1 Mayıs 2014
Kemal Okuyan
1 Mayıs miting ve eylemleri ve de polis saldırıları sürerken yazmak zor. Riski göze alarak, soruyu formüle edip yanıtını arayabiliriz: 1 Mayısta kitleleri Taksimden uzak tutmayı beceren AKP siyasi bir başarı elde etmiş midir?
Olaya hep kendimizden bakmaya alışmışız, 1 Mayıslara yeterince güçlü bir siyasi anlam katılamadığından şikayet ederiz hep. Taksim mücadelesinin içeriksizleşmesinden
Tersinden gidelim. Diktatörün eline bakalım. Ne kadar güçlü, ne kadar zayıf
Dün bir kez daha İstanbulu işgal etti. Gazladı, suladı, kurşunladı. Ama zorbalığına siyaset ya da içerik katamadı. Daha önceki yasaklar ciddi bir ideolojik hazırlık sonrasında uygulamaya sokuluyordu. Şimdi iktidarın buna ne hali kalmış ne niyeti
Karşımızda siyasi gücü muktedir olmaya daralmış bir özne var. Yapabiliyor, Taksimi ve çevresini tutabiliyor, bir kentle resmen savaşıyor. Ama burada gerçekten teknik bir başarı var. Daha öncesinde tanık olduğumuz türde bir kamuoyu oluşturma dertleri kalmamış. Çünkü Türkiye ciddi ölçülerde taraflaşmış. 1 Mayıs kitlesinden nefret eden ya da ona tamamen dışsal bir kesimi ikna etmek gibi bir sorunları zaten yok. Diğer tarafa ise boyun eğdirilecek! Bu kadar basit
Siyasette zaman zaman şiddet uygulayabilme becerisi yanlış okunur ve iktidarın sarsılmaz bir güce ulaştığı yanılsaması ortaya çıkar. Oysa teknik üstünlüğe dayalı bir hakimiyet inanılmaz derecede kırılgandır.
Teknik üstünlüğüne inanan ve buraya daralan bir iktidarın karşısında direnme azminin kendini hissettirmesi her tür siyasi karşılık için zorunlu ön koşuldur. Dolayısıyla 1 Mayısın içeriksizleşmesi kaygısını 1 Mayıs günü ile sınırlamanın ve bir yerden sonra tartışmanın anlamı bulunmamaktadır. Böyle bir iktidara, direnerek yanıt verilir, veriliyor da
Ancak iktidarın teknik üstünlüğünün dağıtılması asla ve asla teknik bir işlem değildir ve teknik olarak zaten imkansızdır. Şiddet tekeline yaslanan, ötesiyle ilgilenmeyen ve aslında ilgilenemeyecek durumda olan hükümet, karşıtlarını bağlamından kopuk bir hesaplaşmaya zorluyor.
Nedir bağlamından kopuk olmak?
İzinli, tansiyonu düşük, kalabalık ama şekilsiz, siyasi doğrultusu belirsizleşmiş 1 Mayıs kutlamalarından hemen herkes şikayetçiydi. Peki şimdi, iktidarın zorbalığına karşı 1 Mayısı Taksimde kutlamak için harekete geçenleri birleştiren ne? Erdoğan karşıtlığı bile demiyoruz, diyemiyoruz. Erdoğan karşıtlığından (en azından şu an için) rahatsızlık duyanlar var aramızda. Tıpkı Gezideki gibi de denemez, çünkü Haziran Direnişi, randevulu, kurgulanmış bir kalkışma değildi, çok özel bir hareketti.
Dişe diş bir direnişin siyasi bağlama yerleştirilmesi, bir mitingin sağlam siyasi doğrultuya sahip olmasından daha önemlidir. Bu gereksinimin giderilmesi önümüzdeki dönemin de temel sorunu ya da görevi olacaktır. 1 Mayıs 2014te diktatörün teknik üstünlüğüne boyun eğilmeyeceği bir kez daha gösterilmiştir. Bu siyasal bir çıkış için son derece önemli bir zemindir.
1 Mayıs yaşamıştır, yaşama şansı olmayan zorbalardır.
Elimize ne geçti?
Aydemir Güler
Bundan bir yıl önce, sol içinde, AKPnin düzenini kaçınılmazlık olarak hissedenler vardı. Türkiyenin bu karanlık hücreye sığmayacağını söylemek, sadece keşke soldaki bu unsurlara afaki gelseydi. Geniş kitlelerde de böyle gelmiş böyle gider ağır basıyordu.
Otuz yıl kadar önce, yediği naneleri yadırgayanlara alışırsınız diyen bir siyasetçi vardı. Özala alışamadık diye mektup gönderen bir genç çıkmış, helal olsunla deli mi ne arası tepkiler almıştı. Ama ben de alışamadım diye kalabalıkların kafayı dikleştirmesine vesile olmamıştı doğrudan doğruya. Oysa sonra, Bahar eylemleri gelecekti...
Bir yıl önce, bu rejim tutmaz diye ısrar edenler de, doğrudan benzeri bir patlamanın kıvılcımı olmadılar. Ama kısa süre sonra Gezi benzersiz bir halk hareketi olarak büyüyecekti.
Ne o mektup, ne Tayyip tutturamaz diye tutturanların inadının sonucu olmadı sonraki gelişmeler. Abartmamak gerek.
Ama tersini hiç yapmayalım. Hiçbir şey yok olmaz; hiçbir şey yoktan var olmaz.
Toplumun öfkesine bir damla katacaksanız, o damlanın neleri tetikleyeceğini önceden hesap edemezsiniz. Etmemelisiniz de.
Dünkü 1 Mayıs da öyledir.
1 Mayıslarda halkın vicdanı harekete geçer. Yerine ve dönemine göre yoksulluğa, haksızlığa, işbirlikçiliğe, savaşa veya başka bir güncel soruna karşı insanlar alanlara dökülür. Neye varır, hayatta ne işime yarayacak soruları geçersizdir. Bu hesap kitap, vicdanın mantığına, tanımına terstir.
Bugün ülkemizin, hepsi AKPde düğümlenen bin bir sorunundan bir teki bile 1 Mayısta insanlığın harekete geçmesi için yeterli gerekçe. Hepsi aynı noktada düğümlendiğine göre, 1 Mayısı AKPye karşı diye özetlemek de mümkün. Hükümetten şu veya bu vesileyle hayırlı bir iş bekleyenler ve bu nedenle hayırhah bir tutumu tercih edenler, kendilerini saklamak zorunda kalırlar. Çünkü hükümetin ne olduğu açık seçik meydandadır 1 Mayısta.
Dün, özellikle İstanbuldaki tablo, AKPnin vicdan karşısında duyduğu olağanüstü korkuyu yansıtıyor. Taksime giderlerse Geziden çıkmazlardı diye somutlanan endişe, ne yalan söyleyeyim, haksız sayılmaz. Neden çıksın ki halk? Yarım kalmış bir işimiz var orada!
1 Mayısa katılanlar farklı gerekçelere sahip olabilirler. Ama Taksime gidilebilseydi, halkın kolektif aklına yarım kalan işi tamamlamak mutlaka gelirdi. Sonuç korku ve terör.
2014 Taksim hedefinin anlamı buydu. Erdoğanın inadını orta yerinden kıran bir halkın, hükümete demokrasi dersi verdik, haklı taleplerimizi dile getirdik, barış sürecine zorladık diye konuşacağını düşünen var mı?
İstanbulu kapatmak, Köprüyü bir tatil günü sabahın 7.30unda trafiğe bile isteye boğmak, yeni gaz solüsyonlarını acımasızca denemek, halka karşı savaş manevraları planlamak... Bunları yapanlar kuşkusuz deli. Ama bu kolektif deliliğin arkasında bir rasyonalite var:
Ancak böyle iktidarda duruyorlar.
İktidarda böyle de durulabilir. Bazı eklerle: Açık faşizm ilan edersiniz mesela. İdam sehpaları kurarsınız 12 Eylüldeki gibi. Sendikaları, partileri kapatırsınız. Sınıflara, anfilere üniformalı asker, polis sokarsınız... Cop üstünde iktidar olacaksanız, bunları da yapmalısınız.
Türkiyede bütün bunlar im-kan-sız-dır!
Dün sadece İstanbulda değil, sayısız kentte, bunca baskıya, tehdide karşı harekete geçen o hesapsız vicdandı. 1 Mayıs 2014e koşanlar, koşarken neye yarayacak sorusunu kurcalamamışlardır çok fazla. Ekledikleri damlaların neyi, nereye taşıracağını görmek için biraz zaman da gerekir elbette. Bana sorarsanız, benim öngörüm 1 Mayıstan yakın geleceğe devrolan bu böyle gitmez mesajıdır derim. Dün attığımız sloganlar, yuttuğumuz gazlar, yediğimiz coplar Türkiyeye AKP yola böyle devam edemez biçiminde geri dönecek.
Korkusu meydanda
1 Mayıs geride kaldı. Taksim diyenler diktanın neyi nerede yapacağımızı dayatmasına karşı bir daha hayır dedi
DENİZ YILDIRIM
1 Mayıs geride kaldı. Taksim diyenler diktanın neyi nerede yapacağımızı dayatmasına karşı bir daha hayır dedi. Bu açıdan başarı ölçüsü Taksime çıkmak/çıkmamak ya da eyleme katılanların niceliği değil; eylemin Haziran sonrası ilk 1 Mayısta Taksimi yasaklayan ve gücünü oradan sınamak isteyen kuvvete oldu o zaman, Yenikapı diyerek sağlanacak psikolojik üstünlüğe izin vermeyen niteliği ve diktanın dayatmasına boyun eğmeme iradesinin görünür kılınmasıdır. Zaaflar ancak bu saptama yapıldıktan sonra tartışılabilir; tartışılabilir olansa Taksim değildir. Unutulmasın: geçen yıl Mayısın 1i kuvvetlerinin sıkıyönetime direnerek kazdıkları zeminin kuvveti, Mayısın 31i kuvvetlerine bıraktıkları özgüvende ölçüldü; bu açıdan diktayı emekçilerin sorunları arasında gören bir siyasallığın başarı ölçüsü , bu bakışı Haziran direnme programı temelinde geliştirebilmesidir. Ama çok isteyen varsa belirtelim, AKPnin karşıtları üzerindeki hegemonik etki kapasitesi, 1 Mayısta Yenikapıya giden 6 kişiyle ölçülebilir.
Önce iki gazete haberi: Geziyi özel harekatçılar korudu ve polis Sıhhiye ile Kızılay arasına çelik duvar yerleştirdi. Buna Taksime çıkışı engellemek için seferber edilen ve toplam polis sayısının beşte birine tekabül eden 39 bin kişilik polis ordusunu ve tıpkı geçen yıl olduğu gibi, şehrin merkezine akan tüm ulaşım hatlarının kesilmesi yoluyla oluşturulan sıkıyönetim rejimini de ekleyelim. Yetiyor mu? Yetmiyor; AKPnin esas yönetme krizi, karşıtlarının bu baskıya rağmen eskisi gibi eylemsizleştirilmesinin ve yönetilmesinin mümkün olmamasında yatıyor.
Karşımızdaki tablo net, lafı eğip bükmeye gerek yok: korkuyor. Ne zaman meydanlara çıksak; onun korkusu da meydana çıkıyor. Korkusu neden?
Daha birkaç yıl önce Taksim yasağını kaldırmak, hegemonya alanını genişletmek için sarıldığı özgürlükçü koalisyon simitlerinden birisiydi. Kaldı ki direnemezlerdi, son 1 Mayıslarda Taksim yönündeki kararlılık daha da açığa çıkmıştı. Ancak son iki yıldır ağır bir şehir sıkıyönetimi eşliğinde yasak uygulamasına geri dönüldü. Rejim yerleşti, mevziler kazanıldı, eski ittifaklara ve özgürlük zokalarına çok da gerek kalmadı; tamam mı? Hayır, bugünkü baskıyı açıklamaya yetmiyor. Dünyada otoriter rejim çok; ama meydan takıntısı hepsinde yok. Ustanın meydan korkusu önce Tekel işçilerinin şehrin merkezine yerleşerek hayatın nabzını ele geçirmeleriyle; ardından Tahrir ve İnci Meydanlarının dikta karşıtı mücadelelerde politik özneleşme ve irtibatlanma alanları olarak sembolleşmesiyle ve sonunda Haziranda Gezi-Taksimin günlerce halk hareketinin merkezi kamusal üssü haline gelmesiyle pekişti. Öyleyse dikta analizlerimizi Türkiye özelinde yaparken şu meydanlar meselesinin yarattığı etkiyi gözden kaçırmayalım.
Taksim korkusunun ve buna bağlı diktacı yasakların, tedbirlerin birkaç farklı politik nedeni var. Nedenlerin en önemlisi, geride kalan yıllarda meydanları, şehrin kamusal görünürlük alanlarını bir protesto alanından çıkararak, mekanda yerleşmek yoluyla farklı bir kamusallığı toplumsal temelde inşa etme deneyimine dönüştüren Tekel Direnişi ve Geziden kaynağını alarak yayılan Haziran Halk Ayaklanmasının AKP hegemonyasında yarattığı sarsıntının bilincidir. Hem Tekelde hem de Gezide piyasacı yağma ilişkileri temelinde emekçilerin haklarına saldıran ve yine piyasacı yağma ilişkileri temelinde halkın yaşam alanlarını inşaat-iktidar örgütlenmesinin hizmetine sunan iki saldırı karşısında emekçilerin ve halkın yanıtı sıradan bir protesto hareketinin ötesine geçti: yerleşme, mekanı tutma, günlerce gündemi belirleyerek iktidarın hegemonyasını sarsma ve yaşamın merkezinde, gündelik yaşamın tam ortasında alternatif, piyasa ilişkilerini dışarıda bırakırken bu sınıfsallığın içinde başka bir Türkiye siyasallığının mümkün olduğunu gösteren yeni bir kamusallık, çözüm programı inşası.
AKP, halk hareketi bileşenlerinin meydan kararlılığında hep bu korkuyu duyuyor. Her iki direnişin bu açıdan harekete geçirici gücü emekçinin kazanılmış haklarına ya da parka piyasacı saldırı karşısında kamucu karakter taşımasından ve bu kamuculuktan türeyen eylem hattının meydanları, yaşam alanlarını tutan ve dönüştüren kamusalcı bir siyasallıkla harmanlamasından; fiili direnme hattını güçlendirmesinden geliyor.
Gelin AKPnin şu ana kadar şehirlerin kamusal hayatını toptan yasaklayan sıkıyönetim uygulamalarına nerelerde sarıldığını hatırlayalım: Tekel Direnişi sırasında Ankarada, 1 Mayıslarda emekçilerin Taksime çıkışını engellemek ve Hazirandan bu yana Geziyi denetlemek adına İstanbulda ve termik santrallerin özelleştirilmesine karşı başıdik bir mücadele yürüten santral ve maden işçilerinin direnişine karşı, Erdoğanın Kasım ayındaki ziyareti sırasında her türlü kamusal gösteri, toplantı, basın açıklaması ve ulaşım hakkının 3 gün boyunca Valilik kararıyla askıya alındığı Muğlada. Farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda açığa çıkan bu şehir sıkıyönetim rejimlerinin gerisinde yatan ortak sınıfsal hattı iyi okumalıyız: emekçi karakterde, piyasa ilişkilerinin dışında ve AKP diktasının siyasal baskıcılığındaki sınıfsallığı tümden ortaya koyar nitelikte.
Kamucu ve kamusalcı hareketler temelinde iç içe geçmiş sınıfsal-siyasal isyan dinamikleri AKP Rejiminin korkulu rüyası; bu aynı zamanda AKP Diktasına karşı siyasal mücadelenin gerçek sınıfsal içeriğine dair bir turnusol kağıdı. Bu açıdan Taksim tartışması emekçilerin sorunlarının gündeme gelmesini engelliyor tarzı açıklamaların AKP diktatörlüğünü siyasal olarak emekçilerin sorunları arasında görmeyen bir ekonomizm dayattığı açık. Aksine, AKP diktasının siyasal açıdan en görünür olduğu yasaklar/baskılar sınıfsal açıdan piyasa dışı güçlerin mücadelesine karşı hayata geçiriliyorsa; ne AKP diktasına karşı mücadelede sınıfsallık vurgusu, ne sınıf sömürüsüne karşı mücadelede AKP diktasına karşı siyasal mücadele vurgusu birbirini dışlayabilir. Taksim ve özelde 1 Mayıs bu sınıfsallıkla siyasal karakteri harmanladığı, görünürleştirdiği ve karşısında yer alan kuvvette yarattığı korkuyu belirginleştirdiği için daha da önemliydi ve önemlidir.
Hatırlayalım. Tapelerle yaşadığımız günler çok da geride değil. En çarpıcı tapelerden birisiydi. Gezi sırasında dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler bir işadamına, Geziye Taksim Dayanışması bileşenlerinin girip açıklama yapmasına izin verilmemesi talimatının Erdoğandan geldiğini, çünkü Tekeldeki gibi oraya yerleşilmesinden korktuğunu söylüyordu. Meydandaki korku; meydana çıkan korku tam da budur. AKP Rejimi, bugün karşıtlarının zararsız kitlesel protestolarından çekinmiyor. Öyle olsa gidin Yenikapıda yapın, size yer de gösteriyoruz da denmez. Mesele kitlesel protesto değil; bu eylemliliğin şehrin merkezinde, yaşamın ortasında görünürleşmesi ve yer tutmasıdır. Tekelden Geziye ve Taksim korkularına çıkan eksen burasıdır ve bu ekseni Erdoğanın Tahrir Meydanında simgeleşen, meydanı tutan dikta karşıtı halk hareketlerinin elde ettiği acil politik sonuçlar korkusuyla yüzleştirdiği de muhakkak. Erdoğan, dikta yerleştikçe halk hareketinin daha da meydana çıkacağını ve rejiminin bu şekilde sona ereceği düşüncesini bir kabusa dönüştürmüş durumda; bu nedenle faşizan baskı ve polisiye tedbir mekanizmalarını güçlendiriyor. Yeni MİT Yasası tam da bu temelde okunmalı.
Mesele mekanı fetişleştirmek değil. Her Yer Taksim Her Yer Direniş; unutulmasın. Ancak programsız direniş, dönüştürmeyen eylem değil korktukları. En çok da bu işlerine yarıyor. Meydana yerleşilmesi, günler boyunca AKPnin kurduğu piyasacı, yağmacı ve dinsel karakterdeki ayrımcı düzenin karşısında başka bir kamusal yaşamın mümkün olduğunun görünürleşmesi ve gündemin merkezine oturması esas korkuysa; meydanı tutmanın yarattığı etkiyi yeni araçlarla her yere yaymak; dönüştüren eylem, fiili direnme ve çıkışı gösteren programlı direniş hattını büyütmek gerekiyor. Bu korku AKP hegemonyasının şu ana kadar en fazla sarsıntı geçirdiği anlara dair net deneyimin ürünüdür. Bunu Erdoğanın ben gündem oluşturamazsam nasıl Başbakan olurum? sözüyle ve Tekel Direnişi sırasında Bülent Arınçın sarfettiği böyle bir şeyin olmasına bir daha asla izin vermeyeceğiz cümlesiyle birlikte düşünmeliyiz.
Hegemonya bir yönüyle hangi tartışmanın ve alanın özel, hangi tartışma ve alanın kamusal olduğuna karar vermektir. Bu açıdan AKP, kamusal varlıkları ve alanları özelleştirirken; özel olarak kodlanan hane içi alandaki yaşama dair tartışmaları (kürtaj, kızlı-erkekli, sezaryen vb) kamusallaştırmakta. Tekelden Geziye hareketlerin elde ettiği güç, bu denklemi tersine çevirebilmesinde, yaşam tarzlarına müdahale etmeyen bir kamusal özgürlük alanını piyasa ilişkilerini dışarıda bırakan kamuculukla harmanlamasında açığa çıktı. Meydan korkusunu bu program temelinde okumalı; bu programın dersleri ve çözümleri ekseninde direnişi genişletmeliyiz.
Birgün