merak ediyorum ama karanlıktan korkuyorum.
Ricardonun oğlu bir ara köyünü terk edip Havanaya gitmiş. Ama orada hiç mutlu olmamış, oradaki hayatın hiç güzel olmadığını, insanların karmaşa içinde başkalaştıklarını söylüyor.
Merdivenlerden geri inerken domuzların yolumuzu beklediklerini görüyoruz. Pınar onlarla ilgilenirken bizde yan yan patikaya gidiyoruz. Bu sefer de karşımıza otlayan atlar çıkıyor, neyse ki atlar insanlara alışık çünkü bu vadide turistlere atlarla gezinti yaptırıyorlar. Çiftçiler de hep at sırtında, ambargodan dolayı tarım halen eski usul yapılıyor, makineli tarım çok az gibi bir şey.
Yorgun bir vaziyette kendimizi Ricardonun tahta sedirlerine atıyoruz. Bize şeker kamışı suyu veriyor, ilk defa içiyoruz, aman tanrım harika bir şey. Biraz yeşilimsi sarımsı renkte oldukça tatlı ama insanı bayıltan bir tat değil. Diğer meyvelerinde tadına bakmak istiyoruz. Daha önce Havanada bile görmediğimiz meyvelerden yiyoruz. Elindeki palayla bize ananas doğruyor, bir tasın içerisine koyup ikram ediyor. Pınar bu tas muhtemelen köpeğinin yemek tası diyor ama ananasları da afiyetle yiyor. Adam öyle hoş ki umurumuzda değil.
Omzunda tarım aletleri başında hasır şapkası, üstünde gerilla kıyafeti.
Biz otururken oğlu geliyor, henüz yirmiyedi yaşında. Omzunda tarım aletleri başında hasır şapkası, üstünde gerilla kıyafeti. Buradakiler Che Guevaranın, Fidelin giydiği kıyafetlere benzer kıyafetler giyiyorlar ama onlara hayranlıklarından olduğunu sanmıyorum. Dağda, köyde bu tarz giyiniyorlar, geleneksel herhalde.
Çiftçi amca Ricardo
Ricardonun oğlu bir ara köyünü terk edip Havanaya gitmiş. Ama orada hiç mutlu olmamış, oradaki hayatın hiç güzel olmadığını, insanların karmaşa içinde başkalaştıklarını söylüyor. Dönmüş gelmiş köyüne, burada yaşamaktan ve çalışmaktan çok mutluymuş. Vallahi biz de senin gibi düşünüyoruz, o Havana ne öyle
Mert Ricardonun ev yapımı purolarından alıyor, yediklerimizin parasını ödüyoruz, bize indirim de yapıyor. Ayrıca mohito yapmak için de bir şişe şeker kamışı suyu alıyoruz. Burada mohitoları şeker kamışı suyundan yapıyorlar harika oluyor. Ricardo bize vadideki yürüyüş parkurlarını tarif ediyor. Burada turistlere yaptırılan birkaç tur var genelde atlarla geziyorlar ama yürüyerek gezenler de varmış. Biz de yürümeye karar veriyoruz.
Bu vadi 1999 yılında UNESCOnun dünya mirası listesine girmiş. Dümdüz vadi, palmiye ağaçları ve tütünle kaplı, ekili olmayan alanlar ise bizdeki ayrık otuna benzeyen kalın ve sert otlarla kaplı. Bu kalın ve sert otlar, burada daha önce var olan platonun, milyonlarca yıl boyunca gerçekleşmiş olan yağmurların sularıyla yıkanmasından dolayı kaybolan bitki örtüsünden artakalanlarmış. Benim anlayamadığım çok yağmur yağan yerlerde toprak yıkanmadan dolayı fakirleşir ve rengini de kaybeder. Yani aşırı yıkanmaktan aşınır ama burada tam tersi toprak kırmızı ve çok verimli. Kırmızılığı da demir mineralleri açısından zengin olmasından kaynaklı.
Burada evler bizim Karadenizdeki gibi dağınık yerleşmiş.
Tepesinde minik balkabakları olan ağaç
Doğru patika yolu buluyoruz ama etraftaki bitkilere ve ağaçlara bakmaktan bir türlü ilerleyemiyoruz. Bir ağaç görüyoruz, yapraklarını yeni açıyor ama dallarında küçük süs kabakları gibi tohumları var. Yerlere bakıyoruz ama bir tane bile düşmemiş. İşi gücü bırakıp ağaçtan o küçük balkabaklarını düşürmeye çalışıyoruz. Bayağı efor sarf ettikten sonra birkaç tane minik balkabağı topluyoruz. Çok yoruluyoruz ve geri dönüyoruz, geldiğimiz yolu bulmayıp başka evlerin arasına dalıyoruz. Burada evler bizim Karadenizdeki gibi dağınık yerleşmiş. Bir köpek çıkıyor karşımıza yolumuzu değiştiriyoruz ama köpek minik bir süs köpeği. Geldiğimizden beri Çin Mahallesi haricinde hiç bizdeki gibi iri köpeklerle karşılaşmadık. Herkeste minik cins köpekler var. Hatta hiç kedi görmedik.
Hava kararmak üzereyken eve dönüyoruz. Anita ve eşi evde televizyon izliyorlar. Kızları da gelmiş ama o da bilgisayarla uğraşıyor. Bizi böyle toza toprağa bulanmış görünce hepsi şaşkınlıkla bakıyor. Duşumuzu alıp verandadaki sallanan sandalyelerde keyif yapıyoruz. Ağustos böceklerinin sesini duyuyorum, çocukluğumdan kalmış bir hatırayla buluşmuş gibiyim.
Ayaklarım su toplamış, dansa müsait değil.
Biz olsak, şişmanız, kıyafetim iyi değil, yabancı bir erkekle böyle samimi dans mı edilir, herkes bize bakıyor diye bir sürü sorun üretiriz, buradaki insanların böyle sorunları yok. Hayat güzel, onlar da güzel.
Sokaklar sessizliğe bürünmüş, hava biraz serinlemiş yürümek için harika bir vakit. Kilise Meydanına yaklaşınca hareketlilik görüyoruz. İnsanlar meydanda sohbet ediyorlar, gençler bir kenarda toplanmışlar ellerinde içecekler sohbet ediyorlar, bazıları şarkı söylüyor. Casa de la culturadan müzik sesleri geliyor. İçeriye giriş ücretli ama Havanadakiler gibi pahalı değil. Müzikli bir yer bulmanın heyecanıyla hemen giriyoruz. Ortada sahne var, pop tarzı İspanyolca şarkılar söylüyor bir kadın. Sonra bir dans grubu çıkıyor, en sonunda bir Kübalı grup çıkıyor sahneye. Masalar bir anda boşalıyor herkes dans ediyor. Bizler şaşkınlıkla bakıyoruz. Burada herkes salsa yapıyor, çocuklardan teyzelere amcalara kadar. Bizde düğünlerde herkes nasıl kendinden geçerse çiftetelli oynar, aynen öyle dans ediyorlar. Biz salsanın hep salon dansı olduğunu sanırız, hiç de öyle değil, hem çiftler halinde hem de bireysel olarak karşılıklı dans ediyorlar. Müthiş bir ahenk ve uyum içinde, herkes birbirinin gözüne bakarak dans ediyor, karşındakini hissetmezsen dans bozulur.
Bizi de dansa davet diyorlar ama cesaret edemiyoruz. Aslında benim dans edesim var ama gündüz dağ bayır yürümekten ayaklarım su toplamış, dansa müsait değil. Yaşlı teyzelerin cesur dansları bizi hayran bırakıyor kendilerine. İnsanlar ne kadar özgüvenliler. Hele kadınlar özgüvenli ve neşeliler, hiçbir şey onları yıkamaz gibi görünüyor. Biz olsak, şişmanız, kıyafetim iyi değil, yabancı bir erkekle böyle samimi dans mı edilir, herkes bize bakıyor diye bir sürü sorun üretiriz, buradaki insanların böyle sorunları yok. Hayat güzel, onlar da güzel.
İnsanlar bu küçük kasabaya günübirlik gelip dönüyorlar genelde ama biz ertesi gün döner miyiz bilmiyoruz henüz. Burada garip bir huzur bulduk, belki birkaç gün kalırız, hele bir yarın olsun, günle birlikte neler doğar.
Tütün yaprağı ve mağara gizlerinden geçerek
Filiz Tanya
Yolculuk Kübanın kırsalında devam ediyor. Tütün tarlaları ve puro atölyeleri, tabiat parkları, ev kadar adliye binası, İspanyol sömürgecilerin Küba yerlilerine işkence yaptığı mağaralar ve yaşanan tek sorunun yine Kübaya Türkiyeden giden hemşeriler tarafından çıkarılması
Tütün Tohumu
Sabahın tatlı uykusu içinde çiçek kokularının günaydını ile gözlerimizi hafifçe aralıyoruz. Doğanın sabah dinginliğinin sesini dinliyoruz. Günaydın. Sabah oldu. Vinales sabahı bizi kucaklıyor. Güneş bitkilerini okşayarak başlıyor Vinaleste güne. Bu ne sevgi ah!.. Bu doğa senfonisinin ortasında gel de uyu. Bir haftadır her gün erken uyandık, bugün sabah keyfi yapmak istiyoruz ama kalkmalı sokaklara çıkmalı, insanların arasına karışmalı.
Burası küçük bir kasaba, verimli toprakların işlendiği bir yer, sabahın bu saati herkes tarlalarda çalışıyordur. Sokaklardan geçip tarlalara gitmeliyiz belki de, çalışan işçilere günaydın demeliyiz.
Odamızın kapısını açtığımızda bahçedeki bitkilerin arasından sızan güneş doluyor her yere. Bundan sonra uyumak haram bize, kalkmalı bahçemizde kahvelerimizi içerek kendimize gelmeli. Odamız direkt bahçeye açıldığı için kalkıp pijamalarımızla bahçede biraz geriniyoruz. Ama güneş o kadar dik ki sanki öğle vakti olmuş. Bu kasaba öyle bir yer ki, gürültü yok, her yerde mutlu bir sessizlik var. Gece öyle rahat uyumuşuz ki sabah horoz seslerini bile duymamışız. Anita kahvaltı masasını gölgeye hazırlamış, hava çok sıcak güneşten kaçınmak lazım.
Kahvaltımız Havanadakiler den çok farklı değil. Ama burada porsiyonlar daha büyük, meyveler daha çok gibi. Biz her zamanki gibi omlet istiyoruz yanına. Kahvaltıdan kalkıp ön verandaya geçiyoruz, burası sokağa bakıyor. İngilizce bilmemesine rağmen Anitanın eşiyle sohbet etmeye çalışıyoruz. Kasaba meydanına gidersek orada bulacağımız taksilerle etrafı gezebileceğimizi anlatıyor. Bu arada dil sorununu kağıtlara çizerek çözmeye çalışıyoruz, çok işe yarıyor, resim yeteneğimiz gelişiyor.
Kasaba meydanına giderken ara sokaklardan gidiyoruz, evler çok güzel geneli tek katlı, tek tük iki katlı ev var. İstinasız hepsi verandalı. Verandaların olmazsa olmazı ise sallanan sandalyeler.
Kasaba meydanı hareketli, bizim ülkemizde olsaydık bugün buranın pazarı var derdik. Taksiciler arabalarının başında müşteri bekliyor. Beğendiğimiz bir arabanın yanına yaklaşıyoruz ama anlıyoruz ki burada durak görevlisi yada sahibiyle konuşmak lazım. Öyle ben bu arabayı beğendim, ona binmek istiyorum yok. Yakın çevrede bizi gezdirecek İngilizce bilen şoförlü bir araba istiyoruz. Sıkı pazarlıklıların sonucu yarım günlük bir araba kiralıyoruz.
İlk puroyu Küba yerlileri içmiş
Keyifliyiz, ayaklarımızı yerden kesen klasik model bir arabamız var. Ver elini Vinales Vadisi. Şoförümüz sempatik birisi, bizi her yere götüreceğini söylüyor. Siz karışmayın tarzından işaretler yapıyor. Kendimizi şoföre teslim ediyoruz, elimizdeki notları ve kitapları kapatıyoruz.
İlk durağımız tütün tarlaları. Bu bölge dünyada tütüncülük için en elverişli iklim koşullarına sahip bölgeymiş. Dünyadaki en pahalı puroların tütünleri bu tarlalarda yetişiyor. İlk puroyu Küba yerlileri içmiş. Kurumuş tütün yapraklarının dumanını bir çubukla içlerine çekiyorlarmış. İspanyol sömürgeciler bundan ilham alarak üretmişler puroyu. İspanyollar uyanık tabi bu çok tutar deyip 1580lerde bu işi ticarete dökmüşler. O günden sonra da adanın en önemli ticari ürünü haline gelmiş.
Tütün Tarlası
Doğal olarak da Kübanın en büyük puro fabrikası bu bölgede, Pınar Del Rio da. Okuduğumuz notlarda içeri girmek için uzun sıralar beklendiğini, izinler alınması gerektiği yazıyordu. Turistlerin çok yığıldığı yerlerden uzak durmak istediğimiz için oraya gitmiyoruz. Fabrikada puro saran işçilere kitap okunuyor klasik müzik dinletiliyormuş. Olsun biz Vinalesteki küçük atölyeleri görmek istiyoruz.
Büyük kayalıkların aralarındaki geniş düzlüklerin içine giriyoruz. Her yer tütün tarlası. Mert ilk defa gördüğü için şaşkınlık içerisinde, tütünleri ellemek istiyor. Hemen durduruyoruz, malum apartman çocuğu, hiç ipe tütün dizmediği için bilmez ne kadar yapışkan yaprakları olduğunu. Bizim çocukluğumuzda anneannemin tütün tarlaları vardı, yardıma gidip büyük yassı şişler yardımıyla onları iplere dizerdik. Tütün yapraklarını ellediğinizde elinizde yapışkanımsı bir iz bırakır. Çok ellediğinizde elleriniz simsiyah olur, yıka yıka çıkmaz.
Tütün Hangarı
Pınar ziraatçı olduğu için daha bilimsel bir gözle inceliyor etrafı. Bizim ülkedekilere göre farklı türlermiş bunlar. Kübada 8 tür tütün yetiştiriliyormuş. Hepsinin de ayrı özellikleri varmış. En iyi tütünler de bu bölgede yetişiyormuş. Yaprakları o kadar büyük ki daha önce hiç bu kadar büyük tütün yaprakları görmemiştim. Mert yapışkanlık hissini merak ettiğinden uyarılarımıza rağmen gidip elliyor tütünleri. Ama elleyişi de çok komik sanki onu ısıracakmış gibi ucundan dokunuyor, gülmekten öldürüyor bizi, tarla sahibi de çok gülüyor. korkma elle, ısırmaz diye sesleniyoruz.
Tarlalardan çıkıp tütünlerin kurutuldukları Casas del tabacolara gidiyoruz. Bunlar dün çiftçi amcanın orda gördüklerimizden çok farklı, kocaman hangarlar. Ama mantık olarak bizdeki tütün kuruluklarına benziyor. Çatılar üçgen, geniş ferah, tütünler yine iplere dizilmiş. Tavandan yere kadar birbirleri üzerine yığıntı oluşturmadan çamaşır ipi gibi sıralanmış. Buralar küçük işletmeler oldukları için aynı zamanda içeride sarımda yapılıyor puroyu saran işçiye torcedor deniyor. Bize nasıl sardıklarını gösteriyorlar. Tütünün çiçeğinden tohumuna kadar her şeyi görüyoruz. Sarımcılar fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanmıyor.
Tütün Çiçeği
Puro fiyatları arasındaki büyük farklılıkları da soruyoruz. Bir puro çok farklı yapraklardan sarılıyormuş. Öyle ver şuradan bir tutam sarayım falan değil. Bu farklılıklar türünden veya yetişme yerlerinden kaynaklanıyormuş. Örneğin bazı tütünler gölgede yetiştiriliyor, bazıların güneşin alnında, bazıları yarı gölge bu yüzden aromaları farklı oluyormuş. Hatta bazı tütünler kahve ve kakao ağaçlarının arasına dikiliyormuş yapraklarında doğal kahve ve kakao aroması oluyormuş.
Biz Pınarla birbirimize bakıyoruz, espri mi yaptılar diye? Biraz şakacılıkta var tabi kendilerinde. İnsan yabancı olunca hangisi espri hangisi gerçek anlamakta zorlanıyor. Bu ambarlarda kuruyan yapraklar daha sonra fermante ediliyormuş. İlk yıl muz yapraklarının arasına sarılıp bekletiliyor sonra fabrikalarda başka yöntemler uygulanıyormuş. Anlatılanlar uzadıkça neden bazılarının çok pahalı olduğunu anlıyoruz.
Sarımında da bir sürü incelik var, yok efendim çok sıkı veya çok gevşek olmayacak, yaprakların damarları alınacak, belli nemlilikteki ortamlarda sarılacak, sonrasında nemini kaybetmesin diye özel keselerde veya kutularda saklanacak vs. Purolar kadar özel kutuları da varmış, bu kutuları yapan ve resmeden, süsleyen kişiye de vista deniyor.
Bolca puro almaya niyetli olan Mert hemen bu kutuları nerede bulabileceğimizi soruyor. Yolculuk boyunca Mert bu kutulara yer açmak için valizinde ne varsa atmaya başlayacak gibi görünüyor.
Kübada puro üretimi devlet tekelinde, Habanos olarak üretiliyor ve en ünlü Habanos markaları ise Cohiba, Romeo y Julieta, Montecristo, ve Partagas. Hepsinin birbirinden farklı özellikleri var. İçlerinde en kalitelisi Cohiba, devrimden sonra, devlet girişimiyle ortaya çıkan yeni bir marka. 1980lerin başında bir dünya markası olarak ticarileşmiş, dünyanın en iyisi olarak nitelendiriliyor. Cohiba, İspanyolların katlettiği Kübada yaşayan Tainos yerlilerinin tütün yaprakları rulosuna verdikleri isim. Yapraklarının üçlü fermantasyondan geçirilerek puroya daha zengin bir aroma, hatta tatlılığın verildiği tek Habanos markası.
Purolar hakkında merak ettiğimiz her şeyi öğrendikten sonra arabamıza atlayıp yola devam ediyoruz. Nereye gideceğimizi şoförümüz biliyor, kendimizi ona bırakıyor pencereden etrafı izliyoruz. Her yer çok bakımlı, yollar kenarları çimlerle kaplı, ağaçlarda yolları kucaklar gibi sarmış.
Bir yol kenarı tesisini andıran yerde duruyoruz, küçük büfeler dereler, dinlenme alanları var, burada ne var diye bakınırken insanların bir mağara girişinde toplandığını görüyoruz. Mağaranın içi su dolu kayıklarla geziliyor. Herkes kayık sırası bekliyor. Biz de hemen yaklaşıp bir kayığa biniyoruz. Vinales Vadisindeki Mojotes denen bu kayalık tepelerin içinin mağaralarla dolu olduğunu duymuştuk ama içinde kayıklarla gezilenini görünce şaşırıyoruz. Kübayı bugüne kadar sosyalist bir ülke olmasından dolayı merak etmiştik hep. Artık doğal güzellikleriyle de bir eşsiz bir dünyada olduğumuzu anlıyoruz. Burada keşfedilecekler yalnızca insana dair, yaşama dair değil, önümüzde bambaşka bir doğal yaşam var. Ve çok iyi korunmuş bir doğa var. Bunu gezimizin ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılarıyla anlatacağım.
Vinales Vadisi
Mağaranın içi ışıklandırılmış, kayıkla giderken oluşumları ayrıntılarıyla görebiliyoruz. Dışarıya göre hissedilir serinliğiyle rahatlıyoruz. Kısa süren kayık sefamızın ardından, tesisin etrafını dolaşırken bize Türkçe seslenenleri duyuyoruz. Yok herhalde benzetiyoruz derken hey selam diye bize seslenen 4 kişi görüyoruz. Vaay memleketimizden hemşerilerimiz diyerek gidip kucaklaşıyoruz, tanışıyoruz.
Daha on gün olmamış geleli bu kadar mı özlemişiz yurdum insanını. Kırk yıllık dostlarımızı görmüş gibi seviniyoruz. Onlar da bizim gibi bağımsız gelmişler, kafalarına göre takılıyorlarmış. Rus havayollarıyla Moskova üzerinden gelmişler. Uçuşlar arasındaki bekleme süresi uzun olduğu için Moskovada gezmeye bile vakit bulmuşlar. Bir İzmirli çift, bir Erzincanlı ve bir Muşlu 4 arkadaş kalkıp gelmişler. Hemen nerede kalıyorsunuz, buraya nasıl geldiniz sohbeti yapıyoruz. Onlar da bizim gibi önce Havanaya gelip orada biraz gezmişler Havanada bir taksiciyle anlaşıp gelmişler buraya. Taksici her yeri biliyormuş, aynı zamanda da bunlara rehberlik ediyormuş. Bizi Vinaleste kaldıkları eve davet ediyorlar, akşam hep birlikte olmak üzere anlaşıp ayrılıyoruz.
Dünya ne kadar küçük dünyanın öteki ucuna gitsen de yurdum insanı seni buluyor mutlaka. Biz şoförümüzün programını bozmayarak yolumuza devam ediyoruz. Bizi yine bir Mağara ağzına getiriyor, tamam bölge hep mağaralarla dolu da başka yer yok mu gidecek? Bu mağaranın başka bir özelliği varmış, İspanyol işgalcilerin Küba yerlilerine yaptıkları işkencelerle ünlüymüş. Burası da simgesel yerlerden biri.
Küba devleti Yerlilere yapılan soykırım ve Afrikalıların köleleştirmesiyle hesaplaşıyor her yerde. Gittiğimiz yerlerde yapılanlar gözümüze sokuluyor, unutturulmuyor hiç kimseye.
Dönemi maketlerle anlatan kurgu
Mağaranın girişi öyle çok geniş değil daha çok geniş bir tünele benziyor. Ucu kayalığın diğer tarafına çıkıyormuş, şoförümüz gidip orada bekleyecek. Ben biraz tedirgin olunca güvenle girebileceğimizi söylüyor, işaretlerle gidin rahat olun türünden hareketler yapıyor. Cesur Pınar önden atlıyor hemen, Mert bile peşinden gidince bana da başka alternatif kalmıyor. Tünel gibi bir mağara, yer yer çok daralıyor, zaman zaman bazı deliklerden gün ışığı sızıyor içeriye ama yürüyüş uzadıkça korkmaya başlıyorum; bir labirente mi girdik, ucu görünmüyor bu mağaranın, hani hemen diğer ucuna çıkacaktık diye söylenmeye başlıyorum. Pınar büyük bir kayalık olabileceğini, bu yüzden mağaranın uzun olduğunu, sorun olmadığını söylüyor ama tünelin ucundaki ışığı görene kadar tedirginliğim geçmiyor. Tünel geniş bir mağara ağzına açılıyor. Burada, maketler ve mankenlerle, birbirlerine zincirlenmiş siyahi kölelerin çalıştığı ve yaşadığı mekânlar oluşturularak o dönem yaşamını anlatmaya çalışan bir kurgu var.
Muhtemelen bu vadideki tarlalarda çalıştırılan köleler bu mağaralarda yaşamak zorunda bırakılıyordu. Bazen de kölelikten kaçan siyahiler bu mağaralarda saklanıyorlarmış. Mağaradan çıktığımızda da maketler etrafta bizi bekliyor gibi. Her yere yerleştirilmişler; toprak işleyen, kahve döven, hasat yapan oldukça iyi bir düzenleme var, kimse size bir şey anlatmadan her şeyi kavrayabiliyorsunuz. Yapılan düzenlemelerde ahşap malzeme kullanıldığı için her şey doğaya uyumlu. Buradan çıkışta şoförümüzün bizi beklediğini görüyor rahatlıyoruz. Etrafta tarlalarda çalışan çiftçiler var halen karasaban kullanıyorlar. Makinalı tarım az miktarda yapılıyor çünkü ambargodan dolayı tarım makineleri alamıyorlar, ayrıca akaryakıt sorunları da var. Venezüella akaryakıt sorunlarını bayağı rahatlatmış durumda ama yine de istedikleri düzeyde değil.
Arabamızla vadinin derinliklerine gittikçe muhteşem manzaralarla karşılaşıyoruz. Kıpkırmızı topraklar, yemyeşil tarlalar, birdenbire karşımıza çıkan devasa kayalıklar, kayalıklara tutunmuş palmiye ormanları her şey masal gibi.
Mural de Prehistoria
Sanat olmadan Devrim olmaz
Bu doğal güzelliklerin ortasında insan yapısı başka bir güzellik karşılıyor bizi. Daha önce birçok yerde fotoğrafını görmüştüm ama kendisi çok daha etkileyici; Mural de Prehistoria, kayalıklara çizilmiş bir duvar tablosu. Daha önce görmüştüm ama aklımda kalan bu tablonun devrim sırasında bu dağlarda saklanan gerillaların çizmiş olduğuydu. Pınarla Merte de anlatıyorum. Hayranlıkla seyrediyoruz çünkü 120m ye, 180m boyutlarında olan bu kaya tablosunun yanında küçücük kalıyoruz. Etrafı ağaçlıklarla kaplı devasa bir kaya yüzeyine çizilmiş rengârenk bir tablo. Bunca yağmur yağan bir yerde renklerin bu denli canlı kalmasının nedeni ise sık sık onarım görmesi.
Kübalı Devrimcilere olan hayranlığımız daha da artıyor. Sanat olmadan devrim olmaz, devrimcinin iyisi sanatçı olanıdır gibi beylik laflar ediyoruz ama sonradan öğreniyoruz ki bu resim 1961 yılında Leovigildo Gonzalez tarafından yapılmış, anlattığı konu ise evrim teorisi. En sağda bir salyangoz resmiyle başlayıp en solda insan resmiyle bitiyor. Bunu öğrendiğimizde ikisi de bana kızıyorlar; amma yazıyorsun, ne yapayım ben yazarım, işim bu.
Vadi turumuzu bitirmiştik, şoför bizi kasabaya bırakacak derken kasabanın batı girişinde avlulu bir evin kapısında bırakıyor. Oradaki botanik bahçesini gezmemizi tavsiye edip, buradan kasabaya yürüyerek dönebilirsiniz diyor ve çekip gidiyor.
Birbirimize bakıp duruyoruz, hiç botanik bahçesine benzemiyor ama kapıyı çalıyoruz, güler yüzlü bir siyahi açıyor. Hemen içeri davet ediyor. Burası aslında yaşadığı ev, ama botanik bahçesine çevirdiği kocaman bahçesini görüyoruz. Bahçe, hayatımızda hiç görmediğimiz çiçekler ve ağaçlarla dolu. Sosyal bilimci Mert bile hayranlıkla bakıyor etrafa. Ağaçların gövdelerinden çıkan devasa meyveler ve çiçekler bizi şaşırtıyor. Her şeye dokunuyor ve fotoğraflarını çekiyoruz.
Çıkmadan önce evin verandasındaki masaya konulmuş değişik meyvelerin tadına bakıyoruz. İlginç tohumlar da koymuşlar bir tanesini istiyorum, alabileceğimi söylüyor. Çıkmadan evini de geziyoruz. Bu bahçeyi büyükbabası kurmuş, salonda kocaman bir fotoğrafı var, belli ki hala büyük bir hürmet besliyor. Bu gezinin karşılığı olarak ne kadar istersek o kadar para vermemizi istiyor yani gönlünüzden ne koparsa olayı. Bu kasabadaki Kübalılar bizi şaşırtıyor, hiç birisi Havanadakiler gibi paragöz değil.
Öğle vakti oluyor ve güneş her yeri kavuruyor. Bu sıcakta direkt evimize gidip biraz dinlenmeye karar veriyoruz. Biraz yürümemiz gerecek. Burada öğlen saatlerinde siesta var. Dükkânları kapatıp 15.00-16.00 saatlerinde açıyorlar ve akşam 20.00a kadar açık kalıyor. Aslında Kübanın birçok yerinde böyle ama Havanada her şey turistlere yönelik olduğu için fark etmemişiz.
Eve gidene kadar bayağı kavruluyoruz sıcaktan. Burada insanlar sürekli şemsiyelerle geziyorlar, yağmurdan korunmak için değil güneşten korunmak için. Keşke bizimde bir şemsiyemiz olsun derken evdeki şeker kamışı suyunu anımsıyor mohito yapmak için malzeme alıyoruz.
Ev ahalisi bu saatte evde, herkes bir serinlikte oturuyor. Bizde küçük bahçemizde gölgelik bir köşeye yerleşiyoruz. Mert mohito hazırlama işine girişiyor. Pınar günlük notlarını tutuyor bende çektiğim fotoğrafları bilgisayara atıyorum.
Mertin hazırladığı mohitolarla birlikte aldığımız puroları da içmeye çalışıyoruz ama beceremiyoruz. Eşeğin yemediği ot karnını ağrıtırmış misali sigara bile içmeyen bizleri puro fena öksürtüyor.
Günlerdir karşılaşıp sohbet etmeye fırsat bulamadığımız evin üniversiteye giden kızı da evde. Onu masamıza davet ediyor mohito ikram ediyoruz. Kız bir yudum alır almaz gülmeye başlıyor; siz bunu mohito sanarak mı içiyorsunuz? Pınarla ben keskin bakışlarımızı Merte çeviriyoruz, hani çözmüştün sen bu işi? Sonra hemen Anita giriyor araya, yanlış malzemeler kullanmışız meğer bize harika mohitolar yapıyor hep beraber içiyoruz.SallananSandalyeler
Mert fırsat bulmuşken evin kızını sohbet etmek için esir alıyor. İngilizce öğretmenliğinde okuyormuş, okulu buraya yakın bir yerdeymiş. Hayatından memnun kendiyle barışık bir genç. Evde bilgisayarı var, ödevlerini, araştırmalarını yapabiliyor rahatlıkla. Merte sesleniyoruz söyle ona annesine de birkaç kelime İngilizce öğretsin.
Pınar saat 16.00 olmuş hadi çıkalım artık diyor, apar topar kendimizi sokağa atıyoruz. Yine çiftçi amcanın oraya gitmeye karar veriyoruz. Sabahki puro fabrikalarını gezince çiftçi amcanın daha ucuza sattığını gördük, gidip oradan alalım diyoruz.
Bir gariplik var ortada, Pınar saatin 16.00 olduğunu söylemişti ama güneş hala tepede, mohitoları çok mu kaçırmıştık ne. Saate bakıyoruz bir yanlışlık yok, güneşe bakıyoruz tam tepede. Günlerdir fark etmemişiz. Güneş sabah 10 dan dan beri en tepede aslında. Burada güneş saatlerce en tepede asılı duruyor, buda ekvator kuşağına yakın olmamızdan kaynaklanıyor. Akşamüzeri de birden hoop diye 20.00 civarı batıyor. Yıl boyunca gece ve gündüz bir birbirine eşit, bizdeki gibi uzayan kısalan günler yok. Etrafımızı izlerken doğal döngüleri gözlemleyememişiz meğer.
Çiftçi amca neşeyle karşılıyor bizi, bizim memlekette olsa hemen bir çay söyleyecek ama bu memlekette kimse çay içmiyor. Bize hemen bir ananas doğruyor. Pınar ve Mert hemen puroların başına gidiyor, öğrendiler ya kutuları da olsun istiyorlar.
Bu sırada kayalıkların olduğu yerden bisikletleriyle bir çift geliyor, iki İspanyol. Mert hemen tanışıp sohbete başlıyor. İspanyadan gelmişler ama uçak biletleri pahalı olduğu için Rus Havayollarıyla Moskova üzerinden gelmişler. Bu Rus Havayollarını biz neden zamanında keşfedemedik diye vahlanıyoruz.
Kırmızı yengeç göçünü görebilecek miyiz?
Küba adasının etrafını bisikletleriyle dolaşıyorlarmış. Batıdan doğru geliyorlar buraya, bütün kıyı şeridini bisikletle kat etmişler. Maceralarını hayranlıkla dinliyoruz. Pınar, bu gezileri boyunca onları en çok neyin etkilediğini soruyor. Cienfuegos kıyılarından geçerken kırmızı yengeçlerin göçüne rastlamışlar, her yer kıpkırmızı yengeçlerle doluymuş ama araba yollarında hepsi eziliyorlarmış, yollarda ezilmiş yüzlerce kırmızı yengeç görmüşler, onlara çok üzüldüklerini söylüyorlar.
Acaba bizde kırmızı yengeç göçünü görebilecek miyiz ki, Pınara bu şehri hemen kaydetmesini, programa dahil etmesini söylüyorum. İspanyol arkadaşlarımızla bu güzel çiftlikte akşamı ediyoruz. Bizim artık gitmemiz gerek akşama yurdum insanlarının kaldığı eve misafirliğe gideceğiz nede olsa.
Ama eve gidişimiz, şu yoldan gidelim, şu tarladan geçelim derken başka bir geziye dönüştüğü için saçlarımız ıslakken kapıda korna sesini duyuyoruz. Hemşerilerimiz bizi aldırmak için şoförlerini göndermişler. Çok etkileniyoruz bu jestten. Mert amma konformistlermiş diyor.
Kaldıkları ev biraz şehir dışı, tarif etselermiş bile buraya yürüyemeyeceğimizi anlıyoruz. Burası evden daha çok bir pansiyona benziyor. Küçük bir müzikli restoranı var. Çok güzel bir bahçe içerisinde harika bir mekân. Her şey hazırlanmış bir biz eksiğiz, şoför, şoförün kardeşi, restoran sahibi ve Türkiyeliler Sanki beklenen misafiriz ama hiçbir şeyden haberimiz yokmuş gibi bir halimiz var. Herkes şık giyinmiş saçlar yapılmış, bir davet pozisyonu alınmış. Bizse ayağımızda parmak arası terlikler şort ve tişört, hatta saçlarımız bile daha ıslak, o kadar paçozuz yani.
Pınarla ben İzmirlilere yakın otururken Mert, Muş ve Erzincandan gelen arkadaşların tarafına oturuyor. İzmirli çift bir takı dükkânı işletiyormuş. İnci hanımın şıklığından ve tavırlarından belli böyle işle uğraştığı. Kadın parlak janjanlı bir elbise, altına da kırmızı platform topuklu ayakkabı giymiş. Eşi eski bir devrimci, karısının egemenliği altında biraz ezilmiş gibi. Yemekler yeniyor, müzik başlıyor danslar ediliyor falan başlıyoruz sohbete.
Kübada ki rom da Türkiyeyi kurtarmaya yetiyormuş
Pınar ve ben İzmirli ekiple, Mert ise diğerleriyle koyu sohbete dalıyor. İnci hanım İspanyolca biliyor bütün ayarlamaları o yapıyor. Taksiciyle Havanada Maleconda gezerken karşılaşmışlar, pazarlık etmişler, günlük fiyat karşılığında anlaşmışlar gezilerinin sonuna kadar onları her istedikleri yere götürecekmiş. Onlar 10 gün daha kalacaklar ve taksi bedelini dört kişi paylaşacakları için oldukça ekonomik bir anlaşma olmuş.
İnci Hanım şoförün bir arkadaşı olduğunu bize ayarlayabileceğini söylüyor. Biz daha uzun kalacağımız için gezimizin tamamını kiralayamayız Trinidada gidene kadar 3- 5 günlüğüne olur mu? diye soruyoruz, İnci Hanım çevirip onlara söylüyor sonra bize. Biz yarın dönmek istiyoruz ama arkadaşı yarın gelemezmiş, bir ertesi gün gelebilirmiş ancak, fiyat ne kadar olur falan derken İnci hanım sıkılıyor aa sizde anlamıyorsunuz kaç kez söyledim, aynı şeyleri sorup duruyorsunuz diyor. Pınar ve ben çok bozuluyoruz. Biliyorum dediği İspanyolca içinde seyahatten önceki 15 gün kursa gitmiş. Tadımızı kaçırmamak için meseleyi çok uzatmıyor, bir ertesi gün bizi gelip alması için anlaşıyoruz.
Ben önce Kübadaki sosyalizmi tartışıyorlar sandım ama bunlar bizim memleketi kurtarıyorlar.( ) Gece bitiyor, herkes eğlenip yoruluyor ama biz hala memleketimizi nasıl kurtaracağımız konusunda fikir birliğine varamıyoruz. Üçümüzün de eve giderken dediği tek şey var; bir daha Türkçe konuşan birilerini duyarsak, duymamışız gibi davranalım.
Bu arada şoför çok neşeli bir adam, -gerçi Kübalıların hepsi öyle- sürekli şarkı söylüyor ve dans ediyor. En sonunda Pınara bu gece onun odasında kalmasını teklif ediyor. Pınar kibarca olmayacağını söylüyor ama adam durup durup komik bir şeklide yalvarmaya, ısrar etmeye devam edince İnci Hanım sert bir şekilde bizim ülkemizde bu tip şeylerin hiç hoş karşılanmadığını söylüyor. Demek sadece bize kabalık etmiyor, bazen de işe yarıyor diye kaynatıyoruz Pınarla. Adamcağız pek bir anlam veremiyor buna ama bir daha da tekrarlamıyor.
Mert diğer tarafta hararetli bir tartışmaya girmiş, arkadaşımın üstüne kim geliyor böyle diyerek konuya dahil oluyorum hemen. Masada rakı da yok ama Kübada ki rom da Türkiyeyi kurtarmaya yetiyormuş. Ben önce Kübadaki sosyalizmi tartışıyorlar sandım ama bunlar bizim memleketi kurtarıyorlar. E Kübada sosyalizmi görünce bizim memleketi de nöyle kurtarsak derdine düştüler diye düşünerekten ben de dahil oluyorum konuya, dört devrimci bir türlü anlaşamıyoruz. Herkes müzik ve mohito ile keyifli bir akşam geçirirken bizim ne yaptığımızı soruyor, ben ara sıra tartışmadan kopup diğerlerine açıklama yapıyorum; sizin yaptığınız Devrimi, Türkiyede de yapmak istiyoruz ama yöntemlerinde anlaşamıyoruz diyorum.
Gece bitiyor, herkes eğlenip yoruluyor ama biz hala memleketimizi nasıl kurtaracağımız konusunda fikir birliğine varamıyoruz. Üçümüzün de eve giderken dediği tek şey var; bir daha Türkçe konuşan birilerini duyarsak, duymamışız gibi davranalım.
Sabah kafamız davul gibi uyanıyoruz, tabi bütün gece birileri kafamızda davul çalmıştı. Kâbus gibi bir geceydi ama kâbusun daha bitmediğini bilmiyorduk o an.
Buradan ayrılışımızı bir gün ertelediğimiz için birden plansız kalıyoruz. Bir gece daha kalacağımıza Anita çok seviniyor. Çok tatlı bir aile biz de onları çok seviyoruz, açıkçası bir gece daha kalacağımız için bizde mutluyuz. Burada başka bir huzur var.
Elimizdeki kitapları karıştırıyoruz, buralara yakın büyük tabiat parkları var onlardan birine gidebiliriz diyor Pınar. Deniz kenarına plajlara mı gitsek yoksa Tabiat Parkına mı diye tartışıyor sonra nasıl olsa çok plaj var planımızda gidilecek Tabiat Parkı daha ilginç olabilir diyerek meydanda ki taksi durağının yolunu tutuyoruz. Burada devlet taksileri var daha yeni daha konforlu ama onların fiyatları sabit. Bizdeki gibi ticari taksiler ve korsan taksiler de var onlarla pazarlıkta sınır yok. Bizi bütün gezdirmesi şartıyla çok iyi fiyata bir taksiciyle anlaşıyoruz. Bütün gün istediğimiz yere gidebiliriz.
Gelin gelin sopalardan su çıkıyor
Gideceğimiz tabiat Parkı Vinalesin batısında, Pınar Del Riodan geçebilir, orayı da gezebiliriz. İyi ki bir gün kalmışız diyerek yola çıkıyoruz önce Parque Nacional La Güiraya gideceğiz, şoförümüz İngilizce bilmiyor, taksi durağında başkaları yardımıyla her şeyi anlattık, birbirimizi anladığımızı umut ediyoruz.
Tabiat Parkı
Şoförümüz bizi kestirme yollardan götürüyor, ana yola pek girmiyoruz. Çok güzel köylerden geçiyoruz, irili ufaklı göller görüyoruz, arabamız çok konforlu olmasa da güzel bir yolculuk yapıyoruz. Şoförümüz yol kenarında alakasız bir yerde duruyor, eyvah diyoruz bu kafasına göre davranıyor galiba. Küçücük bir ahşap bir büfe var var işaretle bizi de çağırıyor. Mert gidip bakıyor, gelin gelin sopalardan su çıkıyor diyor. Tahmin ediyoruz tabii, bu bir şeker kamışı sıkan mengene. Bende ilk defa böyle bir şey görüyordum. Bambu tarzı uzun kamışları mengeneye sokunca suyu çıkıyor. Makine ve altına koyduğu tas hiç hijyen görünmüyor ama taze sıkılan şeker kamışı sularından afiyetle içiyoruz. Üstelik şoförümüz ısmarlıyor, ödemek istediğimiz de bizim Türkler gibi elini kaldırıp olmaz bende işareti yapıyor. Kim demiş Kübalılar hep bir şey ister
Parkın girişine gelince ağzımız açık kalıyor bizim Topkapı Sarayının girişi gibi bir kapısı var. Vay ne havalı, bizde böyle kapıları ancak saraylara yaparlar. Araçla biraz gittikten sonra park ediyoruz çünkü parkı yürüyerek gezmemiz gerek.
Doğal sulak alanlar, nilüferlerle kaplı göller, bambular, palmiyeler, adını bilemediğimiz geniş yapraklı dev ağaçlar, mango bahçeleri, Hindistan cevizleri harika bir doğal ortam var. İçinde tarihi değeri olup olmadığını anlayamadığımız eski kalıntılar da vardı. Derelerin üzerlerine küçük ahşap köprüler, dinlenme alanları yapılmış. Burada hiçbir şey doğaya tezat değil, her şeyi doğaya uydurarak yapmışlar.
Tanrı buradaki çiçekleri yerden alıp ağaçların saçlarına takmış
Pınar farkında mısın hiç yerde çiçek yok hepsi ağaçların dallarında, hem de kocaman kocaman, tanrı buradaki çiçekleri yerden alıp ağaçların saçlarına takmış sanki. O da fark etmiş, yerlerde kır çiçekleri falan yok, ama ağaçlardaki çiçekler o kadar güzel ki. Ayrıca ağaçların gövdelerine, dallarına tutunmuş orkideler var. Orkide sandığımız gibi hiç de masum bir çiçek değil. Ağaçlara musallat olan bir bitki, bizdeki ökse otu gibi. Ağaca tutunarak kendi köklerini ağacın gövdesine saplıyor, ağacın özsuyundan besleniyor. Yani bir tür parazit.
Parkın her yerinde büfeler cafeler yok tek bir alanda toplamışlar. Kübadaki en ucuz yemeğimizi orada yiyoruz çünkü her şey Kübalıların kullandığı para birimi olan pesoyla satılıyor. Bizde orada peso harcayabiliyoruz. Yemek menüleri o kadar çeşitliydi ki et olarak kuş türleri bile vardı. Pınarla ben her zamanki gibi siyah fasulye ve pilava devam. Yemekten sonra da mango bahçelerine gidip yere düşmüş mangolardan yiyoruz. Mango dalında olgunlaşmıyor, toplayıp güneşte bir yerde bekletiyorsun öyle olgunlaşıyor. Bizde yere düşüp olgunlaşmışlarını afiyetle yiyip biraz da çantamıza dolduruyoruz.
Ağaçlarda garip bir durum var, aynı ağacın yarısı yeni çiçek açmışken yarısında meyve var, yada ağacın yarısı yaprak dökmüşken diğer tarafı yapraklı ve meyveli olabiliyor. Daha önce hiç duymadığım okumadığım bir şey, tropikal bölgelerde sıkça rastlanıyor.
Dönüş yolunda Pınar Del Riodan geçiyoruz ama pek cazip gelmiyor burada gezmek, çok farklı ve orijinal bir yer değil. Evimize geliyor son akşamımız da biraz da ev sahipleriyle vakit geçirmek istiyoruz.
Akşamüzeri hep televizyon izliyorlar, haberlerde Chavez var, Anitanın eşi Merti çağırıyor Chavezi gösterip bir şeyler söylüyor ama Mert anlamıyor. Kızı çeviriyor, Chavezi çok seviyorlarmış, tek dostumuz diyor. Genelde haber programları ve Venezüela dizileri izliyorlar.
Bende veranda da oturmuş, karşı verandada evcilik oynayan küçük kızlara laf atıyorum. Pınar yarın ayrılacağımızı söyleyerek yanımızda getirdiğimiz nazar boncuklarından Anita ve kızına veriyor. İlk defa nazar boncuğu görüyorlar, çok seviniyor hemen salonun duvarına asıyor. Biz de son akşam yemeğimizi yemek için kasabanın en iyi lokantasına gidiyoruz. Bu gece kendimize güzel bir ziyafet çekebiliriz. Çok güzel bir mekân, müzik de var. Yemeklerimiz geliyor ama ekmek de istiyoruz. Sözlüğümüz yanımızda yok, ekmeği anlatamıyoruz garsona, o gidiyor aşçı geliyor ama yok anlatamıyoruz, çiziyoruz falan, olacak gibi değil neyse bu akşam da böyle olsun diyoruz.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.