Realist olalım ama eleştirel de. Bu nedenle eleştirel realist olalım.
Realist ve eleştirel olmak, siyasal düzeyde, devrimci realizmdir.
Devrimci realizm olanakları görür, arar, hatta yaratmaya çalışır. Ama, realist olmanın gereği, istenileni düşünüp, reel olanı gözden kaçırmamayı, daha önemlisi çarpıtmamayı gerektirir.
Türkiye sosyalist hareketine artık tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır, bazı alanlar, kanallar kapalıdır. Ama diyalektik eşitsiz gelişme gereği, başka kanallar açılmaktadır. Geri durum, ileri durumun zemini olabilmektedir.
Önce açıkça görülüyor, kapalı alanlara bakalım:
Bunlar biri, seçimler yoluyla yükselip, iktidara gelme sorunudur. Bu yolla yükselmek ne zamandır hem olanaksız, olanaklı olsa bile sınırlıdır! Bu kapı Birinci TİP deneyiminden sonra, 1960ların sonunda kapanmaya başlamış, sonra tümüyle duvara dönüşmüştür. Seçimler kritik önemlerini korurlar, ama, anlamlarını da yitirirler bir taraftan. Evet, seçimler toplumla konuşma, topluma kendini tanıtma, yeni bakışlar sunma olanağı verir. Hatta, yasal politika içinde bir statü de. Küçük ama etkili olmaya başladığınızdaysa, kitleye olan etkiniz görülüp, hemen bu statünüze darbe de indirilir.
Rejimin, yapısal sorunların, Türkiyede bir kaldırma, taşıma kapasitesi vardır.
Türkiye sosyalistlerine uzun zamandır, sendikalar da kapalı sayılır. Kaldı ki, sendikalar çoktandır dibe vurmuş durumdadır. Türkiye sendikalaşma oranı en düşük ülkelerden biridir. Bu oran bir gün artsa bile, ya CHP gibi bir hükümet zamanında kısmen, o da memurlar için, olur, ya da, büyük olasılıkla, sarı sendika gelişimi şeklinde...
Türkiye sosyalistlerine ordu desteği de olanaklı değildir. Bu olasılık, 1971 Martında tarihsel olarak bitmiştir. Bunun, bu olasılığın yüzde biri, bambaşka çerçevede, Şubat 1997de bile olmamıştır. Ordudan gelecek destek ancak tasfiye dilen ulusalcı subaylarla, onlara sempati duyacak askerlerle sınırlıdır. Bu olanak oldukça sefil düzeyde, bu gün sadece Vatan Partisi tarafından görülebilir ancak.
Açıkça yazalım: Ordu, ancak, yükselen ve rejimi tehdit eden bir halk hareketi içine girip, rol kapmaya çalışabilir. Hatta, bu hareketin önüne geçmeye çalışıp, vurucu güç olarak, önderliği ele geçirmeye.
Türkiye sosyalizmine sivil toplumcu olanaklar da kapalı sayılır. Kamu kurumu niteliğindeki meslek odaları içinde öğretmenler, mimar ve mühendislerle, tıp doktorları büyük çoğunlukla hala soldadır. Doğru. Ama "sivil" olmaları kamu kurumu niteliğindeki örgütlere zorunlu üyelikleriyle doğal olarak baştan eksik ve kusurludur. Ayrıca, bu örgütlere üye, özel sektörde çalışan meslek sahiplerinin dar mesleki çıkarlarının önemi biliniyor. Ancak yine de, özelikle öğretmen, tıp doktoru ve hukukçuların tümüyle sosyalist olmasa da, Kemalizmin sosyalist bir bilincine sahip oldukları da gözlemleniyor. Mesleki olmayan sivil toplumsa, mahalle derneklerinden, kadın örgütlerine, insan hakları örgütlerinden burjuva think-tanklerine kadar geniş bir alandır. Sivil toplum sanıldığı gibi hiç de zayıf değildir, ama, sivil toplumun özellikle medya, sanat ve bilim kısmı, ancak prangalarından kurtulabildiği anlarda, solun etki alanına tekrar açılabilmektedir. Ama sayı kısıtlıdır.
Genel olarak aydınlara gelelim: Çoğu burjuva düşünceleriyle, kariyerizmiyle meşguldür. Medya, entellektüel bilgi ve estetik üretimi alanlarına bakalım: Ulusal etkiye sahip sosyalist romancılar, şairler, gazeteciler, mimarlar, ne yazık ki, yoktur. 1980 öncesinde Cem Karaca vardır mesela, Şimdi bu konumda bir müzisyen yoktur. 1950 sonrasının sosyalist realist romancılarına eşdeğer etkide, sosyalist edebiyatçılarımız yoktur bu gün. Etkisi 1990ların sonuna kadar süren, bir Aziz Nesin de yoktur.
Hep döneriz başa, Nazım Nazım!, demek durumunda kalırız. Onun yanına, ancak onu çok seven, ama onunla ilgisi olmayan ikinci yeniden isimler koyarız ancak.
Demek ki, özetle; seçimler, sendikalar, ordu, sivil toplum, aydınlar, en büyük yaramız, eksiğimiz, kusurumuzdur.
***
Eşitsiz gelişme dedik, eleştirel realizm dedik, pek çok kapı, ortam ve araç kapalıdır, kapanmıştır dedik, ama, başka alanlar, araçlar olmalıdır, açılmıştır da demek istedik.
Açılan kapıları, bizzat kapatılan kapılar göstermektedir.
Yukarıda belirtilenlere, kapatılan kapılara göre gidelim: Seçimler, sendikalar, ordu, sivil toplum ve aydınlar ve ardından açılan kapıları görmeye çalışalım:
Türkiye ve bölge sosyalistleri seçilebilir hale geldiğinde, seçimler anlamını kaybedecektir. Seçimlerin bir çare olmadığı, ayrı bir politik dil, söylem olarak, açıkça, yoğun şekilde dile getirilebilir. Halk kendisini bizzat kendi delegeleriyle yönetmeli denmelidir. Tüm şirketler, devlet daireleri, ilk başta çalışanları tarafından, delegasyon sistemiyle yönetilebilir, denmelidir. Memur şube müdürünü, şube müdürleri daire başkanlarını, onlar genel müdürlerini seçebilmelidir. İşçiler fabrikalarda şeflerini, müdürlerini, müdürler de genel müdürlerini. Elbette, nihayetinde, patronlar sadece ücretli yönetici olabilmelidir. Mülkiyet, hepsinin olsun ilk başta. Sonra topluma ait olacaktır.
Sosyalistler, ulusal düzeyde, kendi seçme ve seçilme sitemlerinin propagandasını yapmalıdır. Nedir bu baraj, dar bölge, geniş bölge, sonra yukarıda 550 milletvekili?
Ne teori olarak anarşizmden, ne de ütopizmden çekinmeli! Hepsi neticede bilimsel sosyalizme gider! Yurttaş delegelerini seçer, delegeler delegelerini, onlar da nihayetinde, en yukarıda kendi yüksek şurasını (sovyetini) seçer! Seçim alttan yukarıya doğru, kademe kademe yapılır.Sosyalistler için "seçim" artık sadece bu anlama gelebilir.
Sendikalarımızın durumu içler acısıdır. Sendikalı işçilerimizin sayıca artması, durumu sadece iyileştirir. Ama bu bile zordur. Elbette toplu sözleşme olanakları, iş güvenliği, ücret seviyesiyle birlikte artabilirdi böylece. Ancak bunlar sosyal demokrasi ve refah toplumu döneminde kalmıştır. Geriye zor dönülür. Sendikalar yavaş yavaş en azından Türkiyede, tarih olmaya başlamıştır. Artık işçilerin, hatta memurların, kendi iş yerlerinin bizzat seçmeni ve yöneticisi olması zamanı geliyor. İş ve çalışma yerleri nasıl yönetilecek, bu alana yoğunlaşmak gerekiyor.
Orduya gelelim: Türk ordusu, NATOnun bir parçası olduğundan bu yana, Kemalist niteliklerini bile kaybetmiştir. İçinde kıpırdanmalar her zaman olur. Bir tür kalkışmalar da. Ama ordu artık, sadece halk hareketlerine bakıp, rol kapmaya çalışacaktır. Sanıldığının aksine darbe dönemleri kapanmış değildir. Ama, yapılacak darbe de, halk hareketine bakıp balans ayarı yapmaya yönelecek, ya da, halk hareketinin başına geçmek ve onu resmi devlet çerçevesine indirgemek ve söndürmek biçiminde olabilecektir. Elbette, ülkenin bölünme tehlikesine karşı ordunun "mobilize" olması, müdahale etmesi olasıdır. Ama bu müdahale, yeni Türkiyenin iki parçasıyla karşı karşıya gelir. Türkler ve Kürtlerle!
Sivil toplum: Burada toplumu, yani halkı, ya da, ulusal toplumu kastediyorsak, halk hareketi kapsamında düşünürüz. Yok eğer, sivil toplum burjuva sivil toplum biçiminde kendini ifade edecekse, bölünme, devletin desteğindeki kapitalistlerle halk arasındaki gerçekleşir. Türkiyede kapitalistlerle halkın karşı karşıya geleceğini düşünemeyiz. Karşı karşıya gelecek olan, otorite ve düzen yanlılarıyla, yeni toplumun peşinde koşan sosyalistler ve onların arkasından sürüklediği halk kesimleri olacaktır.
Son kapıya, kapatılan kapıya, aydınlara gelelim: Çoğunun durumu sefildir. Sıradan insanlarla aynı dili konuşup, aynı sözü söylemektedirler. Önce yaşamda kalma, sonra da en alta düşme, dışlanma sorunu yaşamışlardır. Önlerine pek çok kariyer kapısı açılmıştır. Kapıların çoğunda "devşirme","dönek", "sessiz" ya da en fazla, "mızmız" yazmaktadır. Aydınların çoğu, burjuva aydını bile değildir. Zaten burjuvazimiz kendi aydınını bile üretememektedir. Sahip oldukları,ürettikleri aydın, ne bir sınıf olarak burjuvaziye, ne de halka yararı olabilecek bir aydındır. Sıradan bir anketçi, ya da anket yorumcusudur. Ya da televizyona çıkıp sıradan yorum yapan bir hükümet tellalı, borazanıdır.
Bu aydın kıtlığında, az sayıda da olsa iyi aydın çıkacak diye, umutlanacak değiliz. Sevineceğimiz gelişme, hala sosyalizm peşinde koşan, okuyan, mücadele eden, hala teori ve pratik, bilinç ve strateji diyen, örgütlenme sorunları üzerinde düşünen, modaya ve rüzgara kapılmayan, yeni yükselen bir sosyalist kuşaktır. Bu kuşağa, eski kuşaklardan gelen en sağlam ögeler destek olmakta, ona tarih ve teori, pratik bilgi, öz güven ve yaratıcılık sunmaktadır.
Esas "aydın kırımı" karşı tarafta olmuştur. Aydın olanlar yine hala soldadır.
***
Kapatılan kapılar, bizi başka kapılara yönlendiriyor.
Seçim yolu kapalıdır!
Sendikalar, çoktandır can çekişiyor!
Ordu mu, bırakalım onu Vatan Partisi yanına çekmeye çalışsın!
Sivil toplum mu? Burjuva bile olamayanlar mı? Yoksa onun dışındakiler mi?
Aydınları hangileri?
Burjuvazinin aydını bile yoktur bu gün! Kala kala sağ kısmında Taha Akyol, onun sol kısmında da Murat Belge kalmıştır ancak!
***
Sola kapatılan kapıları görmeliyiz.
***
Açılan kapılarsa, seçimlerin, sendikaların, ordunun, sivil toplumun ve aydınlarının dışında ve ötesindedir!
İlk iki cümleyi tekrar edelim:
"Realist olalım ama eleştirel de. Bu nedenle eleştirel realist olalım.
Realist ve eleştirel olmak, siyasal düzeyde, devrimci realizmdir".
Bu nasıl yazı böyle? Ercan Gündoğan'ın biyografisine bakıyorum, kim bu adam diye, uluslararası siyaseti izleyecek konumda. Öğretim üyesi olarak yurt dışında da bulunmuş. Peki yorumları neden bu kadar sığ ve Türkiye ile sınırlı?
Seçim konuları olsun, sendikalar olsun, STK'lar olsun, yurt dışında nasıl acaba? Hiç buna bakmış mı? Bırakın gerikalmış ve burjuva demokrasisinin oturmadığı ülkeleri, burjuva demokrasisinin tüm kurum ve kurallarıyla işlediği ülkelerde nasıl acaba?
Mesela orada, sosyalistlere seçimle iktidar olma şansı var mı? Ben söyleyeyim, kesinlikle yok.
Peki sendikalar? Tamam, bizdeki gibi işçiyi satma üzerine kurulu değil sendikalar orada. Ancak düzenle bir sorunları var mı? Düzenle bir sorunları olmadığı gibi, kriz dönemlerinde ücret artışı ve daha fazla sosyal hak taleplerini bile askıya alıyorlar. Peki, sendikalar içinde sosyalistlerin ağırlığı ne? Almanya gibi tek konfederasyon altında örgütlenmiş sendikalarda hiçbir ağırlıkları yok. Hatta izole ediliyorlar. Ancak sendikal hareketin bölünmüş olduğu ülkelerde bazı federasyonlarda etkileri var. Ancak o sendika iş kollarının çoğunda zaten güçlü değil.
Meslek örgütleri mi? Orada meslek örgütlerinin yönetiminde sosyalistlerin ağırlığı ve etkisi Türkiye kadar bile değildir. Meslek örgütleri neredeyse tamamen düzen yanlısıdır.
Peki, STK'lar? Onlar düzene karşı görünüyor. Düzene alternatif arıyorlar. Ancak aradıkları alternatif sosyalizm değil. Sistem karşıtı olanlarda bile, ütopik bir solculuk var. Çoğuna solcu bile denilemez. Düzeni rötüşlamaya çalışıyor çoğu, özüne karşı çıkmadan. Mesela, önemli bir kısmı ekolojik harekete bağlı, yani çevre kirliliğine karşı çıkıyor v.b. Tamam, bu kötü sayılmaz, hiç yoktan iyidir yani, ancak burjuva hareketi çoğu.
Bunları neden yazıyorum? Ercan Gündoğan gibi dünyayı izleyebilecek durumda birisinin, sanki tüm dünyada sosyalist hareket çok güçlü, yalnız Türkiye'de başarısız gibi bir izlenim vermeye hakkı yoktur. Bu yalandır. Daha da önemlisi bu yaklaşımlar sosyalistleri demoralize etmekten başka işe yaramıyor, onların mücadele azmini kırıyor.
Benim sosyalist arkadaşlara önerim şudur. Dünyayı izleyin. Hem de yakından. Başka ülkelerdeki sosyalist örgütler ve kişilerle bağlantı içinde olun. Komünist hareket zaten enternasyonal bir harekettir, bunun gereği olarak kendi içinize kapalı olmaktan çıkmanız gerekir. Böylece hem enteransyonal olmanın gereği yerine gelir, hem de dünyada neler olup bittiği, diğer ülkelerde sosyalist hareketin durumu sosyalistlerin kendisi tarafından görülür, öğrenilir, gerekli dersler çıkarılır.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.