Yeni Bir Kriz Dalgası Mı?- Korkut Boratav
Son günlerde Batı ekonomik basını ısrarla sormaya başladı: Yeni bir kriz dalgası mı?
2007-2008de ABDde patlak veren finansal krizin tekrar etme olasılığından söz edilmiyor. Kastedilen, dünya ekonomisinin çevresinde yer alan ülkelerde odaklaşan farklı bir kriz dalgası
Farklı; ama yeni değil
Yirminci yüzyılın son yirmi yılını kapsayan ve yeni yüzyıla uzanan bir krizler dizisi hatırlanıyor. Hepsi, Üçüncü Dünyadaki neo-liberal dönüşümlerle yakından ilgilidir.
***
Neo-liberalizmin başlangıcı, genellikle Thatcher-Reagan yönetimlerine (1980 civarına) bağlanır. İlk aşamadaki temel hedef, Batı toplumlarındaki refah devleti düzenlemelerinin tasfiyesi olarak ortaya çıkar.
Ancak, genellikle göz ardı edilen bir evveliyatı da vardır. Latin Amerikadaki bazı askeri dikta rejimleri, 1970li yılların ikinci yarısında ülkelerini neo-liberal deneylerin laboratuvarları haline dönüştürdüler. Cuntalar, Şili, Arjantin ve Brezilya ekonomilerinin yönetimini, Friedman doktrininin tezgâhından geçmiş iktisatçılara devretti.
Stratejik hedef, Latin Amerikada köklü bir geleneği olan kalkınmacı, popülist modellerin tasfiyesiydi. Kaynak tahsisinde ve bölüşümde piyasa mekanizması ve sermayenin talepleri belirleyici oluyor; sol örgütler ve sendikalar baskı altına alınarak işgücü piyasaları esnekleştiriliyordu.
Bu malûm reçeteye ek olarak getirilen bir de deneysel reform vardı: Döviz piyasalarının ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi
Öylesine erken bir deney ki, aynı tarihlerde Batı Avrupada yabancı sermaye akımları (doğrudan yatırımlar dışında) sıkı sıkıya denetlenmekteydi.
Latin Amerikalılar dolarla, üstelik değişken faizlerle dört nala borçlandılar. Dış açıklar tırmandı. Bu canlılık, FED Başkanı Volckerin faizleri yüzde 20ye çıkarması nedeniyle 1981de son buldu. Bu faizler borçlanmayı durdurdu; dövizli krediler ödenemedi. Üçüncü Dünyada serbestleşmiş sermaye hareketlerine ilişkin bu ilk deney ağır bir borç kriziyle sonuçlandı.
***
Sonraki yıllarda klasik neo-liberal reçete, Güney coğrafyasının çeşitli bölgelerine (örneğin 12 Eylül döneminde Türkiyeye) taşındı; fakat, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi dışta bırakılarak
Latin Amerika borç krizinin uyarıları, bu deneysel adımın ertelenmesinin gerekçesini oluşturdu.
Ne var ki, sermayenin sınırsız tahakküm tutkusu, bir noktaya kadar frenlenebildi. 1980li yılların sonlarında sermaye hareketlerini sınırlayan, köstekleyen tüm ulusal kural ve kısıtların kaldırılması, emperyalist metropoller, IMF ve Dünya Bankası tarafından açıkça talep edilmeye başlandı Çin ve Hindistan gibi bir-iki istisna dışında Güney coğrafyasının tümü adım adım teslim alındı.
Üretken-yatırımcı sermaye akımları (doğrudan yatırımlar) esasen serbest olduğuna göre, bu yeni liberalizasyon dalgası, esas olarak finans kapitalin programıydı. Ancak, bu hamle sınıfsal içeriğiyle değil, sınıflar-ötesi bir küreselleşme söylemi ile sunuldu. Kuramsal, olgusal ve tarihsel yanlışlar; hatta yalanlar üzerine oluşturulan bu ilkel söyleme göre sermayenin sınırsız özgürlüğü, yoksul ülkelere refahın, bir anlamda cennetin anahtarlarını vadetmekte idi.
***
Ne var ki, neo-liberal dönüşümlerin bu son adımı da krizlere açılan bir eşik oldu. Latin Amerikanın bir önceki borç krizi, çeşitlenerek ve yaygınlaşarak tekrarlandı. Bunalımların ön-koşulları sermaye hareketlerinde abartılı bir canlanma ile oluştu. Krizlerin patlak vermesi ise, spekülatif fonlarda, çeşitli dış ve iç nedenlerle tetiklenen ani durma veya hızlı çıkışlar sonunda gerçekleşti. Döviz piyasalarında oluşan yoğun çalkantı ve gerilimler, banka ve borç krizlerine dönüştü; ekonomik daralma ile sonuçlandı.
1994-2002 arasında Meksikadan başlayıp, Türkiyeye iki kere uğrayan; Doğu Asyayı çalkalayan; Rusya güzergâhından tekrar Latin Amerikaya geçen bir dizi finansal ve ekonomik bunalımdan söz ediyorum. ABDde patlak veren 2007-2008 bunalımının bir yıl içinde Doğu Avrupa ve Türkiyeye yansımasını da ekleyebilirim. Avro Bölgesinin çevresinde 2011de yoğunlaşan borç krizi de, aynı çerçeveye yerleştirilebilir; şu farkla ki, ulusal paralar ve döviz piyasaları var olmadığı için, bunalım buralarda daha sert seyretmiştir.
Krizlerin büyük çoğunluğunda metropol sermayesinin alacakları devletler tarafından üstlenilir ve bu operasyona IMF aracılık eder. Çevre ekonomilerine özgü krizler bu nedenle metropol ekonomilerinde olumsuz yansımalara yol açmamıştır.
***
İşte bugünlerde ortaya atılan yine mi? sorusu, neo-liberalizmin çevre ekonomilerine armağan ettiği belli bir kriz türüyle ilgilidir. Geçmiş krizlerin başlangıç aşamalarının ana göstergeleri tekrar ortaya çıkmıştır. Soru, bu nedenle gerçekçidir.