Halk eşitlik istemezse
Osman Çutsay
Örneği İsviçreden vereceğiz. Ama önce bir hatırlatmış olalım: Gerçekten de kolları sıvamanın ve Zararın neresinden dönülse kârdır! diye güncelliğe müdahale etmenin bir alternatifi yok. Yani boyun eğmemenin alternatifi yok. O halde muktedirlere, bu kirli ve dinci Türk kapitalizmine bir bütün olarak en kısa sürede son verilmelidir. Bu da mücadele demek.
İyi de, barbarlığa karşı mücadele etmezsek ne olur?
Zaten bir gün bu acımasızlık, bu adaletsizlik kendi kendisini yemeyecek mi? Kendimizi neden bu kadar yoruyor ve mevcut koşullarda hayatın tadını çıkarmaya çalışmıyoruz? Bu ölümcül çaba niye?
Örneğin, sıradan insanlar sırtlarına ve beyinlerine inen her tür maddi ve manevi sopalara, bir gün Yetti be! diye başkaldırmayacak mı? Kapitalizm veya sınıflı toplum, kendi kendisinin mezar kazıcısı değil mi? Kapitalizm yaşadıkça sosyalizmi yakınlaştırmaz mı?
Bu iş, 1917den beri böyle değil. Daha doğrusu, Leninden beri çok belirgin bir biçimde, değil.
Rosa Luxemburg kaynaklı sosyalizmin tek alternatifinin barbarlık olduğu vurgusu ne kadar yinelense azdır. Devrimciler müdahale etmezse, geniş yığınların yönelimini değiştirmez, onların bu kanlı rıza havuzunda çile doldurmasını sona erdirmezse, dışarıdan taşınan bilinçle gidişata kitleler bir son vermezse, insanlık barbarlığın kollarında çürüyüp gidecektir. Bunun alternatifi yok.
Çünkü kapitalizm, tüm çelişkileriyle sahnede kendi gerçek yüzünü gösterdikçe, halklar Bak bu ne kötüymüş, zaten benim de canımı yakıyor, hadi bitirelim! falan demiyorlar. Hiçbir zaman demediler, asla da demeyecekler. Toprakları bol olsun, Adorno ve Horkheimer damgalı kültür endüstrisi biraz da bu olanaksızlığın ilanıdır. Kültür endüstrisi, kapitalist üretim tarzına uygun insan formatlamayı başardı. Aydını zaten Adorno-Horkheimer tipolojisiyle ne kadar güzel formatladığını ve teknokratlaştırdığını göstermişti. Bu formatlarla reel sosyalizmi yıkabildi.
Sosyalizm hararetini içermeyen bir halk, kendi başına bir hiçtir. Bir tür maraba diyelim.
İş sadece Türkiye ve benzeri ülkelerde sarpa sarmış değil. Hani azgelişmiş ülkeler ve halkların, artık neyse, demokrasi terbiyesinden Batı kadar geçmedikleri için adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, özgürlükten uzaklığı sineye çekmeleri normal karşılanıyor ya, durum herhalde metropollerde, demokrasinin beşiğinde yani, daha farklıdır. Öyle midir?
Demokrasi terbiyesi almış halklar eşitsizliklere karşı pek mi duyarlıdır? Yoksa tam tersi midir?
Tamam, yakın komşularımızda kriz tavan yaparken, Yunan ve Bulgar halklarının mesela, Yetti artık! diye ayağa kalktığını henüz gören olmadı. Sosyalistler ve komünistlerin öncülüğünde gösteriler düzenlenmese yerle bir olmuş bu ülkelerdeki insanların çoğunluğunun hiçbir şey söyleyeceği yok. Ama metropollerde de durum farklı değil ki. Yoksulluğun hızla yayıldığı merkezi Avrupada, halklar aşağılanmayı bir kader olarak görüyor. Kapitalizmin acımasızlığını, sistemin bir eşitsizlik tırpanı olarak çalışmasını normal karşılıyorlar. En son örnek İsviçreydi.
Bu ülkede, geçen hafta sonunda yapılan halkoylamasında, astronomik gelirlere sahip şirket yöneticilerinin gelirlerinin sınırlanmasına halk karşı çıktı. İsviçre milleti pazar günü ilan etti: Bir şirketteki en üst düzey yöneticinin maaş üst sınırının en düşük ücretli çalışandan en fazla 12 kat fazla olabileceği şeklindeki bir yasal düzenleme, uygun değildir. İyi mi?
Halk, işverenlerin Menajerleri elde tutamayız, şirket merkezlerini, Ar-Ge bölümlerini yurtdışına taşırız, işsizlik olur propagandasını ciddiye almış görünüyor. Ne bekleniyordu? Demokrasi bundan başka bir şey değil ki.
Sosyalizmsizlik, insanı insanlıktan çıkarır. Kapitalizm de yaşadıkça sosyalizmi uzaklaştırır.
soL
Erhan Tuncel ve Küçük Adolf
Osman Çutsay
Bizde Erhan Tuncel, Ramazan Akyürek, Sabri Uzun falan var da, Avrupada bunların ikizleri yok mu? Mesela Küçük Adolf denilen bir istihbaratçı ve onun polis-yargı içindeki ustaları, yok mu? NSU cinayetlerindeki rolü insanın aklına korkunç sorular düşüren ve belki de bu nedenle inanılmaz ölçülerde korunan bu Andreas Temme ile Türkiyede Hrantımızı katledenler/katlettirenler çok mu farklı? Kimse kendini aldatmasın: Türk ve Avrupa demokrasisi bu adamların üzerinde yükseliyor.
Hani biz muktedir falan diyerek sarakaya alıyoruz ya, biliyoruz çünkü, bu adam gerçek muktedirlerin paspasından daha fazla bir şey değildir, ama bu gerçeğin farkına varacak bir kapasitesi olmadığından, bazen ağzından kaçırıveriyor: İnsanlarımızın canına kastederken, Batıdan gelen demokrasi derslerini, sinirlerine hakim olamadığı için, Yahu siz de yapıyorsunuz, bize ne çıkışıyorsunuz! diye yanıtlıyor.
Araplar haklı: Hırsızlar dövüşmeye başlayınca çaldıkları ve yaptıkları, tüm kirli çamaşırlar da ortaya dökülüveriyor. Kurtlukta düşeni yemek kanundur ve bunlar birbirlerini boğazlamaya hazır. Haziranın sonuçları bunlar: Türkiye Başbakanı, Haziran İsyanında can alırken, kullanılan sertliği eleştiren (yani temelde haklı bulan ama dozundan kuşkulanan) Batı demokrasilerini Siz kendi polisinizin yaptıklarına bir bakın. Siz yapınca iyi de, biz yapınca mı kötü? anlamında uyarmıştı. Unutmadık.
Tamamen haksız değildi.
Batı demokrasilerindeki muhalefete, hele hele sosyalist-komünist muhalefete layık görülen muamele, Tayyip Türkiyesini temelde aratmamaktadır. Nitel değil nicel bir fark olduğunu söyleyebiliriz. Onu da, örneğin Avrupa veya AB oligarşilerinin demokratik terbiyesine falan değil, tepkilerin kitlesel olmamasına ve siyasi rejimde köklü bir değişiklik tehlikesi içermemesine bağlayabiliriz. Gerçek muktedirlerin, böyle bir tehdit olduğunda, dünyayı ne hale getirdiklerini geçen yüzyıldan beri iyi biliyoruz.
Haziran Ayaklanması, en beklenmedik bir zamanda, Türkiyenin bir köklü rejim değişikliğine gebe olduğunu, sosyalizmin hiç de öyle uzak olmadığını hatırlatıverdi. Türkiye halkının da sanıldığı kadar koyun olmadığını... Türkiyenin derinlerindeki aydınlanmacı, kamucu, sosyalizan damarların bir anda tüm ülkenin kaderini belirleyebilecek bir enerjiye dönüştüğüne tanık olduk. Sadece başlangıçtı oysa...
Bu enerji korkusuyla olmalı, 4 Hazirana kadar ortalığı kan-gaz-basınçlı su götürürken Batı medyasında pek bir haber göremedik. Esas olarak 4 Hazirandan sonra birinci sayfalara çıktı ayaklanma... Nereye mi geldik?
Şuraya: Tayyip ile Blair-Cameron veya Angela Merkel-Sigmar Gabriel ya da Sarkozy-Hollande gibi kahramanlar arasında nitel bir fark arayanlar varsa, kendilerini aldatmaya devam edebilirler. Tayyip Beyin bıyığını kesseniz ve biraz rötuşlasanız Merkel-Hollande-Berlusconi-Cameron benzeri bir siyasi kimlik bile elde edebilirsiniz. Hepsi Tayyip-Gül hayranıydı.
Soldan nefret, sosyalizmin mezarı Avrupada, eğer Türkiyeden farklı bir görünüm arz ediyorsa, bu, emperyalist başkentlerin yaşlı kıtanın ortasında artık bir sosyalizm tehdidi görmemesindendir. Yani muktedirin polisi Türkiyede can alırken, Alman polisi aynı günlerde örneğin Frankfurttaki Avrupa Merkez Bankası binası yakınlarındaki göstericilere aynı sertlikle yaklaşmadı. Tamam, onlar da biraz kol büküp biber gazı falan sıktılar, ama dikkatlilerdi. Halkın kitlesel bir tepkisi ve iktidar seçeneği yok çünkü; rejim değişikliği falan söz konusu değil. Ya Haziran Türkiyesinde?
Arada köklü fark yok dedik. Hep diyorduk. Edward Snowden bunu iyice açık etti. 1984 diye kodlayabileceğimiz Batı demokrasisinin paçalarından nasıl irin sızdığını kendileri bağırıyorlar. Örnek çok...
Biri, bu hafta Münihteki ünlü Döner Cinayetleri veya NSU Cinayetleri ile ilgili duruşmalarda yaşandı. Önceki gün, Andreas Temme adlı Alman istihbaratçının, yıllardır ve hâlâ nasıl korunduğuna tanık olduk. Tamam, adları Hrantımızın katline karışan Erhan Tuncel, Ramazan Akyürek falan var da, bunların muadilleri Avrupa demokrasisinde yok mu? Var. İnanılmaz bir biçimde korumaya alınan Temmeyle ilgili soruşturma dosyalarını, çocukları katledilen Yozgat ailesine bile göstermiyorlar. Anlaşılan derin sırların ortaya yayılmasından korkuyorlar. Birbirlerini çok iyi koruyorlar.
Herhalde demokrasilerini koruyorlar.
soL
Korkunun siyasal iktisadı
Osman Çutsay
Acaba Berlin veya Washington ya da ikisi birden, Ankaranın egemenleri hakkında yeterince bilgi sahibi mi?
Soru, bu haliyle bir yanıt aslında. Adamlar, bizimkilerin tüm hesaplarını biliyor. Ankara zorbalarının yaptıklarını, yapmayı düşündüklerini, yedikleri tüyü bitmemiş yetim haklarını hangi banka hesaplarına, menkul ve gayrimenkullere depoladıklarını genelde bilmiyor olsalardı, zaten emperyalizmden söz edemezdik.
Emperyalizm, biraz abartarak söylersek, sadece büyükten küçüğe sermaye ihracı değil, herhalde biraz da küçükten büyüğe böyle bilgilerin ithalidir. Dinci, milliyetçi, liberal, demokrat vs. yönetici zalimler, aralarında bir bilgi hiyerarşisi de kuruyorlar. Obama eğer, NSA üzerinden Angela Merkelin nefes alışını bile izleyebiliyorsa, bu, dünya sisteminin özetidir ve tersinden aynen geçerli olması mümkün değildir. Yani Merkel ve François Hollande, Barack Obamanın cep telefonunu aynı şekilde dinleyemez. Ama Obamanın Moskova ve Pekini Berlin kadar dinleyemediğini, hatta hızla büyüyerek dünyanın büyük güçlerinden biri haline gelmiş Berlinin de artık bu rolden sıkıldığını söyleyebiliriz.
Bu ilişkiler ağı tam yüz yıl önce, 1914te de, dönemin başkentleri arasında böyleydi ve Birinci Dünya Savaşı o hiyerarşinin bozulmasıyla patlak verdi. Demek değişebilen, değişebilecek bir statükodan söz etmemiz gerekiyor. Avrupa gericiliğinin demokrat hizmetkârı Timothy Garton Ashin geçtiğimiz yıllardaki bir saptamasını kullanacak olursak, Alman Avrupadaki bir Avrupa Almanyası eski elbiseleri ve rolleri aynen üstlenemez ve büyük savaşın yüzüncü yılında, bunun tehlikeli kokular yaydığını düşünmemek de olmaz.
Mesele şu: Almanya Avrupanın hegemon ülkesidir, ama Washingtona bilgi gitmeden Başbakan Angela Merkelin öksürmesi bile mucizedir. Bu, ilan edilmiş bulunuyor. Peki, biz bu ilişkiler ağındaki Ankaranın Washington ve Berlinin bilgisi dışında hareket edebileceğini düşünecek kadar saf mıyız? Daha önce bu köşede de hatırlatmıştık: Washington ya da Berlin, Ankaranın açgözlü dincilerini yemlememiş, izlememiş, hesaplarını kayıtlara geçmemiş olabilir mi?
Yunanistanda benzer bilgiler şakır şakır ortaya dökülüyor. Çöken komşu sıtmaya razı edilecekse, bir benzeri neden Türkiye için geçerli olmasın? Misal: Siemens veya Leopard bağlantılarının, Türkiyede hangi hesaplara rüşvet olarak yansıdığını henüz bilmiyoruz, ama bu akışın kaçınılmaz olduğunu, Atina başta, her yerde görüyoruz. Bu bilgilerin merkezî bir yerlerde kayda alınmamış olması, demokrat-milliyetçi-dinci fantezilerin inanmak istediği bir yalandır. Realite çok başka.
Dünya sistemindeki sermaye hiyerarşisi (silsile-i meratib), büyükleri küçüklerin nefes alışlarını bile izlemek zorunda bırakırken solun bağımsızlığının ne kadar önemli olduğunu da kanıtlıyor. Emperyalist trajedi şurada: Metropoller, kendi uşakları hakkında her türlü öngörüyü yapabiliyor ve elinde onlarla oynayacak yeterince alet bulunduruyorlar, ama bağımsız bir sol kurtuluş projesine müdahale edemiyorlar. Çünkü toplumun derinlerinde akan aydınlanmacı, eşitlikçi, özgürleşmeci, kamucu nehirleri, yani kurtuluşun bir anda kitleselleşebilen entelektüel kaynaklarını kabullenemiyorlar; bunları ancak iktidara geldiklerinde fark edebiliyorlar. 1917 Ekim günlerinden beri böyle bu. Haziran İsyanı da aynı şekilde.
Emperyalizm sadece sol cepheye miyoptur.
Sonuçta, Erdoğan ailesinin, yani bir cemaatler koalisyonu olarak AkPartinin ve bu koalisyonla 2002 sonunda bir büyük koalisyona giren asker partisi AsPartinin tüm bilgileri merkezde toplanmış durumda. Ortada bir korku ekonomisi var: Ankaranın zorbaları burunlarındaki halkanın hangi zincirlerle ve nereye bağlı olduğunu biliyor. Değiştirileceklerini de...
soL
Sedat Göçmen, Türkiye, AB
Osman Çutsay
Türkiyeden, hem de sol adına, çok kolay vazgeçenler var; bunlar eğer şimdiye kadar başarılı olamadılarsa, bu, bazı yüksek insanların gölgesinden bir türlü kurtulamadıkları içindir. Bugün, bu insanlardan birine ve ona şu Batı demokrasisinin bakma ihtimaline değineceğiz: Sedat Göçmen.
Bizim Ankara Siyasalın ve 12 Eylüle doğru da Karadenizin bu ele avuca sığmaz delikanlısı, bir süre önce bir söyleşi kitabıyla (Fırtınalı Denizin Yolcuları, Ayrıntı Yayınları) yeni kuşağa nerelerden geldiklerinin ve geride nasıl bir mücadele bıraktıklarının dökümünü verdi. Türkiyeyi, devrim ve sosyalizmi ciddiye alan herkesin okuması gereken bir kitap bu... Nedense bize hep Ahmed Arifin 33 Kurşundaki dizelerini (Benim küçük dayım Nazif / Yakışıklı, / Hafif, / İyi süvari...) hatırlatan cesur yürek Sedata bir başka yerde daha geniş bakmayı planlıyoruz.
Şimdilik sadece sormak istiyoruz: Avrupa veya AB demokrasisi, acaba Sedat Göçmenleri ve onların devrimci Türkiyesini taşır mıydı? Böyle bir Türkiyeye ve kavgacılarına tahammül gösterir miydi? Avrupa, Sedat Göçmeni ve onun devrimci Türkiyesini affeder miydi?
Bu satırların yazarı için yanıt olumsuzdur.
Neden?
Çünkü Sedat Göçmenler devrimci ve Türkiyeci idiler. Bu yükü Avrupanın taşıması mümkün değildi. Merdan Yanardağın zindana atılmadan önceki birçok yazısında ısrarla altını çizdiği gibi: 12 Eylül öncesinde iktidara gelmiş olsaydı Türkiye devrimcileri, yani bir iktidar cephesi oluştursaydılar, dünya tarihini değiştirebileceklerdi. Dünya gericiliğinin 1989daki büyük başarısını, biz, Türkiyedeki devrimcilerin iktidar yolundaki yenilgilerine bağlayabiliriz. Avrupa demokrasisi böyle bir iktidarsızlık için her koldan çalışmış, epey dolar, mark ve devrimci kanı dökmüştü.
Bunların hepsi demokrattı. Bunların hepsi Sedat Göçmenlerin devrimci Türkiyesini daha doğmadan boğmaya yeminliydi. Hâlâ da öyledirler: Demokrasi, daha doğrusu postdemokrasi, emperyalizme başkaldıranların değil, onun demokrasisine biat eden uşakların rejimidir.
Dolayısıyla bugün Paris-Berlin-Ankara hattında da muteber olan, uşaklıktır. O nedenle, Fatsa veya benzeri bir renk, eğer tüm Türkiye için bir model haline gelirse, Avrupa Almanyasının veya Almanya Avrupasının yönetenleri bu modele Süleyman Demirel ile kanlı faşist valisi Reşat Akkayanın 1980de Sedat Göçmene ve Fatsaya baktığı gibi bakacaktır. Dün de, bugün de...
Bu sınıfsal güdünün etkisiz kalması mümkün değildir; görüyoruz: Almanyada sosyal demokrat Sigmar Gabriel, sağcı Başbakan Angela Merkel ile iktidar oyunu oynarsa, Kemal Kılıçdaroğlu da ılımlı cemaatçiler, küskün AKPliler, duyarlı MHPliler ve Erdoğan veya Gülenin NATOdan bir türlü vazgeçemeyen asker kurbanlarıyla el ele, benzer hesaplar yapar. Yapıyorlar.
Günümüzün genç Sedat Göçmenleri, o Türkiye ve devrim ısrarıyla AB demokrasisinde kendilerine pek bir yer olmayacağını bilmelidir.
AB ve Türkiye yönetenleri kardeş çünkü. Hepsi Sedat Göçmenin simgelediği halkçılığın, sosyalizm tutkusunun ve fedakârlığın, devrimci ve bütünsel bir Türkiyenin düşmanı: Postdemokrasinin demokratlarıyla o bir türlü ölemeyen Hollywood vampirleri arasında pek büyük bir fark yok. Ama bizlere boşuna yaşamadık dedirten Sedat Göçmenler de tükenmiyor. Oligarşinin işi zor.
soL
Sol musahhih mi?
Osman Çutsay
Avrupa faşizmi, iktidar kaçkını kıldığı Avrupa solu sayesinde ve 50 yıldır bizi de vuruyor: Hâlâ, kapitalizmdeki gerçek sol politikanın, emekçi sınıfları döven politikalara karşı köklü bir iktidar alternatifi oluşturması değil, izlenen emekçi ve aydın karşıtı politikaları engellemesi gerektiği ileri sürülebiliyor. Artık nasıl olacaksa?... Engelleme politikası, iktidar inadının yan ürünüdür oysa. Birleşik cephe ve ünlü faşizm tanımının pek işlevsel olmadığını, eğer ilk büyük işçi devleti 27 milyon ölü ve 50 milyondan fazla sakat vererek Berline ordusuyla girmek zorunda kalmasaydı, daha önce anlamak mümkün olabilirdi. Neyse...
Gerçek, acıdır: Bir ülkede sosyalist sol, eğer somut bir iktidar seçeneği oluşturacak güce ulaşmamamışsa veya bunun için çaba göstermiyorsa, örneğin çeşitli sol akımlar arasında sermayeyi vuracak işbirlikleri bir türlü gerçekleşmiyorsa, yerleşik sistemin oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Böyle bir solun Dinciliği ve sermayeciliği, siyasetten süreceğiz demesi elbette beklenemez.
Sol güçlendikçe kapitalizmin sosyal demokrat versiyonları büyük hatalar yapmaya başlıyor ve bu, ilk etapta emekçi sınıflara pahalıya mal oluyor. Soğuk Savaş boyunca sosyalizme karşı konuşlandırılmış iki cephe ülkesinden bakalım: Dünya sistemi, hem Almanyada hem de daha sonra bu ülkenin uhdesine verdiği Türkiyede, sosyal demokrasiyi benzer biçimlerde kullandı. Büyük Almanyanın 1998-2014 dönemindeki Gerhard Schröder-Sigmar Gabriel çizgisi iyi bir örnektir ve Türkiyeli yandaşlarıyla inanılmaz benzerlikler içeriyor. Schröderin yetiştirmesi Gabrielin bizdeki Kılıçdaroğlunun ikiz olduğu rahatça ileri sürülebilir. Türkiye sağının sosyal demokrat versiyonları, Alman ustalarından kopya ederek politika yapmaya çalışıyor. Fark başka yerde, bir trajedide: Türkiyedeki sosyal demokratlar, içlerinden Oskar Lafontaine kalibresinde bir inat ve namus çıkaramamıştır.
Bir şeyi iyi biliyoruz: Sol, bir parti veya ittifak olarak, eğer alternatif bir iktidar projesini-programını kitleselleştiremiyorsa, belli bir güce ulaştığında bile yerleşik sistemin yapı taşı olmaktan kurtulamıyor. Musahhihlik, sol siyasetin bittiği yerdir. Sadece düzelterek solcu olunmuyor. Haziran İsyanı biraz da bunu hatırlattı.
Almanya, içerdiği sınıf mücadelesi ve eşine az rastlanır teorik birikimi nedeniyle kuşkusuz biraz daha farklıdır ve olmadık sürprizlere açıktır. Örneğin, bu ülkedeki Sol Partinin bir türlü bitirilememiş olması, bu emperyalist ülkenin sosyal demokrat veya sosyalist birikimiyle yakından ilintilidir. Sözü geçen partinin, şu ana kadar, Oskar Lafontaine ve Sahra Wagenknecht direncini içermiş olması nedeniyle ciddiye alındığı ortadadır. Bu iki isim de Sol Partinin SPDye stepne değil, alternatif bir iktidar programına sahip olmasını istiyor. Bu programın sosyalist bir program olduğunu söyleyemeyiz, ama bu bile onu farklılaştırıyor. Yoksa bu parti, sadece Türkiye devrimci soluna düşman unsurların koruyucusu Gorbaçov düşüğü uşakların (eski komünistlerin) eline kalsaydı, çoktan biterdi.
Biz çok daha iyisini yapabiliriz. Örneğin, Doğan Avcıoğlunun akıllı ve okyanus ötesi çocuğu Chavezin ülkesinde açtığı yoldan çok daha genişini Türkiyede açabiliriz. 2014, bu doğrultuda ışık veriyor.
soL
Dünya sisteminde paralel devlet
Osman Çutsay
Sadece Türkiyede mi var? Hırsız zenginlerin yönetimine, oligarşik hegemonyaya ortak olmak isteyen, şu ya da bu biçimde de olan odaklar, paralel odaklar yani, sadece ulusal düzeyde mi geçerlidir? Bu ikilem, acaba uluslararası düzlemde de ortaya çıkamaz mı?
Malum, Türkiye Başbakanı ve adamları, hiç de hayırlı görünmeyen sonlarına doğru doludizgin giderlerken, devlet içinde devlet dedikleri paralel bir örgütlenmeden şikayet eder oldular. 2002den beri iktidarı paylaştıkları bir gücün paralel devlete dönüştüğünü ileri süren Recep Tayyip Erdoğan, ipin ucunu iyice kaçırdığı konuşmalarında, bu işin sakıncalarına dikkat çekiyor. Sermayenin başka türlü ittifak veya koalisyon tanımadığını, bu badem bıyıklı tüccar imamlar nereden bilecek?
Sorumuz şu: Bu paralellik işi sadece ülkeler düzeyinde mi kalır?
Değil tabii. Sorun, uluslararası düzeyde de var. Hele Türkiyenin tam ortasında yer aldığı emperyalist ilişkiler ağında, fazlasıyla güncel. Çok basit: Son hareketlenmeler, ABDyi, uluslararası ilişkiler alanında, bir süre sonra Erdoğanın paralel devlet yakınmalarını aratmayacak kadar etkili bir paralel güçten söz etmek zorunda bırakabilir. Etmelidir de. Berlin, dünya sistemi içinde reis bildiği Washington açısından uzunca zamandır can sıkan bir paralel devlettir. Parisi de, onun ardından, buna ekleyebiliriz.
Böyle olması normaldir. Kapitalizmin meşrebine başkası sığmaz çünkü: Eşitsiz ve bileşik gelişme, er ya da geç, her sermaye ittifakında, koalisyonerlerin birbirlerinin ayaklarına basmasıyla başlayıp boğazlaşmalarına kadar varan bir çelişkiler yumağı üretir. Daha doğrusu, kapitalizm hem eşitsiz/dengesiz gelişimin ürünüdür hem de bu verili durumu daha da derinleştiren bir eşitsizlik/dengesizlik üretir. Sistemin hegemonuna kafa tutacak paralel devletler nasıl ortaya çıkmasın? Demek ki, belli yollarda ve yıllarda beraber yürüyenler, başından itibaren karşılıklı biledikleri bıçaklarını çekmeye mecbur kalacaklardır.
Bu iş sadece Türkiye sınırları içinde kalırsa, pek bir sıkıntı değil; sonunda çözülür. Sorun, paralellikler dünya ölçeğinde yayılırsa büyük tabii. Bunun modern zamanlarda ne anlama geldiğini insanlık tam 100 yıl önce başlayan delilikte, önce Ekim Devrimi ardından da Türkiye Cumhuriyetini doğuran ve Harb-i Umumi denilen mezbahada görmüştü.
Ülke içi sistemlerle uluslararası sistem birbirine yabancı değil. Paralellikler de... Örneğin, Almanya Başbakanı Angela Merkelin nefesini bile dinleyen Amerikan istihbaratı (NSA), aslında güçlenen bir koalisyon ortağına, hadi paralel devlet diyelim, başından itibaren önlem almaya mecbur bir Washington resmi vermiyor mu?
Son aylarda, Berlinde Büyük Koalisyon görevi devralır, eski politikaları birkaç ilave yeni yüzle sürdürmeye çalışırken, dış politikadaki ataklar da gündeme gelmeye başladı. Merkelin, dinlendiğini sorun etmemesi, Berlinin ABD kaynaklı bu muz cumhuriyeti muamelelerinin hesabını tutmadığı anlamına gelmez.
Berlin, epeydir yeni haklar ve hareket alanları talep ediyor. Ay sonunda Münihte dünyanın en büyük askeri politikalar toplantısı yapılacak: Uluslararası Münih Konferansını, tarihinde ilk kez Alman Cumhurbaşkanının açacağı bildiriliyor. Koalisyon sözleşmelerine alacak kadar açık yürekliler: Küresel düzenin biçimlendirilmesine aktif bir katılım içinde olmak istiyoruz diyor Berlin.
Paralel devlet oluşumları içeride ve dışarıda gündemde yani. İyi.
soL
Yüz yıl sonra tabu
Osman Çutsay
Az buz değil, aradan neredeyse 100 yıl geçmiş. Çok şeyi değiştiren bir zaman bu. Tabii biz zaman diye kolayına alıyor, öyle özetliyoruz. Değişen, somut mekan ve onun bir parçası olan insandır. Sağ da sol da bu dönüşümden payını alıyor...
Biz soldan ve Avrupanın banka kasasından hareketle bakalım. Mesela yakında Türkiyenin badem bıyıklı tüccar imamlarının milyarlarını da nasıl bir ihtimamla koruduğu ortaya çıkacak olan demokrasi cenneti İsviçreden...
Şimdilerde Rusyanın en azılı hırsızlarına ev sahipliği eden bir ülke bu. Bizdeki, gençliğinde sol örgütlere bulaşıp hemen nedamet getiren ve bol paraya kavuşan dönekleri bile yaya bırakacak kadar zengin oligarklara yataklık eden bir ülkedir İsviçre. Demokrasi modeli sayılan bu ülkeye bakış da, 100 yıl içinde epey bir değişti, tersine döndü.
Nasıl mı?
Çok acıdır: Birinci Dünya Savaşı başlarken, 1917 yılına kadar, Lenin İsviçredeydi. Bir devrim delisi. Eh, denecektir, eskiden öyleymiş; devrimciler Batı Avrupada da devrim için çalışırmış. Şimdi koşulların fazlasıyla değiştiğini gözlüyoruz. Artık devrim düşmanı hırsız milyarderler, Rusyayı talan ettikten sonra ve ganimetlerinin tadını çıkarmak, tabii çaldıklarını da serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde yeni yatırımlarla değerlendirmek üzere Batı Avrupaya yerleşiyorlar. Övdükleri demokrasi, çaldıkları milyarları koruyan bir rejimdir.
Bizim derdimiz başka...
Şu: 100 yıl önce Lenin İsviçredeydi. Ömrünün altı buçuk yılını bu ülkede geçirdiği biliniyor. Tam 100 yıl sonra milyarder bir hırsız Mihayıl Hodorkovski (veya Michail Chodorkowski) 10 yıllık bir hapisten sonra İsviçrede... Halktan çaldığı milyarları rahat rahat sayabilir.
Arada fark var dedik. 100 yılda birçok şeyin olgunlaştığını belirttik. Sadece liberal solda veya liberalizm karşıtı ulusalcı solda, dünyadaki ilk sosyalist hükümetin üzerinden neredeyse bir asır geçmesine rağmen, Türkiyenin sol ve/veya sosyalist bir hükümet kuracak kadar olgunlaşmadığı konusundaki görüş birliği devam ediyor. Asırlar bile girse araya, Türkiyenin sosyalizme layık ve hazır olmadığı konusundaki zımni uzlaşma devam ediyor.
Bizim için mesele bir başka yerde...
Asırlık dönüşümü soldan bakarak görmeye çalıştığımızda, sevimsiz bir manzarayla karşılaşıyoruz. Cenevre, Bern ve Zürihi iyi tanıyan Lenin, sığındığı ülke ve halkını tanımlarken, açıkça bir uşaklar cumhuriyeti ifadesini kullanmıştı. Eski devrimciler böyleydi: Bakunin de 1876da Bernde, ölümünden daha 10 gün önce, halkların devrimci içgüdülerini yitirmesinden, durumlarından hoşnut olmasından, zararsız ve atıl kalmalarından yakınmıştı. Devrimciler, kapitalist metropollerdeki rejimleri hasım sayıyordu.
Ya şimdi?..
Bugün sol iddialı çok geniş bir kesim için, Avrupa, köklü itirazlarda bulunulamayacak bir demokratik rejimin simgesidir.
O zaman, Batı Avrupaya Hodorkovski gibi eski bir Komsomol yöneticisinin gelip yerleşmesi kadar normal bir şey olamaz. Anormal olan, hırsız Hodorkovskilerin sığınma yurdu konumundaki metropol rejimlerinin, inim inim inleyen kriz bölgelerinde sola ve halklara umut diye sunulması, bu sunumun sol tarafından kabul görmesidir. Bir tabu bu. Galiba Yunanistan ve Portekizde çatırdama işaretleri vermeye başladı.
Toplumsal krizler, tüm tabuları kırabilen bir enerji üretiyor. Buna yeniden tanık olacağımız zamanlardayız.
soL
Duvarsız demokrasi yok
Osman Çutsay
Duvarlar göremeyeceğimiz kadar saydam mı gerçekten? Şu Avrupanın çevresinde yükselen, daha doğrusu yükseltilen duvarlardan söz ediyoruz. En son Lampedusa açıklarında 300ü aşkın kaçağı denize gömen duvarlardan.
Her şey ortada, ama maskeleri ciddiye almazsak, kimsenin fazla üzüldüğünü söyleyemeyiz. Büyük sermaye için bu ölenler en fazla eğitim zayiatıdır. 1991 Iraktan beri Arap dünyasında yüz binlerce insanı paramparça eden katliamlar da aynı kalemdendi.
Ulaşılması çok zor, hemen hemen olanaksız, ama göçmenlere karşı duvarların yükseltilmesi talebi hâlâ en çok Avrupanın merkezinden geliyor. Almanya örneği ortada: Bu ülke, ABnin hegemonu ve bir refah kalesi olarak, ki halka pek de yansımayan korkunç bir sermaye birikimidir bu, yeni duvarları kendi sınırları üzerinde değil, ABnin dış sınırları üzerinde yükseltiyor. Malum, Yunanistanın Türkiye ile sınırı, tam bir göç duvarıdır. Bulgaristan da öyle...
Berlin, AB sınırlarını koruyan Frontexin hem altyapısını hem de çalışanlarını boşuna finanse etmiyor herhalde. Alman siyaset sınıfı, böylece Avrupa barışından çok Almanyadaki iç barışı koruduğu inancındadır. Çünkü ABnin çeperinde yükseltilen duvarlar, Dublin II Kararnamesine göre, bütün engelleri aşıp Alman toprağına ayak basabilen göçmenlerin rahatça bu ülkeden kovulmasına olanak veriyor. Buna göre, sığınmacılar, sığınma başvurusunu ilk ayak bastıkları AB ülkesinde yapabiliyorlar. Böylece, Afrikadan kaçanlar Akdeniz kıyısındaki ülkelerde, özellikle İtalyada, bu arada örneğin Türkiyeden Yunanistan veya Bulgaristana kaçabilenler de krizin kemirdiği bu AB üyelerinde sığınma başvurusunda bulunabiliyorlar. Merkeze giremiyorlar.
Duvarlar, zenginlerin görüş alanı dışında yani: Alman toprağından çok uzakta ve Avrupanın Yunanistan başta olmak üzere kriz mağduru çevre ülkeleri, göçmenlere, yani yoksulluk ve savaştan kaçan çulsuzlara nasıl kol kanat gersinler? Fiilen iflas etmiş ülkeler aslında...
Fakat, ne olursa olsun, özellikle Alman politikacıların, hatta SPD ve Yeşiller gibi bir ara iktidarda olan demokrasi duyarlılığı yüksek Alman partilerinin, kaçaklara İtalyada falan gereken ilginin gösterilmemesinden yakınması, şaka gibi... Almanya, Avusturya, İsviçre veya Fransaya ulaşmaya çalışan çaresizler, aslında da vasıfsız işgücü kitleleri, ABnin kriz vurgunu yemiş yoksul ülkelerinin sınırlarında derdest ediliyor, ama Berlin veya Brükselde Alman politikacılar dünyaya insanlık dersi veriyor. Böyle oluyor bu işler...
İyi: Sınırsız bir dünyaya sınıfsız bir dünya yaratılmadan ulaşamayız. Ama sınırlar tek bir ideolojiyi temsil etmiyor ki. Her sınır belli bir sınıfı koruyor ve belli sınıflara karşı kuruluyor. Daha önce dünyanın lanetlilerini, çulsuzlarını korumak üzere kapitalizme karşı kurulmuş sınırlar ve duvarlar vardı. Şimdi birkaç istisna dışında neredeyse bütün sınırlar yeryüzünün lanetlilerine karşı zenginleri korumakla yükümlü. O nedenle korkunç sahnelere rağmen, dünyaya insanlık dersi vermeye kalkan zenginler ve sağcılar birbiriyle yarışabiliyor.
İnsanlık ve Avrupa, çevredeki yoksullarıyla birlikte, bu kanlı rezaleti yaşamaya ve yaşatmaya mahkum. Mahkum değil diyenler, çözümü sosyalizmde arayanlardır ve sadece onlar haklıdır. Krizden sinirleri boşalmış sosyalizm düşmanlarının, bu noktada, en çok sosyalizmi erken veya yersiz bulan solculardan keyif aldığını düşünmek zorundayız.
"Şimdi onlar düşünsün!
Osman Çutsay
Bugünlerde yeni bir kitap, muhtemelen geçmişe mazi, yenmişe kuzu yasası gereği fazla dikkat çekmeyecek ama, raflardaki yerini aldı. Hakkında yazılar falan da yazılıyor. Yine de Almanyada bunun büyük bir anlamı olduğunu kimse iddia edemez. Kendisi de gazeteci olan Ronen Steinkenin kaleme aldığı kitap, Auschwitz ve bir savcı üzerine: Fritz Bauer: oder Auschwitz vor Gericht (Fritz Bauer: Ya da Mahkeme Önündeki Auschwitz).
Anlaşılacağı ve yazarının da hatırlattığı gibi bir hukuk adamından çok bir ülkenin öyküsü.
1963 sonunda Federal Alman kamuoyunun gündemine bir bıçak gibi giren Auschwitz sorumlularıyla ilgili davanın kahramanı, Frankfurt Başsavcısı Fritz Bauer. Bir Yahudi ailenin çocuğu ve 1903 doğumlu. Çok parlak bir genç hukukçu olarak başlayan kariyeri, Nazi Almanyası sırasında kaçtığı İskandinav ülkelerinde ve aralarında Willy Brandtın da bulunduğu antifaşistlerle ortak mücadele içinde devam ediyor. Faşizm yıkılınca ülkesine dönüyor. 1968 yükselişinin habercisi sayanlar da var.
Hannah Arendtin kötünün bayağılığı kavramına modellik eden masa başı kasaplarından Adolf Eichmannın İsrail tarafından kaçırılıp yargılanmasını sağlayan adamdır Bauer. Nazilerin Federal Almanya demokrasisinde birbirlerini nasıl tuttuğunu iyi bildiği için, kaçak Eichmannın adresiyle ilgili özel bilgiyi doğrudan İsrail istihbaratına ilettiği, böylece Eichmannın yakalanmasını sağladığı biliniyor. Sonuçta tüm 60ları altüst edebilen bir öykünün kahramanıydı, ne yazık ki 1968de evinde ölü bulundu. Daha sonra ölümünde dış müdahale olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunamadığı belirtilerek... Neyse...
Bunlar çok da önemli değil; belki bir başka vesile-i haseneyle söz konusu kitaba ve korkunç suçlar işlemiş olan ülkesi Almanyadan hiç şikayetçi olmamasıyla da ünlü bu bir yanıyla ketum hukukçuya döneriz. Mesele ve gelmek, sonra da Türkiyemize bağlamak istediğimiz nokta şu: Bu dava nedeniyle inanılmaz bir toplumsal nefreti derisinde hisseden Başsavcı Fritz Bauer, bir çalışma arkadaşına, Çalışma odamı terk ettiğim anda, kendimi yurtdışında ve düşman bir ülkede buluyorum diye dert yanıyor. Bir demokrasi ortamında söylüyor bunu, dikkat!
Öyledir: 12 Eylül sonrasını yaşayanların iyi bildiği bir ruh halidir bu. Türk ve Kürt devrimcilerinin en iyi bildiği duygu da diyebiliriz. Kürt halkı devrimci çocuklarıyla bir araya geldikten sonra bu ortam değişti elbette. Zorla değiştirdiler. Ama bir bütün olarak Türkiye devrimcileri, kısa bir süre öncesine kadar, Haziran Mucizesi patlayıncaya kadar yani, bu duyguyu iliklerinde hissediyordu.
Şimdi hava değişmiş bulunuyor. Ülkenin iki parça halinde, iki yabancı ve düşman ülke halinde, daha açığı AKPliler ve AKP karşıtları olarak bölündüğünü görüyoruz. Ama solcuların, aydınlanmacıların, kısacası devrimcilerin, artık 33 uzun yıla damga vuran düşman yabancı ülke sendromunu geride bıraktığını da görüyoruz. Hava kırıldı. Hem oligarşi hem de onun dinci-liberal uşakları açısından inanılmaz derecede kötü bir biçimde kırıldı.
En güzelini genç devrimci kuşak ve onun öncü temsilcilerinden biri özetlemiş zaten. Fikir Kulüpleri Federasyonunun yayın organı Yeni Yazılar, eylül sayısının başlığını Şimdi onlar düşünsün! diye saptamıştı. Çok doğru...
Artık bambaşka bir dönemdeyiz. Egemenlerin, hadi Tayyip Erdoğanın ünlü yüzde 50si diyelim, evlerinden çıktıkları anda kendilerini yabancı ve düşman bir ülkede bulmaya başladıkları anlaşılıyor. Tedirginler. Çember daralıyor.
Buradan geçmiştekilere hiç benzemeyen bir siyaset ve ülke çıkar. Yeni Yazılar ilan etmiş işte: Şimdi onlar düşünsün!