soL Kültür tarafından hazırlanan Aydınlanma Dosyası devam ediyor... Kaya Tokmakçıoğlu'nun bu yazısında marksizm ile aydınlanmanın buluşması anlatılıyor. Aydınlanmayı rehber edinen marksizmin tarihsel görevine işaret ediliyor. Kaya Tokmakçıoğlu
Akıl umut olmadan serpilemez, umut akıl olmadan konuşamaz,
ikisi Marksist birlik içindedir başka türlü bir bilimin geleceği yoktur, başka bir geleceğin bilimi yoktur.
Ernst Bloch, [Umut İlkesi]
Marx'ın (1818-1883) yaşadığı ve çalışmalarını yürüttüğü 19. yüzyıl, insanlık tarihinin en çalkantılı zaman dilimlerinden birini oluşturmaktaydı. Yüzyılın eşiğinde Fransız Devrimi eski düzeni toprağın derinliklerine gömmüş, 1815teki Viyana Kongresi, eski düzeni yeniden tesis etmenin yollarını ortaya koyan bir girişimde bulunmuştu. 19. yüzyılın ilk yarısında pek çok alanda örneğin sanatta romantizm ile birlikte geçmişte deneyimlenmiş olanı canlandırmak ve yeniden yaşatmak için büyük bir çaba gösterilmişti. Ancak, yüzyılın ortalarında, 1848deki yeni bir devrim dalgası Avrupada gün yüzüne çıktı ve sonunda Batının siyasi ve kültürel çehresini derinden değiştirdi. Sonuç olarak, 19. yüzyıl kendisini, Aydınlanma ve Fransız Devrimi'nin uygulayıcısı olarak kanıtladı.[1] Bu döneme bir bakış atmak, kuşkusuz günümüz kültürel, siyasal atmosferini anlamaya yardımcı olacaktır.
MARKSİZM AYDINLANMANIN İZİNDE
Aydınlanma paradigmasının kuramcıları (örneğin Condorcet ve Voltaire) toplumun ve insan doğasının biliminin olanaklılığına (Hume gibi paradigmayı daha az temsil eden bir filozof dahil olmak üzere) inanıyordu. Bununla birlikte inandıkları diğer bir konuysa (Hume diğerlerine göre daha kuşkucu olsa da), aklın rehberliği ve bilimlerin ışığında insanlığın gelişiminin, eşitliğin ve özgürleşmenin gerçekleşeceğiydi. Sosyalizm mücadelesinin başat figürlerine rehberlik eden Marx ve Engels de bu Aydınlanmacı düşünce birikimini miras aldılar. Ütopyacı sosyalistlere kıyasla sosyalizmi algılayış biçimleri bilimsel olmakla birlikte, bu noktadaki bilimsellik fazlasıyla geniş bir alanı kapsamaktaydı. Aydınlanmanın kurucu figürlerinden pek çok noktada ayrılmaktaydılar. Toplumu Newtoncu bir model ile çözümlemeye ve yeniden inşa etmeye çalışmıyorlardı. Mekanik bir materyalizm anlayışından uzak, toplumsal ve tarihsel olanın önemini vurgulayan, açıklanamayanın ardındaki gizli güçleri ortaya koymaya çalışan bir çabanın somutlaşmış haliydiler.
Marx, Aydınlanma döneminin düşünürlerinden farklı olarak çeşitli siyasal ve toplumsal ideolojiler de dahil olmak üzere toplumsal ve siyasal olguları bireyin psikolojisinden gelen kavramlar üzerinden açıklamaya çalışmadı. Bunun yerine, düşünceler de dahil olmak üzere, toplumsal, siyasal ve nihayetinde ekonomik kurumların etkileşimi sonucu ortaya çıkan olguları açıkladı. Marxın yanı sıra kendisinden sonra gelen Marksistler açısından da olaylara tarihsel olarak bakmak önemliydi. Bu noktada Marx, herkesin bildiği gibi, Hegele borçluydu. Marx ve Marksistler, bir bütün olarak toplumun gelişimi olarak gördükleri olguları tanımlamak ve açıklamak için bir tarih bilimi tarif etmekteydiler. Bu tarih bilimi, insanlığın gelişim aşamalarının ve bunun toplumsal biçimlerde gözlemlenen tezahürlerinin sınırlarını çizmekteydi. Bu bağlamda Aydınlanmanın kavram setinden devralınan ve söz konusu tarih bilimine ait ilerleme kavramı özellikle Engelsin vurguladığı ahlaki ilerleme olarak nihayetinde insanlığın üretici güçlerinin gelişmesine koşut bir seyir izlemekteydi. Bu üretici güçler, insanın ihtiyaçlarına ve dolayısıyla gelişmekte olan beşeri güçlere layıkıyla yanıt vermekteydi. Bir toplumsal üretim biçimi zaman içinde yerini bir başkasına bıraktıkça, akla olan ilgi ve onun ön plana geçmesi de artmaktaydı.[2] Bu elbette özgürleştirici bir amaca hizmet eden bir tarih bilimine denk düşerken, gerçekçi bir biçimde Aydınlanmanın temel düşüncelerini hayata geçiren ancak üretici güçler yeterli düzeye ulaştığında özellikler barındırmaktaydı. Bununla birlikte aynı tarih bilimi, insani ihtiyaçlara yanıt veren insancıl ve adil bir toplumsal düzene nasıl kavuşabileceğimizi göstermekteydi. İlerlemenin tarihsel zaman ve kültürel mekân hakkında nasıl gerçekleşeceği de gene söz konusu tarih biliminin kapsamında yer almaktaydı. Dahası insanlığa, üretici güçlerini geliştirdikleri ve bilinçli olarak kendi tarihlerini yaptıkları için insani olanın ne olduğu hakkında söz söylemekteydi. Marxın vurguladığı gibi, insanlar kendi tarihlerini tarihin çarklarını döndürerek, insan ihtiyaçlarına daha iyi cevap verecek şekilde tekrar tekrar yapmaktaydılar.
Metodolojik bulguları tarihsel materyalizm olarak adlandırılan bu anlayış, aklı özgürleştirici bir bağlamda kullanan Aydınlanma düşüncesine olan güveni destekleyecek temeli sağlar. Bununla birlikte Aydınlanmanın cesur, yeni arayışlarına ve kavramsallaştırmalarına yok sayılamayacak bir kapı aralar. Bu bağlamda Marx ile birlikte toplumsal iş bölümünde yeri olan hiçbir figür artık kaderci olamaz; tıpkı hiçbir Aydınlanma figürünün olmadığı gibi.[3]
HEGEL'E OLAN BORÇ
Marksizm açısından da Akıl mantıksal bir olgu olmaktan çok bilimseldi. Dolayısıyla hem dinsel hem de (metafiziksel) batıl inançlara düşman ve gericilik karşıtlığı bir konumda mevzilenmekteydi. Marksist sosyalistlerin övünç kaynağı bilimsel sosyalizmin rehberliğiydi. Aydınlanmanın topluma dair düşüncesine eleştirel olmalarındaki sebep, Aydınlanmacı paradigmanın toplumsal ve siyasal olguları psikolojik ve idealist güçler aracılığıyla açıklamalarıydı. Bununla birlikte Marksizm, bireyin psikolojik olguları ve düşünceleri dahil olmak üzere tüm bu alanı toplumsal, siyasal ve son tahlilde ekonomik kurumların çıktısı olarak ele alıyordu. Bu yüzden, Marksist bakış açısının bilim söz konusu olduğunda Aydınlanmanın bilime yaklaşımından çok farklı bir konumda olduğundan bahsedilebilir. Bu ayrımın temelleri ve sebeplerinin Hegelde bulunacağından ise kuşku yoktur. Marksizmin kaba maddecilik ve deneycilik yöntemi olarak eleştirdiği yöntem Hegel tarafından daha önce ifşa edilmişti. Soyutlamaların deneyim tarafından biçimlendiği ve eleştirildiği bu akılcı yöntem Hegel tarafından doğada ve toplumda karşılaşılan düzenin organik birliğiyle uyumsuz olduğu için reddedilmişti. Hegele göre yaşamın ve dolayısıyla deneyimin kendisi analitik yöntemler tarafından hakkıyla kavranamıyor, hatta tahrip ediliyordu. Bunun ötesinde Voltaire ve diğer Aydınlanma düşünürleri tarafından yüceltilen Newtonun bilimsel yaklaşımı da Hegelin eleştirel süzgecinden geçiyordu. Hatta Engelse Doğanın Diyalektiğinde Newton hakkında tümevarımcı eşek[4] dedirtecek olgu da Hegelin bilimi kavrayış biçimiyle birebir örtüşmekteydi.
Peki, bilimsel yöntemin kavramsallaştırılmasında Aydınlanmacı yaklaşımla Hegelci-Marksist yaklaşım arasındaki ayrım neydi? Aydınlanmanın tabii ki Newtonun da dünyası, fiziksel süreçler arasındaki etkileşimleri en ufak ayrıntısına kadar belirleyen, değişmeyen mekanik yasalarıyla işleyen devasa bir makine olarak tasarlanmıştı. Toplumun ve insanın bir parçası olduğu evrensel makineyi yöneten yasalara dair bilgi sahibi olmak, insanlığı sorunlarını çözebileceği cesaret ve içgörüyle donatmaktaydı. Bununla birlikte bunu gerçekleştirecek insanlığın yaratacağı toplumsal kurumlar da bu cesaret ve içgörünün bir sonucu olarak ortaya çıkmaktaydı. Sadece cehalet, dinsel ya da metafiziksel batıl inançlar ve bencillik gerekli kararlılığın ve kalkınmanın önünde bir engel oluşturmaktaydı.
Diğer taraftan Hegel ve Marksistler açısından dünya bir makineden çok birbirine bağlı süreçler kümesidir. Bu yaklaşıma iki kaçınılmaz varsayım eşlik eder. İlkin bu süreçlerin kavranıldığı yasalar, açıklamaya çalıştıkları gelişim yasasını da yansıtmalı ve böylelikle bilimin kendisini tarihselleştirmektedir. İkinci olarak özellikle tarihsel süreç içkin bir biçimde ilerleyici bir yöne sahiptir. İnsanlık tarihi söz konusu olduğunda bu sadece zorunlu değil, aynı zamanda mantığın yasalarına uygundur. İnsanlık bu nedenle tarihin bu içkin süreçlerine güvenmeli, her türlü geri çekilmeye ve yenilgiye karşın evrensel özgürlüğe giden yolda yürümelidir. Bu akıl yürütme Hegel ve Marxı Aydınlanmaya dair farklı bir bakış açısıyla bakmaya yönlendirmiştir. Her ikisine göre de Aydınlanma düşüncesi, kültüre ve uygarlığa tarihsel olmayan bir perspektiften yaklaşmaktadır. Bununla birlikte Aydınlanma düşünürleri tarihe derin bir ilgi duymaktadır. Fransız Devriminin başlıca aktörleri Aydınlanmanın edebiyatıyla beslenmiş, tarih sahnesinde kendilerini yeni dönemin Romalıları olarak düşünmüşlerdir. İnsanın geçmişte ve ilgili tarihsel anda oynadığı rolü şüphesiz yüceltmişler; baskın unsurları coğrafya, insanın cehaleti ve zulmü olan bir tarih bilimine de inanmışlardır.
TARİH BİLİMİ
Aydınlanma düşünürleri ve Marksistler arasındaki en önemli ayrım tarihe bakış açısındaki farktan çok, tarih biliminin ne olduğuna dair kavramsallaştırmada yatar. Gelişmekte olan toplumsal sürece içkin yasalar söz konusu bilimin yapıtaşını oluşturur. Bu sebeple Marksizm açısından tarihin yasaları, doğa yasalarından daha kapsayıcıdır ve dolayısıyla bu yasalardan türememiştir. Doğa, tarihi sadece koşullar, fakat onu belirleyemez. Bununla birlikte tarih hem doğayı hem de insan doğasını değiştirebilir. Nasıl bir makineninkinin aksine bir organizmanın davranışı yalnızca çevresel uyaranlar ve icat edilmiş tasarımla açıklanamayıp bunun yerine bir çevreyle olan gelişim süreçleriyle kavranabilirse, toplumun gelişimi de onun doğumunu, büyümesini ve ölümünü belirleyen ekonomik üretimin yasalarına tabi olmasıyla kavranabilir. Bu kavrayış, insanı gerçek anlamda özgür bir özne kılan süreci de tarif eder.
Her şeyden önce Aydınlanma paradigması sınıfsal bir bakış açısıyla kavranabilir. Burjuvazinin taşıyıcılığında tarih sahnesindeki yolculuğuna başlayan Aydınlanma, feodal ilişkilerin tasfiyesiyle birlikte toplumsal ilişkilerin değişmezliğini, batıl inancı, mutlakıyetçiliği, dinsel hiyerarşinin merkeziliğini aşmaya yönelen bir doğrultu izler. Bununla birlikte, eşitlik söz konusu olduğunda mülkiyet ilişkilerinin duvarına çarpmaktadır. Marksizm bu noktada Aydınlanma akılcılığını radikalleştirirken, onun eşitlik ve ilerleme kavramlarını ayrıcalıklı bir sınıfın elinden alıp yükselmekte olan proletaryaya devretmeyi önüne koyar. Marx tarihsel maddecilikle, Hegelle sürdürülen Aydınlanmacı idealizmin sağlam temellerine ayağını basarak onu aşmaya yönelen büyük bir kopuş gerçekleştirir. Tarih bu bağlamda sınıf savaşımlarının tarihiyle anlam kazanırken, burjuvazinin iktidara gelişiyle birlikte artan çelişkilerin insanlığın ilerlemesine nasıl katkıda bulunacağının çözümlendiği bir bilime dönüşür. Bu noktada toplumsal cinsiyet, ulus vb. kavramlar söz konusu olduğunda tarihsel maddecilikte somutlanan Marksist bakış açısının eleştirile geldiği üzere indirgemeci, yüzeysel olmadığından bahsetmek önem kazanır. Marksist pratik aralıksız olarak bunu kanıtlamaya devam eder. Örneğin ABDnin Abraham Lincoln döneminde köleliğin kaldırılmasında, Marksizmin etkisindeki I. Enternasyonalin desteği aşikârdır. Benzer şekilde Marx ve Engels 1857deki Hindistan ayaklanmasını desteklemiştir. Proletaryanın sınıf savaşımını sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ilişkilendiren Kominterndir. Feminizmin 19. yy.daki liberal yorumlarının çok ötesine giden bir bakış açısı Marksizme içkin olarak bulunabilir. Sosyalizm mücadelesini kadınların eşitliği, özgürlüğü ve kurtuluşuyla bağlantılandıran Marksizm, tek başına kadın hareketini değil sosyalizmi de yeniden tanımlamıştır. Ancak sınıf savaşımının önemi hiçbir şekilde azaltılamaz, ya da herhangi bir başka unsura indirgenemez. Marx, insanlığın inkârının son bulduğu, üretim sürecine yabancılaşmanın yok edildiği, kaderleri birbirlerine bağlı üreticilerden oluşan bir toplumu arayarak Aydınlanmanın evrenselliğini daha ileri bir düzeye taşır.
Bu ileti en son melnur
tarafından 18.12.2017- 09:59 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Aydınlanmaya karşı sağdan gelen eleştirilerin bayraktarlığını muhafazakârlığın kalesi konumundaki dinî kurumlar yapmıştır. Dünya tarihini Ariler ile Yahudiler arasındaki savaşın bir sonucu olarak ele alan ırkçılar (Houston Stewart Chamberlain vd.) da değirmene su taşımıştır. Ekim Devrimi ile birlikte Marksizmin Aydınlanmayı taşıyabilecek yegâne dünya görüşünün olduğunun kanıtlanması, Aydınlanmaya getirilen eleştirilerin daha da sivrilmesine yol açmıştır. Nazilerin iktidarı ele geçirişi sadece proletaryanın kitlesel olarak bastırılıp parçalanmasına yol açmamış, Fransız Devriminin ve Aydınlanmanın ideallerinin reddini açığa çıkarmış, Soykırıma giden yolun taşlarını döşemiştir. 1848 devrimleri sonucunda hayal kırıklığına uğrayan proletaryanın Nazizm tarafından bir kere daha paramparça edilmiş olması hatırlanmaya değerdir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Marksizme ve Ekim Devrimine karşı gerçekleştirilen saldırılar, Fransız Devrimi ile Aydınlanmayı kapsayacak ölçekte akademide de kendine yaşam alanı bulur. Şiddeti bir araç olarak sadece devrimcilerle ilişkilendiren ya da Rousseauya totaliter demokrasinin atası niteliğini yükleyen sağcı ideoloji, egemen sınıfın kesintisiz şiddetini ve demokrasinin askıya alındığı süreçleri önemsiz kılarak üstünü örter. Akademik tarih yazımı, farklı ideolojiler arasındaki keskin siyasal çatışmaları görmezden gelerek Aydınlanmayı tarihin tozlu raflarına süpürerek ölü bir geçmişe ait bir araştırma nesnesi olarak sunar. Gerçekte ise Aydınlanma ile Karşı-Aydınlanma arasında herhangi bir karşılaştırma yoktur. Örneğin, Aydınlanma antisemitizmi mahkûm ettiği için Voltairein antisemitizmi kınanabilir. Ya da Beccarianın[5] mücadelesi sayesinde Kant ölüm cezasını desteklediği için eleştirilebilir. Günümüzde ise Karşı-Aydınlanmanın sunabileceği herhangi bir ilerici alternatif mümkün değildir.
Aydınlanmaya karşı farklı bir eleştiri kapitalizmin kalıcı olduğunu kabul eden, ilerlemenin evrensel vizyonunu reddeden ve bu yüzden Aydınlanmanın ilkelerini topyekûn hafife alan (sol) liberal ideoloji tarafından getirilmektedir. Kendisini göreceliğe dayandıran bu Aydınlanma eleştirisi, Aydınlanma değerlerinin Batının değerleri olduğunu ve dolayısıyla evrensel olamayacağını iddia ederken, bunun ideolojik arka planını da çokkültürlülük kisvesi altında kamuoyunun gündemine sokmaktadır. Aydınlanmanın sözde sömürgeciliği ya da Avrupamerkezciliği, Batı dışı dünyanın ezilenlerinin elinde evrensel temellerde hak aramanın bir silahına dönüşür. Özellikle tüm üstanlatılara reddiyle birlikte, sınıf savaşımı hakkındaki sosyalist vurgunun değeri de alaşağı edilir. Bununla birlikte Aydınlanma düşüncesi, 19. yy. sonu ile 20. yy.ın en gerici politikalarıyla akrabalık içinde olan ideolojiler tarafından saldırıya uğrar. Üst(ün) insanı felsefesinin başat unsuru haline getiren ve demokrasi ile sosyalizmden nefret eden Nietzsche, ya da Nazileri destekleyip partiye 1933 yılında giren ve 1945 yılına kadar parti üyesi olarak kalan Heidegger olumlu bir şekilde değerlendirilen isimlerden ikisidir. Lyotard gibi postmodernistler Marksizmin tıpkı Aydınlanma gibi genelleyici özelliklerinden ötürü totaliter rejimlere kapı araladığını iddia ederler. Kamusal alandaki siyaset tartışmalarından geri çekilen ve tümüyle akademik ve gerçekdışı bir dünyayı yansıtan postmodern toplum kuramına, ya da genel olarak postmodernizmin kendisine, sosyal bilimlerde ve üniversitelerin insan ve toplum bilimleri bölümlerinde sıkça rastlanır. İdealizmin zayıf bir türüne geri dönüş olarak da adlandırılabilecek bu süreç, maddi yaşamı ve ekonomik temeli çöp kutusuna yollarken, gerçekliğin dil tarafından inşa edildiğini iddia eder. Sonuç olarak ilerleme düşüncesi âdeta kapı dışarı edilir. Aşırı sağ ve postmodern sol, Marksizmin ve ardındaki Aydınlanma paradigmasının temel sorunu teşkil ettiklerinde hemfikirdir. Her iki ideolojik formasyon da vahşi kapitalizmi hafifserken, Nazizmin destekçilerini aklayan ya da önemsizleştiren bir konumda buluşur.
MARKSİZMİN AYDINLANMACI MİSYONU
Marksizmin geleceğe dair bir sözü, Aydınlanmanın mirasını devralıp onun ilerici özelliklerini kapsayıp aşabildiği için vardır. Aydınlanma karşıtlarının ya da gerici irrasyonalizmin yol arkadaşlarının (postmodernizm, postyapısalcılık vd.) geleceğe dair herhangi bir sözü olamayacaktır.
Bu noktada olası bir yanlış anlamayı bertaraf etmek için kimi noktaların altını çizmek önemlidir. Söz konusu olan, Aydınlanmanın mirasını birebir Marksizmle bütünleştirmek olamaz. Miras eleştirel-tarihsel bir biçimde devralınmalı ve her daim eleştiriye tabi tutulmalıdır. Bununla birlikte eleştirinin, tarihselliğin ve çelişkinin bilinciyle birlikte insan bilgisinin sınırlarının farkındalığını keskin hatlarla tanımlayanın Aydınlanma olduğu gerçeği görmezden gelinmemelidir. Böylelikle Aydınlanma kendi karşıtını, aşması gereken karşısavını üretmiş olur.
Bu noktada Aydınlanmanın mirası pek çok açıdan yeniden ele alınmalı ve gündemi işgal etmelidir. Tarihsel olarak Aydınlanma nihayetinde burjuvazinin çocuğudur ve değerleri burjuvazini ölçütleriyle sınanmıştır. Marksist bakış açısıyla Aydınlanma, proletaryanın taşıyıcılığında burjuva sınırlarının ötesine geçer. Bugünden bakıldığında komünizmin vaat ettiği toplumsal insan (Marx), Aydınlanmanın burjuva sınırlarının aşıldığı ve sınıfsal her tür sınırlamanın bertaraf edildiği bir toplumsal hayatın aydınlanmış bireyidir.
Tarihsel olarak miras alınan burjuva karakteriyle Aydınlanma, Leninin Marksizmin Kaynakları ve Bileşenleri[6] olarak adlandırdığı yere denk düşer. Böylelikle Aydınlanma ve onun en ilerici özellikleri Marksizmin kuramsal yapısından ayrılamaz bir bütünlüğe kavuşur.
KOMÜNİST TOPLUM AYDINLANMANIN ESERİ OLACAKTIR
Marksizm, sadece verili gerçekliğin düşünülüp yorumlanması değil, aynı zamanda olası olanın bu gerçeğin bir parçası olduğunun kavranmasıdır. Marksizmin kavramsal olarak algıladığı dünya, geleceği tarihsel bir olanak olarak içerir. Dolayısıyla, bütünü tam olarak tarihsel bir dünya ile ilişkilendirdiği için yalnızca şimdinin ve geçmişin düşüncesi değil, aynı zamanda geleceğin de düşüncesidir. Bir başka deyişle somut bir ütopyanın bugünden kavranmasıdır. Bu kavrayışın temel kategorisi yeni bir kültür kavramıdır. Bu bağlamda, gelecek odaklı bir Marksizmin anahatları sorusu, yeni kültürün sınırlarıyla çizilmelidir. Bu, ütopyacı bir sosyalizme saplanıp kalmayla değil, Marksist düşüncedeki ütopyacı yanın etkinleştirilmesiyle ilgilidir.
Marksizmin tarihsel dünyanın bir parçası olarak kavradığı yeni kültür, tarihsel bir perspektiften komünist bir toplumun kültürü anlamına gelir. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayalı olan; tüm toplumun siyasal anlamda kolektif bir özneye dönüştüğü ve bu kolektif öznenin yönetiminin işbirliğine dayanan bir planlamayla düzenlendiği; eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin toplumun hukuksal yapısının dayanakları olduğu bir toplum tasarımı bu kültürün maddi temelini oluşturacaktır. Böylelikle temel ilkesi her bir bireyin tam ve özgür gelişmesi[7] olan bir toplum ortaya çıkacaktır.
Komünizm barışçıl, dayanışmacı bir dünyayı ifade eder; ekonomik, toplumsal, kültürel sömürü ve baskıların kaldırılmasını, patriarkal ilişki biçimlerinin yok edilmesini, kültürel gelişimin garanti altına alınmasını, bireysel refahın ön şartı olarak toplumsal servetin adil dağılımını ve doğanın korunmasını müjdeler. Söz konusu toplum günümüzde bir ütopyadan çok tarihsel bir olanak haline gelmiştir. Marksizmin en önemli argümanlarından biri, burjuvazinin üretimin aralıksız olarak devridaimi (üretici güçlerdeki eşsiz bir gelişme), ülkelerin üretim ve tüketimlerinin tüm dünyaya yayılan örgütlenmesi ve proletaryanın büyümesine yol açması[8] ile, her bir bireyin özgürce gelişmesinin tüm toplumun özgürce gelişmesinin şartı[9] olduğu bir toplumsal oluşum için koşulları yarattığıdır. İnsanlık tarihinin bütününe bakılacak olursa, Aydınlanma ve onun hattına oturan Marksizm ile birlikte, gerçek anlamda özgür, açlık, savaş ve şiddet içermeyen bir dünya ideali, tarihsel bir olasılık olarak gerçekleşebilir hale gelmiştir. Bu olasılığı gerçekleştirmek, insanlığın bugün karşı karşıya kaldığı en önemli tarihsel görevdir. Bu gerçekleştirildiğinde, insanlık tarihini, tarih öncesinden ayıran bir kopuştan bahsetmek mümkün olacaktır. Bunun ilk koşulu, kapitalist üretim ilişkilerinin kaldırılması, piyasa ekonomisinin toplumcu bir planlama ile düzenlenen bir ekonomi tarafından değiştirilmesidir. Aydınlanmayı rehber edinen Marksizmin günümüzdeki tarihsel görevi budur.
[1] Lortz, Joseph. (1964). Geschichte der Kirche in ideengeschichtlicher Betrachtung, Münster, s. 229.
[2] Engels, Friedrich. (1971). Anti-Dühring, Berlin: Dietz Verlag, özellikle IX.-XI. bölümler. Ayrıca bkz. Nielsen, Kai. (1983). Engels on Morality and Moral Theorizing, Studies in Soviet Thought, 26 (3), s. 229-248.
[3] Shaw, William. (1981). Marxism and Moral Objectivity, Canadian Journal of Philosophy, 11 (1), s. 19-44.
[4] Engels, Friedrich. (1971). Dialektik der Natur, Berlin: Dietz Verlag, s. 197. Engelsin Induktionsesel olarak adlandırdığı kavramı Türkçeye çevirmek olanaksız. Sözcükteki eşek hem bir aptala hem de çok çalışana işaret etmekle birlikte, çoğu zaman ikili anlamda kullanılmaktadır. Engels burada, Newtonın tümevarım konusunda çok çalışırken, hipotezlere gereksiz yere kuşkuyla yaklaşmasını eleştirmektedir.
[5] Aydınlanma Çağının önemli isimlerinden İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist ve edebiyatçı Cesare Beccaria Bonesana (1738-1794) Suçlar ve Cezalar Hakkında adlı kitabı ile mevcut çağdaş ceza hukukunu kurmuş ve ölüm cezası karşıtlığını ilk savunanlardan biri olarak tarihe geçmiştir.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.