Kuru Otlar Üstüne: Karanlık, daha fazla karanlık!- Şenay Aydemir
“Kuru Otlar Üstüne”, Nuri Bilge Ceylan’ın en politik filmi gibi görünse de en karanlık yapıtı bana göre. Kışın karlarla yazın kuru otlarla kaplı bu coğrafya da Samet’in çocuklar için biçtiği karanlık gelecekten farklı dünyalardan gelmiş bu üç genç öğretmenin de kurtuluşu yok sanki. Hiç ışık sızmıyor filmden içeriye… Yine de tam bir Nuri Bilge Ceylan filmi “Kuru Otlar Üstüne”. Beklediğimizden ne eksik ne fazla.
Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” ile başladığı, “Ahlat Ağacı” ile devam ettirdiği ve ‘şimdilik’ “Kuru Otlar Üstüne”de yeni boyut kattığı bir hat var. “Kış Uykusu”nun orta yaş üstü ‘Aydın’ının kibirli, egoist, kendisini beğenmiş karakterinden; “Ahlat Ağacı”nın yaşadığından çok bildiğini sanan, boşluklara sığınarak içendeki boşluğu dolduracağına inanan Sinan’ına uzanan bir hat bu. Ve onu bıraktığımız yer kör bir kuyunun karanlığıydı. İşte “Kuru Otlar Üstüne”, bu karanlığı Sinan’ın baktığı kuyudan çıkararak ana karakteri Samet’in ruhuna yerleştiriyor. Aydın’ın kendini beğenmiş kibirli ve tahakküm heveslisi halleri, Sinan’da nihilizmin sınırlarına ulaşmıştı. Samet’i ise bir türlü atanamayan Sinan’ın öğretmen olmuş hali gibi düşünebiliriz. Sinan’ın nihilizmini bile aşan, sinik bir erkek var karşımızda bu kez.
Kendisine aşık olduğu için belki de, karanlığını içinde bulunduğu çevrenin karanlığına bağlıyor Samet. Kendinde olmayan ışığa sahip olduğu için öğrencisi Sevim’i yakın tutuyor. Ahlaki bir duruşu, politik bir fikri olmadığı, kendisi dışında kimseye karşı sorumluluk hissi taşımadığı için komutanla çay, gerilla olmayı düşünen gençle viski içmekte beis görmüyor. Lojmanı paylaştığı Alevi öğretmen Kenan’ı, belirtilmese de 10 Ekim katliamı mağduru olduğunu anladığımız ‘solcu’ öğretmen Nuray’ı, beden hocası Tolga’yı, veteriner Vahit’i birbirinden ayıran çok fazla şey yok onun gözünde ilk başlarda.
İki kadın, önce Sevim sonra da Nuray çomak sokuyor Samet’in bu kayıtsız dünyasına. Ceylan ilkinde artık çok iyi bildiği ve anlattığı (Ebru Ceylan ile birlikte kuşkusuz) erkeklik hallerini koyuyor önümüze. Okuldaki ‘taciz suçlamasına’ kız öğrencilerle hiç görmediğimiz halde Kenan’ı da dahil ediyor hikaye. Oysa Samet’in öğrenci-öğretmen sınırlarını aşan tavırlarına tanıklık ediyoruz. Kendisi bunu değişim adına yaptığını düşünse de. Nuray’ın ikilinin hayatına girişiyle birlikte, bir önceki hadisede aynı sepetin içinde olan ikili farklılaşıyor. Çünkü Samet, pek de ilgisini çekmiyormuş gibi yaptığı Nuray’ı kendisi tavsiye ediyor Kenan’a. Ama sonra ikisinin de canını yakmakta bir beis görmüyor. Hatta içten içe bundan haz da duyuyor. Benzer bir durum, finalde Sevim ile yaptığı konuşmada da hissediliyor. Ama filmin tabiriyle ‘aklı bir karış havada’ olan Sevim pek oralı olmuyor.
KONUŞAN KİM? “Kuru Otlar Üstüne”, önceki iki filmde olduğu gibi oldukça geniş bir alanda, çok fazla şey söyleyen yapımlardan. Bu nedenle filmlerin uzunluğu gayet makul hale geliyor. Burada da öyle, saate ilk baktığımda iki saat geride kalmıştı ve nasıl geçtiğini pek anlamamıştım açıkçası. Ceylan uzun planlar boyunca karakterlerin bir mesele üzerine tartıştıkları sahnelerde giderek daha ustalaşırken, metinler daha fazla kendi ağzından çıkıyormuş izlenimi veriyor öte yandan. Yani yer yer, karakter değil de yönetmenin kendisi konuşuyormuş gibi hissettiğimiz anlar bu filmde çok daha fazla. Örneğin, Samet’in Nuray’ın evine gittiği ve ‘toplumsal mücadele’ ile ‘bireysel özgürlük’ arasındaki tercihlere dairmiş gibi görünen tartışma. Nuray, sol hareketin içinden gelmiş, bunun için bedel ödemiş birisi olarak ortak sorunlar karşısında ortak mücadelenin önemli olduğuna dair bir şeyler söylüyor. Samet de atıllığını, karamsarlığını özgürlük gibi pazarlayarak kendi argümanlarını üretiyor. Ancak bu uzun ve dikkat çekici sahnenin kimi yerlerinde Samet’in ağzından dökülenler o karakterin değil de, yönetmenin kendisine yönelik eleştirilere verdiği bir cevap gibi okunmaya çok müsait. Çünkü yalnız söyledikleri değil, sorular da çok farklı. Bazı sorular Samet’e yöneltilmemiş de, o başka birisi adına konuşsun diye konulmuş gibi. ‘Sinemayla konuşma’nın bazı yönetmenlerin tercih ettiği bir yöntem olduğunu unutmayalım!
Öte yandan Samet yabancı değil bize. “Uzak”ın Mahmut’undan “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın doktoruna, yukarıda andığım Aydın ve Sinan’a kadar aynı karakterin yıllar boyunca evrimini izliyormuşuz gibi de geliyor. Dünya ve ülke değiştikçe karakterler büyüyüp küçüldükçe, bütün buraların sahibiymiş gibi davranan erkeklerin egoları, kırılganlıkları, küçük iktidar savaşları, bitmeyen ergenlikleri de şekil değiştiriyor. Bana kalırsa da giderek karanlıklaşıyor. “Kuru Otlar Üstüne”nin karanlığı yalnızca Samet’ten beslenmiyor. Hatta ondan hareket ederek bütün bir ülkenin üzerine düşüyor adeta.
MASALARIN BAŞINDA “Kuru Otlar Üstüne” de önceki iki film gibi ‘geveze’ bir yapım. Üstelik bu gevezeliklerin çoğu, tıpkı uzun hayatımızın çok büyük bir kısmında yaptığımız gibi manasız, incir çekirdeğini doldurmayacak günlük rutinler üzene çoğu zaman. Ancak Ebru- Nuri Bilge Ceylan ikilisi son iki filmde birlikte çalıştıkları Akın Aksu’yu (ondan önce de Ercan Kesal’ı) yanlarına alarak küçük ayrıntıların, bir cümlenin, bir göz devirmenin, bir bıyık altı gülüşün dünyasını yazmayı başarıyorlar. Bu dünyayı görselleştirme konusunda yönetmen zaten mahir. Misal burada Samet ve Kenan’ın Nuray’a olan ilgilerine dair küçük anlar, basit vurgular, bir manalı bakış uzun sahnelere nefes aldırıyor. Ceylan sineması hayatın rutininin geniş zamanına yayılmış anlarını, sinema zamanına sıkıştırmayı başarmakta giderek daha da mahirleşiyor.
Ve bütün bu uzun diyaloglu sahneler, bir masanın etrafında şekilleniyor hep. Yemekte, öğretmenler odasında, veterinerin dükkanında, lokantada, kantinde vb. Ülke bütün derdini masaların üzerine boca ediyor adeta. Bunu geniş tutarak söyledim çünkü yakın dönem sanat sinemamızda en az bir tane ciddi mevzunun uzun uzun konuşulduğu masa etrafında toplanma sahnesi var. Ama herkes buradaki kadar ustaca yazıp, işlevli sahneler kurup, doğru mizansenler inşa etmeyi ve oyuncularından da yüksek verim almayı başaramıyor maalesef.
Ancak sıkça karşımıza çıkan şey sadece masalar değil! Hayata, dünyaya, insana, politikaya, sanata, edebiyat vb. dair önceki filmlerde de yürütülen tartışmalar, yapılan kavgalar, kesilen ahkamlar giderek ‘bilmişliğe’ dönüşüyor sanki yönetmenin filmlerinde. Bütün bir film için bunu söyleyemeyiz tabii ama yukarıdaki Nuray- Samet diyaloğunda olduğu gibi bazı anlarda karakterin çapını aşan bilgelikte cümleler, bilmiş sözler dökülüyor ortalığa. Karakterle birlikte sorguladığımız ya da söyledikleri üzerine düşündüğümüz bu anlar birden ‘bakın bu işler böyledir’ buyurganlığına dönüşüyor.
Filmin finali çokça yazılıp çizilecektir vizyona girince. Ama çoğunluğu Samet’in ağzından dökülen ve Sevim’e ithaf edilen metne dair olacak kuşkusuz. Ben başka bir noktaya dikkat çekeyim. En nihayetinde Nuray’ı Samet ve Kenan’la birlikte gezip eylenirken görmek de konuşulmayı hak ediyor. Çünkü bu üçünü bir arada tutan şey nedir? Samet biraz değişmiş, içindeki karanlığı/ kötülüğü hafifletmiş midir? Yoksa Nuray mı umudunu kesmiştir her şeyden? Ya da karanlık mıdır bu üç genci bir arada tutan şey! Bu sorular havada kalıyor. Ama her biri ayrı bir dünyanın kapılarını açacak cevaplar içeriyor.
HİÇ IŞIK SIZMIYOR “Kuru Otlar Üstüne”, Nuri Bilge Ceylan’ın en politik filmi gibi görünse de en karanlık yapıtı bana göre. Kışın karlarla yazın kuru otlarla kaplı bu coğrafya da Samet’in çocuklar için biçtiği karanlık gelecekten farklı dünyalardan gelmiş bu üç genç öğretmenin de kurtuluşu yok sanki. Hiç ışık sızmıyor filmden içeriye… Belki de bu yüzden daha önce hiç yapmadığı şeyler yapıp biraz rahatlama yaratmak için “bakın bu bir film” demeye getiriyor bir yerde. Buralara takılmayıp, başka şeyler de konuşalım diye hızlı kamera hareketleri yapıyor belki. Ama nihayetinde tam bir Nuri Bilge Ceylan filmi “Kuru Otlar Üstüne”. Beklediğimizden ne eksik ne fazla. Neyi arıyorsanız onu bulacaksınız. 197 dakika boyunca hiç sıkılmadan, aman hiçbir şeyi kaçırmamalıyım diye çişinizi tuta tuta izleyeceğiniz bir NBC filmi daha! Bu bakımdan güvenli alanda kalmayı tercih ettiğini söylemeden geçmeyelim. Hatta film çıkışı, izlerken kahkahalar atmamıza neden olan sahneleri anarak “bir de komedi çekse ya” diye gerçekleşmeyecek temennilerde bulunanlar bile oldu.
Bitirirken özel bir vurgu hak ettikleri için oyuncuları anmadan geçmeyelim. Ceylan filmlerinde oyuncu yönetimi her zaman üst düzey oluyor kuşkusuz. Ancak Deniz Celiloğlu, Merve Dizdar ve Musab Ekici’ye çok ayrı bir vurgu yapmak gerek. Celiloğlu’nun karakterinin gözlerindeki öfke ve kini yansıtma maharetini, Ekici’nin çaresizliği sunma biçimini ne kadar övsek az. Merve Dizdar ise yüzünde ve gözlerinde bin bir türlü anlamı aynı anda bir araya getirebilen ender bir oyunculuk çıkarıyor.
Gazete Duvar
(Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı'ndan sonra ilk fırsatta izlemek umuduyla...)
Bu ileti en son melnur
tarafından 23.09.2023- 09:55 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Ancak Samet onları da dondurup fotoğraf karesine sığdırarak tüm sorumluluğu üstünden atmıyor muydu ne dersiniz?
AYŞE ŞULE SÜZÜK
Sinemaya gitmeyi özlemişim. Sinemaya gitmeyi unutmuşum. Bunu üç saat on yedi dakikalık Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” filmini görünce hatırladım. Gitmeyi planlamaya başlayınca yeni bir Nuri Bilge Ceylan filmiyle buluşacağım için içim kıpır kıpır oldu.
Diriltici bir etkisi var merak edilen, özlenen, üzerine tartışmayı gerektiren sanat eserlerinin. Duygudan duyguya geçileceğinin farkında olarak kalp pıtırtılarıyla, midede uçuşan kelebeklerle bir tazelenme yaratıyor bende bu tür sanat eserleri. Filmin yorgun düşmüş insanlarına inat bir keyif, bir hınzırlık, bir enerji geliyor üstüme. Benden zengini yok o an, benden gamsızı, benden hınzırı, benden mutlusu. Daha ne olsun, hep demek istiyorum: iyi ki sanat var, iyi ki güzel filmler, güzel romanlar… Tıpkı “Casablanca” filmindeki Humphrey Bogart (Rick) ve Ingrid Bergman’ın (Ilsa) “Bir daha çal, Sam!” replikleri gibi sürekli. İyi ki, iyi ki, iyi ki…
Ama karanlık bir atmosferi var filmin. Geneli mecburi hizmet kapsamında görev yapan öğretmenlerden oluşan, Erzurum’un orda bir köy var uzakta çağrışımı gibi karlarla kaplı bir kasaba ve onun ilköğretim okulu mekân olarak seçilmiş. Kardan ve soğuktan insanın içi üşüyor bir yandan öte yandan soğuk vurgunu insanların upuzun zamanlara yayılmış tekdüze yaşantılarının olağan akışı normalleştiriyor her şeyi. Her şeye alışılır dedirtiyor, o alışılan her şeyde bir saklı güzellik bulma eğilimi barındırıyor.
Sessizlik, zorlu yaşam koşulları, merkezden uzaklık, yalnızlık, kimsesizlik, unutulmuşluk, bıkkınlık, çaresizlik ve umutsuzluk bir dekor olarak her yanı kaplamış burada. Gerilimi besleyecek, olay örgüsünü çatacak, gerilimi yükseltecek hiçbir parıltı yok ya da tüm bu parıltının üstünü alabildiğince bir sis kaplamış. Bu sis öğretmenler odasına, öğretmenlerin yüzlerine, eylemlerine/eylemsizliklerine de çökmüş. Neredeyse hepsi “buradan” bir an önce gitmeye, kaçmaya ayarlanmışlar; geçici bir uğrak, geçerken katlanılacak bir durak olarak görüyor öğrencileri, kasabayı ve birbirini.
Asıl hikâye Samet öğretmenin üzerinde yükseliyor. Dört yıllık cezasının -zorunlu hizmetinin- sonuna gelmiş Samet, bir resim öğretmeni, çok okuyor hep elinde bir kitap var, ya da ben öyle hatırlıyorum ama resim yapmıyor. Diğer tüm öğretmenlere göre farklı, aykırı, derinlik vaadi olan, kendini ayrıksı gören ve çevresine tepeden bakarak yargılama eğiliminde biri. İktidarın her tür biçimine karşı gibi görünen, özgürlük düşkünü, uyumlulaşmayı reddeden bir ayrık otu sanki… Ama sanki, gibi, pek değil, tam öyle değil. Çünkü öfke ve hınç anında eleştiriyormuş gibi olduğuna/yaptığına dönüşen, aşağılayan, kısıtlayan, ezen, iktidar kuran, zalimleşen de biri Samet.
İçimizdeki iyilik ve kötülük diye başlayan bir cümle kurmak isterdim. Samet’in karanlık tarafı demek isterdim ama değil, Samet’in karanlığı öyle aşikâr ki içinde aydınlığı barındırmıyor. Bir sahnede öğrencilerin ihtiyaçları için belli ki Samet’in organize ettiği bir koli geliyor okula ve Samet son derece lakayıt biçimde bunu ihtiyaç sahibi öğrencilere dağıtıyor. Fakat bu eylemi bile öyle iğreti ve çocuklara, onların dertlerine öyle uzak ki özellikle öğrencilerle iletişim kurmaktan kaçınıyor. Çocukların gözlerinin içine bakmıyor. Çünkü öğrencilerle etkileşime girdiğinde “mesele”yi bilmesinden kaynaklı bir sorumluluk doğacak ve onu eyleme, daha fazla anlam kurmaya, kaçışlarını sınırlamaya çağıracak ve kapana kıstıracak. Neyi seçiyor? Okulun en çalışkan ve kendini yormayacak öğrencisi ile “özel” bir yakınlık kurmayı, istismarın sınırlarında gezinmeyi seçiyor. Öğrenciye, evet kız öğrenciye “ayna” hediye ediyor, laf arasında verdiği kitaplardan söz ediyor ancak öyle belirsiz ki bu söz ediş. Ayna gerçek ve metaforik anlamıyla altı çizilerek öne çıkıyor, katlanılmaz “özgür ruhlu”, tembel öğretmenin kendine doğrudan bakmasını sanki kolaylaştıracak ve ruhunu rahatlatacak bir aparata dönüşüyor. Umutsuzluk, eylemsizliğe, tembelliğe, kolaycılığa kılıf mı? Yoksa tam tersi bir denklem mi var tembellik umutsuzluğun, sinikliğin, eylemsizliğin, tepeden bakışın kılıfı mı?
Samet’in hakir gördüğü, içten içe küçümsediği, lojmanda birlikte kaldığı Kenan ortalama iyi bir insana tekabül ediyor. İstismar suçlamasıyla haklarında şikâyet söz konusu olduğunda ise verdiği tepki, Samet’in tepkisinden daha gerçek, daha diri, daha hesap sorucu. Bu anlamıyla tembel ve hoyrat Samet’in çizdiği profilden bin kat daha saygıdeğer ve gelişmeye açık bir karakter.
Öte yandan Nuray, Ankara Gar Katliamı’nda bir bacağını kaybetmiş, umut etmenin yorgunu Nuray. Ne çok şey yazılabilir hakkında. Ancak derdim Samet’le. Sevmedim seni Samet, yıkıl karşımdan.
Filme mi? Filme bayıldım. Duygudan duyguya geçerek bu içerik ve teknik harikasını izledim, izledim nefesimi tutarak. Fotoğraflara yalnızca Samet’in çektiği fotoğraflara bayıldım Samet’e dair. Her bir fotoğraf bir hikâye anlatıyordu bir biri ardı sıra sıralanmış pek çok film çağrıştıran, yalnız ve güzel ülkenin çileli insanlarını anlatan fotoğraflar bunlar. Anlam bıçak gibi kesiyor, lime lime ediyor. Ancak Samet onları da dondurup fotoğraf karesine sığdırarak tüm sorumluluğu üstünden atmıyor muydu ne dersiniz?
Son olarak filmin elbette pek çok okuması ve çağrışımı var. Her bir karakter aslında üzerinde durulmayı ve derinlemesine konuşulmayı hak ediyor. Beri yandan çürüme, yavaşlama, gerileme setler çekmedikçe hayatlarımızda bizi ele geçiriverir, dikkat. Yavaş yavaş ya da ansızın… Buna dair Jules Payot’nun “İrade Eğitimi” kitabından bir alıntı paylaşmak istiyorum. Burada dursun, belki başka yazılarda döneriz.
“Düşük ücretli, pek değer verilmeyen, geleceği, ufku olmayan, insanın iskemlede ömür çürüttüğü, her gün hemen hemen kısır bir uğraşın boşluğu içinde yeteneklerinin gerilemesine ve adım adım paslanmasına tanık olduğu, ama buna karşılık düşünmekten, istemekten ve eyleme geçmekten kurtarılmanın kelimelerle dile getirilemez sevincini bulduğu memurluk görevleri… Vesayetçi bir yönetmelik… insanın faaliyetini bir duvar saatinin düzenli hareketinin içine sokar ve onu eyleme geçmenin ve yaşamanın yorucu onurundan muaf tutar.”
Aman diyeyim, aman. Ama mutlaka izleyiniz Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne”sini. Siz bakalım nasıl bulacaksınız?
Hamiş: Samet adının anlamı sonsuz, yüksek, ebedî, hiç kimseye muhtaç olmayan tanrı demekmiş. Her şey kendine muhtaç olurmuş ancak kendisi kimseye muhtaç olmazmış Samet Bey’in.
( Filmi izlemedim, ama sağolsun Şule Hn. iki haftadır bizleri film hakkında bilgilendirimeye devam ediyor.)
Sametlere dair
Samet’i mahkûm etmeyi yeğleyeceğim, çünkü Sametler sürpriz vadetmiyor. Sıkıntımı Sametler gideremez. Umudu Sametler taşıyamaz.
AYŞE ŞULE SÜZÜK
İyi filmler, iyi romanlar, iyi sanat eserleri insanın yakasını kolay kolay bırakmaz. Yapıttaki karakterlere, karakterlerin sözüne, tartışılan ya da tartıştırılmaya çalışılan sorunsala, açık ya da örtülü mesajlara, iletilere dönüp dönüp bakar; kimi zaman kendi kendime, kimi zaman dostlarla tartışarak, kimi zaman da yazarak eserin araladığı kapının peşinden giderim. Kendinden söz etmeye zorlayan, izlerken pek çok duygu sağanağı altında hop oturtup hop kaldırtan, cenk etmeye çağıran aslında önce de belirttiğim gibi üç saat boyunca beni mıh gibi sinema koltuğuna çakan bir film iyidir ve olmuştur. Yönetmenin yarattığı karakterlere yönelik tüm kayırmalarından bağımsız, içimizdeki üretken enerjiyi tetiklemişse eğer bir film karakteri o yapıt yine iyidir ve olmuştur.
Ancak film hakkında bir yazı daha yazmak istememin sebebi Nuri Bilge Ceylan’ın Adana Film Festivali’nde Samet’e dair bir soruya yanıt olarak Samet öğretmeni cengâverce sahiplenmesi. Konuşmasında Samet’in çok kötücül olarak kodlanmasına itiraz ederek kendi ile Samet arasında bir paralellik kurması. Samet’in yaptıklarını yapabileceğini, hissettiklerini hissedebileceğini ifade ettikten sonra insanların kendilerini kolay kandırdığını, Samet’in herkes gibi biri olduğunu, kolaylıkla insanların ötekileştirildiğini ve günah keçileri yaratıldığını belirtiyor. Samet’e dair eleştirilenlerin eleştirenlerin ruhunda da olduğunu savlıyor. Daha da ileri giderek Samet’i çok kötücül bulan birisine karşı eğer o kişi Samet’in hangi hareketini kötücül bulduğunu söylerse Samet’i savunabileceğini, Samet’in avukatlığını yapabileceğini dillendiriyor. Ceylan, kendi ruhunda hissetmiyorsa filme o karakteri koymayacağını, gerçekte ise kendisinin de kötü olabileceğini ifade ediyor şakayla karışık.
Şimdi yönetmen bu kadar hararetle ve üstelik hiç mi hiç sevmediğim Samet karakterini sahipleniyorsa işte orada azarlanan, işaret edilen, belki suçlanan ve yönetmenin iktidarı/sözü karşısında sessizleşen izleyici olarak benim de bir çift söz hakkımın olması doğal değil mi?
Şeytan bunun neresinde?
Samet sarsıcı bir karakter, evet… Durup sessizleşmeyi, içime dönmeyi, derin düşünmeyi gerektirdi. Kendimle yüzleşmemi zorladığı anlar oldu mu? Emin değilim ancak bu kadar hareketsiz, bu kadar kendisiyle meşgul, bu kadar kendine dönük, bu kadar bireysel, bu kadar her şeyi değersizleştirerek yol alan ve elbette bu kadar kibirli bir insan portresi filmin merkezine yerleşiyor ve filmin çatısı Samet üzerinden inşa ediliyorsa Samet’i bir güzel soymanın çırılçıplak bırakmanın sakıncası olmasa gerek gayrı.
Peki, Samet iyi biri mi?
Ekseni iyilik, kötülük yörüngesinden çıkarmalı çıkarmalı ama Bertolt Brecht’in “”İyi Adam”a Bir İki Soru”” şiiri hınzırca göz kırpıyor. Öte yandan filmin yönetmeni tartışmayı buradan açmayı yeğliyor.
Samet ise pörsümüş, diriliğini yitirmiş, çürümüş, öğrencilerin gözlerinin içine bakamayan, çevresindeki herkese karşı kayıtsız ve onlara tepeden bakıp beğenmeyen, kimseyi sevmeyen ve sevemeyecek bu anlamda canlılık emaresi taşımayan biri olarak oradan, tepedeki tahtından bizlere bakıyor. Yorgun, tükenmiş, yaşam sevincini kaybetmiş, aymaz bir özgürlükçü. İktidarın diline ve eylemine karşı imiş gibi bir fotoğraf verirken karşı olduğuna minik iktidar alanlarıyla yeniden üretmekten kaçınmayan aslında kendiyle hesaplaşmayan, kendinden razı bir tipik entelektüel. (Entelektüel gölgesi mi demem gerekir (ama aydın asla değil) bilemedim çünkü düşünsel üretimine dair bir emare göremedim bol kitap okumasının yanında. Bir yaşayan ölü adeta Samet. Donuk gözlerle etrafını, çevresindeki insanları, öğrencilerini, öğretmen arkadaşlarını, Nuray’ı, Kenan’ı, Feyyaz’ı, Vahit’i, okul müdürünü izliyor; çevresinde olup bitenlere dair öylesine kayıtsız ki tek umursamazlıkla bakamadığı kişi öğrencisi Sevim.
Çocuk Sevim’e bakışında tam anlayamadığım ama istismarın izlerini yakaladığım bir gölge var. Rahatsız edici. Sevim ile ilişkisinde mutlak iktidarını kurduğunu sandığı anlarda adeta tanrılaşıyor. Başka bir ifadeyle mutlak iktidarı elinde tutarken mutlu, güvenli ve kendini dayatan biri oluyor. Ne zaman ki çocuk Sevim’i zorladığı hat, Sevim tarafından ihlal ediliyor ve çocuk kendine dayatılanı parçalıyor o zaman Samet’in gazabına, öfkesine ve elbette zavallılığına tanık oluyoruz. İşte burada kötü, çok kötü Samet… Öğrencilerine hakaretler yağdırırken kibrini bir an olsun bırakmıyor. Sınıf öğretmeni (yani bir nevi sınıfın birincil sorumlusu) olduğu, sınıfındaki yoksul öğrencilere gelen yardım kolisinden ihtiyaçlarını alan öğrencilerinin yüzlerine bakmadığı anda, kendine küçük gelen kırmızı botu kardeşi için alan kız öğrencisini sınıfta hiç fark etmediğini idrak ettiği ama konunun üzerinde hiç durmadığı anda kötü Samet. Güçsüzlüğünü, edilgenliğini, kayıtsızlığını, tembelliğini, merhametsizliğini, korkaklığını çevresindekileri hakir görerek örtmeye çalıştığında, özgürlükçü bireyciliğini övünülecek bir karanfil gibi yakasına iliştirdiğinde, başkalarının mutsuzluğundan beslenmek üzere planlar kurduğunda, işte o anda kötü Samet.
Sartre aydın için kendini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan kişi diyor. El yükselterek diyorum ki düşünsel olarak o şeylere burnunu sokmanın yanında bir de değiştirme arzusuyla eyleyen kişidir aydın. Ancak Samet elinde gördüğümüz kitaplar ve etrafına yaydığı hâleden yola çıkarak en fazla entelektüelliğe meyilli bir zat-ı muhterem gibi duruyor. Ancak umutsuz vaka bu meselede de çünkü tembel; amaca yönelmiş duyguların ve fikirlerin peşinde koşacak ne tutkusu, ne inancı, ne hevesi var.
Mesela Sevim’e okuması için hangi kitabı vermiş, merak ediyor ölümlü izleyici örneğin. Hangi kitabı vermiş olabilir Samet Sevim’e sevgili Nuri Bilge Ceylan? Peki, Sevim dışında başka öğrencilerine kıymet veriyor mu ya da onlara da okumaları için kitap vermiş olabilir mi Samet? Yoksa sadece “ayna” mı hediye ediyor bazı kız öğrencilere? İşte Samet’e dair bunu düşündüğüm anda Samet kötü.
Nuray’la sohbet ettikleri o uzun akşam yemeğinde Samet’in özgürlüğü ve bireyciliği için verdiği “mücadele”yi böbürlenerek Nuray’a anlatırken değerleri ve inançları olan, yaşanabilir bir dünya özlemi için gayret eden tüm “ötekiler”i ötekileştirerek hakir gördüğünde Samet kötü. Oysa tek özlemi bir an önce zorunlu hizmetten kurtulup kapağı İstanbul’a atmak hepi topu.
Samet ne istiyor? Samet iyi mi? Samet kötü mü? Samet’te umut var mı? Samet’ten olur mu?
Ancak ne yazık ki 100 yıl önce kurulan devrimci Cumhuriyet’in içinden çıkardığı ve onurumuz olan onca dinamik, devingen, mücadeleci, yiğit, aydınlık, devrimci aydın öğretmen geleneğini ve bu geleneğin birikimini ardıma alarak diyebilirim ki bu iş zor. Samet’i mahkûm etmeyi yeğleyeceğim, çünkü Sametler sürpriz vadetmiyor. Sıkıntımı Sametler gideremez. Umudu Sametler taşıyamaz. Sametler bir derin kuyudur dibini göremeyip ancak karanlığını gördüğüm. Annemin bir tabiri ile kokmaz bulaşmaz Sametlerden hayır gelmez kimseye. Elbette çıkmayan candan umut kesilmez. Kim bilir… Hele hele…
Kuru Otlar Üstüne: Sametlere sahip çıkma mecburiyeti
"Kafası karışık, kırılgan, yarı umutlu yarı karamsar bir şeyler arayan, öğrencisinin ilgisine muhtaç yalnız biridir Samet."
Cemali Coşkunırmak
“Bir Kuru Otlar Üstüne yazısı daha mı” dediğinizi duyar gibiyim. Film izleyiciyle buluştuktan bu yana hem bu köşede hem de sol çevrelerde epey tartışıldı, birçok eleştiri yazıldı ve bu süreç daha devam edecek gibi görünüyor. Demek ki otlar o kadar da kuru değilmiş!
Diğer yandan şunu da belirtmek gerekiyor ki film üzerine yazılıp çizilenlerin çok azı filme hak ettiği özeni gösteriyor. Elimizde üç saati aşan, her kelimesi özenle seçilmiş, sayısız diyalog içeren, önemli konuları dert edinmiş değerli bir üretim var. Bu durum filmi eleştirilemez yapmaz ancak eleştirmeye başlamadan önce filme özenle yaklaşmak, yönetmenin derdini doğru anlamak ve filme hak ettiği değeri vermek zorundayız.
Bu yazının amacı filme dair kapsamlı bir eleştiri yapmaktan ziyade tartışmalarda çok tekrarlanan bazı problemli argümanları ele alarak filmi doğru bir çerçeveye oturtmaktır. Bunu yapabilmenin yolu da filmin sevilmeyen ana karakteri Samet’i ve onun diğer karakterlerle olan ilişkisini anlamaktan geçiyor.
Samet pedofil midir? Filmin içine girmeyi, onu anlamayı en çok zorlaştırdığını düşündüğüm yorumların başında Samet ile Sevim arasındaki ilişkide bir “sınır ihlali” görmek var. Bu yaygın yoruma göre zaten filmde tacizle suçlanan Samet genel olarak fazla samimi tavırlarıyla, öğrencisine belinden sarılmasıyla, ona ayna gibi ilginç bir hediye almasıyla, yetişkin bir erkek ve bir kız çocuğunun denk olmayan ilişkisindeki sınırı aşıyormuş.
İlk bakışta böyle bir şüphe duymak, çocuk istismarının ülkemizdeki yaygınlığını düşündüğümüzde gayet doğaldır. Ancak, bu şüpheyi film boyunca ve filmden sonra da sürdürerek yönetmeni bir tacizi aklamakla suçlamak çok büyük bir özensizlik ve haksızlıktır. Çünkü yönetmen filmde durumun göründüğü gibi olmadığını ve niyetinin başka olduğunu belirten birçok ayrıntıya yer vermiştir.
Öncelikle filmdeki taciz suçlamasını ele alalım. Samet, ani bir sınıf aramasında Sevim’in çantasından çıkan, kime yazdığını bilmediğimiz aşk mektubunu gülerek okurken Sevim’e yakalanır. Bunun üzerine Sevim’in onuru kırılır, çok üzülür ve mektubunu ister. Samet ise mektubu zaten yırtıp attığını söyleyerek, muhafazakâr Kevser hocanın aksine bu yaşlarda böyle duygular yaşamanın, aşk mektupları yazmanın ne kadar doğal olduğundan bahseder ancak Sevim o kadar üzgün ve kızgındır ki bunları dinlemez bile ve son kez Samet’in gözlerinin içine çok sert bakarak, tehdit eder bir şekilde “yani şimdi mektubumu vermeyecek misiniz hocam” der ve spor odasını terk eder.
Daha sonra, ilerleyen günlerde muhafazakârlığı ile bildiğimiz Kevser hoca tüm kız öğrencileri toplayarak onlara “öğüt” verir: “Giyiminize kuşamınıza, hareketlerinize dikkat edin, erkek hocalarınızla yakınlaşmayın, yanlarından geçerken bile temkinli olun, büyüdünüz artık” gibi şeyler söyler. Bunun üzerine aynı toplantının devamında Sevim ve bir arkadaşı Samet’i ve derslerini çok sıkıcı buldukları, Samet’in en yakın arkadaşı Kenan hocayı tacizle suçlarlar. Aslında, Sevim’in bastırdığı çocuksu öfkesi, Samet’in “ahlakçı bir şeytanın içindeki çamuru kusması” diyerek nitelendirdiği Kevser hocanın laflarıyla kendisine su yüzüne çıkma olanağı bulmuştur.
“Hocam hediye alıp durma dedim sana, bizim buralar sizin oralar gibi değil, her yerin bir geleneği göreneği bir gerçekliği var.”
Mevcut suçlama Samet ile Kenan arasında da bir gerginliğe yol açar. Neden suçlandığını anlamayan ve panikle kendini bir an önce bu işten kurtarmak isteyen, Milli Eğitim müdürüne “ben yanlış anlaşılır diye yeğenime bile sevgi göstermiyorum” diyen Kenan, alıntıdaki laflarla Samet’i suçlayarak kendini rahatlatmaya çalışır. Samet’in bu suçlamaya verdiği cevap ise her şeyi özetler niteliktedir:
“Lafa gelince mangalda kül bırakmazsın mücadele falan, şimdi kılın kıpırdamıyor, sen gerçekliğe teslim olmuşsun, başka adaletsizliklere neden tepki gösteriyorsun ki o zaman, bağnaz alışkanlıklarınızı esnettiysek, beldenize medeniyet getirmek için risk aldıysak fena mı yaptık, sen ben öğretmenler bunu yapmayacaksak kim yapacak, gelenek dediğin cenderenin kölesi olacaksak, sokmayacaksak elimizin taşın altına kim sokacak?”
Samet’in bu lafı sadece Kenan’a değil, yönetmenin hazırladığı incelikliği tuzağa düşen tüm izleyicileredir de aslında. Yönetmen taciz suçlamasının dışında da filmin başında Samet’in Sevim ile olan ilişkisinde bir sınırın aşıldığını bize özellikle düşündürmek ister, örneğin Samet’in Sevim’e okuması için kitap da hediye ettiğini biliyoruz ancak gözümüze sokulan aynadır; aynı şekilde aynanın Sevim’e verildiği sahnedeki kamera açıları bilinçli bir şekilde Samet’in kıza nasıl sarıldığını göstermek için seçilmiş. Peki yönetmen neden böyle bir tercih yapıyor?
Bir öğretmenin ara tatil nedeniyle bir süredir görmediği başarılı öğrencisiyle karşılaştığında ona sarılması, aldığı hediye ile sevgisini göstermesi kadar doğal ve güzel bir şey olamaz. Ancak yönetmen birkaç provakatif hamleyle kurduğu tuzak sayesinde Kenan’ı düşürdüğü gibi “dikkatsiz” izleyiciyi de kolayca gerici Kevser hocayla aynı konuma düşürür ve “aydın” seyirci kendisini bir öğretmenin normalde gayet samimi ve olumlu kabul edilebilecek davranışlarını muhafazakâr ve ahlakçı bir yerden eleştirirken bulur. Bu tuzak Samet karakterinin gelişimini etkileyen nesnel koşulları anlamak açısından, yazının devamında değineceğim meselelerde önemli bir yer tutuyor.
Samet kötücül müdür? Film üzerine yapılan tartışmalarda en çok konuşulan mesele belki de budur. Okuduğum ve tartıştığım kadarıyla Samet karakterinin çoğunlukla onunla duygudaşlık kurmayı engelleyecek ölçüde kötücül bulunduğunu söyleyebilirim. En yaygın karşıt görüşe göre ise Samet’i kötücül bulanlar samimiyetsizlerdir, insan doğası zaten bencildir, kötücüldür. Bu iki görüş aslında aynı oranda problemlidir ve filmi anlamaktan uzaktır çünkü bu iki tez de filmde statik, tek bir Samet görür ancak ortada bir değişim vardır.
Şu soruyu kendimize sormak zorundayız: Evindeki fazladan karyolasını ihtiyacı olan bir öğrencisine vermek isteyen, işsiz Feyyaz’a borç vererek destek olmaya çalışan ve borcunun peşine bile düşmeyen, “ben köy ürünlerini yiyemiyorum ya” diyen başka bir öğretmene karşı çıkarak uzakta çocuk okutan okul hizmetlisine destek olmaları gerektiğini söyleyen, “sen hayvanına köpeğine insanına acımaya kalkarsan, valla sana acımazlar ha” diyen veteriner Vahit’e rağmen okulun çevresindeki uyuz köpeklerin sağlığını kendine dert edinmiş Samet, nasıl oldu da hiçbir şeyi umursamayan, bencil, saldırgan, sinsi bir insana dönüştü, yani kötücülleşti?
Samet’in en değerli öğrencisi tarafından ağır bir şekilde suçlanması ve olay üzerine çevresiyle yaşadığı gerilim onun için bir kırılma anı olmuştur. Peki kırılan tam olarak nedir, buna cevap vermeden önce ilk olarak Samet’in o köyde ne aradığını anlamaya çalışalım.
Samet’in derdi nedir? Sürekli köyden gitmeyi düşünüyor ama Sevim’e okuması için kitaplar veriyor, artık pek resim yapmıyor ama fotoğraflar çekiyor, solcu değil ama hep solcularla zaman geçiriyor… Kafası karışık, kırılgan, yarı umutlu yarı karamsar bir şeyler arayan, öğrencisinin ilgisine muhtaç yalnız bir adamdır Samet.
“Sonra Sevim’i düşündüm, onda aradığımı. Bu yaşama kapanmış, kıpırtısız coğrafyada onda aradığım, kendimde bulamadığım bir şeydi belki, bir enerji, aşkınlığın küçük bir belirtisi... Onu değil, onun ötesini düşlemiştim ben. Onun ötesinde kurduğum bir hayal dünyasının sadece aracı kılmak istemiştim aslında onu. Ama biliyordum, aramızda yine çığlıklarımızın birbirine ulaşamayacağı kadar derin ve geniş bir uçurum, bilinçlerimizin yakınlaşamayacağı kadar acımasız bir uzaklık vardı. İmkansızlığı düşlemiştim.”
Filmin sonundaki monologdan da anlayabileceğimiz üzere Sevim, Samet’e bir öğretmen olarak onu yetiştirme amacı vererek onun hayatını anlamlı kılan, ona geleceğe dair umut veren, başka bir dünya hayali kurduran ve bu anlamda aslında yaşama tutunması için ona bir dal uzatan kişidir. İşte kırılan bu dalın kendisidir. Suçlamadan sonraki ilk derste Samet’in “bana bakın o küçük beyinlerinize bir şeyler girsin diye uğraşıyorum, hiçbirinizin ressam olacağı yok, sizler patates şeker pancarı ekeceksiniz ki zenginler rahat yaşayacak, maalesef gerçek bu” ifadesini kullanması yaşanan kırılmanın Samet üzerinde nasıl bir etki yarattığını anlamak açısından çok önemli.
Bu noktada şunu belirtmekte fayda var, kuşkusuz Samet’in Sevim ile olan ilişkisinde sağlıksız olan birçok nokta var. Bir öğretmenin sınıftaki potansiyeli yüksek öğrenciyi kayırma kolaycılığı göstermesi, yetişkin bir insanın bir çocuğa bu kadar anlam yüklemesi ve bu anlam boşa çıkınca sonradan pişman olsa da acısını çocuktan çıkarması çok problemli. Ancak şunu unutmamak gerek: Yukarıda belirttiğim gibi Samet düşünceleri sistematik, ne istediğini bilen, umudunu her zaman ayakta tutabilen, aydın sayılabilecek biri asla değil, bu anlamda toplumun görece genç sayılabilecek, kentli, eğitimli muhalif profilini iyi temsil ettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, Samet’in Sevim ile kurduğu bağda bu tarz problemli noktalar olması “doğal”dır.
Filmin derdi nedir ve solun derdi ne olmalıdır? Film için bir anahtar kelime seçmek istesek bu herhâlde umut yorgunluğu olurdu. Aslında, bilinç düzeyleri ve yaşadıkları şeyler ne kadar farklı olursa olsun Nuray, Vahit ve Samet büyük oranda benzer öykülere sahiplerdir. Bu kişiler karşısında durdukları güç tarafından sistematik olarak sindirilmiş, saldırıya maruz bırakılmış, politik aklını koruyamamış ve sonuç olarak nesnel koşullara teslim olarak umudunu büyük oranda kaybetmiş insanlardır. Örneğin, Nuray ile Samet’i de beklenmedik bir anda yakınlaştıran bu duygudaşlıktan başka bir şey değildir. Bu anlamda kuru otlar, değiştirme iradesini, geleceğe olan inancını kaybetmiş emekçi halkın ta kendisidir.
“Sevim, son konuşmamızda yalan söyledim sana, tüm kendimi inandırma çabalarıma rağmen pişman değilim seni tanıdığıma, senin gözünden kendimi görmek isterdim, ilerde bana benzemeyeceğin kesin ve hayatla daha doğrudan bir bağ kurabilen hırçın, yırtıcı, mutlu ve umutlu biri olacağın da. Ki böyle olacağı için bir yandan acırken, bir yandan da seviniyorum senin adına. Hayat böyle. Bizi birbirimizle buluşturan bu rastlantı bile, ne akıl almaz bir bilmece. Bu düşüncenin başlangıcında bile bizi saran his, yaşananların hiçbir kıymeti yok denemeyeceğidir. Evet, yaşananlar konuşulanlar, duygular, belki de evrenin karanlık bir dehlizindeki kusursuz bir bilince yansıyor. Ama görünen şu ki gerçek, sıkıcı olduğu kadar acımasız da. Her insan gibi sen de göreceksin bunu. Zaman geçip gidecek ve kendi içine batmış, binbir aksiliğin yaşandığı bu coğrafyada hayatta kalırsan yine de sararıp kuruyup gideceksin sonunda. Bakmışsın ki ortalarına gelmişsin hayatın ve içindeki çölden başka hiçbir kazancın olmamış, ellerin bomboş.”
Samet bu sözlerle bitirir filmi. Büyük oranda karamsar ama kapıyı azıcık da olsa aralık bırakarak... Nuray ve Vahit’in yani solun iddiasını yitirdiği bir durumda Samet’in çürümesi ve böyle cümleler kurması gayet “anlaşılır”dır.
Filmi bir başyapıt olarak kabul etmeye mecbur olmayabiliriz ancak bu ülkede bir şeyleri değiştirmek istiyorsak Samet’in aralık bıraktığı kapıdan içeri dalarak onun koluna girmeye, gerekiyorsa onu bütün gücümüzle sarsarak dönüştürmeye, yönetmen dahil tüm “Sametlere” tam olarak bu anlamda sahip çıkmaya mecburuz!
Ancak bunu başarabildiğimiz ölçüde bir kez daha “Kuru Otlar” değil “Büyük İnsanlık” olduğumuzu gösterebiliriz.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.