Gazeteci-yazar Çetin Altan, tedavi gördüğü hastanede 88 yaşında hayatını kaybetti.
USTA gazeteci-yazar Çetin Altan, 88 yaşında hayatını kaybetti. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nce (TGC), yapılan açıklamada, "Basınımızın usta kalemlerinden gazeteci-yazar Cetin Altan'ı yitirdik. Üzüntümüz büyüktür" denildi.
Basın Konyesi de Çetin Altan'ın ölümüyle ilgili mesajında, "Romanları, oyunları ile edebiyat dünyasının renkli yazarı, eserleri dünya dilerine çevrilmiş 20. yüzyılın güçlü kalemi, eski milletvekili, duayen gazeteci-köşe yazarı Çetin Altan'ı kaybettik. Başta Ailesine, sevenlerine, dostlarına ve basın camiasına başsağlığı diliyoruz. Çetin Altan ışıklar içinde uyusun..." ifadelerine yer verdi.
ÇETİN ALTAN KİMDİR? GAZETECİLİĞE 1946'DA BAŞLADI
1946da Ulus Gazetesinde başladığı gazetecilik hayatını 87 yaşında Milliyetteki Şeytanın Gör Dediği köşesindeki yazılarına ara verene kadar sürdürmüştü. Büyük Gözaltı (1973), Bir Avuç Gökyüzü (1974), Viski (1975) ve Küçük Bahçe (1978) ile roman, Üçüncü Mevki (1946) ile şiir, Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat (2009) ile eleştiri, Rıza Beyin Polisiye Öyküleri(1985) ile öykü dalında eserler verdi; çoğu sahnelenen on tiyatro oyunu yazdı. Sayısız deneme, inceleme kitabına imza attı.
Çetin Altan doğum gününü kutladı, 88 yıllık mücadelesini Cumhuriyet için özetledi.
Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.
Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i maksuda ulaşılamasa da çok yol katettik.
Bir ömür, sadece amaca ulaşmak için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de harcanır.
Yaralı bir devi ayaklarının üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki gibi sihirli kedinin çizmelerini giyerek amacına doğru uçarak gidecek.
Biz torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakamıyoruz.
Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakıyoruz deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz.
Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik diyebilirsiniz.
Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.
O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.
Türkiyede vasata kafa tutan insanların en başındaydı Çetin Altan. Yazıları, kitapları zihin açardı. Bilgiyi aktarmaz çağlayan gibi akıtırdı. İşte o güzel insandan geriye kalan 10 hayat dersi
1- Başarı yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmektir.
2- İnsanlar değerli olmayı unuttular, önemli olmaya çalışıyorlar.
3- Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra, ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta.
4- Politika demek, kazığı atarken söylediğin nutukları, kazığı yiyenlere alkışlatmak demektir.
5- İyi yaşamak zamanı olanaklar çerçevesinde en unutulmaz bir tat içinde.
6- Mutluluk sevdiğinle zamanı unutmaktır.
7- Neyi merak ediyorsan, o önemlidir hayatta. Merak etmediğin şey görünmez sana.
8- Yazı dediğin, 100 sene sonra birileri baktığı zaman sana dangalak demesinler diye özenle yazılmalıdır.
9- Uydurunuz. Uydurdukça dünya ile belki daha kolay anlaşırsınız. Nasıl olsan onun için de yalan dünya diyorlar. Ama unutmayın ki, uydurma gereği duymayanlar için de adam diyorlar.
10- İnsan gerçekleşmeyecek şeyi düşünemez. Kristof Kolomb mutlu olsa denizlere açılır mıydı?
Dün, iki ölüm haberi geldi. Önce Çetin Altan, sonra Yılmaz Köksal. Bu iki ismi birlikte düşünmenin başka bir gerekçesi olabilir miydi? Sanmıyorum.
Biri, siyasal ve entellektüel hayata ilişkin damga niteliğindeydi, biri, pelikülde akıp giden, genel gündelik hayata etkilemeyen bir siluet. Gene de, ölüm tarihlerindeki çakışmanın dışında, ortak bir yazının konusu olabilirler mi? Sanırım.
Çetin Altanın ardından yazılanlar, sadece hazırlıksız yakalanmışlığın nötr tepkilerinden ibaret değildi sanki ilk gün için. Bugünden sonrasını bilemem, ama, haberin duyurulmasında ve paylaşımında kullanılan dil, ilginçti.
Aramızdan ayrıldıdaki sahiplenmede de, hayatını kaybettideki nesnel mesafede de, tavırsızlıkla başlıklara yansıdı. Basit ansiklopedi maddesinden ibaret yaşam öyküsüyle haberleştirmekte ortaklaşıldı. En kabadayısı, köşe yazılarının başlıklarından göndermecilik oynadı. Öznel değerlendirmelerde, ağırlıklı olarak, acı bir kayıp yaklaşımına rastlandı.
Gerek yazılarıyla, kitaplarıyla, gerek bir aydının partili yaşantısıyla, gerek parlamento kürsülerinde verdiği mücadeleyle ve bu uğurda göğüsledikleriyle, sonrası ne olursa olsun, Çetin Altanın özellikle 60larda sosyalizm dalgasının yükselmesindeki payı unutulamaz. Aktif siyasetten gazete sayfalarına çekildiği dönemde bile, sosyalist bir aydın kuşağı beslemeyi sürdürdüğü kaydı düşülmeden, eksik bırakılamaz. Birikimdir, zekâdır, maharettir.
Ama, bu gerçeklere, -tekrar edeyim, sonrası ne olursa olsun- o yıllarına vefaya bağlı bir saygı duruşu muydu söz konusu nötr yaklaşım?
Keşke bu kadar insanca olsa. Keşke, Orhan Velinin ölünce biz de iyi adam oluruz dizesi hükmünü yürütse. Keşke, birini kaybettiğinizde zihninizde ilk belirenin güzel anılar olması türünden bir sızı diyebilsek. Hayır, korkarım bu, ölür ölmez unutulmak. Ya da, daha kötüsü...
Mezar soyguncusu bir babanın insanlarca lanetlenip durmasına içerleyen oğulun, herkesi ona rahmet okutacağına and içmesi ve soyduğu mezarlardaki bedenlere bir kazık çakarak bunu yerine getirmesi, rahmetli hiç değilse bunu yapmazdı dedirtmesi durumu olabilir mi?
Mahdumları, babalarının tırnağı etmeyecekleri çapsızlıklarıyla siyasal, edebi ve akademik öyle kepazelikler sergilediler ki, sistemin ve efendilerinin hizmetine öyle banal soyundular ki, Çetin Altanın bütün bunları bir çelebilik, entellektüel derinlik, usta işi üslup ve hünerli bir kalemle yapıyor olmasına rahmet okuttular. Kötü birer kopya bile olamadılar, Çetin Altanın en çok indiği noktaya bile çıkamadılar. Babaları vezirdi diyelim, onlar dalkavuk...
Söylemeye gerek var mı, burada mahdumlar sadece rastgele örnektir.
AKP kadrolarının, Erdoğanın, Demirelin ölümüne bile hayıflanan solcular gözlemletmesi gibi. O, hiç değilse...
Bir hakkı teslim etmekle, hak sahibinin üstlendiği rolü ayırt etmek, gene de bu kadar zor olmamalıydı.
Ara dönemleri geçelim, Türkiyenin 12 Eylül sonrası idaresinin devredildiği ANAP yıllarına, Özal sivilliği denilen dizginsiz liberalizme verdiği büyük destekle, Çetin Altan, halen hakkını teslim etmekte sakınca görmediğimiz çizgisine de, halkın bilinçlenmesinde pay sahibi olan entellektüel yetilerine de ihanet etmişti.
Yaşarken söyleyip durduğumuzu, ölünce söylemekten bizi alıkoyan ne? Bir dönekti. Üstelik, bir sürü pespayeyle kıyaslanamayacak nitelikte olduğundan, hayli yıkıcı bir dönek. Kalitesini düzenin emrine amade kılan bir dönek.
Lenin, Marksizmi kavramasındaki rolünü inkâr etmeksizin, literatüre dönek olarak kaydedilmesinden çekinmemişti hocasının.
Ölüleri hayırla yad eden bir gelenek sirayet etmiş olabilir mi, yazıklanan solculara peki? Ama daha kötü bir şey var sanki...
Hani, mahdumları demokrasi kahramanı olarak algılatan bir şey. Hani, solcuları Tarafçı yapan bir şey. Hani şimdi düzen partilerine demokrasi için akıtan bir şey.
Kalite farkı tartışılamazsa da, babalar ve oğullar edebiyatındaki siyasal konum farkı neydi ki, bu kadar nötrüz?
2000e Doğru dergisinde dönekler konulu yazı dizisi yapmaya karar verdiğimizde, uzunca bir listenin başındaki isim Çetin Altandı. Yaptığım tartışmalı röportaj, diziyi güme götürmüş, Çetin Altanın Marksizm haklı sözü kapak olmuştu.
1987de Çetin Altanın Marksizmi doğruladığını söylediği şeyler, teknolojinin emek sömürüsünü ortadan kaldıracağı, robotların çalışma zorunluluğu bırakmayacağı türünden, kendisine yakışmayacak kadar kof ezelî tezlerdi aslında. Bölüşüm ve siyasal iktidar sorularına, ufak sorunlar var tabii, ama bulunur çaresi diye yanıt veriyordu.
Bu röportaja ve kullanılan başlığa, o zaman soldan epeyce tepki gelmiş, Çetin Altanın Marksın öngörülerine uygun şekilde kendini değiştirip ehlileşmiş bir kapitalizm ve anti-otoriter özgürlük dünyası, demokrasinin yükselişi gibi görüşlerine reddiye mektupları yağmıştı. Bunun neresi Marksizmdi?
Aynı Çetin Altan, Nokta dergisinin kapağında, elinde u dönüşü serbest tabelası tutarak gülmüyor muydu?
Şimdi o reddiyelerin, tepkilerin soğurulduğu bir manzaradır, o görüşleri giderek sistematik olarak beyinlere zerk eden bir kalemin ölümüne nötr kalışı açıklayan.
Bunun neresi Marksizm sorusu, sınıflar ne olacak sorusu, siyasal iktidar sorusu, devrim sorusu unutulduğu için, aslında bir vefa, sosyalizmin kitleselleşmesine verdiği katkıya saygı değildir bu.
Amerikan işgaline karşı savaşırken ölen 365 Vietnamlı çocuğun destanını, yaşlarının ortalaması 15ti, yani ortanca oğlum Mehmetten bile küçüktüler dediği çocukların vatanları için toprağa düşüşünü anlatırken Çetin Altan, oğlunun bağımsızlık en kötü ve kan akıtıcı kavram dediğine tanık oldu.
Eğlenin yavrularım eğlenin diye seslenirdi ülkesinin çocuklarına, o ironik 23 Nisan şiirinde, göklerimizde dalgalanan çok yıldızlı bir bayraktan ve sömürücüler iktidarından söz ederdi. Sonra ailecek o bayrağa, o sömürücü sisteme selam dururlarken, Çetin Altan yaşıyordu.
Bir generalle düelloya hazırdı, şakakta mermi sürülmüş bir namluyla, vatanseverliği sınamaya çağırmıştı. Kiraz ağacı ve kadın memesine vatanı satarım dediğini duydu Ahmet'in.
Yeni yolunda elleri birleşmişti...
Öldü ve ne kaldı geriye? Anısına nötr yaklaşım mı?
Hayal ettiğim ülke bu değildi demiş. Demokrasiyi göremeden öleceğim demiş. Daha iyi bir dünya için mücadele demiş...
İsteyen, bu sözlerin içini kendi siyasal meşrebince doldurabilir şimdi. Biz dahil.
Ama bir de hayat vardı, bunlar söylenmeden önce. Bütün bunları çelen ya da kastını farklılaştıran bir hayat. Bugünlerin yoluna taş döşeyen bir hayat. O ne olacak?
Kimileri, bütün görüşleriyle birlikte, diyelim demokrasi faslını, ustanın vasiyetine uygun olarak bir düzen partisine çağrıyla tamamlayabilir.
Biz, sosyalizmin Çetin Altanını liberalizmin Çetin Altanına evirmeden, kesintiyi ve dönüşü unutmadan, bize kattıklarıyla anmayı da, karşı safa geçişini anımsatmayı da biliriz. Bu yüzden, nötr bir ölüm değildir.
Yılmaz Köksalın hayatımızda tuttuğu yere çok daha nötr kalabiliriz kuşkusuz. Yaşam öyküsünü, siyasal görüşünü, filmler dışındaki yapıp etmelerini hiç bilmiyorum. Sonraları dizilerde oynamış, hiç görmedim.
Ama aklınıza ne gelir? Daha doğrusu, bizim kuşağın aklına ne gelir? Önce, niye bilmem, siyah eldiven gelir. Siyah fular. Kovboy fimlerinden mi? Gangster öykülerinden mi? Kılıç sallarken balon gömlek kolları gelir.
Bir sinema emekçisi, haydi Yılmaz sen akrobatik hareketler yap derler. Uçar, zıplar, perende, takla atar, dıkşın dıkşın ateş eder, döşünde kılıç yarasıyla dövüşür...
Bir de bıyık vardır ama, bir de ne yapsa kendini dışa vuran gülen göz içleri.
İşte bende bu kadardır Yılmaz Köksal. Koçum benimdir. Sen kaç, ben onları oyalarımdır. Dostunun omuzlarını kavrayıp sıkıştır, kucaklayıştır. Vedadır.
Bazı isimler vardır, İhsan Yüce gibi, Kadir Savun gibi, onlar başrole çıkmadan iz bırakırlar bellekte. Bir güven duygusudur, bir iyi insan imgesidir. En berbat filmde görseniz onları, kurtarırlar vaziyeti. Sami Hazinses gibi.
Yılmaz Köksal, o soydandır. Vahşi Batıda at da sürse, çıplak bir kadına siyah eldivenler ve silahla da yanaşsa, muzip gözdür, sevimli bıyıktır. Sıcaktır akışı size.
Hayatını bilmem, siyasal görüşünü bilmem. Şimdi ölmüş. Hep o yüzle sıcak kalacak yani.
Bu ölümün anlamı bu kadar düz. Bir Yılmaz Köksal vardı denilecek ve çok derinlere inerseniz belleğinizde, bir yol kıvrımında, bir filmin tek gülümsemelik sahnesinde durur çıkacak karşınıza. Kollarını kavuşturmuş, bir kapı eşiğine yaslanmış, şapkasını hafifçe yukarı kaldırmış bir gülümseme. Size kattığı şeyle kalmış ve kalacak demek bu.
Ne çok isterdim, Çetin Altan için de bunları söylemeyi. O sık ve uzun görüşmelerimizde, karşılıklı en düşmanca hitaplarda bulunurken bile keyifli sohbet tadı veren zekâ için...
Biri siyasal ve entellektüel hayata damga vurandı ölenlerden, biri pelikülde bir siluet.
Aynı gün öldüler.
Ne çok şey kattı Çetin Altan, ama bir sorgu ve kopuş kaldı geriye, bir öfke ölmeden bırakıp gidene.
Farkında bile değilizdir Yılmaz Köksalın, ne katacak ki, ama bir sıcak yüz, bir gülen çocuk göz kalmış işte, hep kalacak.
Şeytanın gör dediği, bu kıyastı işte. Bir soğukluk, bir sıcaklık.
Çetin Altan öldü, ama özgür ve mutlu bir ülkeydiyse istediği, ona da sözümüz olsun, biz oraya bir başka yoldan gideceğiz, onun vazgeçtiklerine sarılarak, buluştuklarına karşı savaşarak ve hiçbir koşulda, enseyi hiç, ama hiç karartmayarak.
O ülkede, siyah eldivenler örtemeyecek, çocuk gözlerindeki muzip gülüşü. Raketler, piyanolar, kırıntısız peynir tabakları, ferah balkonlar...
Ölenin ardından konuşulmaz denir. Doğrudur. Ancak ölenin görüşleri hakkında konuşulur. Hele o kişi, Çetin Altan ise. Yani, bir zamanlar sosyalist hareketin güçlü kalemi ya da sesiyken, yıllar sonra kendisini liberal diye tanımlayan bir köşe yazarına dönüşen bir isim ise..
Ardından yazılan yazılar arasında en ilginç olanı, tam da bu değişime vurgu yapıyor. Vatan yazarı Mehmet Soysal, programında Kırk yıllık sosyalist idiniz, Özal döneminde liberal oldunuz. Değişiminizdeki süreci anlatır mısınız? diye sorduğunu yazıyor. Ve Çetin Altanın verdiği yanıtı paylaşıyor:
Özal yeni iktidara gelmişti. Bir gün ağır bir yazı yazmıştım Özal ile ilgili. Gece yarısı telefonum çaldı ve açtığımda Özalın hayırlı geceler üstadım deyişi ile sohbet başladı. Özal Yazınızı okudum üstadım. Ben de size bildiklerimi anlatayım sonra siz düşünün dedi. Ve başladı anlatmaya... Ertesi gün yazımı yazmak için daktilonun başına oturunca anlattıklarını düşündüm... Kendime dedim ki- biraz ağır yazsam gece yarısı yine arayacak- ve duygularımdan, geçmişin yükünden kendimi biraz kurtarıp yazıyı yazdım. Aynı gece Özal yine aradı ve yazıyı okuduğunu söyledi, tebrik etti. Sonra bir akşam oturup birlikte yemek yedik ve Özal anlattıkça anladım ki aslında ikimizin de hayal ettiği Türkiye aynı. Aynı şeyi düşünüyoruz o halde niye kavga ediyoruz dedim kendime... Benim liberal ve Özalcı oluşumun özeti budur!
70li yıllar.. Sosyalist hareket.. TİPin yarattığı heyecan.. O heyecan dalgasıyla Meclise giren TİPli vekiller.. Sonrasında yaşananlar.. GEÇMİŞİN YÜKÜ müydü?
Geçenlerde Çetin Altanın fotoğraflarına bakarken fark ettim. Aynı karede yer alan isimlerin neredeyse tamamı öldürülmüş ya da linçten dönmüştü. TİPin kurucularından DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler örneğin İşçi hareketini ezmek için gelen 12 Eylülün işaret fişeği gibi evinin önünde kurşunlanmıştı. Milliyetin genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi 12 Eylülün yolunu açmak için katledilmişti. Sosyalist mücadeleye belki de Çetin Altanın yazılarından etkilenerek katılan 7 TİPli genç, 12 Eylüle giden yolda vahşice öldürülmüştü.
Ya Özal? 24 Ocak kararlarının mimarı, 12 Eylülün öncesi ve sonrasında yerli / yabancı sermayenin programının uygulayıcısı değil miydi?
İkisinin hayal ettiği Türkiye nasıl AYNI TÜRKİYE olabilirdi?
Sosyalizm ile liberalizm aynı dilden konuşabilir miydi? Kayıpları / hedefleri / arkalarındaki destekleri / hatta kelimeleri bile birbirinden onca farklı iki ideoloji nasıl buluşabilirdi?
90lı yıllarda bunu Özal denedi. 2000li yıllarda da Erdoğan ve AKPnin çekirdek kadrosu
Aralarında ikinci kuşak Altanların, yani Ahmet ve Mehmet Altanın da olduğu pek çok yazar / kamuoyu önderi, Türkiyeye aynı şeyi anlatmaya başladı. (Bu kez) DİNDARLAR tıpkı bizler gibi özgürlük, demokrasi, çağdaşlık istiyordu. Yani AYNI HAYALLERİ kuruyorduk.
Siyasal İslam ve İslamcılar hakkında (bana göre) hiçbir fikri olmayan liberal demokratlar, sahiden hayal içindeydi.
Siyasal İslamla demokrasinin evlenebileceğini düşünüyorlardı.
Hatta, Ergenekon / Balyoz / OdaTV gibi davalarda çok önemli bir misyon gören gazeteci Alper Görmüşe göre, Türkiye demokrasisinin sigortası, dindarların demokratlaşması idi.
Dindarlık diye ideolojik ya da sınıfsal bir kategori olmadığı ile ilgilenmiyorlardı belli ki. Çünkü dindarlık kavramı yerine, gerçekte olması gerektiği gibi SİYASAL İSLAM kavramını koysalar, hayali kolay kolay pazarlayamayacaklarını biliyorlardı!
Bu yüzden dindarlar diyerek pazarladılar. Bununla da kalmadılar. Siyasal İslam ile solun da arasını yapmaya çalıştılar.
Şahsen tanıdığım pek çok ESKİ SOLCU, birden bire AKPlilerin ve Gülencilerin masasından kalkmaz oldu. Özel ya da kamuya kapalı toplantılarda görünürde demokrasiyi konuştular. Ama yine şahsen tanıdığım pek çok ESKİ SOLCU o masalardan yeni işler, yeni evler, yeni imkânlarla kalktı.
Altan kardeşler, bu hayallerden uzaklaşalı çok oldu. Siyasal İslam ile demokrasinin bağdaşamayacağını (umuyorum ki) anladılar.
Babaları.. Bir zamanlar gençlerin rol modeli olan Çetin Altan ise, zaten son yazısında hayal ettiğim ülke bu değildi diye yazmıştı.
Çok hazin elbette.
Ama hem Onun adına hem de Türkiye için, ben eski Çetin Altanı hatırlamak istiyorum. Hani şu fotoğraftaki gibi.. Cezaevine girerken bile dudaklarındaki o hınzır gülümsemeyi, gözlerindeki o vız gelirsiniz bakışını silemedikleri Çetin Altanı.
Çetin altan 'kandırıldığını' bile anlayamadan veda etti
Mümtaz İdil yazdı...
Murat Belgeyi Birikim dergisini çıkardığı yıllarda tanıdım. Bir süre de yazıştık. O sıralarda bu ülkede marksizmi çok iyi bilen ve bunu Satre-Althusser geleneğinde en iyi analiz eden birkaç kişiden biri olarak biliyordum. Yıl 1970lerin ortalarıydı. Mektupları hala bir yerlerde durur.
Bir diğer kişi de Mete Tunçaydı. Mete Tunçay, SBFde misafir öğrenci olduğum 1980li yılların başında hocam oldu.
Bir diğeri, çocukluk arkadaşım Levent Çuhalının dayısı Sadun Arendi. Onunla dama oynardık, bir kere olsun yenememiştim, ama tavırlarıyla çok şey anlatabilen bir adamdı. İnsan olmanın gereklerini yapmak, o sıralarda henüz delikanlı olan beni çok etkilemişti.
Mete Tunçay, Macar felsefecisi ve estetik üzerine kitaplarıyla tanınan Georg Lukac üzerine de bir sunum hazırlamamı istemişti benden.
Ben de o sunumda fena halde çuvallamıştım. Lukacın siyasi görüşlerinden çok edebiyat ve sanat üzerine görüşlerini anlatmaya çalıştıkça, Mete hoca da üzerime gelip, siyasi görüşlerinden söz etmemi istemişti.
Edememiştim, ama o hırsla da Lukacın siyasi görüşlerini öğrenmeye başlamıştım.
Oysa basit bir kurnazlıkla, yani estetik veya sanat üzerine görüşlerini siyasi olarak çevirmeyi başarabilseydim, eminim ki Mete hocanın da estetik ile ilgili sınırlı bilgisinin üzerinde bir sunum yapabilecektim.
Ama gençlik işte. Aklım o kadar çalışmadı. Karşımda, sol ideolojiyi öğrenmek üzere huzuruna çıktığım koskoca Mete Tunçay duruyordu. Kurnazlık ne kelime, bildiğimi bile tekrarlamakta zorlanmıştım sunumda.
Murat Belgeye yazışmalar aşamasında yenilmiştim.
Şimdi onlar söylüyorlar ya (Mete Tunçay henüz söylemedi belki, ama sessizliği anlamlıydı yıllardır), benim belki otuz yıl öncesine dönüp kandırılmışım demem gerek. Böyle bir şey işte siyasi sistemleri, ideolojileri ve felsefeleri öğrenmeye çalışmak yerine öğretenin ağzına bakarak kendi yaşam biçiminizi belirlemek.
Hasan Cemali, Adalet Ağaoğlusu, Ayşe Kulini ve şu sıralarda hiç ortada görünmeyen devletin akil insanları nasıl kendilerini kandırılmış olarak görüyorsa, bir dönemin gençliği olarak buna en çok itiraz etmesi gerekenler benim gibiler.
Biz de kandırılmışız gerçekten, ama yıllar yıllar önce...
ÇETİN ALTAN KANDIRILDIĞINI BİLE ANLAYAMADAN VEDA ETTİ
Bir yığın insan 13 yıllık AKP iktidarı döneminde hallaç pamuğu gibi dağıldı gitti. Çetin Altan gibileri ise kandırıldığını bile anlayamadan bu hayata veda etti. Sırada daha bir çok kandırılmış insan kitlesi var ve sıralarını bekliyorlar. Yetmez ama evet listesinin bir yığın aydını, yazarı, öğretim görevlisi, ağır toplar itiraf hareketine geçtiğinden kendilerine yer bulamıyorlar sanki. Değilse, koro halinde toplanıp aldatıldık diye bağıracaklar da alan dar...
Şimdilere geldiğimizde, geriye, yaklaşık 30 yıl öncesine bakıyorum ve o sıralarda mangalda kül bırakmayanların bir arpa boyu yol gitmediklerini de görüyorum.
NASIL OLDU DA BERLİN DUVARI'YLA YERLE BİR OLDULAR
1980 öncesinin bu sıkı devrimci hocaları, akil adamları, teorisyenleri nasıl oldu da Berlin duvarı ile birlikte yerle bir oldular?
Nasıl oluyor da, bayrağını taşıdıkları düşünceleri, hayatlarının son çeyreğine girdikleri şu günlerde çanak sorularla reddetmek zorunda kalıyorlar? Ya da kandırılmayı bir erdem olarak görebiliyorlar?
Sol ideolojinin bir çıkmaza sürüklendiğini, tüm Avrupanın Hıristiyan Demokratlar tarafından kuşatıldığını görmek mi onları böylesine umutsuz hale getirdi?
Marksın ideolojisine sıkı sıkıya bağlı olduklarını haykırdıkları yıllardan sonra, şimdi artık yüzlerine taktıkları plastik maskeleri çıkarmanın utancını mı paylaşmaya çalışıyorlar? Tarih, siyaset kürsülerini koca cüsseleriyle işgal ettikleri günlerden bu güne sadece kandırıldık sütresinin gerisine kaçmak mı geliştirebildikleri? Peki bizler ne olacağız? Yetiştirmeye çalıştığınız binlerce öğrenci? Elimizde bayrak gibi sallamak gafletinde bulunduğumuz yazılarınız, dergileriniz, tezleriniz?
BU NASIL BİR İŞ
Ne diyordu 6 yıl kadar önce Mete Tunçay: Sosyalizm öncelikle demokrat olmak zorunda. Güzel laf. Doğan Avcıoğlunun büyük şirketlerin devletleştirilmesiyle sosyalizme gidiş görüşünü de yanlış buluyor üstad. Ama Sadun Arene hak veriyor: Sosyalizm kalkınma yöntemi değildir. Sosyal adalet, eşitlik, insan haklarıyla ilgili bir değerler setidir.
Bunu söylüyor Mete Tunçay, Sadun Hocaya da hak vererek söylüyordu üstelik. Ama sosyalizme varmak için aşılması gereken yolları yıllarca mırıldanan Tunçay, Belge gibi aydınlar işin en başına dönüp, gençliğinde bir kez bile aklına getirmediği demokratlığı, sosyalizmin birinci şartı olarak önümüze sürdüler. Üstelik de şimdi demokratlığın AKPnin hiçbir kademesinde olmadığını acı şekilde öğrenerek.
Bu nasıl bir iş?
Demokrasi şu anda belki de en çok tartışılan kavram. Bir sürü ayın, demokrat, hocalarımız vb, AKPnin istibdat döneminde bile onların ne kadar demokrat olduğundan dem vurdular. İlk Ergenekon soruşturmaları ve tutuklamaları zinciri zayıflattı, ama kırmadı. Bazıları suskunlaştı, bazıları ise daha vahşice yapılanların bağırsak temizleme olduğunu söyledi. Türkiyenin bağırsaklarını temizlemesine bizler aldırmadık, ama güvendiğimiz, inandığımız aydınlar askeri vesayet ortadan kalktığı aldatmacasının arkasına sığınıp sessiz kaldılar. Doğruydu askeri vesayet ortadan kalkıyordu, ama çok daha ağır bir vesayetle karşı karşıyaydı Türkiye, susmayı yeğlediler.
Nedir acaba aldatılan aydınlarımızın demokrat kelimesinden anladığı? Nedir sosyalist kültürde demokrat sözcüğünün karşıtlığı?
Türkiye 20. Yüzyılın son çeyreğinde demokrat değildi de, şimdi demokratik kazanımlarda çok büyük mesafeler mi kat etti? Neydi bunlar?
Yuvarlak sözcüklerle konuşmak artık bu çağın işi değil. Gençken yedik...
Türkiye bir demokratik hukuk devletidir diyen çığırtkan laf ebelerinden farkı neydi bütün bunların?
Düşünce yapısının bir zamanlar öz suyunu oluşturan Marks herhalde kahkahayla gülerdi sosyalizm için önce demokrat olmak zorunluluğuna? Doğruyu değişik yollardan dolaştırıp, başka kelimelerle insanların önüne koymak ile ABD yeniden keşfedilmiyor.
Tersi mümkün müydü Belge, Kulin, Ağaoğlu, Cemal vb?
AKP-Cemaat ortaklığı bozulup da dengeler tamamen değişince, AKP kanadının kandırılmışız sözleri aydınlarımızın da hoşuna gitmiş olmalı ki, onlar da bu sanal savunmanın arkasına sığınmakta hiçbir beis görmediler.
Son gecesi nde, saat bire doğru onu görmek için yeniden hastaneye döndüğümde, Nasılsın babacığım diye sormuştum, başıyla iyiyim işareti yapmıştı. Altı yedi saat sonra öldü. Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum. Bunu beceremiyorum.
Son zamanlarda çok zayıfladığı için parmaklarının üstündeki kılcal damarların kabarıp görünür olduğu elini öpmüştüm, kendimi tutmaya çalışmama rağmen küçük bir dal kırılır gibi bir ses çıkmıştı dudaklarımdan.
Babamın başucunda duran Doktor Fatma, ağlayacağımdan ve beni ağlarken göreceğinden bir an korkup güçlü olalım diye fısıldadı.
Çocukluğum boyunca bana anlattığı hikâyelerle acıyı taşımayı ve güçlü olmayı öğreten bir adamın başucunda ağlamayacağımı, beni babam için ağlarken kimsenin göremeyeceğini bilmiyordu.
Bizi odadan çıkardılar.
Kapıları kapattılar.
Birkaç dakika sonra kapıları açtılar, artık bizi terk etmiş olan babamın yüzünü son kez gördük.
Hafifçe sararmıştı.
Biz hastaneden çıkarken, kapının yanındaki televizyonda Çetin Altan vefat etti yazısını gördüm.
Aklımı zorlayan çelişkiyi ilk o anda hissettim, biraz önce babam benim yanımda ölmüştü ama bu haberin yanlış olduğunu düşünmüştüm gördüğümde, bu yanlış bir haberdi ve böyle yanlış bir haberin çıkmasına yol açtığımız için babam bize kızacaktı.
Keremle hastanenin otoparkında yürürken haftalardır beni gören otopark görevlisi her zamanki gibi Hastamız nasıl dedi.
- Öldü, dedim.
Tek kelimelik bir cevap.
Kereme, Hiç şikayet etmedi dedim.
Hastalığı boyunca, bir defa bile kötüyüm dememişti.
Nasılsın babacığım dediğimde, iyiyim, diyordu, bir sıkıntın var mı, hayır, bir emrin var mı, estağfurullah, bir ricam yok oğlum.
O estağfurullah dediğinde hep çok utanıyordum.
Yalnız kaldığımda babam... diyordum...
Ama yaklaşan ölüm karşısındaki o aldırmaz duruşu, o alaycı gülüşü ona olan hayranlığımı artrıyordu, hayatının son günlerinde hiç kimse ondan kötüyüm sözünü ya da herhangi bir yakınmayı duymadı.
Yalnız kaldığımda babam... diyordum kendi kendime, sonunu getiremiyordum bu sözcüğün.
Ben on bir yaşında ülser olmuştum, Afşin Bey mide röntgenimi çekecekti, o zamanlar mide filmini çektirmeden bir gece önce koca bir bardak baryum içiliyordu, baryum hayatımda tattığım en korkunç şeydi.
Bardaktan bir yudum almış sonra anneme Ben bunu içmeyeceğim demiştim, Röntgen için içmen lazım demişti, röntgen çektirmeyeceğim Ama o zaman iyileşemezsin, İyileşmeyeceğim.
Annem bana söz geçiremeyeceğini anlamış, gidip babama durumu anlatmıştı, salonda misafirler vardı, seslerini duyuyordum.
Biraz sonra babam gelmişti.
Baryumu içmiyormuşsun...
Tadı çok kötü.
Babam bana bakmıştı sonra hiçbir şey söylemeden masanın üstünde duran koca bardağı almış, dibine kadar içmiş, boş bardağı masanın üstüne bırakıp çıkmıştı.
Sesimi çıkarmadan baryumu içmiştim ve hayatım boyunca benim için baba olmanın tarifi, insanın hiç mecbur olmadığı halde o korkunç baryumu oğlu için içmesi olmuştu.
Bu yazıyı yazmak kolay değil benim için, yastayım ben, biliyorum, ölenle ölünmez, hayat devam eder, hayat devam etsin başkaları için, benim için de bir zaman sonra devam edecek herhalde ama şimdilik bir süreliğine hayatın durmasında bir sakınca yok... Durmuş bir hayatın içinden yazıyorum bu yazıyı... Ve biliyor musunuz neden korkuyorum, bu yazının iyi olmasından korkuyorum, babamın, yazıyı onun ölümünden daha önemli bulduğumu düşünmesinden korkuyorum.
Öyle bulmuyorum çünkü...
Yazının kutsallığını öğrenerek büyümemize, yazıya ihanet etmeyin öğüdünü hayatımızın en önemli öğüdü olarak kabul etmemize rağmen yazıyı babamın ölümünden daha önemli görmüyorum, babamın bunu bilmesini istiyorum. Bu yazıyı okuyabilirse eğer, yazı biraz dağınık olmuş demesini ve saklamaya çalıştığı bir memnuniyetle usulca gülümsemesini istiyorum.
Dedem, babam çok gençken öldü... Yazı kutsal olduğu için babam günlük yazısını babasının öldüğü gün de yazmıştı... Ama sanırım bundan pişman olmuştu.
Bir gün bana Sen, ben öldüğüm gün yazı yazma demişti.
Yutkunmuştum, cevap bile verememiştim, babamın ölümünden konuşamazdım ben, hiçbir zaman babalarının ölümünden soğukkanlı bir şekilde söz edebilen mantıklı insanlardan olamadım, bütün hayatım bir gün babamın ölümünü göreceğim korkusuyla geçti.
Robert Kolejde okurken, son etütle yatma saati arasında kırk beş dakikalık bir teneffüs vardı, günün belki de en keyifli zamanıydı, ben o kırk beş dakikayı kütüphanenin ön kısmındaki santralda, eve telefon edebilmek için kuyrukta bekleyerek geçirirdim, babamın sesini duymadan rahat uyuyamazdım, onu vuracaklarından korkardım hep.
Babamla sabaha kadar konuşurduk...
Babam geceleri çok geç uyurdu, evde olduğum zamanlar ben de genellikle uyumazdım, ben on dört on beş yaşlarındayken sabaha kadar konuşurduk, bana Hegeli, Marksı, Engelsi, Lenini, Feuerbachı anlatırdı, Marksizmle Leninizm arasındaki farkı, emperyalizmin yorumlarını, bütün görüşlerin açılarını ayrı ayrı değerlendirerek anlatmaktan yorulmazdı.
Bu konuşmaların arasına, daha sonra benim yazılarımda da kullandığım, bütün hayatımı etkileyen hikâyeler girerdi.
- Kartaca elçisi Roma imparatoruna bir mesaj getirmiş, şöminenin başında konuşurlarken imparator elçiyi işkence yaptırmakla tehdit etmiş, elçi elini şöminedeki ateşin içine soktuktan sonra Özür dilerim majesteleri, ne diyordunuz diye söze devam etmiş...
Bu hikâyeleri anlattıktan sonra onları yorumlamazdı ama benim aklıma çakılırdı o sözler.
Seni işkenceyle tehdit ederlerse elini ateşe sok da konuş.
Pautusun macerasını duyduğumda ise büyülenmiştim.
- Pautus, imparatora karşı ayaklanmış, yakalanmış, idama mahkûm olmuş, o zamanlar Romalı asillere daha aşağı sınıfların dokunması yasak olduğu için, idama mahkûm olan asilleri bir odaya koyar, intihar etmesi için de yanına bir bıçak bırakırlarmış, yakınları kapıda mahkûmun yere düşüşünün sesini bekler, o sesi duyunca içeri girerlermiş... Pautusu da odaya bir bıçakla koymuşlar, annesi, babası, karısı kapıda bekliyorlarmış... İçerden odayı adımlayan Pautusun adım sesleri geliyormuş... Ama bir türlü yere düştüğünü duymuyorlarmış... Pautus intihar edemiyor, odanın içinde dolaşıyormuş... Karısı onun korkaklığından çok utanmış, içeri girmiş, masadaki bıçağı almış, karnına saplayıp çıkardıktan sonra kocasına uzatmış, Pautus, non dole demiş Pautus, bak acımıyor.
Ders zihnime kazınmıştı, korkma, korksan da korkunla kimseyi utandırma... Hele seni seven kadını, asla.
Babam, annemi hiç utandırmadı.
Annemi çok kızdırdığı, üzdüğü zamanlar olmuştur ama asla utandırmadı, hayatı boyunca annemin babamdan söz ederken sesinde beliren o gururlu tını hiçbir zaman solmadı.
Bir gece, biz yattıktan sonra gelmişti babam, bizim uyuduğumuzu sanıyorlardı, İşten ayrıldım Karagöz dedi, anneme iri siyah gözlerinden dolayı Karagöz derdi, İyi yapmışsın dedi annem, Sadece elli kuruşumuz var dedi babam, annem inançlı bir kadındı, olsun Çetin, dedi, Allah yardım eder.
Para için yazma
Ertesi gün, bir sağcı gazeteden teklif geldi, ben yanlarındaydım, konuşmayı dinliyordum, babam teşekkür edip reddetti.
Adam gittikten sonra niye reddettiğini sordum.
- İnsan yazısıyla para kazanmalı, dedi, yazıdan para kazan ama para için yazma... O gazete bize göre değildi.
12 Mart muhtırasından sonra bir sabah polisler babamı almaya geldi.
Hava daha yeni aydınlanıyordu.
Babam, Ben hazırlanayım dedi, Siz bir kahve için. Polisler şaşırdılar bir an kahve teklifine, babam dalga geçerek güldü, Korkmayın, rüşvet değildir, evimizde misafir sayılırsınız.
Aynı sabah İlhan Beyi de almışlardı, Turhan Selçuk, Mehmet ve ben günlerce kışla kapılarında ikisini aramıştık.
Selimiyede, subaylar bize bir boşluğa bakar gibi bakarak yanımızdan geçerler, hiçbir sorumuza cevap vermezlerdi, bir gün kalabalık bir subay grubu yanımızdan geçerken arkalarda kalan genç bir teğmen yanıma yaklaşıp hızla Yukarıdalar, iyiler deyip uzaklaşmıştı.
Epey sonra babamı ilk kez Maltepe askeri Cezaevinde, tel bir kafesin arkasında görmüştük, elini göğsüne koymuştu, bize bakmış, biz ona sormadan o bize sormuştu, Nasılsınız.
Bir aslana benzediğini düşünmüştüm.
O görüntüsü hiç aklımdan silinmedi.
Yazı yazan bir adamdı ve hapse atmışlardı. Yazı yazdığı için.
Babam her sabah yazı yazardı, o yazı yazarken kimse sesini çıkarmazdı evde, fısıltıyla konuşurduk, ben onu seyrederdim, yazarken sağ elini hafifçe havaya kaldırır, sanki cümlelere yol veriyormuş gibi sallardı. Ne garip, ben de yazı yazarken aynı hareketi, aynen babam gibi yapıyorum.
Onun gibi, elimi havada sallayarak aklımdaki cümleleri bir düzene sokuyorum.
Yazısını yazdıktan sonra giyinir ve mahkemeye giderdi, neredeyse her sabah giderdi mahkemeye, kimse yazı yazan bir adamın her gün mahkemeye gitmesine şaşmazdı, ben bütün babaların işten önce mahkemeye uğradığını sanırdım.
O yıllarda yazısını yazmadan önce mutlaka İlhan Beyle telefonla konuşurlardı, ikisi sol hareketin en önde gelen iki yazarıydı ve ben hayatım boyunca iki yazarın o kadar yakın dost olduğunu görmedim.
Turgut Özal döneminde yolları ayrılmıştı, babam Türkiyenin dünyayla bütünleşmeden, dünyadan kopuk bir biçimde kendi dinamikleriyle ayağa kalkamayacağını düşünüyor, Türkiyenin mutlaka dünyayla bütünleşmesi gerektiğini savunuyordu.
İlhan Bey ise Özalın liberal politikalarına karşıydı.
O sıralarda Mehmetle ben de yazı yazmaya başlamıştık. İlhan Bey, babamı pas geçiyor ama bize çok sert vuruyordu.
Bir gün Mehmet babama, İlhan Beye cevap vereceğim, dedi.
Mehmetin polemiklerde çok sert ve hırpalayıcı bir kalemi vardır, sağlam bir mantık çerçevesi kurar ve muhatabını çok ağır kalem darbeleriyle sarsar. Babam, onun ağır bir yazı yazacağını anladı.
Sen bilirsin ama bence yapma, dedi.
Bu iki kelime, bence yapma bizim ilişkimizde asla karşı çıkamayacağımız bir sözdü.
Mehmet biraz da sitem eder gibi, ama çok ağır yazıyor baba dedi.
Olsun, dedi babam, sen gene de yazma.
Bizim taraftan İlhan Beye hiç sert bir cevap yazılmadı... Babam eski dostunun önünde durmuş, bize izin vermemişti.
Şimdi düşündüğümde iyi de olmuş.
Eski dostların gizli bir soyluluğu bulunur, Mehmetle benim için çok ağır yazılar yazan İlhan Beyin yönetimindeki Cumhuriyet gazetesi, bana roman ödülü verdi daha sonra.
Ödül töreninde, ben ödülü almak için sahneye yürürken, İlhan Bey karanlıkta tek başına oturmuş, Çetinin serseri oğlunun ödülü almasını o solgun ve yakışıklı yüzündeki gülümsemeyle izliyordu.
İlhan Beyin öldüğünü söylediğimde babamın yüzündeki dalgalanmayı görmüş, odadan hemen çıkıp, babamı yalnız bırakmıştım.
İlhan Beyle o yalnız başına vedalaşmıştı.
O zamanlar, bir entelektüel sosyete vardı, müzisyenler, heykeltıraşlar, tiyatrocular, şairler, yazarlar iyi dosttular, sık sık buluşurlardı, İlhan Bey hafif bir tebessümle oturur, babam uzun konuşmalar yapardı. Konuşmayı, anlatmayı severdi.
Çok iyi bir konuşmacıydı babam.
İşçi Partisi zamanında babamla birlikte biz de mitinglere gider, babamı dinlerdik.
Dostlarım diye başlardı konuşmasına.
Gür ve etkileyici bir sesi vardı ve gerçekten çok güzel dostlarım derdi, bir mitingde galiba on beş defa dostlarım demek zorunda kalmıştı, o dostlarım diyor, büyük bir alkış patlıyor, o tekrar dostlarım diyordu.
Taksimdeki bir mitingde babamın elli bin kişiyi güldürüp, sonra aynı elli bin kişiyi yumrukları havada direnme kararlılığıyla bağırttığını görmüştüm.
Askeri darbe döneminde bir gün süngülü askerler arasında Selimiyedeki askeri mahkemeye yargılamaya getirmişlerdi, salonda Mehmetle ikimizden başka dinleyici yoktu. Babama söz verdiklerinde babam ayağa kalkıp konuşmaya başlamıştı, gür sesi gittikçe yükseliyor, Selimiyenin yüksek tavanlı taş koridorlarında çınlıyordu.
Selimiyedeki subaylar bu sesi dinlemek için gelmişler, kapıya bir subay kalabalığı birikmişti.
Askeri mahkemenin reisi olan Albay, denetimi yitirdiğinden korkup birden, susturun diye bağırdı, oturtun, süngülü askerler babamı omuzlarından bastırıp yerine oturttular.
Hesapsız ve şeffaf bir adamdı
O anda hissettiğim çaresiz öfkeyi hala hissediyorum, fikre cevap veremediği için şiddete başvuran zorbalığa, bu zorbalık kimden gelirse gelsin duyduğum nefret hiç değişmedi.
O zorbaların hepsinin gizli çıkarları olduğunu, yazarların hesapsız cesaretinden ve dürüstlüğünden korktuklarını somut olaylarla görmüştüm.
Babam hesapsız ve şeffaf bir adamdı.
Bir keresinde, ben en gizli lafımı Taksimde söylerim demişti.
Gerçekten düşündüğü her şeyi yazardı, bu düşündüğünün kendisine neye patlayacağına hiç aldırmazdı. Düşünüp de yazmadığı hiçbir şey görmedim.
Kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak kadar büyük bir cesareti vardı, bu bizim gibi ülkelerde çok az rastlanır bir özelliktir, karşı kampla dövüşecek cesur adamlar her zaman bulunur ama kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak adam çok az çıkar.
Yazmaktan vazgeçmedi...
Türkiyenin kapılarını ilk kez dünyaya açan Özalı desteklediğinde çok ağır saldırılarla karşılaştı, eski dostların neredeyse hepsiyle yolları ayrıldı, döndü diye yazılar yazıldı, kapaklar çizildi, bir an bile düşündüğünden ve düşündüğünü yazmaktan vazgeçmedi... Tek bir an bu konuda bir tereddüte kapıldığını görmedim.
Babam dünyayla bütünleşmek üzerine yazılar yazarken ben de Hürriyet Gazetesinin Dış Haberler Şefiydim ve babama saldırdıkları için içim acıyordu... Bir gün teleks tıkırtıları arasında çalışırken Associated Pressin teleksinde flaş haber zili çaldı, kalkıp habere baktım.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçovun konuşması geçiyordu ve Gorbaçov, babamın aylardır yazdıklarını neredeyse birebir tekrarlıyordu.
Yazıişlerine bile haber vermeden önce babamı aramıştım, Gorbaçov senin söylediklerinin aynısını söylüyor, haberi getirtip bir bak.
O konuşmayla dünyada yeni bir dönem açılmıştı, kimse bunu açıkça söylemese bile bu değişimi yeryüzünde en erken görenlerden birinin babam olduğunu ben biliyordum ve bununla çok gururlanıyordum.
Onunla hep gururlandım, hep övündüm, hep hayran oldum.
Gençliğimde çok şiddetli kavgalar ettiğimiz de oldu.
Baba-oğul kavgaları.
Bir keresinde James Joyce yüzünden, üstelik de kalabalık bir misafir topluluğunun önünde kavga etmiştik, o sıralarda ben lisede Ulysses okuyordum ve nedense Joyceun dünyanın en büyük yazarı olduğunu söylemiştim.
Bir edebi tartışma sonra şiddetli bir kavgaya dönüşmüştü.
Şimdi babama hak veriyorum, Joyce konusunda söylediklerim saçmaydı, bir gençlik böbürlenmesiydi, bilgiçlikti ve babam bunu sezmiş, böyle bir gösterişçiliğe sapmama üzülmüş, üzüntüsünü de öfkeyle göstermişti.
Babam kavgada sözünü hiç sakınmazdı ve karşısındakinin canını çok acıtırdı, oğlu olmasına da aldırmazdı. Bugün beni eleştirenler, neden onların sözlerine hiç aldırmadığımı pek kavrayamıyorlar, ben Çetin Altanla kavga ederek büyüdüm, öylesine vahşi bir öfkenin, öylesine haklı bir mantığın ve öylesine parlak bir zekanın vurduğu en ağır darbeleri aldım, aradaki büyük sıklet farkına rağmen ben de aynı darbelerle cevap vermeye çalıştım. Kim babamdan daha etkileyici sözlerle eleştirebilecek ki beni, kim babam kadar zekice, haklı ve acımasız darbeler indirecek...
Bir keresinde, ben herhalde on yedi on sekiz yaşlarındayken, gene bir gece büyük bir kavga patlamıştı aramızda.
Sabaha karşı evi terkedip çıkmıştım.
Babam, arkamdan koşup dön diyecek bir adam değildi.
Ama ertesi gün bir yazı yazmıştı, öfke ve acı dolu bir yazı, ne kadar üzüldüğünü görmüştüm, yazısının bir satırını hâlâ hatırlarım, ben de dört oktav yukardan basmayı bilirim bu tuşlara diyordu.
Bilirdi gerçekten.
Köşe yazısını sanata dönüştürmüş belki de son yazardı.
Edebiyatı çok severdi ama bilmediğim bir nedenden dolayı, aklını dünyanın pek de önemli olmayan bir ülkesinin daha iyi ve daha mutlu bir ülke olmasına takmıştı, bize de aynı hastalığı geçirdi aslında, niye Türkiyeye bu kadar aklını taktığını hep merak ettim, üstelik de buranın kolay kolay düzelmeyecek bir ülke olduğunu, hastalığın derinlerde olduğunu biliyordu.
Bir keresinde sinirlendiğinde, pijama lastiği gibi bu memleket, demişti, çekiyorsun uzuyor, bırakıyorsun eski haline dönüyor onun ne dediğini defalarca yaşayarak gördük.
O uzun gecelerde siyasetten çok çabuk edebiyata geçerdik, herhalde iki binden fazla şiiri ezbere bilirdi, şiirler okurdu.
Hiçbir yazarı çekiştirdiğini, hakkında kötü konuştuğunu duymadım.
Kim olursa olsun, işini iyi yapan adama mutlaka saygı gösterin derdi.
Severdi yazarları, onların maceralarını, acılarını, mutsuzluklarını... Neredeyse şefkatle söz ederdi onlardan.
Orhan, Nobeli aldığında babam çok sevindi
Bir gece babam, Mehmet ben otururken, Orhan Pamuk aramıştı beni, Sıkıntılıyım, sana gelebilir miyim, demişti. Gel demiştim, babamla Mehmet de burada.
Ama hafifçe korkmuştum da, babamın ne zaman ne yapacağı belli olmazdı, ters bir şey söyleyip Orhanı kırmasından çekinmiştim.
Bir masanın başına dördümüz oturmuştuk, babam, sırayla hepimizi küçük darbelerle haşlayarak bize edebiyat anlatmıştı, Orhan, Mehmet, ben, üç küçük çocuk, üç kardeş gibi onu dinlemiştik, Orhan yazarlığına uygun bir zarafetle davranmıştı.
Orhan Nobeli aldığında babamın ne kadar sevindiğini hatırlıyorum.
Çok da güzel bir yazı yazmıştı.
Bize yazarlara saygı göstermeyi, onları sevmeyi öğretti.
Cesareti sevmeyi öğretti.
Dürüstlüğü sevmeyi öğretti.
Hak ettiğinden fazlasını istememeyi öğretti.
Acıyı taşımayı öğretti.
Fatin Rüştünün idama mahkûm olduğu mahkemeyi anlatmıştı bir keresinde.
İdama mahkûm olduktan sonra diğer sanıklar hakkındaki kararlar okundu. Dava bittiğinde Zorlu salondan çıkarken arka sıralardaki bir milletvekilini kutladı. Adam beraat etmişti. Zorlu da idama mahkum olduğunu duyduktan sonra bile bütün kararları dinlemiş, beraat eden arkadaşını kutlamıştı.
Aynı fikirde olsun ya da olmasın, cesarete hep bir saygısı vardı.
Bütün bu hikâyeleri geçmiş zamanda anlatmak öldürecek beni.
Biz babamın doğduğu köşkün yerine yapılan apartmanda oturuyoruz, otuz yıl boyunca aynı katta, yan yana dairelerde yaşadık, son üç yıl boyunca neredeyse her gün babama uğrardım ben, konuşurduk.
Hastalanıp gücü tükenene kadar hep aynı coşkuyla anlattı.
Ben herhalde iki ya da üç yaşındayken bir gün bir kuzuyla karşılaşmışız kırda, ben kuzudan korkmuşum.
Altmış beş yaşındayım, neşeli olduğu zamanlarda babam beni hâlâ biraz alaycı biraz sevecen bir gülümsemesiyle kuzudan korkan oğlum diye karşılardı, duyduğum en şefkatli laftı.
Bizim ailede, erkekler birbirlerine duygularını çok göstermezler, duygularından çok söz etmezler, garip feodal geleneklerimiz var, babamızdan hep çekindik, onun beğenmeyeceğini düşündüğü hiçbir şeyi yapmamaya gayret ettik, beğenmeyen tek bir bakışıyla bile yaralanırdık, beğenmeyecek diye ödümüz kopardı ve kuzudan korkan oğlum sözleri içimi sevinç ve güvenle doldururdu.
Artık kuzudan korkmuyorum.
Komşum gitti.
Bir tek kez bile kötüyüm demedi.
Son gecesinde, saat bire doğru onu görmek için yeniden hastaneye döndüğümde, Nasılsın babacığım diye sormuştum, artık hayata kapanmaya başladığı halde, başıyla İyiyim işareti yapmıştı.
Altı yedi saat sonra öldü.
Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.
Bunu beceremiyorum.
Hiç becerebilecek miyim onu da bilmiyorum.
Hastamız nasıl dediğinde öldü dedim.
Bunu şimdi herkes biliyor, bir ben bilmiyorum.
Benim kuzudan korktuğumu da bilen kimse yok artık.
Yan dairenin kapısı kapalı.
Sonsuz bir sessizlikten başka hiçbir şey kalmadı orada.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.