12 Eylülün değil, Haziranın gençleri/Can Soyer
Türkiyede solun tarihinde önemli uğraklar vardır. 1920 Bakü kuruluşu, 15-16 Haziran, 6. Filonun denize dökülmesi; öte yandan Suphilerin Karadenizde katli, Denizlerin idamı, 77 1 Mayısı gibi örnekler bu türdendir. Yine de tüm bu uğraklar arasında en fazla öne çıkmış olanın 12 Eylül olduğu söylenebilir. Her biri değişik derecelerde önem taşıyor olmakla birlikte, Türkiyede solun duygu dünyasında baskın olan 12 Eylüldür. 12 Eylül, bu ülkede solun tarihinin tam orta yerine saplanmış bir bıçak gibidir.
Bunun anlaşılır nedenleri var elbette. Onca idam, işkence, tutsaklık; partilerin, sendikaların, odaların ve derneklerin kapatılması; birikmiş sol değerlere yönelik barbarca bir ideolojik saldırı elbette uzun soluklu etkiler yaratacaktı. Ancak bu etkileri giderek bir travmaya dönüştüren şey, solun 12 Eylülde yenilmiş olmasıdır kanımca. Diğer bir deyişle, idamlar, işkenceler, tutsaklıklar solun 12 Eylülde tanıdığı vahşilikler değildir. Evet, 12 Eylülde tüm bunlar en uç sınırlarına kadar götürülmüş ve kitlesel ölçekte hayata geçirilmiştir; ama yine de solun 1980 öncesine dair hafızasında her birini bulmak mümkündür. Sol, cinayetle, işkenceyle, hapislikle 12 Eylülde tanışmamıştır.
Ama yenilgiyle tanıştığı uğrak 12 Eylüldür.
Geçmişte de ağır darbeler yemiş, bazı mevzilerini kaybetmiş, yok olma eşiğine gelmiş olmasına rağmen, solun toplu olarak yenilmişlik duygusuna düşmesi, 12 Eylülde gerçekleşmiştir. Travma, 12 Eylül faşizminin baskısından ziyade, yenilmiş olmaktan kaynaklanmaktadır. Yenilen ise, solun bir kuşağıdır. Söz konusu kuşak, aynı zamanda, solun şimdiye kadar erişebildiği en ileri toplumsal mevzilere ulaşmıştır ve bu nedenle saygıyı hak etmektedir. Yenilmiş olmaları, yanlış yaptıkları ya da haksız oldukları anlamına gelmemelidir. Türkiyede solun en başarılı olduğu dönemler bu kuşağın etkin olduğu yıllar olmuştur.
Ama yenilmişlerdir. Üstelik yenilmiş olmanın yarattığı tüm travmaları yaşatarak, yeniden üreterek ve kendinden sonraki kuşaklara sirayet ettirerek.
Elbette bununla baş etmeyi becerenler, yenilginin girdabına esir düşmekten kurtulanlar, kendisinden sonraki kuşaklara yenilgi hikayeleri yerine mücadelede süreklilik bilincini taşıyanlar da olmuştur; bu anlamda tek tek bireylerden değil, bir ortalamadan bahsettiğimiz açıktır. Ve bu ortalamanın yenilginin travmasını sonraki kuşaklara taşıdığı da öyle...
Benim de bir parçası olduğum 12 Eylül sonrası kuşak, travmanın nasıl taşındığının ve paylaşıldığının iyi bir örneğidir. Hiçbirimiz 12 Eylül zindanlarında eziyet görmemiş olmamıza rağmen, bizim kuşağımızın biçimlenme yıllarındaki girdilerinin çok büyük bir kısmını 12 Eylül edebiyatı, sineması, anıları oluşturmuştur. Buralardan olağanüstü kahramanlık öyküleri duyup feyz aldığımız da olmuştur elbette. Bir yandan da sürekli, devamlı, durmadan yenilmeyi öğrendiğimiz de açıktır. 90ların gözaltında kayıplarla, faili meçhullerle, yargısız infazlarla dolu günleri de bu durumu beslemiştir elbette.
Kısacası, benim kuşağım, yenilecek bir savaşta bulunmadığı halde, yenilmediği halde, yenilgiyi canlı kanlı tatmadığı halde, yenilmeyi öğrenen, yenilmenin öğretildiği, yenilginin travmasının sirayet ettirildiği bir kuşak oldu. Hadi biraz iyimser bir ifadeyle söyleyelim; travmayı doğrudan yaşamadıysak da, yenilmiş olduğumuza ikna olarak çıktık yola. Bir tür maça yenik başlama hali yani.
Ve şimdi, hem sol içerisinde hem Türkiyenin toplumsal mücadeleler sahnesinde yeni bir kuşak boy veriyor. Bu kuşak, eğer Haziranı bir referans olarak almak zorundaysak, baskıya karşı direnme güdüsüyle, inançlı insanlara saygı duyarken gericileşmeyi tam cepheden karşısına alma cesaretiyle, tehditlere ve şantajlara boyun eğmeyen kararlılığıyla; ve özgürlükçülüğü, eşitlikçiliği, çağdaşlığı, modernliği, sekülerliği ile zaten açık bir profil veriyor.
Fakat bu yeni kuşağın bence en önemli özelliği, yenilgiyi bilmiyor oluşudur. 12 Eylülü travma olarak deneyimlemeyen ya da bu travmanın sonuçlarından hareketle pozisyon almayan gencecik insanlar, şimdi hesaplarını 12 Eylül paşalarıyla görmek yerine, doğrudan AKP diktatörlüğüne, Tayyip faşizmine yönelmişlerdir.
Doğrudan doğruya Haziran gençliğidir bu kuşak. Mücadeleye atılmış, iktidarı sarsmış, gücünü göstermiş ve daha ileri hedefler için güç biriktirmeye başlamış bir kuşak. Ve asla yenilmemiş, yenildiğini hissetmemiş, yenilmeyi aklının ucundan bile geçirmemiş bir yeni kuşak.
Kimisi Kenan Evreni sadece başarısız bir ressam sanıyormuş, kimisi Hasan Mutlucanın adını hiç duymamış, ötekisinin Diyarbakır cezaevindeki insanlık dışı işkencelerden haberi yokmuş, direnmemiş, sürülmemiş, bedel ödememiş...
Geçiniz. Ve bu kuşağa da yenilgiyi, yenilmiş olmayı öğretenlere izin vermeyiniz.
Türkiye bugün 12 Eylül faşizmiyle değil, AKP diktatörlüğü ile mücadele etmektedir. Kenan Evren cezalandırıldığı ya da Diyarbakırın hesabı sorulduğu için değil; eğer AKP tepelenmezse 12 Eylülden hesap sormanın imkansız olması nedeniyle. 12 Eylülün, Kenan Evrende değil, Tayyip Erdoğanda cisimleşmesi nedeniyle...
Ve işte bu genç kuşak, gözünü tam da olması gereken yere dikmiş, amasız fakatsız, kılçıksız, kemiksiz, dosdoğru hedefe kilitlenmiştir. Bu konsantrasyon halinin bozulmaması her şeyden önemlidir.
Solun, temsiliyetini alması gereken toplumsal grupların başında da bu yeni gençlik kuşağı gelmektedir.
Sol, artık 12 Eylülü değil, Haziranı referans almayı öğrenmek zorundadır.
Çünkü Haziran, emekçileri, kadınları, yurtseverleri ve gençleri, yani solu yeniden canlandıracak toplumsal damarları ortaya çıkarmıştır.
Bu damarlarda akmayan bir sol ise, yenilmekten de beter olacaktır.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/can-soyer/12-eylulun-degil-haziranin-gencleri-91423