KÜRT SORUNUNU KEMALİZM ÜRETTİ YALANI
Cumhuriyet tarihi yalancıları, Türkiyenin bugün yaşadığı bütün sorunların olduğu gibi Kürt Sorunu diye adlandırılan Ayrılıkçı Kürtçü Hareketin de Kemalizmin yanlış politikalarından kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Onlara göre, Atatürk eğer Türk Devrimini gerçekleştirmeyip Türk Ulus Devletini kurmasaydı, Osmanlıdaki haliyle Kürtler asla sorun olmayacaklardı!
Bu güdük tez, bugün yobaz-liboş ve tatlısu solcusu entellerin en çok rağbet ettikleri tezlerden biridir. Ama diğer tezleri gibi bu tezleri de temelsizdir, çürüktür, yanlıştır, yalandır
Mesele onların iddia ettiklerinden çok ama çok başkadır.
Şöyle ki: Kürt Sorunu, daha doğrusu Ayrılıkçı Kürtçü Hareket, Osmanlının klasik çağı diye bilinen Yükselme Doneminden, yani 16. yüzyıldan beri devam eden bir sorundur. Çok daha önemlisi, Kürt aşiretlerini sorun haline getiren de bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngörüsüz ve yanlış poltikalarıdır.
Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere özerklik sözü vermişti diye yalan söyleyerek bugün Ayrılıkçı Kürtçü Harekete tarihsel dayanak arayan Cumhuriyet tarihi yalancılarına, ben gerçek bir tarihsel dayanak vereyim. Alsınlar onu kullansınlar!
Osmanlının Kürt Politikası
Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk Kütlere özerklik verdi diyerek bugün özerk Kürdistan planları yapan Kürtçülerin eline tarihsel dipnotlar vermeye çalışan Cumhuriyet tarihi yalancıları, aslında Atatürkün ve genç Cumhuriyetin değil ama, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının Kürtlere özerklik verdiklerini bildikleri için her fırsatta Osmanlı seviciliği yaparak Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürke saldırmaktadırlar.
1514 Çaldıran Savaşında İdris-i Bitlisi liderliğindeki Kürt aşiret reisleri, Şah İsmailin liderliğindeki Safevilere karşı Osmanlıya destek olmuşlar, Osmanlı ordusuyla birlikte Safevi Türkmenlere karşı mücadele etmişlerdir. Dönemin Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Kürtlerin bu yardımlarını ödüllendirmiş ve Güneydoğu Anadoludaki Kürt aşiretlerine bir tür özerklik vermiştir.
Çaldıran Savaşından sonra Yeniçerilerin huzursuzluğu artınca Amasyaya dönen Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadoluda düzenin sağlanması görevini İdris-i Bitlisiye vermiştir. İdris-i Bitlisi de 25 Kürt aşiretini biraraya getirerek, onları, Kızılbaşların-Türkmenlerin kökünü kazımaya teşvik etmiştir.
İdris-i Bitlisi, bu kararını Amasyaya giderek Yavuz Sultan Selime bildirmiştir.
İdris-i Bitlisinin önerisi üzerine, Bıyıklı Mehmed Ağa, Diyarbakır bölgesi beylerbeyi yapılmıştır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, yayınladığı bir fermanla 33 Kürt beyine derebeylik hakkı vermiştir. Bu hak sayesinde Kürt aşiret beyleri, bulundukları köyün veya kasabanın sahibi olmuşlardır. Minorsky bu durumu, Osmanlı-Safevi mücadeleleri sırasında Kürtler arasında derebeylik hayatının inkişafına müsait bir muhit çıkmıştı. diye ifade etmiştir.
İdris-i Bitlisinin Selim Şahnamesinde yazdığına göre, 40 bin Kızılbaşın/Alevi Türkmenin başı kesilmiştir. İdiris-i Bitlisi, Bir şafi ne kadar günahkar olursa olsun 7 Kızılbaş öldürürse cennete gider diyecek kadar büyük bir Alevi düşmanıdır. Binlerce Alevi-Türkmen İdiris-i Bitlisi gibilerin katliamdan kurtulmak için Sünni-Şafi Kürt kılığına bürünmüştür.
Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında İçtimai Tetkikler adlı incelemesinde Türklerin tarih içinde nasıl Kürtleştiklerini, Diyarbakır ve Silvandaki Karakeçililerin Kürtleşmesi olayı üzerinden anlatmıştır.
Yavuz Sultan Selimin Kürtleri, Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanma karşılığında Kürtlere verdiği ayrıcalıkları, oğlu Kanuni Sultan Süleyman da devam ettirmiştir.
Aşağıdaki ferman Kanuni Sultan Süleymana aittir:
(
) Yavuz Sultan Selim zamanında (
) Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaatları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi, ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip, mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (mülk) ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı; dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. Bu emri celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.
Bey, öldüğünde eyalet kaldırılmayıp, bütün sınırlarıyla, padişah tapusu uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerinde kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yoluyla ebediyete kadar sürekli kullanıcısı olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona verilecektir.
Cumhuriyet tarihini çarpıtmakla ün yapmış Araştırmacı Altan Tan ve onun gibilerin bugünkü Özerk Kürdistan yaklaşımının altında Yavuz Sultan Selimin ve Kanuni Sultan Süleymanın Kürt aşiret reislerine tanımış olduğu haklar ve ayrıcalıklar bulunmaktadır.
Altan Tan, bir kitabında Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşmasını şöyle anlatmıştır:
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşından sonra ordusuyla İstanbula dönerken Amasyada konakladı. Savaşta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında, Amasyada buluşarak tarihi, Kürt-Osmanlı özerklik Anıtlaşmasını karara bağladı. İdris-i Bitlisiyi tam yetkili kıldı; mühürleyip boş fermanları İdris-i Bitlisiye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi
"Altan Tan kitabında, Yavuz Sultan Selimin ve Kanuni Sultan Süleymanın Kürtlere verdiği özerklik konusunda da şunları yazmıştır:
Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşanın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle babadan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.
Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında Amasyada kabul edilen özerklik şartlarına göre Kürt emirleri, atalarından kendilerine intikal eden topraklarda bağımsız olarak geleneksel düzenlerini koruyacaklardır. Bu emirlikler, eskiden olduğu gibi babadan oğula intikal edecektir. Osmanlılar, yabancı bir devletle savaştığında, Kürt beyleri, kuşanmış silahlı süvarileriyle Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklar ve dışardan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklar, aynı şekilde Osmanlılar da Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaklardır. Kürt emirler, Osmanlı Devletine her yıl tespit edilecek bir vergi vereceklerdir.
Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde bağıra çağıra, Atatürke ve Cumhuriyete kin kusan Altan Tanın yukarıdaki cümleleri, her şeyden önce, ağır faşizm kokmaktadır.
Altan Tanın, Kızılbaşlara karşı olmayı müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunmak diye değerlendirmesi, egemen Sünni görüşün, klasik Alevi-Türkmen düşmanlığının bir yansımasıdır.
Görüldüğü gibi, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman ve babası Yavuz Sultan Selim döneminde Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürtlere, devlete gösterdikleri bu öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığında eyaletler, şehirler, köyler, mezralar, kaleler ve topraklar vermiştir. Böylece Kürt aşiretlerinin feodalleşme süreci başlamıştır. Yani, Kürt aşiretlerini feodalleştiren veya mevcut feodal yapıyı daha da güçlendiren, Osmanlı padişahlarının öngörüsüz politikalarıdır.
Erdal Sarızeybekin dediği gibi: İşte, o gündür bugündür, ağalar Doğuda hep ağadır, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Zeydan gibi, tıpkı Geylani gibi. O gün bugündür mir beyler, hep mir ve beydir, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Dengir Mir Mehmet Fırat gibi. Bugün bize demokrasi, insan haklarından bahsedenler ortaya çıkıp da Demokrasilerde ağalık, beylik olur mu! hiç demez, diyemez. Çünkü kendileri de bu sistemin bir parçasıdır. Cumhuriyet kurulalı 87 yıl olmuş, ama hala ağalar ağa, beyler bey, mirler mir, , şeyhler şeyhtir, geri kalanlar ise köylüdür, köylü kalmış, işçi kalmış ve hiç hak ve söz sahibi olamamıştır. Şanlı Urfalıların deyimiyle Maraba kalmış, yani ağanın yanında çalışan amele olmuştur. (
)
Demokrasilerde söz hakkı olmayan insan olur mu hiç? Terör olayları nedeniyle göç etmek zorunda kalan iki milyon insanı bir kenara koyunuz. Doğuda halkımızın çoğunluğu toprak sahibi olmadığı için ve Altan Tanın deyimiyle bu halk kitlesinin söz hakkı olmadığına göre, düşününüz böyle bir demokrasiyi, neredeyse hepimiz maraba olmuşuz, ama haberimiz olmamış. Göçlerle kırsaldan şehirlere gelenlerin çoğunluğunun sorunları çözülmediği için yaşam zorluklarıyla karşı karşıya kaldıklarından dolayı mağdur halk kitlesine dönüşüp PKK çizgisindeki bir siyasetin tabanı haline gelmiştir. Aslında bunun da marabalıktan hiçbir farkı yoktur. Gerçek buyken, ülkemizde bu trajik gerçeğin adı demokrasi olmuştur, insan hakları olmuştur, yazık
Osmanlının Kürtleri kullanma karşılığında Kürtlere verdiği ayrıcalıklar bitmek tükenmek bilmemiştir. Örneğin, 1587 yılında padişah 3. Murat, Hakkarideki Kürt beyine gönderdiği bir fermanda Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç sallamaya devam etmelerini istemiştir. Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihat ede gelmişlerdir. (
) Din uğrunda çalışıp Kürt emirlikleri arasında faydalı ve adla anılır olasız. diyen 3. Muratın sadece Kürtleri değil dini de çok rahat bir şekilde kullandığı görülmektedir.
Belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlı İmparatorluğunda Tımar sistemi çerçevesinde hiçbir topluluğa verilmeyen özel mülkiyet hakkı sadece Kürt aşiretlerine verilmiş, bu da Kürtlerin merkezden koparakfeodalleşmeleri sürecini hızlandırmıştır.
Kürtleri olabildiği kadar şımartan Osmanlı İmparatorluğu, devletin asli unsuru Türkleri ise bir o kadar küstürmüştür. Osmanlının özellikle 15. yüzyıldan itibaren Alevi-Kızılbaş Türklere-Türkmenlere yönelik saldırgan politikaları, Türklerin ezilmeleri, sindirilmeleri ve devlet kademelerinden dışlanmalarıyla sonuçlanmıştır. İmparatorluğu dönme-devşirmelere teslim eden Osmanlı, 15 yüzyıldan itibaren Türklere Etrak-i biidrak (Akılsız/Aptal Türkler) demeye başlamıştır. Ünlü Osmanlı tarihçisi Naimaya göre Osmanlılar Anadolu Türklerini şu sözlerle tanımlamışlardır: Nadan Türk (Çaresiz Türk), Türk-i bed lika (Çirkin suratlı Türk), etrak-i bi idrak (Düşüncesiz Türk), Türk-ü sütürk (Çoban köpeği Türk), Hilekar Türk Osmanlıda Türk sözcüğü -hiç abartısız- 500 yıl boyunca aşağılama sıfatı olarak kullanılmıştır.
Her gün ekranlarında şişe gerine, ballandıra ballandıra Osmanlıdan söz eden günümüzün büyük tarihçileri (!) nedense bu gerçeklerden hiç söz etmezler!
Osmanlı döneminde yüzyıllarca kimliksiz, kişiliksiz bırakılan; merkezin dönme devşirmelere bırakılmasıyla merkezden çevreye itilen Türkler, 20. yüzyılın başlarında Atatürkün, Türkiye Cumhuriyetini kurmasıyla uzun bir aradan sonra yeniden kimliklerini ve kişiliklerini kazanmışlar, yeniden çevreden merkeze taşınmışlardır.
Doğu ve Güneydoğu Anadoluda Alevi Türkmenlere karşı Sünni Kürtlerin kollanması ve kullanılması, bölgedeki Alevi Türkmenleri yeni arayışlara sürüklemiştir. Yaşam kaygısı içindeki bu Türk toplulukları, Kürt egemenliği altında hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlar, bunun için de Kürtçe öğrenmişler, Kürt adetlerini benimsemişler ve sonuçta Kürtleşmişlerdir.
Evet, Osmanlının klasik döneminde -Kürt aşiretleri hariç- feodal (derebeylik) sistemin gelişmesine izin verilmemiştir. Ancak zaman içinde Batı, feodal sistemi yıkarak merkezileşmeye başlarken, Osmanlı tam tersine, zaman içindeki güç kaybına paralel, merkezi otoritesini yitirmiş ve feodalleşmeye başlamıştır. Osmanlıda 17. yüzyıldan sonra başlayan bu feodalleşmenin adı, Kürtçülük ve Ayanlık tır.
Feodal sistemde üretim ilişkileri gereği köylü, toprak ağasına bağımlıdır; köylü, toprak ağası için çalışmakla yükümlüdür. Kısaca köylünün kaderi ağanın, iki dudağı arasındadır. Ağa, köylüyü, kayıtsız şartsız kendisine biat ettirebilmek için, bir taraftan köylünün aydınlanmasını engellerken, diğer taraftan köylünün devlet otoritesiyle bağlantısını kesmenin yollarını arar. Öyle bir aşamaya gelinir ki, köylü ile devlet arasındaki ilişki tamamen kesilir; artık feodal sistemdeki o köylü için devlet, bağlı olduğu toprak ağası ve aşiretidir. İşte Osmanlının, güç kaybetmeye başladığı 17. yüzyıldan sonra özellikle Kürtlerin yoğun olduğu Güneydoğu Anadoluda böyle bir süreç yaşanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı, Kürt bölgelerindeki bu aşırı feodalleşmeyi Kürtlere bazı ayrıcalıklar vererek önlemeye çalışmıştır. Örneğin, II. Abdülhamitin Kürt Hamidiye Alaylarını ve Kürt Aşiret Mekteplerini kurması, Kürtleri yeniden merkezi sistemin içine almaya yönelik başarısız girişimlerdir. Ancak burada çok ilginç bir durum vardır, şöyle ki: Daha önce Yavuz oSultan Selimden itibaren Osmanlı, Kürtleri Türklere karşı kullanmak karşılığında Kürtleri feodalleştirirken; II. Abdülhamitten itibaren Kürtleri Ermenilere karşı kullanmak karşılığında, Kürtleri merkeze bağlamak istemiştir.
Osmanlı Devletinin, bu aşiretlerin ilkel hayatına ve geri toplumsal yapısına müdahale etmekte zaaf içinde kalması, bu geri toplumsal yapının kemikleşmesinin ana nedenini oluşturmuştur. Artık, bu toplumsal yapının ana birimlerini aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve zamanla bunların elinde emperyalizm desteğiyle gelişecek olan Kürtçülük teşkil edecektir
Feodal toplum, aydınlanmamış, ekonomik özgürlüğüne sahip olmayan, güdümlü bir toplumdur. Bu nedenle yönlendirilmesi de çok kolaydır. Nitekim 19. yüzyıldan itibaren, ayrılıkçı Kürt liderlerinin ve Kürtleri kullanmak isteyen emperyalizmin kışkırtmalarıyla çok sayıda Kürt isyanının çıkmış olması tesadüf değildir. Bir zamanlar Osmanlının bazı tavizler karşılığında kullandığı Kürtleri, 19. yüzyıldan itibaren de Batı emperyalizmi, bazı vaadler karşılığında kullanmaya başlamıştır.
Dünyada Fransız Devriminden, beri gerçek demokrasinin olmazsa olmazları, laiklik, özgür akıl ve özgür irade dir. Birilerinin kulu olmaktan kurtulup özgür birey olmadıkça, kör inançlar yerine aklını kullanmadıkça, ümmet olmaktan kurtulup ulus olamadıkça bir ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Ancak nedendir bilinmez, ağızlarından demokrasi sözünü eksik etmeyen liberallerimiz ve siyasal İslamcılarımız hiçbir zaman, ülkemizde demokrasinin önündeki en büyük engelin aşiret yapılanması; ağalık, şeyhlik düzeni olduğunu dile getirmezler, getiremezler
16. yüzyılda Şii İrandan Sünni Osmanlıya yönelen Safevi tehlikesine karşı, Sünni Kürtleri yardımcı kuvvet ve kalkan olarak kullanmak isteyen Yavuz Sultan Selim, Kürtlere bir tür özerklik vermiştir. Böylece 16. yüzyıldan sonra Güneydoğu Anadoludaki Kürt aşiretleri derebeyleşerek merkezi otoritenin dışına çıkmaya başlamışlar, bir anlamda devlet içinde devlet olmuşlardır.
Osmanlı gücüne güç katarken Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Kürt derebeylikleri de güçlendiler. Devlet içinde devlet oldular, tıpkı PKKnın günümüzdeki durumu gibi halktan vergi topladılar, halkı yönettiler, güçlerine güç kattılar. Osmanlı güçlüyken ve güçlerine güç katarken sorun yoktu. Ama ne zamanki Osmanlı güç kaybetmeye başladı, güç kaybetmek istemeyen Kürt derebeyleri, devlete karşı isyan ettiler. Kürt devleti kurmak için değil, bölgelerinde Osmanlıdan almış oldukları gücü ve kendi çıkarlarını korumak için. Bu süreç 1514 Çaldıran Savaşından 1839 Tanzimat Fermanına kadar süregeldi., yaklaşık üç yüz yıl. Bu demektir ki Doğuda üç asır süren Kürt derebeylikleri vardır ve ülkemizin bugün yaşadığı sorunlar da bu derebeylerinin çıkarmış olduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır.
Osmanlı Devletinin gerilemeye başlamasıyla birlikte Kürt özerkliği, büyük sıkıntılara yol açmıştır. Özellikle Osmanlıyı parçalamak isteyen emperyalizmin bu başına buyruk Kürt aşiretlerini kullanmaya başlamasıyla birlikte Kürtler, 19. yüzayıldan itibaren Osmanlı için ciddi bir sorun olmaya başlamıştır.
Osmanlı bu sorunu çözmek için Kürt aşiretlerine yine tavizler vermiştir.
Batılı uzamanların yönlendirmesi sonucu 1839da Tanzimat Fermanını yayınlayan Mustafa Reşit Paşa, 1842 Vilayet Kanunnamesine bir Kürdistan Eyaleti maddesi koydurmuştur.
Kürdistan eyaleti, 1864 yılına kadar devam etmiştir.
Aynı Mustafa Reşit Paşa bir de Kürdistan Eyaleti Madalyası çıkarmıştır.
Atatürkün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet anlayışı içinde Güneydoğu Anadoluda 16. yüzyıldan beri süregelen Kürt derebeyliklerini yıkarak, şıha, şeyhe, ağaya, bağlı, eğitimsiz bölge insanını eğitip çağdaş toplumun bir parçası yapmak için politikalar geliştirmiştir. Cumhuriyet, emperyalizmin güdümündeki ağaların, şeyhlerin kulları, marabaları olan Kürtleri, bu ağalardan, şeyhlerden kurtarıp özgür bireyler haline getirmek için çok önemli projeler geliştirmiştir. Atatürkün birkaç kez Meclis gündemine getirdiği Toprak Reformu bu projeler içinde çok özel bir yere sahiptir. Ancak, Cumhuriyetin, Kürt derebeyliklerini yıkarak Kürt halkını özgürleştirmeye çalışması, Kürt derebeylerinin (ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin) büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Emperyalizmin de desteğini alan bu Kürt derebeyleri, Cumhuriyetin ilk yıllarında peşi sıra isyan etmiştir.
İşte Altan Tan ve onun gibi Kürtçülerin tarihi eğip bükerek, Atatürke ve Cumhuriyete saldırmalarının nedeni burada gizlidir. Onların karın ağrılarının nedeni; Atatürk ve Cumhuriyetin, Yavuz Sultan Selimin, Kanuni Sultan Süleymanın, Mustafa Reşit Paşanın, kısaca Osmanlının Kürt ağalarına, şeylerine, şıhlarına, Kürt derebeylerine verdiği ayrıcalıklara son verip, Kürtleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmış olmasıdır
Vahdettinin, Kürdistan Planları
Bilindiği gibi Son Padişahı Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasındaki hainliğinin hesabını veremeyeceğini düşünerek Türkiyeden kaçıp İngilizlere sığınmış ve İtalyada yaşamını sürdürmüştür. Vahdettin, hainliklerine Türkiyeden kaçtıktan sonra da devam etmiştir. Örneğin, San Remoda yaşadığı günlerde, Kürt militanlarla birlikte Atatürkü devirip bağımsız Kürdistanı tanımanın hesaplarını yapmıştır.
Bilindiği gibi Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasında 64. maddesinde önce özerk sonra bağımsız Kürdistan kurulacağı belirtilen Sevr Antlaşmasını da onaylamıştı.
Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, Kıskaç Altında adlı kitabında, Iraktaki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926da 40 bin Kürt militanı Musulda Türkiyeye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettinle ve o sırada Türkiyenin muhalefet partisiyle Atatürkü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, Kürt bağımsızlığını tanımaya söz vermiştir.
Iraktaki Polis Cürüm Araştırma Bölümüne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:
Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musula gitmek üzere 16 Ağustosta Bağdata uğramış; 18 Ağustosta Hacı Raşit el Havayı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistanda Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammedin evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiyede geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanyadan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiyenin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemali yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince Kürt bağımsızlığını tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.
Türkiyeden kaçtıktan sonra San Remoda ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi Kürtçülerle çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettini burada ziyaret eden Atatürk düşmanı hain 150liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistanla birlikte Ankaraya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettinden para almıştır. Mevlanzade Rıfatın daha sonra Şeyh Sait İsyanıyla ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Uğur Mumcu, Mevlanzade Rıfat-Vahdettin ilişkisini şöyle açıklamıştır:
San Remodaki villasında Sultan Vahdettin Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfattan Kürdistandaki olaylar konusunda son haberleri alıyordu.
Vahdettini tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya Bükreşteki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıda, Türkiyede Atatürke karşı bir darbe yapılması ve Damat Feri Hükümetinin eski İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey başkanlığında yeni bir hükümet kurulması kararı almış ve bu kararı Vahdettine bildirmiştir. Vahdetin de bu kararı kabul etmiştir. Hilafet-i Kübra Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanından önce, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadirle ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Saidin iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettinle, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadirle temas kurmuştur.
Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:
Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..
Bugünkü bölücü Kürtçülerin, neden Atatürke ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettine ve Sevr Antlaşmasına hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır sanırım.
Sonuç olarak, Kürt Sorunu diye adlandırılan Ayrılıkçı Kürtçü Hareketin temellleri Atatürk ve genç Cumhuriyetin yanlış politikalarında değil, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngürüsüz politikalarında gizlidir. Ama Cumhuriyet tarihi yalancıları ısrarla Kürt Sorununun Cumhuriyetle birlikte başladığını iddia etmektedirler ki, bu kocaman bir kuyruklu yalandır. 16. Yüzyıldan beri Türklere-Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanılmaları karşılığında feodalleşmelerine izin verilen Kürt ağaları, şeyhleri ve şıhları, 19. yüzyıldan sonra emperyalizmin kıskacına düşmüşler ve emperyalizm tarafından kullanılmışlardır. Atatürk ve genç Cumhuriyet, Osmanlının Kürt aşiretlerine, ağalarına, şeyhlerine, şıhlarına tanıdığı ayrıcalıklara son verip, bu Kürtçü-dinci feodallerin Kürt insanını sömürmesini önlediği için Kürtçü-dinci feodallerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Kemalist sistem, yobaz-liboş kesimin iddia ettiği gibi Kürtlere değil, Kürtleri ezen sömüren Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi emperyalizmin kıskacındaki Kürtçü-dinci feodallere savaş açmıştır.
NOT: Sinan Meydanın Eylülde çıkacak CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI II. KİTAP adlı eserinde Osmanlının Kürt Politikası çok derinlemesine incelenmiştir.
Sinan MEYDAN
28 Temmuz 2011
Kaynaklar
Kürdistanı Tanıyacaktı, Yeniçağ, 11 Ekim 2010.
Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele,Ankara, 2007.
Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, İstanbul, 1994
Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin Gurbet Cehenneminde
Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, s.83.
Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış, C.V, May Yayınları, 1974
Atilla İlhan, İşin İçindeki İşler, Cumhuriyet; Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, İstanbul, 2010
Altan Tan, Kürt Sorunu, Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik, İstanbul, 2009.
Erdal Sarızeybek, Çarçella, Anadoluda Ateşle Oynamak, İstanbul, 2011
Orhan Türkdoğan, Kürtlerin Kimliği ve Günümüz Siyasi Gelişmeleri, s. 20
Macit Gürbüz, Kürtleşen Türkler, İstanbul, 2007
Rıza Zelyut, Dersim isyanları, Seyit Rıza Gerçeği, Ankara, 2010
Umar Ö. Oflaz, Oğuzname, Köklere Giden Yol, Almanya, 2007
Veli Saltık,Tuncelide Aşiret, Oynak, Ocaklar, Ankara, 2009
Minorsky, Kürtler Maddesi İslam Ansiklopedisi, s.1098.
Kaya Ataberk, Türkiyede Kürtçülüğün Sağcı Temelleri, İleri dergisi, S.27, Ekim-Kasım-Aralık, 2005, s.121