Fatih Yaşlı yazdı: Rejime tutulan ayna
'Tam da bu noktada, yani ölümün hükmünü icra ettiği şimdiki zamanda, hayatı savunmanın bir slogan olmaktan öteye geçerek bir karşı-siyaset arayışının çıkış noktası ve odağı haline gelmesi bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.'
Fatih Yaşlı - soL
Bakmayın aynalara, aynalar kirli
Aynalarda rezil olur yüzünüz
Behçet Necatigil
AKPnin, Türkiyenin düzeninin 90lar boyunca yaşadığı derin ve çok yönlü krize yanıt arayışının bir ürünü olarak ortaya çıktığını, esas misyonunun siyasi, iktisadi ve toplumsal boyutları olan bu krizi yatıştırmak ve kontrol altına almak olduğunu biliyoruz.
AKP iktidarının tarih-öncesinde, yani 90lar boyunca, Türkiye kapitalizminin ardı ardına yaşadığı krizler IMFyle yapılan stand-by anlaşmaları aracılığıyla aşılmaya çalışılmıştı. IMF bu anlaşmalarla Türkiyeye kredi açıyor ve aynı zamanda uluslararası piyasalardan borçlanmasını kolaylaştırıyor; bunun karşılığında ise Türkiyeden yapısal uyum programı olarak tabir edilen ödev listesindeki ödevleri yerine getirmesini, yani devleti ve ekonomiyi serbest piyasacı/neo-liberal ilkeler doğrultusunda dönüştürmesini talep ediyordu.
98de IMFyle imzalanan stand-by anlaşmasıyla başlayan süreç, 2000 ve 2001de yaşanan iki büyük krizin ardından Kemal Dervişin Türkiyeye gelişiyle hız kazanacak, büyük dönüşüm başlayacaktı. DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetine Dünya Bankasından adeta dördüncü bir koalisyon ortağı gibi transfer edilen Kemal Derviş, Hazine Bakanı olduktan hemen sonra güçlü ekonomiye geçiş programını devreye soktu ve devletin neo-liberal dönüşümüyle ilgili yasalar bir teyakkuz halinde Meclisten geçirildi. Bunun koalisyon hükümetinin sonu anlamına geldiği ise çok geçmeden anlaşılacaktı.
Somaya giden yol: AKPnin neo-liberalizmi
Ne ironiktir ki, girdiği ilk seçimi halkın yoksullaştırıcı neoliberal yıkım politikalarına verdiği tepki nedeniyle kazanan AKP, iktidara geldiği günden bu yana güçlü ekonomiye geçiş programına sadık kaldı. Neo-liberal politikalar on iki yıl boyunca derinleştirilerek devam ettirildi. Yerli ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda devlete ait işletmeler özelleştirme talanına açıldı, çalışma hayatında taşeron, esnek, güvencesiz istihdam hayata geçirildi, uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun bir şekilde tarım ve hayvancılık büyük ölçüde tasfiye edildi.
Ocak 2002de, Meclisten, TEKELin özelleştirilmesinin de önünü açacak bir tütün yasası geçirildi. Yasa, tütün üreticisine verilen devlet desteğinin kaldırılmasını ve tütün üretiminin Tütün Piyasası Düzenleme Kurulunun iznine bağlanmasını öngörüyordu. Amaç ise uluslararası tekellerin istekleri doğrultusunda Türkiyedeki tütün üretimini tasfiye etmekti. Yapılan hesaplara göre bu yasayla birlikte 600.000 olan tütün üreticisi sayısı 150.000e düşecek; üretim Karadenizde % 50, Egede ise % 40 oranında azalacaktı. Bu, aileleriyle birlikte 3 milyona yakın insanın geçim imkânlarını kaybetmesi anlamına geliyordu.
2004 yılında yine neo-liberal iktisat politikaları uyarınca madencilik sektörüne ilişkin yasal düzenlemeler yapılıyor; devlet, madenlerin mülkiyetini elinde bulundurmakla birlikte işletme hakkını özel sektöre devretmeye başlıyordu. Böylelikle hem sermayeye yeni değerlenme alanları açılmış oluyor hem de emek maliyetleri aşağıya çekiliyordu.
İşte tam da bu süreç nedeniyle, yani tütün üreticiliğinin tasfiyesiyle birlikte, köylü yığınlar proleterleşecek ve özelleştirilen kömür madenlerinin ucuz işgücü ordusunu oluşturacaklardı. Artık ekmek ocağın dibinde, yerin yedi kat altındaydı.
Buraya kadar anlatılanlar küreselleşmenin ve neo-liberal iktisat politikalarının dünyadaki seyrine uygundur ve küresel kapitalizmin 2000lerdeki görünümünün Türkiyeye yansımalarını oluşturmaktadır. Ancak bundan sonrası sadece küreselleşme ve neo-liberalizmle açıklanamaz, hikâyenin geri kalanında AKP rejiminin inşa sürecinin ekonomi-politiği bulunmaktadır. Bu yüzden de bakmamız gereken yer orasıdır.
Soma: Kömür, inşaat, rant
Öncelikle söylenmesi gereken şudur: AKP bundan dört yıl önce, madenlerin işletme hakkını devrettiği şirketlere, çıkarılan kömürün tamamını alma garantisi vermiştir. Dolayısıyla şirketler, son dört yıldır, ne kadar çok kömür çıkarırsak o kadar çok kazanırız mantığıyla hareket etmektedir. Üstelik bu alım sürecinde iddiaya göre şirketler naylon fatura düzenleyerek, devlete sattıkları gerçek miktardan çok daha fazlasını satılmış gibi göstermektedirler ve böylelikle devlet bütçesinden bu şirketlere rant aktarılmaktadır.
Peki çıkarılan kömürler ne yapılmaktadır? Bu kömürlerin çok önemlice bir bölümü, AKP popülizminin ve seçim stratejisinin en önemli ayaklarından birini oluşturan yoksullara ücretsiz kömür dağıtımı mekanizması adına kullanılmaktadır. Hüseyin Çelikin de olanca farkındalığıyla belirttiği gibi, sermayenin iktidarı adına, yoksullara dağıtılan kömürü yoksullar çıkarmaktadır.
Madenlere ruhsat verme mekanizması nasıl işlemektedir diye sorduğumuzda ise vereceğimiz yanıt şöyle olacaktır: 2012 yılında yayınlanan bir genelgeyle, madenlere ruhsat verilmesi başbakanlığın onayına bağlanmıştır. Dolayısıyla, tek adama dayalı parti-devletinin doğasına uygun bir şekilde, madenlerin hangi şirketlere devredileceği de, tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi nihai karar verici olan Erdoğanın iki dudağı arasına sıkıştırılmış durumdadır.
Somadaki maden ocağını işleten şirket, sattığı kömürden kazandığı paraları, hangi yatırımla değerlendirmektedir peki? İşte burada karşımıza, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, AKP rejiminin ekonomi-politiğinin merkez noktası çıkmaktadır: İnşaat. Soma Holding, yatırımlarını inşaat sektöründe yoğunlaştırmış durumdadır ve İstanbulun kalbine saplanan hançerlerden biri olan Spin Towerın müteahhitliği, Holding bünyesinde kurulan gayrimenkul şirketi Tilaga A.Ş tarafından üstlenilmiştir.
Bu noktada ilk akla gelen soru şüphesiz ki şu olacaktır: Kentsel rant üzerine kurulmuş bir ekonomik büyüme modeliyle; bu model adına sağlanan imtiyazlar karşılığında, politik aile şirketi işlevi gören hanedana ait vakıflara bağış yapmanın beraberce ekonomi-politik karakteristiğinin temelini oluşturduğu bir rejimde, Soma Holding bunun dışında kalmış olabilir mi? Soma Holdingin rant-haraç diyalektiğinden bağımsız olarak o kuleyi İstanbula dikmiş olması mümkün müdür?
Yanıt hayır olmalıdır ki, Sezgin Tanrıkulu da Meclise verdiği soru önergesinde Bülent Arınça şöyle sormaktadır:
"Soma Kömür İşletmeleri AŞ unvanlı şirketin bağlı olduğu Soma Holding'in sahibi Alp Gürkan 'ın 2013 yılında TÜRGEV adlı vakfa bağış yaptığı iddiası doğru mudur?
Soma Holding'in sahibi Alp Gürkan tarafından son beş yılda TÜRGEV Vakfı'na Temmuz 2012 den önce de İSEGEV adlı vakfa herhangi bir para bağışı yapılmışsa yapılan nakdi bağışların toplam tutarı ne kadardır?
Buradan yola çıkarak ve Soma Holdingin geçen yıl devlete ödediği verginin Spin Towerdaki dairelerden bir tanesinin fiyatından daha az olduğunu da dikkate alarak, Holdingin normatif mali sisteme değil de, aile-devletinin bekası adına oluşturulan imtiyazlı mali sisteme ödemede bulunduğunu, yani vergi değil de haraç ödediğini söylemek mümkün hale gelmektedir. Şüphesiz, tepesinde reisin, merkezinde ise bir ailenin bulunduğu parti-devletinin ekonomi-politiği açısından hiç de şaşırtıcı bir durum olmayacaktır bu.
Katliam öncesi görünüm, neo-liberalizmle AKP rejiminin nasıl eklemlendiğine dair manzarayı bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Katliam sonrası ise rejimin politik/ideolojik niteliğini dolaysız bir şekilde göz önüne sermiştir.
Muhafazakâr Despotizm Somada: Cop ve Sarık
Katliam sonrası, Erdoğan Somaya bir işgal gücü komutanı misali gitmiş, dünyadan farklı örnekler vermek adına geçen yüzyılda yaşanan kazaları sıralamış, yetinmeyerek ölümün bu işin fıtratında olduğunu söylemiş ve sonrasında yaslı Soma sokaklarında, tarih boyunca nadir görülen bir şekilde, bizzat kendisi halka karşı şiddet uygulamıştır.
Katliam sonrası Somada rejim, polis üniforması ve imam cübbesiyle temayüz etmiş; sarıkla cop, rızayla zorun iki enstrümanı olarak aynı anda devreye sokulmuştur. Polis ve imam, Soma sokaklarında, uzunca bir süredir rejimin hegemonyasını tesis ettiği entegre aygıtın sembolik figürleri olarak, ilan edilmemiş bir olağanüstü hal konjonktüründe, teyakkuz psikolojisiyle boy göstermiştir. Rejim Somaya bolca gaz ve İslamizasyon sıkmıştır da diyebiliriz. Buna devletin resmi din aygıtının dışında tarikatların da dahil edilmesi ise yeni Türkiyeye dair ayırt edici bir fenomen olarak mutlaka kaydedilmelidir.
Neo-liberalizmle muhafazakâr despotizmin sentezi olan yeni Türkiye, giderek öldürülmeleri cinayetten sayılmayanların doldurulduğu bir toplama kampına dönüşmekte, polis ve imam bu kampın bekçiliğini yapmakta, iktidar ise kendisini ancak ölüm siyaseti üzerinden var edebilmektedir. Tam da bu noktada, yani ölümün hükmünü icra ettiği şimdiki zamanda, hayatı savunmanın bir slogan olmaktan öteye geçerek bir karşı-siyaset arayışının çıkış noktası ve odağı haline gelmesi bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.