Yönetemezlik derken
Metin Çulhaoğlu
Bir süredir AKP bu ülkeyi yönetemez durumda diyoruz
Bu tespite Ne yönetememesi? Bal gibi yönetiyorlar işte; yasalarını da çıkarıyorlar, oylarını da alıyorlar itirazı gelebilir.
O zaman biraz açalım.
Bir iktidar her şeyi çok fazla yönetmeye kalkıyorsa aslında yönetemiyor demektir. Kastedilen, burjuva demokrasilerinde süreçlerin ve işleyişlerin önemli ölçüde otomatiğe bağlanmış olmasıdır. Başka bir deyişle, ortada yasalar, yerleşik uygulamalar, teamüller vardır; insanlar bunlardan hareketle yarın ne olacağını aşağı yukarı kestirebilirler. Meşruiyet denilen şey de buradan kaynaklanır.
Türkiyede durum bu mudur?
Soru buysa, devletteki paralel yapıyı hemen geçelim. Çünkü mesele bunun çok daha ötesindedir.
Eğer salt belirli bir iktidarın varlığı nedeniyle aynı zaman kesitinde, aynı içerikteki davalarda çok farklı yargı kararları olabiliyorsa
İktidar, kendisine ters gelen, sıkışmasına yol açan her özel durumu yepyeni bir yasal düzenlemeyle aşmaya çalışıyor ve bunu alışkanlık haline getiriyorsa
Gerçi her yerde vardır; ama rant paylaşımı verili düzenin kendi dinamiklerinin ve rasyonalitesinin ötesinde aşırı özelleşmiş ve kişiselleşmişse
Alınan keyfi kararlarda, gelişigüzel getirilen yasaklarda tasfiye edildiği söylenen bir dönemin değerlerine atıfta bulunma gereği duyuluyorsa
Ülkenin en önemli sorunlarından birinin çözümü, bu sorunun tarihselliğinin ve boyutlarının dışında bir iktidarın ve onun başındaki kişinin kısa dönemli siyasal hesaplarına endekslenmişse
Neyin devletin neyinse siyasal iktidarın tasarrufu sayılması gerektiği birbirine iyice karışmışsa
Ortada bir yönetememe sorunu var demektir.
Zamanında Özal Anayasa bir kez ihlal edilirse bir şey çıkmaz demişti; bugünkü durum ise düzenin kendi meşruiyetinin kaynaklandığı ne varsa hepsinin tecavüz objesi haline getirilmesidir.
Bir kez daha, yönetememe demektir
* * *
Örneklerin ardından, en az bunlar kadar önemli başka bir noktaya değinelim:
Her sermaye iktidarı belirli bir toplumsal sınıfın egemenliğini sürdürmek için oradadır. Böyledir, ama gerek ideolojisinde gerekse gündelik siyasal söyleminde böyle görünmemek, halk söz konusu olduğunda kapsayıcılık ve kucaklayıcılık iddiasında bulunmak zorundadır. Muhalefetteki partilere, karşındaki örgütlü yapılara istediğin gibi çatabilirsin, ama
Ama bunların ötesinde bu ülkenin yarısını oluşturan insanları, onların değerlerini, eğilimlerini ve yaşam tarzlarını düşman gibi karşına alırsan bu ülkeyi yönetemiyorsun demektir
Hele onlara iletebildiğin kucaklayıcı tek mesaj size hoşgörü göstereceğim den ibaretse
Sadece kendi tabanını, kendisine oy verenleri yönetebilen, üstelik bu duruma razı olup kutsayan, ben bu destekle gerisini getiririm diyen bir iktidar, burjuva meşruiyetinin sınırlarını aşan, sorunlu ve yönetemeyen bir iktidardır
Şimdi
Önümüzdeki dönemin kaosa gebe olduğundan, bir belirsizlikler dönemine girildiğinden söz ediliyor. Büyük ölçüde doğrudur, ama bir inceltmeye gerek vardır: AKP iktidarı söz konusu olduğunda, kaosun ve belirsizliklerin kaynağı, bu iktidarın kendi belirliliğidir. İktidarın ne olduğu, neler yapacağı bellidir de, bunun sonucunda gelişebilecek süreçler belirsizdir.
Bu da yönetememe durumunun bir başka yüzüdür
* * *
Türkiye hemen önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine böyle bir ortamda girmektedir
Bu seçimler önemli midir?
Kuşkusuz önemlidir; siyasette yeni saflaşmaları, önemli birtakım kırılmaları beraberinde getirebilir.
Ancak, bu seçimlerin de iyice kirlenmiş bir ortamda gerçekleşmesi tehlikesi vardır.
Sol, bu seçim dönemine, kafayı yeni kasetlere, altın vuruşlara vb. takmadan, ilkelerini şimdiden belirleyerek, gerekli ilişkileri kurarak,
gitsin de ruh halinin bu kez
gelmesin de havasına dönüşmesine karşı önlemlerini alarak girmelidir.
İktidarın karşısına bu netlikte ve kararlılıkta bir cephe dikilmediği sürece, aslında yönetemez durumdaki iktidar ben bu ortamdan da özel bir yönetme tarzı çıkarır, işime bakarım rahatlığını yaşayacaktır.
Seçimlerin sonucu: Örgütlenme zorunluluğu (İstemi Alp Köse)
Merakla beklediğimiz 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri yapıldı. Üzerine çok fazla söz söyleyebiliriz. Seçim sonuçlarının aradan kaç gün geçmesine rağmen hala daha kesinleşmemesi bile bir başlangıç noktası olarak ele alınabilir. Peki nasıl?
Seçimlerden öncesine dönelim: O kadar çok kırılma noktası var ki, yakın tarihi ele alabilme becerimiz bize, görece en doğru yanıtı verecektir.
2013 Haziran Direnişinin yakın tarihimizde önemli bir yeri olduğunu, bütün ezberlerin bozulduğunu, bununla birlikte, 80den beri sağcılaşan Türkiyede sola büyük alan açan bir kalkışma olduğunu biliyoruz. 12 Eylül Askeri Darbesinden Haziran Direnişine kadar geçen 33 yılı incelediğimizde, Türkiye İşçi Sınıfıyla birlikte solun en büyük kazanımı olan örgütlenme geleneğine yapılan büyük bir darbe olduğunu da söyleyebiliriz.
Haziran 2013 sonrasında ise programatik ortaklık olmamasına rağmen mutlak AKP karşıtlığıyla bir araya gelen kitlenin, Park Forumları ve çeşitli dayanışma platformlarıyla kendiliğinden bir örgütlenme yoluna gittiklerini gördük. Eylemsel birlik programatik birliğe bir türlü evrilemediği için statükocu CHP ve liberal sol dediğimiz kesim, örgütsüzlüğe övgüler düzerek halk hareketinin sönümlenmesinde büyük rol oynadı.
Halkı baskı ve zorbalıkla denetim altında tutabileceğini sanan diktatör, derinleşen ekonomik krizle başa çıkabilmek adına emperyalist emellerle Suriyeye de girmeye çalışmış, ABD ve İsrailin desteğini çekmesiyle birlikte üstü çizilen bir özne haline gelmiştir. Tek adam rolüne soyunan Erdoğanın son müttefiki olan Gülen Cemaatine kadro yetiştiren dershaneleri kapatmak istemesiyle kavga başlamış, MGK kararlarının açıklanmasının ardından da AKP-Cemaat arasındaki kavga geri dönülmez bir durum almıştır.
AKPyi yaratan ABD-İsrail-Cemaat üçlemesi mutlak birliğini bozmamış, AByi de daha somut bir biçimde yanlarına çekerek, Ortadoğu işgal planında farklı işbirlikçi arayışına girmiştir. AKPsiz bir AKP rejimi istediklerinden, Haziran sonrasında büyükkentlerdeki ilerici yurttaşların ağırlıklı olarak kanalize oldukları CHPyi AKPleştirme yoluna giderek, AKPden açılan boşluk doldurulmaya çalışılarak yumuşak geçiş yapılmaya çalışılmış, bu bağlamda CHP-Cemaat-ABD göstere göstere yakınlaşmışlardır. Türkiyenin Birleştirici Gücü sloganıyla seçimlere hazırlanan CHP, taban inisiyatifini önemsemeyerek; faşisti, ülkücüyü, sağcıyı, cemaatçiyi, kemalisti gerçekten de birleştirmiştir.
Türkiye toplumu, Erdoğanı gayrı-meşru ilan etmişken, düzen partileri ve sermaye meclisi bu söylemi geliştiremeyince, ortadaki meşruiyet krizi derinleşmeye başladı.
17 Aralık operasyonları sonrasında istifa eden bakanlar, hırsızlıkları, yolsuzlukları, verdikleri ölüm emirleri, katliamları kanıtlanan Erdoğan ve suç örgütü AKPnin diğer üst düzey yöneticileri; Cemaat-ABD ekseniyle yayınlanan tapelerle bitirilmek istendi. Toplumsal hareketliliği bir kez daha sönümlemek isteyen egemen güçler, özne olan toplumu nesneleştirerek büyük ölçüde de bu planlarında başarılı oldu ve seçimler, çökmekte olan II. Cumhuriyetin restorasyonu üzerine kurgulanarak, AKP ve CHP olmak üzere iki kutba indirgenmeye çalışıldı.
Toplumun gayrı-meşru ilan ettiği Erdoğanı meclis partileri gayrı-meşru ilan edemeyince, AKPyle birlikte diğer meclis partilerinin de meşruiyeti sorgulanır duruma geldi.
Seçimlere çok az zaman kala, Berkin Elvanın cenazesinde toplanan yaklaşık 2 milyon yurttaşımıza yapılan saldırının ardından Erdoğanın ve suç örgütü AKPnin provokasyon girişimleri bütünüyle sonuçsuz kaldı. Seçimlerden birkaç gün önce ise Halk Düşmanlarının Suriyeye girebilmek için Süleyman Şah türbesini gerekçe göstermeye çalışmaları, Suriyeye ait uçağın düşürülmesi derken, Erdoğan Çetesinin devleti birkaç kişi ve birimden ibaret gördükleri gerçeğine tanık olduk.
Erdoğan ve suç örgütünün, seçimleri kazanabilmek adına her şeyi ama her şeyi yapacaklarını biliyor ve söylüyorduk. Son tahlilde, öyle de oldu.
Böylesine gergin bir ortamda seçimler yapıldı.
Yurtsever, ilerici ve aydınlanmacı bir toplam olan CHPli yurttaşlar, seçim güvenliği için görece başarılı denilebilecek bir örgütlenme sağladılar. AKPnin, yapacağını önceden kestirebildiğimiz bütün hileye-hurdaya karşın, CHP müşahitlerinin ve az sayıda parti yetkilisinin haklarını aramaları ve YSKya yaptıkları itirazlar sonucunda çok sayıda tutanak ortaya çıkarıldı ve hala daha birçok yerellikte, oy sayımlarının tekrar edilmesi nedeniyle resmi sonuçlar ilan edilemedi.
İlçe Belediyelerinde çok sayıda belediye kaybeden AKP, kendi işine yarayacak büyükşehir yasasıyla birlikte yeni belediyeler kazandı. Gövde gösterisi yapmaya çalışan Erdoğan, klasik balkon konuşmasını da yaptı ve öngördüğümüz gibi, seçim sonrasında daha da saldırganlaşacağının sinyalini verdi.
Öte yandan, türlü oyunlar oynayarak AKPnin karşısına çıkan CHP; ABD ve Cemaat ile kurduğu ittifaktan sonuç alamadı ve yönetim ile seçmen arasındaki uçurum derinleşmiş oldu.
AKPyle birlikte, sermaye düzeninin dayanakları olan din-iman-millet siyasetinin olduğu gibi çöktüğünü defalarca kez söyledik. AKPnin hile ve yolsuzlukla kazanmasının hiçbir şey değiştirmeyeceğini ve bir kere kaybettiği toplumsal meşruiyeti bir daha kazanamayacağını biliyoruz. Ülkücü ve faşist olmasına rağmen Ankarada halkın desteğini alan ancak kendi çabalarıyla da direnen Mansur Yavaşı saymazsak, seçim sonuçlarını ve yenilgiyi direkt kabul eden bir Cumhuriyet Halk Partisinden bahsediyoruz. Diğer bir deyişle, halkı ve kendi tabanını temsil etmeyen, tersine, II. Cumhuriyetin halk partisi olmaya çalışan CHPden bahsediyoruz.
Tüm bu verileri birleştirdiğimizde, seçim kazanmış bir parti izlenimi vermeyen ve tedirgin bekleyişini sürdüren bir AKP ve AKPye benzemeye çalışan ancak ABD ve Cemaatle kurduğu ittifak sonuç vermeyen bir CHP ile karşı karşıyayız. Milliyetçi-İslamcı yapısı değişmeyen ve AKP tabanından az da olsa oy alarak 2011 seçimlerinde kaybettiği birkaç belediyeyi geri alan MHP yle birlikte, hala daha Çözüm Süreci masalına umut bağlayan BDPnin de AKP ve CHP gibi, herhangi bir somut gelecek vaadinde bulunamadığı açıktır.
Meclis partilerinin tümünün meşruiyet krizi içinde olduğu düşünüldüğünde, Meclisin bir bütün olarak halkı temsil etmediği bir kez daha açığa çıkmıştır. Sonuca bakıldığında dar anlamda AKP de kaybetmiştir, CHP de. Biraz daha geniş bir perspektifle bakıldığında ise; Erdoğan ve suç örgütü AKP, burjuva partisi CHP, Cemaat, Büyük Ortadoğu Projesine aktör arayışı sürecinde Türkiyenin üzerini çizerek Suudi Arabistana kapı açan ABD kaybetmiştir. Millet-milliyet bağlamında Türklük söylemi topluma yarar sağlamayan MHP ve Çözüm Süreci masalıyla AKPnin meşruiyetini sorgulamayarak somut dünyadan kopan Kürt Ulusal Hareketinin temsilcisi BDP de artık tamamıyla kaybetmiştir.
Türkiyede sermaye düzeni büyük bir gürültüyle çökmektedir, görülmesi gereken gerçeklik budur. Haziran sonrasında Türkiyede sosyalizmin konuşulur bir seçenek olduğunu söylüyorduk, 17 Aralık sonrasında ise sermaye düzeninin artık sürdürülemez olduğunu ve sosyalizmin seçenek olmaktan çıkıp zorunluluk haline geldiğini, bunun için de örgütlenmek gerektiğini söylüyorduk ki 30 Mart gecesi bunun somut örneğini Dersim-Ovacıkta görmüş olduk. DHF ile birlikte örgütlenen TKP, olur mu, olmaz mı tartışması sürerken, ilk defa bir belediye seçimini kazanmış oldu.
31 Mart tarihli soLun manşetinde olduğu gibi, seçimin kesin sonucunun mücadeleye devam etmek olduğunu, mücadeleye devam edenlerin de örgütlenmeye başladığını, halkın kendi kurtuluşu için kendi örgütlü gücünden başka bir güvencinin kalmadığını da çok net bir biçimde biliyoruz.
Şu anda belki de sorulması gereken soru; Düzen partilerinin temsil etmekten yoksun olduğu ve inisiyatifi eline almak isteyen aydınlanmacı, yurtsever, eşitlikçi ve özgürlükçü toplamla, Türkiyenin sosyalistleri ve komünistleri nasıl birlikte hareket edebilir? sorusudur.
Bu soruya çok çeşitli yanıtlar verilebilir olmakla birlikte, benim vereceğim yanıt, Ovacık Belediyesini kazanan Türkiye Komünist Partisinin saflarında örgütlenmekten geçmektedir.
Türkiye emekçileri artık kendi yönetimini kendi ellerine almalıdır. Buradan yola çıkarak da söyleyebiliriz ki seçimlerin sonucu; örgütlenme zorunluluğudur.
sol