Sn.owert;
Sanırım siz işçi sınıfı içinden bir siyasal bilinç çıkabileceğini ve yığınların kendiliğinden tarihsel çıkarlarının farkına varabileceğini savunuyorsunuz. Teorik olarak bu düşünce Lenin'le aşıldı. Lenin'den yaptığınız alıntı da böyle bir şey söylemez., söylemiyor. Zaten mümkün olamadığı için işçi sınıfı ve emekçi halk ''sürekli olarak'' kendi çıkarlarını burjuvazinin çıkarlarıyla aynılaştırabiliyor. Partiye onun için ihtiyaç var.
Tam olarak öneriniz nedir? Parti varsa ve halk hala sistemden kopamıyorsa sorun tam olarak nerede?
Bu sorunun yanıtı kuram açısından belli. Bunu burada hemen hemen her yazımızda dile getirmeye çalışıyoruz. Bir ülkede sınıfın ve emekçi halkın sistemle ''barışık''lığını ve zaman zaman ortaya çıkan tepkilerinin yeniden sisteme entegre olmasını önleyebilmenin ve onlara daha güzel bir dünya yolunda gerekli yön ve doğrultuyu verebilmenin yolu sınıfın aklı olan partiyi yaratabilmekten geçmektedir. Parti sınıfa ve emekçi halka bu yönde doğrultu vermeye çalışıp, onların yüzünü sola döndürmeye çalışırken aynı zamanda o kitlenin içinden de devrimci kadrolar çıkartmaya çalışır.
Türkiye'ye geldiğimizde sorun biraz daha karmaşık bir hal almaktadır. 12 Eylül faşizmi, reel sosyalizmin çözülüşü, ulusalcılığa ve liberalizme savrulma, kürt sorunu bağlamında yükselişe geçen kürt ulusal hareketine yedeklenme, Türkiye solunun son elli yılın belki de en etkisiz bir konumunda olmasının yarattığı ''kerameti kendinden menkul'' bir solculuk(!) anlayışının ortaya çıkması,yine toplum içinde güçsüzlük kaynaklı bir bölünmenin yaşanması, nerdeyse hemen her hafta yeni bir sol parti ve hareketin türemesi, bu parti ve örgütlerin '' kalabalık'' olmaması, olamaması, kapılarını çalan kimselerin olmaması nedeniyle onların da, adına ideolojik çatışma dedikleri bir süreç yaşadıkları, bu bağlamda birbirleriyle sürekli bir didişme içine girdikleri, ideolojik tartışmalar ( gerçekte didişmeler) çoğaldıkça yeni parçalanma ve bölünmelerin ortaya çıktığı ve Türkiye sol hareketinin binbir yamalı bohça görüntüsünden hiç kurtulamadığı şeklinde bir tespitimiz olmalı. Ne yazık ki, Türkiye solunun genel durumu, yani içler acısı hali de bu.
Evet, örgüt-parti önemli. Ama böylesine ''keşmekeş'' bir görüntü içinde sınıfa, sınıfı iyi kötü temsil ettiğini söyleyen kurumlarına güven veren bir örgüt-partinin ortaya çıkabilmesi ve öne geçebilmesi, solu bu keşmekeşlikten ve binbir parçalıktan kurtarabilmesi mümkün mü? Örgüt-parti önemli, ama böylesine örgüt-parti enflasyonunun olduğu bir yerde ve hala bir amip gibi parçalanmanın ve bölünmenin yaşandığı koşullarda hangi parti sınıfa güven verebilecek ve sınıfın dönüp bakabileceği etkinliği yakalayabilir?
Solcuysak ki, sorulduğunda 'solcuyum'', ''sosyalistim'' demeyen yok, öncelikle bu örgüt-parti karmaşasına son verecek bir duruş içine girmeliyiz. Gerçekten solcu ve sosyalist isek, bu konuda belli bir samimiyet taşıyorsak, o zaman burjuva partileri içindeki konumumuza bir son verebilmeliyiz. Öteden beri CHP içinde, 80'lerden sonra kürt hareketi yedeğinde sola-sosyalizme hiç bir katkımız olmadan yaşayıp gidiyoruz. Bir kısmımız ise, Marksizm Leninizm'i yeniden yaratmak istercesine hem bilimsel sosyalizmden yana (!) ve hem de bilimsel sosyalizmin bilimsel öngörülerini, tezlerini reddetme uğraşında...
Bir komünist parti öne çıkartılmalı. Bir komünist parti öne çıkartılmadıkça, bir komünist parti belirgin bir biçimde öne çıkmadıkça söyleyegeldiğimiz parti sınıf birlikteliğini sağlayabilmek o kadar kolay olmayacaktır. Bir partinin bu parti-örgüt enflasyonu içinde öne çıkartılması, daha güçlü hale getirilmesi çevresindeki pek çok irili ufaklı parti ve örgütün çekim merkezi haline gelebileceği gibi, şu amip gibi bölünmeyi de ortadan kaldırabilecek, sınıfa ve sınıfın çeşitli örgütlenmelerine de güven vererek onlarla daha güvenilir bir bağ kurulabilmesinin de önünü açacaktır. Ancak böyle bir süreçle birlikte ''türkiye'de örgüt-parti var'' diyebilmek sınıf açısından mümkün hale gelebilir. Yoksa, sınıf geriye doğru baktığında kendi sayısı kadar örgüt-parti görüyorsa orada hiç bir şey görmüyor demektir, ya da orada sadece bir karmaşa görüyor demektir.
Bu kötücül koşullarda bile olağanüstü çaba harcayan partiler-örgütler var. Bunları da yadsımak mümkün değil. Özellikle AKP'nin dinci faşizm yolunda attığı her adımda karşı duran, dik duran bu gidişin iyi bir gidiş olmadığını, bu halkın ilelebet bir sürü gibi davranamayacağını, bir gün patlayacağını söyleyen parti ve örgütler de vardı. Daha dün gibi ortada her şey. AKP YÖK dediğinde, Ergenekon dediğinde, ''ileri demokrasi'' dediğinde pek çoğumuzun kafası karışmışken, ''yarım kalan burjuva devrimi tamamlanıyor'' derken, ''kürt sorununu çözecek''derken, bugünleri gören ve AKP işi bten faşist eskilerini devletten temizlerken kendi dinci faşizmini kuruyor diyen sosyalist özneler de vardı bu ülkede. Hala daha varlar ve hala daha bu ülkedeki yığınların yüzünü sola dönmesi için gereken siyasi ve ideolojik mücadeleyi de yürütmeye çalışıyorlar.
Bu ülkede kurtuluşun yolu, güçlü ve çekim merkezi haline gelmiş bir partiyi öne çıkartmaktan geçiyor. Öncelikle yukarda anlatılmaya çalışılan keşmekeşten kurtulmak gerek. Çünkü güçlü bir önderlik olmadan bu halk, bu sınıf, ne ülkemizde ne de dünyada kendiliğinden bir yığınsal bilinç yaratamaz. Bu yüzden önderlik-öncülük şart. Tekrar olacak, parti öncülüktür ve işçi sınıfın ideolojik aklıdır. Parti sınıf kaynaşması sağlanmadan bu ülke bir adım öteye gidemez. Sosyalistlerin öncülüğü olmadan bu ülke halkı rahat bir gün de göremez. Ama öncelikle komünist bir partiyi bu parti ve örgüt keşmekeşliğin içinden bir kaç adım öne çıkartmamız gerekiyor. Sonrasında uygun siyasi araçlar, uygun bir siyasi retorik ve sınıfla ve emekçi halkla karşılık etkileşim içinde, anlayarak ve anlatmaya çalışarak o kitlelerin yüzünü sola döndürmeye çalışmak, çabalamak, örgütlenmek...-başka yolu yok bu işin.
Eğer kendimizi kandırmak istemiyorsak!
Antikacı olmaya razı mısınız?
Yiğit Günay
Ocak 1967de İstanbula vardığında, tam bir parlak çocuktu. 21 yaşındaydı. ABD Hava Kuvvetlerine yazılmış, eğitim alırken üç casus kendisiyle temas kurup NSA için çalışmasını teklif etmişti. Kabul etti. Casusluk eğitiminde sınıf birincisiydi. Nereye gitmek istediğini sordular, İstanbul dedi, İhtimaller içinde en egzotik yer orası.
Perry Fellwock. Karamürseldeki radar üssünde göreve başladı. İşi, özellikle Sovyet Hava Kuvvetlerinin çalışmalarını izlemekti. Altında 25 kişi çalışıyordu. Üste toplam 3 bin istihbarat uzmanı vardı. Kendini, dünyanın tüm gerçeklerinin üzerinde duran bir elitin parçası gibi hissediyordu.
Dünya görüşü, ortalama bir Amerikalınınki gibiydi. İstihbarat dünyasına girer girmez, gerçeklerle karşılaşmaya başladı. İlk fark ettiğiniz şeylerden biri, komünistlerin genişleme tehdidini durdurma meselesinin saçmalık olduğu diyecekti sonradan, Sovyetlerin tüm siyasi ve askeri sisteminin savunma amaçlı olduğunu derhal fark etmişti. Birçok bakımdan, yaptığımız iş Rusları insanlaştırıyordu gözümüzde. Çoğu analist benzer bir his besliyor, Rusları düşman olarak görmüyordu.
Teşkilattaki herkes irili ufaklı çıkar sağlama işine girmişti. Perry de döviz getirip götürerek, maaşı kadar ek gelir sağlıyordu. Ama herkes bu kadar naif değildi. Örneğin Frankfurttaki bazı NSA çalışanları, haliyle hiçbir güvenlik aramasından geçmeyen casus uçaklarıyla, Avrupadan kaçırılan genç beyaz kadınları Arap şeyhlerine pazarlıyordu.
İşi genel olarak sıkıcıydı. Sovyetler hiçbir komplo içinde değildi. Ama Mart ayında işler değişti. İsrailin savaşa hazırlandığını fark ettiler. Washingtonu her gün uyardılar, ses çıkmadı. Savaş başladı. ABD ne olduğunu anlamak için İsrail açıklarına gemi yolladı. İsrail torpidolarla vurup batırdı. NSA çalışanları öldü. Teşkilattaki herkes İsrailin gemiyi bilerek vurduğunu biliyordu. Hatta İsrailin niyetinin Şam ve Kahireye kadar ilerlemek olduğunu da biliyordu. ABD Başkanı Johnson, sırf İsraili ve kendini zor duruma düşürmemek için Yanlışlıkla oldu dedi. Hepsi küfrediyordu.
2 yılın sonunda sıkıldı Karamürseldeki işinden. Vietnama gitmek için gönüllü oldu. Savaşın destekçisi değildi, karşı da çıkmıyordu, pek umrunda değildi politika. Ama ne olup bittiğini anlamak istiyordu.
Soğuk Savaşın kalbinden sıcak savaşın kalbine geçince, bambaşka bir ortamla karşılaştı. Kimse kimseye güvenmiyor, herkes birbirinden nefret ediyordu.
Perryyse işini yapmaya çalışıyordu: Vietnam Halk Ordusunun hareketlerini takip etmek. En dişli tugaylardan birinin düzenli izlediği yolun haritasını çıkarmayı başardı. B-52ler havalandı, 36 saat boyunca, yüzlerce ton bomba bıraktı güzergaha.
Perry, sonucu kendi gözleriyle görmek istiyordu. Birkaç hafta sonra gitti bombalanan bölgeye. Hiç o kadar çok ceset görmemiştim. En mide kaldırıcı tarafı, şarapnelle ölmemiş olmalarıydı. Beyin sarsıntısıyla ölmüşlerdi. Tüm deliklerinden kan boşalmıştı, kuruyan kan yüzünden cesetler simsiyahtı, berbat kokuyordu. Korkunç bir görüntüydü ve bunda benim de payım olduğunu biliyordum.
Perry Fellwockun çıldırma noktası, bu oldu. Ama bazen çıldırma anları, o kırılmalar, hayırlıdır. Tıpkı 31 Mayısta hepimizin çıldırdığı gibi.
Kurt gibi zekiydi. Ülkeye döndü. Solcu bir dergiye, NSAyla ilgili bildiği her şeyi anlattı. Snowdenın yaptığını ilk yapan kişiydi. Tüm kötülüklerin kökeninde kapitalizmin olduğunu kavramıştı. Solcularla temas kurdu. Çoktular. Orduda, istihbarat teşkilatlarında sayısız bağlantı edindi.
Counterspy isminde bir dergi çıkarmaya başladılar. CIAnın, NSAnın gizli operasyonlarını, hatta casusların isimlerini deşifre ediyorlar, emperyalizmle savaştıklarını söylüyorlardı. (Çok önemli haberler yayımladılar. ABD devletinin nasıl pis işler çevirdiğini, İngiltere dahil tüm dünyayı dinlediğini, kendi halkına karşı savaş açmış olduğunu faş ettiler. Ufacık bir ofiste çıkan bu derginin hikayesi, bugün tüm solcu gazetecilerin inceleyip ilham alması gereken bir denemedir.)
* * *
Sonuç: CIA, haklarında büyük bir yalan kampanyası başlattı. Yine de başarmışlardı: ABD Vietnamdan çekildi, Başkan görevden ayrıldı. Ama sol hareket örgütlü değildi, on milyonları sokağa dökan hareket, izleyici pozisyonuna dönmüş, Başkanın istifası birçoklarına yetmişti.
Sonuç: Aradan kırk yıl geçti, bir başka NSA çalışanı çıldırdı, gerçeği ifşa etti: 60larda, 70lerde hangi kirli işler yapılıyorduysa, bugün daha beteri yapılıyordu. Bir bok değişmemişti.
Sonuç: Hani şimdi istihbari bilgiler ortalığa saçılıyor ya
Birileri Cemaat temizlenirse, birileri Erdoğan istifa ederse hesapları yapıyor ya
Halkın iktidarından söz açınca, Hele bir
le başlayan cümleler kuruluyor ya
Bir bok değişmez.
Perry Fellwock, şu an antikacı dükkanı işletiyor, tamamen umutsuz, politikadan uzak duruyor.
Bugün örgütlenmeyen, yarın antikacı olur.
Gezi anılarını satar.
soL
Aydemir Güler SOLportal'daki yazısında önemli bir konuya tekrar değindi: örgütlenmek. Türkiye'deki sosyalist sol açısından önemi çok açık. Örgütlü olamadığımız için sosyalist sol binbir yamalı bohça niteliğinden bir türlü kurtulamıyor. Haliyle Aydemir Güler de bu yazısını -haklı olarak- TKP'yi de öne çıkartarak yazmış. Belki doğrusu da bu. Gerçekten de özellikle sosyalist bir partinin toplumda ses getirecek bir kitleselliğe kavuşmasını sağlayacak bir güce oluşmaması demek emekçi halkın ilelebet bu sömürü sistemine boyun eğmesinden kurtulamaması demektir. Bu yüzden TKP'nin bir şekilde öne çıkartılarak bu içinde bulunduğumuz sosyalist dağınıklık içinde bir çekim merkezi haline getirilmesi gerektiği görüşüne ben de katılıyor ve altını da kalın bir çizgiyle çizmek gereği duyuyorum.
Aydemir Güler yazısının bir yerinde şunları söylüyor:
''...solcular olarak dünyaya bakışımız ve onu ne yönde değiştirmeyi amaçladığımız, düzen siyasetçilerinin dilindeki gibi bir “siyaset yapma” konusu değil, yaşam biçimidir. Biz değerlendirme ve hedeflerimize o denli bağlanırız ki, onları paylaşmadan, büyütmeden yaşamaya hayat bile demeyiz.''
Ve bir de şu saptaması:
''Türkiye toplumunun bir geleneği var. Halkımız örgüt unsuruna saygı duyar, ama sevgi ilişkisinden de uzak durur! Halkımız okuyana, öne çıkana, cesaret gösterene, yaptığı işe inanana, mücadele edene kesinlikle saygı duyar. Nâzım’ın ödediği bedellere kimse aptallık diye bakmaz; dağ köylerinde bile Deniz’in adı “Dev gibi Genç” diye anılır. Saygımız sonsuz! Örgütçü ise sevilmek, sarılmak, gözünün içine bakmak, kol kola girmek ister. Türkiye bu açıdan, yalnızca baskı ve zulümle açıklanamayacak tarihsel kısırlıklar barındırıyor. Ancak bu durumda örgütlü hareket etmenin toplumsal değeri de çok yüksek oluyor...''
Haklı, örgütlenme konusunda gerçekten büyük bir sorunumuz var. Örgütlü değiliz. Solcularımız, sosyalistlerimiz için de geçerli bu durum. Örgütlü olunması gerektiğini ileri sürenlerin bile örgütlü olmadığı, olamadığı bir süreç yaşıyoruz. Sadece örgütlenme konusunda çekingen davrananlarda değil problem, bence çağrılarda bulunanların da örgütlenme konusundaki birtakım kaygıları ortadan kaldıracak admlar atması da gerekmiyor mu? Ha, nedir bu adımlar, ''biz komünist partisiyiz ve düzen içi kitle partilerinden elbette farklılıklarımız olacaktır'' denilebilir, belki de aşılması gereken sorun öncelikle buralarda yatıyordur...
Not: Aydemir Güler'in yazısı için:
Bizi gerçekten örgütlenmek kurtaracak (sol.org.tr)
Sosyalist solun toplumsal alandaki karşılığı binde 3-5 gibi oranların ötesine geçmiyorsa '' örgütlenelim'' çağrılarının solun gündeminden hiç düşmeyeceğininin altını çizebiliriz. Peki ama neden karşılık bulmuyor, neden toplum sosyalistlere (bu konuda) çok da sıcak bakmıyor? Biz solcular, sosyalistler bu kadarcık mıyız? Bu soruya ''evet'' diyebilenlerin çıkacağını hiç sanmıyorum. Bu kadar değiliz. Çok daha fazlayız. Onbinleriz, yüz binleriz, abartmıyorum, gerçekten yüz binleriz. Ama dağınık haldeyiz, kalabalık olmaya çalışırken, kalabalık olalım çağrıları yaparken kalabalık olmamaktan kaynaklı bir büyük sorunumuz varken, kalabalıklar da dönüp bakmıyor. Ya küskünleri oynuyor, ya da sosyal denokraside, devrimci demokraside karar kılıyor. Bu yüzden örgütlenelim çağrıları önemli ama, sadece ve tek başına da hiç yeterli değil.
Tanıdıklarım var, konuşmalarında soldan, sosyalizmden söz ediyorlar, gönüllerinde sol bir program var. Dünya görüşleri de hep sola içkin. Ama sosyalist solda değiller. Çok küçük bir çabayla partili yapılabilirler, ''örgütlü mücadeleye'', sola, sosyalizme dolaylı dolaysız katkı verebilirler; ama olmuyor, bir türlü olmuyor. Çünkü insanlarımızı, büyük çoğunluğu kentte de yaşıyar olsalar, feodal ilişkilerden, feodal bağlardan ve düen içi alışkanlıklardan kurtarabilmenin yolu yordamını bulmaktan uzağız. Böyle bir sorun olduğunun farkında mıyız, o konuda da pek emin değilim. Ve sonuçta belki de hedef kitlemiz başka bir yerde olacak, olmaya da mahkum olacak, parti başka bir yerde. Bu durumda işte salt örgütlü toplum olunmasına vaaz eden söylemlerin de karşılık bulabilmesi pek mümkün olmuyor.
Demokratik merkeziyetçilik de, üyelik konusu da bence tekrardan ele alınmalı. Toplumda aidiyet duygusu oluşturabilmeye yönelik bir sistem, bir işleyiş, bir üyelik sistemi arayışına geçilmeli ve bu konuda gerekiyorsa Bolşevik Menşevik farklılaşmasından başlayarak üyelik süreci tekrar gözden geçirilmelidir. Merkeziyetçlik boşlanmadan daha demokratik bir işleyiş de hakim olmalıdır artık. Sosyalist aydınlarımızın partideki varlığından rahatsızlık duyulmayacak bir işleyiş yöntemi olmadan, dar kadrocu bir parti yönetimi ve bu şekilde bir işleyiş bir yerden sonra etkili olamamaktadır. Parti, grup, hizip, eğilim konuları netleştirilmelidir. Genel çerçeveye uygunluk, sosyalizmin temel ilkelerinde bir aykırılık da yoksa, ''etten püften konuları'' idari yöntemlerle çözümlemeye çalışmak, partide ideolojik/siyasi bir kısırlık anlamına gelmiyor mu?
Kısaca özetlenecekse, sosyalist sol hemen her konuda kendi iç tartışmalardan kolay kolay vazgeçmeyen bir yapıda da, az biraz bu konuları tartışsa nasıl olur? Halkımz, gençlerimiz, aydınlanmacı, cumhuriyetçi, yüzü sola dönük kesimler üstelik solu sosyalizmi benimsediklerini söylüyor ve buna rağmen de hala sosyalist partilerimiz binde 3, ve 5'lerle karşılık bulabiliyorsa, sadece nesnellik deyip geçmeyelim; biraz da partinin, partilerimizin durumunu gözden geçirmeliyiz gibi geliyor bana.
Yararı olacaktır.