Üçe bölünmüş Türkiye
Metin Çulhaoğlu
Türkiye bugün üçe bölünmüş bir ülkedir. 30 Mart sonuçları ne olursa olsun bu bölünmüşlük sürecek, hatta daha da pekişecektir.
Bölünme, siyasal-ideolojik-kültürel yapı ve eğilimlerle ilgilidir. Bir sonuçtur ve bu sonucun Cumhuriyetin tasfiyesiyle yakın ilişkisi vardır.
Parçalardan birinde, aşağı yukarı modern diyebileceğimiz siyasal akımlar ve ideolojiler birbiriyle mücadele halindedir. Ortada bu anlamda bir dinamik vardır ve akımlardan herhangi biri diğerine üstünlük sağlamış değildir. Ülkenin batısı, Akdeniz ve genel olarak Karadeniz sahil şeridi, ülkenin bu parçasını oluşturmaktadır.
Ülkenin ikinci parçasında siyasal dinamik, AKP, MHP, BBP ve SP arasındaki tercih kaymalarından, birinin görece öne çıkıp diğerinin gerilemesinden ibarettir. Konyadan Erzuruma, Kayseriden yukarıda Gümüşhane ve Bayburt gibi illere uzanan bu coğrafya Türkiyenin ikinci parçasıdır.
Kürdistan üçüncüsü oluyor. Asıl çekirdeğini Diyarbakır, Van, Hakkâri ve Şırnak oluşturmaktadır. Çekirdek, önemli bir güç olsa bile kendi çeperindeki coğrafyalarda başat değildir; oralarda ikinci parçanın güçleriyle çekişme halindedir.
30 Mart seçimleri, işte bu bölünmüşlüğü bir kez daha tescil edecektir.
* * *
Peki, Cumhuriyetin tasfiyesiyle ne alakası var?
Kim ne derse desin, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, eğitim alanında yapılanlar, sanayileşme çabaları ve kalkınma planları, sosyal devlet ve istihdam politikaları, tarımda destek alımları, taban fiyatları, sübvansiyonlar vesaire ülkenin ve insanlarının tamamını asgari bir zeminde buluşturuyor, bu anlamda bütünleştiriyordu. Siyaseti de, ideolojisi de, kültürü de bu zemin üzerinde değişip şekilleniyor, mücadeleler de gene aynı zeminden kaynaklanıyordu.
1980den bu yana adım adım eritilen bu zemin artık kalmamıştır.
Cumhuriyetin tasfiyesinin pek fazla değinilmeyen önemli sonuçlarından biridir.
Şimdi, bölünmüşlüğün parçalarına bir de bu gözle bakalım; bu kez sondan başlayarak
Kürdistanın, barış diyalogu dışında, bu ülkenin geri kalan parçalarıyla fazla ilgisi kalmamıştır. Kendi dinamikleri, kendi parametreleri ve değişebilen hedefleriyle kendi yolunda gitmektedir. Ne ülkenin diğer parçalarındaki dinamiklerden etkilenmekte, ne de bunları etkileme gibi bir niyet taşımaktadır.
İkinci parça, ne kadar kabadayı görünürse görünsün aslında ciddi bir korkuyla çareyi kendi içine kapanmakta bulmaktadır. Dış güçler, bizi çekemeyenler, içimizdeki hainler türü söylemlerin başlıca alıcısı olarak ha bire fobi üreten bir konumdadır. Kendi iç dinamikleri, sağ bloktaki denge değişikliklerinden ibarettir. Bunun ötesinde ileriye doğru açılım işareti olarak algılanabilecek herhangi bir nüve görünmemektedir.
Üçüncü parça ise sahici diyebileceğimiz siyasal-ideolojik-kültürel dinamik ve mücadelelerin cereyan ettiği coğrafyadır. Ancak, bugünkü durumda bu dinamiklerin ikinci ve üçüncü parçalar üzerindeki etkisi çok sınırlıdır. Buna karşılık, ikinci ve üçüncü parçalar, birinci parçadaki süreçler üzerinde bir ölçüde etkili olabilmektedir.
Eğer Türkiye nüfusunun en büyük bölümünü oluşturan, üstelik modern diyebileceğimiz siyasal-ideolojik-kültürel dinamikleri temsil eden birinci parçanın diğer iki parça üzerindeki etkisi asgari düzeydeyse, ülkenin bölünmüşlüğünün bundan daha bariz göstergesi olabilir mi?
Hemen belirtelim: Bu bölünmüşlük, yalnızca ülkenin sol, sosyalist güçlerinin önünü tıkayan bir sorun değildir. Düzenin patronları, egemen güçler açısından da can sıkıcı bir durumdur. Bugün Erdoğanın temsil ettiği bütünleştiricilik tarzı onları da rahatsız ediyorsa ki ettiği açıktır, bir yol bulmak zorundadırlar:
Ya kendileri istemese bile aslında kukla olmasına rağmen ara sıra bu iş böyle olur lan çıkışı yapabilen bir Bonapartea razı olacaklar ya da çok parçalı federal yapı gibi bir yol deneyeceklerdir.
* * *
Solun görevine gelince: İkinci ve üçüncü parçadan bir şey beklenmesin; birinci parçada solun gücünü, diğer iki parça üzerinde etkili olabileceği eşiğe getirip bunun üzerine çıkarmaktan başka yol yoktur.
sol
Metin Çulhaoğlu'nun bu analizine göre Türkiye siyasal açıdan zaten bölünmüş durumda. Çulhaoğlu sosyalist solun ikinci ve üçüncü parçalardan bir şey beklememesi yolundaki tespiti de dikkat çekici. Buna göre bu üç parçayı bir araya getirebilecek olan sınıf siyasetinin de toplumsal tabanda bir karşılığı bulunmuyor. Bana göre karanlık ve umut kırıcı bir tablo.
Yanlış diyebilmek de o kadar kolay değil. Türkiye'de sosyalist solun geriye düşmesinin ve siyasal alanda güçlü olamamasının bir nedeni de bence bu. CHP toplumsal planda sol bir parti olarak görülüyor. CHP'nin bile buralarda güçlü olamaması Çulhaoğlu'nun tespitiyle yakından ilgili.
İlkay, tamam, doğru bir tespit de böyle bir tablo sosyalist sol için umutsuz bir görüntüyü yansıtmıyor mu? Orta Anadolu'da, kürt coğrafyasında nasıl güçlenebilir sol? Bunun bir cevabı var mı? CHP gibi ekonomik ve kültürel yönden daha gelişmiş olan bölgelerde mi çalışma yürütülecek?
Kolay değil, dediğin gibi ortada çok parlak olmayan bir görüntü var ama gerçek de bu. Bu tespitler üzerinden analiz yapılmalı ve sosyalist sol bu gerçek üzerinden somut bir siyasal program oluşturmalıdır. Fazla bir seçenek olduğunu da sanmıyorum.
Gerçekten zor. Çulhaoğlu'nun tespitini veri olarak aldığımızda sosyalist sol öncelikle birinci parçadaki kitleyi kendine yakınlaştırmanın ve bu zeminde çoğalmanın bir yolunu bulmalı.
Bu bölünmüşlük tablosu yapay geliyor bana. İlk bakışta gerçekçi bir tespit gibi görünse de. Burada esas neden yine sanayileşmişlikte yatıyor. Sanayinin geliştiği, işçi sınıfının ve emekçilerin belirli bir ağırlık oluşturduğu yerler tabii siyasi olarak da, toplumsal olarak da daha ileri durumda. Bu bölgelerin demografik yapısının geleneksel olarak Batı'nın sanayileşmiş toplumlarına yakın olmasının da rolü var burada belki. Yine de bu bölünmenin sınırları çok katı değil sanırım. En önemlisi de ülkenin siyasi gündemini en gelişmiş parça belirliyordu hep. Tabii AKP dönemi istisna. Ülkenin gündemini belirlemede daha sanayileşmiş kısmın yeniden ağırlık kazanması için AKP'nin gitmesi zorunludur.
Bu parçalanmış görüntü solun işinin zorluğunu ortaya koyuyor. Doğuda kimlik siyasetinin önde olması, ortadaki parçada muhafazakarlığın etkin olması solu batıdaki kitleye mahkum bırakıyor. Bu parçalı görüntünün sosyalist solu beslemesi güç. Sosyalist solun bu ülkedeki zayıf görüntüsünün bir nedeni de bana göre bu..
'Anti-sosyolojizm' yazısı
Metin Çulhaoğlu
Türkiyede en geniş anlamıyla solun AKPnin seçim başarıları karşısında kapıldığı umutsuzluğun ve karamsarlığın üzerinde biraz daha durmakta yarar var.
Yakından bakıldığında, bu umutsuzluğun kaynağında siyaseti önceleyen kimi sosyolojik tespitlerin yattığı görülmektedir. Başka bir deyişle asıl sorun, AKPnin öyle çok ama çok özel bir yere oturmasında ya da Tayyip Erdoğanın olağanüstü liderlik vasıflarında değil, ülkede yerleşik olduğu düşünülen kimi sosyolojik olgularda görülmektedir.
Daha açık olsun: Tarikatlar ve cemaatler, bunların sadık üyeleri ve izleyicileri dışında bu ülkede geniş bir kitle, bir halk vardır; sol işte bu halka yabancı kalmakta, ona hitap edememekte, onun dilinden konuşamamaktadır. Dolayısıyla kazanan, bu işleri becerenler olmaktadır
Şimdi, bizler de buna benzer şeyler söylemedik mi, söylemiyor muyuz?
Örneğin, bu satırların yazarının 27 Mart tarihli soL gazetesinde yayınlanan Üçe Bölünmüş Türkiye başlıklı yazısının, Can Soyerin 3 ve 10 Nisan tarihli soL Portal yazılarının aşağı yukarı aynı vurguları yaptığı açık değil midir?
İlk bakışta öyle gibi görünmektedir.
Ancak, daha yakından bakıldığında, arada son derece önemli bir yaklaşım farkı olduğu görülecektir.
Umutsuzluk ve karamsarlık tonları ağır basan yaklaşıma göre, bu ülkenin mayasına sinmiş, öteden beri yerleşik hale gelmiş, ta Osmanlının son döneminden başlayıp Cumhuriyet tarihi boyunca aşağı yukarı hep aynı kalarak dönemden döneme intikal eden bir sosyolojik-kültürel yapı vardır. Asıl kaynak, yerleşik gerçeklik budur. Öncesini bir yana bırakırsak, Demokrat Partiden günümüzün AKPsine uzanan sağ partiler ve iktidarlar da hep bu asıl kaynağın siyaset alanındaki yansımaları olarak oradan türemişlerdir
Ne demek gerekir?
Genel olarak bakıldığında sosyolojikleştirmedir (Cenk Saracoğlu 11 Nisan tarihli soL gazete yazısında Gezinin sosyolojikleştirilmesinden söz etmişti; bu da sağın sosyolojikleştirilmesidir).
Bir de, daha özel bakılırsa, İdris Küçükömerden kalma siyaset sosyolojisidir.
İyi de, bunun neresi yanlış; bizim dediklerimiz neden farklı?
***
Bizim dediğimizin özü şudur: Ülkede, genel olarak tarihsel süreçlerden özel olarak da sınıf dinamiklerinden önce gelen, başat gerçeklik olarak onları şekillendiren yerleşik bir sosyolojik-kültürel yapı yoktur; tersine, kapitalizmin gelişmesi ve ona eşlik eden sınıf mücadeleleri söz konusu yapıyı etkilemekte, değiştirmekte ve onu farklı eklemlenmelere taşımaktadır.
Daha açık söylenirse:
Bugünün sağ seçmeni, örneğin 1950 yılının sağ seçmeni değildir
Muhafazakâr kitlenin kapitalizmle bugünkü ilişkilenme biçimi, aynı kitlenin örneğin 1960lardaki ilişkilenme biçiminden çok farklıdır
Geleneksel-tutucu kültürel değerler yeniden ve yeniden üretiliyorsa, bu yeniden üretimde günümüz kapitalizminin ve dünya sistemiyle bütünleşmenin yarattığı belirsizliklerin ve korkuların etkisi düne göre bugün çok daha belirgindir
Kısacası, ortada bir sosyolojik-kültürel gerçeklik vardır ve fotoğraflanabilir (az önce atıfta bulunulan yazılarda olduğu gibi); ama bu gerçeklik bir neden değil sonuçtur
O zaman?
O zaman, demek ki karşımızda düşmez kalkmaz, nüfuz edilmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan, tarihsellik üstü bir yapı yoktur. Mevcut yapı, kararlılık ve özgüvenle değil, tersine üstesinden gelemediği korku ve endişelerle kendi içine kapanmakta, çareyi bir yerlere sımsıkı tutunmakta bulmaktadır.
Bu, aynı zamanda kırılgan olduğu anlamına gelir
Kapitalizmin seyri, krizler ve sınıf mücadeleleri, bu kırılganlığı daha da artıracaktır.
***
İki önemli hatırlatmayla devam edelim.
Birincisi: Burada, çeşitli tarikat ve cemaatlere bağlı kesimlerden değil, bunlar düşüldükten sonra kalan ana sağ seçmen gövdesinden söz edilmektedir.
İkincisi: Aslında kırılgan olduğu saptanan bu ana gövdenin kendi açısından katastrofik herhangi bir uğrakta hurra deyip sola yöneleceği, solu seçeceği de söylenmemektedir. Söylenen, sadece, bu ana gövde ile özel olarak AKP arasındaki bağa özdeşleşme anlamında bir kalıcılık atfetmenin yanlışlığıdır.
O kadar geniş ve aslında o kadar kırılgan bir gövdedir ki, özel uğraklarda ne yapacağını, nereye yöneleceğini (ya da savrulacağını) bugünden kestirmek mümkün değildir.
Sonuçta, biz kendi cephemizde ya da bölünmüş Türkiyenin bir parçasında işimizi iyi yaparsak, bu cepheyi genişletip güçlendirirsek, hem savrulanların en azından bir kesimi için iyi bir adres vermiş, hem de diğer savrulanlara gidilebilecek yer sınırı çizmiş, bu kesimi kendi etki alanımıza biraz daha yakınlaştırmış oluruz.
Dünyada ve Türkiyede solun güçlendiği uğraklarda gerçekleşen de bundan başka bir şey değildir