Damüstünde saksağan, vur beline kazmayı.
27 Mayıs deyince
Nurettin Abacıoğlu
27 Mayıs deyince, akıllara ne gelir?..
Kimilerinin, 27 Mayıs Devrimi,
Kimilerinin, İhtilal ya da Darbesi
80 sonrası nesillerin Hatırla Sevgili dizisi
Kimi siyaset tarihi yorumcularına göre Cumhuriyet dönemi darbeler tarihinin öncüsü
12 Eylül Anayasası ile hem hukuki ve hem siyasi meşruiyeti sonlandırılan, böylece eleştirilmezliğinin önündeki her türlü engeli ortadan kaldırılan, deyim yerindeyse bir sosyal fenomoloji
Ta ki, geçen seneye kadar
27 Mayıs 2013, önce Gezi Parkında, sonra Türkiyenin dört bir yanında, Direnişin adı ve başlangıç tarihi oldu
Haziran Direnişi diye anarak geldiğimiz ve oysa Temmuzda da hız kesmeden devam etmiş, Eylüle evrilirken tekrar yükselişi beklenmiş Direniş, 2014 yılı içinde de varlığını çekirdek olarak muhafaza ettiğini ve en sonuncusu Soma Katliamı olmak üzere toplumsal duyarlılığının her yükseliş basamağında kendini göstererek bugünlere ulaştı
27 Mayısa geri dönersek, Cumhuriyet Dönemi Darbeler Tarihinin yol açıcısı, başlangıcı gibi değerlendirmeler ya eksiklidir, ya da bilerek tahriftir
Cumhuriyet, kuruluş olarak varlığını bir ihtilale borçludur. İhtilallerin, bir devrim ya da inkîlapa dönüşüm sürecinde, sosyal hegemonyanın belirlenimini sağlayan ana etmen, ihtilalin öncü sınıfsal karakterinden kaynak alır. İhtilal ve Devrim kavramsal olarak birbirine geçirgendir. İhtilal bir halk hareketidir. Tiranına karşı, baskı ve esaretten kurtulmanın kalkışmasıdır. Rengini, içeriğini o günün sosyal içeriği ve motifinden alır; kendi rengi ve desenini de, geleceğe tarihselcilik bağlamı içinden yansıtır. Yani ihtilali yapan halk sınıflarının varlığı ve iktidara el koyuş mekanizmaları, ihtilalden çıkan devrimin karakterini de belirler ve ona adını koyar. Yani devrim, ihtilali gerçekleşitiren halk sınıflarına önderlik eden siyasi öncü kadroların, ihtilal sonrası hayata geçirdiklerinin bütünlüğüne ve üretim araçlarının sahipliğine kimin el koyacağının belirlenim momentine verilen isimdir
Anadolu İhtilali kuşku yok ki hem askeridir ve hem de halka içkindir. Onu, hem emperyalist bir işgal ve esarete karşı savaşkan özüyle ve hem de işgalcilerin yerli işbirlikçi hempalarını da hedef tahtasına koyan yönüyle değerlendirmek gerekir. Sonrasında ise, Cumhuriyet projesi, ihtilalin omurgasını oluşturan sınıf ve müteffiklerinin denetiminde, geç dönem bir burjuva devrimi olarak ortaya çıkmıştır. Oysa kimilerine göre Anadolu İhtilali gerçekte Sadaret Makamına karşı tezgahlanmış bir askeri darbe girişimi ve küçük bir Yunan Savaşından ibarettir.
Böyle bakılacak olursa, şu sorunun sorulması kaçınılmaz hale gelmektedir:
Kendisi bir darbe olarak nitelenen Cumhuriyet, kurtuluş ve ilk kuruluş dönemlerini de kapsayan bir proje olarak ve bugüne değinki zaman aralıklarında, yani darbelerden kavşak alarak, köktenci bir devrimsel dönüşüme yol açamayacağına göre, toplumsal evrimselleşme basamağında, bir ilerlemeye mi yoksa nereye denk düşmektedir? Oysa ortada bir darbe nitelemesi ile bitişemeyecek, köktenci ve üretim ilişkilerinde tayin edici değişimlere neden olmuş, karakteri burjuva olsa bile ilerici bir Anadolu İhtilali ve Devrimi var olmuştur
Osmanlının ne olduğuyla, Anadolu ihtilalinin, Sovyet devriminin tarihsel bir çağdaşı ve ardılı olarak emperyalizmin gelişimine, ona nasıl bir ket vurduğu, halen önemli bir tartşma başlığıdır. O nedenle Türkiye sosyalist solunun tarihsel olarak Kemalist ideoloji ile uyum içinde olduğu vurgusu, liberal ve sağcı düşünce geleneğinin ana momentini içermektedir. Tarihselci diyalektikten ve bağlamıyla sınıfsal analizden kopuşun önemli bir problematiğini oluşturan bu tartışma, 27 Mayıs konusunda da önemli yansımalar içermektedir.
27 Mayısı, diğer askeri darbelerden ayrıştıran önemli sosyal dokusu, askeri hiyerarşiyi içeren bir emir-komuta zincirine tabi olmamasıdır. Hareketin başlangıçtaki fiili gövdesini oluşturan, 37 küçük rütbeli subaydan oluşan ve Milli Birlik Komitesi adı verilen junta, başta dönemin Genel Kurmay Başkanı ve 235general ile beş bine yakın subayı emekliye ayırarak tasfiye etmiştir. Kısacası, demokrasiye ve seçilmiş bir hükümete karşı darbe olarak nitelenen hareket, hem sivil siyaset kadrolarını ve onun safında yer tutan bir kısım üniversite hocalarını hedef alırken, hem de o kadrolarla beraber ittifak eden ve en geniş tasfiyenin yapıldığı askeri cenaha karşı da hayata geçmiş eylemli bir kalkışmadır.
O nedenle, darbe vurgusunun bağlamında, başka toplumsal süzgeçlere ihtiyaç bulunmaktadır. Cumhuriyet, bir toplumsal proje olarak, kapitalizmin emperyalist evresine karşı Sovyet devriminden sonra verilmiş başka bir sert bir yanıt ve emperyalizm açısından önemli bir yol kazasıysa, sonrasında devrimin asli unsurlarını teşkil eden egemen blok içinden, iktidar bloğunu ele geçirme savaşlarının tükenmediği devinim süreçleri ve bağlamıyla çeşitli darbeler tarihi olarak okumak yanlış olmayacaktır.
Kurtuluş ve kuruluş döneminin sınıflar ittifakı müfrezelerine bakılırsa, asker ve münevveranın yanı sıra, amele ve köylülerden oluşan kuvvacı taburlar ve buna komuta eden bir büyük meclis düzeni ile tacir-tüccar-zenaatkar, toprak ağası-mütegallibe gibi üretim ilişkilerinin belirlenimini oluşturan sınıfsal halkalar iç içe geçmiş vaziyetteydi. Savaş koşullarının içinde cephede canı pahasına çarpışan ve şehit olan emekçi sınıfların üstünde, yönetim erkini elinde tutan iktidar bloğu bileşenleri içerisinde bulunan farklı sosyal katmanlar, tarihsel kavgalarını günümüzde de sürdüregelmektedir.
14 Mayıs 1950 tarihine ilişkin, iki partili liberal siyasal hayata geçiş deneyiminin başlangıcı şerhi düşülmektedir. Oysa tersinde, Kurtuluş Savaşı sırasında topu Cumhuriyet Halk Fırkası içine yuvalanmış, tüccar, toprak ağası-mütegallibe sınıflarının asal temsilcisi olan Demokrat Partinin iktidarı ele geçirme kavşağı olarak da okunabilir. Ortaya çıkan durumu, ikidar bloğunda yeni bir yapılanma ve rejimin yeniden elden geçirilmesine vesile olan bir sivil girişim ya da darbenin kapısının açılması olarak da yorumlamak mümkündür.
Cumhuriyetin burjuva kapitalist özelliklerini daha da gelişkin kılacak ve sistemin görece bağımsızlıkçı karakterini kapitalist kurum ve örgütlerin denetimi altına sokacak ve bağlamıyla bunun yansımalarının sosyal hayata nüfuzunu kolaylaştıracak yönetim ve hukuki düzenlemeler ve yeni hegemonyanın meşruiyetini sağlayacak devlet zoru veya yeni sınıfsal diktatorya DP demokrasisinin başlıca nesnel göstergeleri olmuştur.
Yani 1950-1960 arası dönem, masum bir seçim süreciyle demokratik parlamentarizme evrilen bir tarihsellikten daha çok, pekala bir sivil darbe tarihinin başlangıcı olarak da okunabilir. Örneğin, önceki dönemden köken alan antikomünizmin, TCKnın 141-142 maddeleri ile kalıcı ve tescillenmiş bir faşist baskıya dönüşümü DP döneminin görüntüleri arasındadır.
27 Mayısa giden sürecin ayrıntıları tarihi belge ve yayınların içindedir. MBK tebliğlerine bakılırsa, Cumhuriyetin laik karakterine karşı iktidar partisinin darbe girişimini ve bu anlamda kardeş kavgasına önlem almak için direnme hakkını kullanmak ihtilalin temel mantığı olmuştur.
Yeni Anayasa ve Anayasal kurumlarla beraber tarif edilen üniversite muhtariyeti, çalışma ve emek yaşamına getirilen düzenlemeler gibi demokrasinin burjuva karakterindeki gelişmişliğe katkı yapan düzeltmeler, esasen sistem içi bir restorasyon döneminin başlangıcı olmuş ve geç burjuva devrimine demokratiklik karaketeri kazandıran bir tamamlayıcılık faktörü oluşturmuştur. Kısacası öncelikli bir sivil darbe ve onun koyu bir faşizme ayak sürüyen 27 Mayısa geliş evresi, önce üniversite ve halk kesimlerinde başlayan gösterilerle ve bütün ihtilal ve devrimlerin tarihsel örnekleriyle bütünleşir biçimde, sonrasın da askeri bir müdahale ile sonuçlanmıştır. Yani Cumhuriyetin darbeler tarihi, perspektif olarak ilk 27 Mayısla açılmamış, tersinden yol açıcı öznesi, DP iktidarının kendisi olmuştur. Parti olarak DPnin iktidar olmaktan muktedir olmaya geçişi ivmelendikçe, Cumhuriyetin kurucu değerlerinin ilgası şiddetlenmiş ve bu savrulmaya yanıt bu kez karşı darbe ve ihtilal örgütlenmesi içinden çıkarılmıştır.
Günümüzde de olan biten 1950-60 arası dönemden daha farklı değildir. AKPnin kendi Cumhuriyet rejimini kuduğuna dair bu portal tarihsel bir külliyata ve buna dair okuma-yazmalara sahiptir. Başta RTE ve hükümet erkanının demeçlerine bakılırsa, artık yeni bir Türkiye kurdukları gerçeğinin sözlü-yazılı itirafları yapılmaktadır. Yani 2002-2014 dönemi içerisinde, 2002 başında kuruluş AKPnin altı ay sonra iktidara seçimle taşınmış olması, sivil bir darbe planın stratejik bir hamlesi olarak cereyan etmiştir. Bu gün emperyalist merkez ülke yönetimlerinin desteğini halen veya kısmen ardında bulan AKP, bu merkezlerin kimi eleştirisini zaman zaman karşısına alıyor olsa da, şimdiye değin misyonuna ihanet etmemiş ve sivil darbe ile Türkiyenin dönüşümünü gerçekleştirmiştir.
AKP iktidarı, 27 Mayıs 2013de başlayan Haziran Direnişinden bu gün itibariyle tam cephe nefret etmekte ve en haklı halk tepkisini bile ağır terör suçu görmektedir. Hatta başbakan göstericilerin hayvan gibi boğazlanmasına müsamaha edeceği güvencesini verir tarzda, mealen, polisin nasıl tahammül gösterdiğine şaşırdığını beyan etmektedir.
Haziran direnişi başında, hem kendine yönetim olarak ve hem de kolluk güçlerinin sevk ve idaresi konusunda şaşkın olan iktidar, artık işinin ehli ve daha gaddardır. Kolluk güçlerinin halk hareketleri karşısındaki tutumu, olayı yalıtlamak ve öylece etkisizleştirmekten imhaya, yok etmeye ve insanı katletmeye dönüşmüş vaziyettedir. Açık bir faşizme gidiş verili durum haline gelmektedir.
Kuşkusuz, Türkiyedeki rejim değişikliğine olası karşı tepki mekanizmalarının tarihsel olanları, bugün tasfiye edilmiş vaziyettedir. Ergenekon, Balyoz davaları gibi ordunun bir cehahının tamamen süpürüldüğü ve silahlı kuvvetlerin iktidara konsolide edildiği sürecine ilişkin senaryolar bugün tam olarak anlaşılmıştır. Ayrıca devletin kolluk güçleri marifetiyle sergilediği acımasız zorbalık da, karşı alternatif olasılıklarının biçilenmesini baskılamaya yönelik durumdadır.
Halkın kurtuluş için kendinden başka tarihsel bir dayanağı bulunmamaktadır.
Bu 27 Mayısı da, geleceği de, şimdi bu pencereden ve yeniden okumak gerekmektedir.
Abacıoğlu öyle ağdalı bir dil kullanıyor ki, okurken insanın dikkatini toplaması mümkün olmuyor.
27 Mayıs 1960 ya da Sol Yanılgı Örneği
Günay Güner yazdı:
27 Mayıs Devrim önderliğini, kanıtsız, belgesiz ABD piyonu saymak, Türk halkının, canına tak eden baskıya karşı direnme isteğini ve bunun askeri önderlikle örtüşmesini önemsememek ve göz ardı etmek anlamına gelir; haksızlıktır…
Biçimsel benzerliklere aldanmak, bu aldanışın sonuçlarının tutsağı olmak düşünce yürütmek üzerindeki en büyük engellerdendir. Doğru bilgiler, doğru çözümlemelere, yorumlara ulaştırılabildiği ölçüde anlamlanır, değerlenir. Tersi durumda ise ancak ayak bağı olurlar.
Bugünlerde yine, 27 Mayıs 1960’taki askersel eylem üzerine atılıp tutuluyor. İlginçtir, atıp tutanlar arasında, “sol” anlayışları öyle pek de “silahsız”, dolayısıyla birçok yönden demokrat sayılamayacaklar bile var! Burada, 1960 eyleminde sözkonusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri ya, bilinçaltı da bilinçüstü de hemen devreye girmekte, karşıtlık “zorunlu” duruma gelmektedir.
Öncelikle, hiç kıvırmadan şu soruya yanıt verilmelidir:
Demokrasinin olanaklarıyla yönetime gelen ama gerek ideolojik gerekse kriminal yönden, ayrıca kendisini iktidara getiren güçlere hizmet sözleşmesi nedeniyle sandıkla gitmek istemeyen, bunun için de tüm yetkileri kendinde toplayan, en usa gelmez seçim hilelerini sürekli ve yaygın uygulamaktan çekinmeyen, karşıtlarını cezaevlerine dolduran; karışıklık, kıyım (terör) olayları çıkarmaktan yarar sağlayan bir yönetimi, (eğer kaldıysa) kalan “demokratik” mekanizmayla uzaklaştırarak, hak edilen özgürlükçü siyasayı yönetime getirmenin siyasetbilimsel yolunu söyler misiniz?
Türk ulusunun demokrasiye, çok partili düzene layık olduğunu içtenlikle benimseyenlerce, (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırka deneyimlerinin süreğinde,) 1946’da ve 1950’de seçim yapılmış, 1950 seçimiyle ortaya çıkan sonuç saygıyla karşılanmış, direniş gösterilmeden yönetim (iktidar) Demokrat Parti’ye (DP) devredilmiştir. Unutulmamalı ki DP kadrosu 1946 öncesinde Cumhuriyet Halk Partisi içindedir; CHP içinde çöreklenmiş ve Atatürk yaşamını yitirinceye kadar sessiz kalmış, kendini pek belli etmemiş ama yaşamdan ayrılır ayrılmaz yalın kılıç Cumhuriyet karşıtı eylem ve söylemlere başlamış toprak ağası (mütegallibe), din bezirgânı, tefeci, vurguncu (kibarcası spekülatör), yabancı sermaye bayii, yine kendilerini o döneme kadar gizlemeyi başarmış İttihat ve Terakki artıkları, işbirlikçi, tüm bu kesimlerle güçbirliğinden çıkar sağlayan bürokrat kesimidir. (Mustafa Kemal’in çok partili yönetime ilk geçme denemesinin karşı –muhalif- partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı Mustafa Kemal’e ve Türk Devrimine suikast partisi olarak kuranlar da bunlardır.) Anılan kesim Altı Ok programına aykırı olarak (çünkü bu programın özü tam tersidir,), ulusu Cumhuriyetten soğutan “jandarma devleti” uygulamalarının da sorumlusudur. 1950 seçiminin DP’ce kazanılmasında 1939-1946 döneminin etkisi açıktır. Ayrıca 1946’da CHP’den ayrışsalar da bir bölük DP anlayışlı CHP’de kalmış, çürümeyi hızlandırmışlardır.
İşte 1950 – 1960 yılları arasında Türkiye’yi sözde yöneten DP-Adnan Menderes, Celal Bayar yönetiminin, “sözde” sözcüğünü kullanmamıza da neden olan kötülüklerinden yalnızca birkaçı:
-Yönetime gelir gelmez adeta Türk Devrimine, cumhuriyete savaş açan söylemi başlattılar.
-Milletvekillerini “isterlerse hilafeti getirebilecek” eylem genişliğinde gördü ve gösterdiler. (Amaca dikkat!)
-DP milletvekillerine, muhalefete istediği cezayı verebilecek yargı ve cezalandırma yetkisi verdiler.
-Türkiye’nin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye birden çok yerde saldırı düzenlettirildi, taşla başı yarıldı. “Asker kaçağı” gibi saçma karaçalmalarıyla aşağılanmaya çalışıldı. Etem Menderes’in günlüğüne göre, Adnan Menderes, İ. İnönü’yü asmaktan söz edebiliyordu.
-Profesörler, bilim çevreleri “kara cübbeliler” denilerek değersizleştirilmeye çalışıldı. Bu aynı zamanda eğitimsiz kitlenin “aşağılık kompleksi”nin kışkırtılmasıdır, sömürülmesidir, yönlendirilmesidir.
-1954 yılında köy enstitülerini kapattılar. Bu karar ve uygulama toprak ağalarıyla Adnan Menderes’in anlaşmasının sonucudur; böyle olduğunu Kinyas Kartal açıklamıştır.
-Basın ve her kesimden karşı güçler üzerinde yoğun baskı kurdular.
-6-7 Eylül 1955 kıyımını düzenlediler. Çok sayıda Rum yurttaş öldürüldü; yüzlercesi yaralandı. Kıyımın ardından büyük bölümü Türkiye’yi terk etti.
-28 Nisan 1960’ta, Tahkikat Komisyonu yasasının kabulünü protesto eden öğrencilerden İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla öldürüldü.
-Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi polis tarafından kurşunlandı. Adnan Menderes, Fakülte Dekanı Prof. Dr. Fehmi Yavuz’u evinden arayarak, kurşun izlerinin kapatılmasını istedi; Fehmi Yavuz ret etti.
-1957 Seçimlerinde yoğun biçimde hile yapıldı.
– Dönemin Lübnan iç savaşındaki taraflardan Hıristiyan Falanjistlere ABD’nin isteğiyle, yüzlerce uçak silah, mühimmat gönderildi.
-Vatan Cephesi adı altında, aralarına sahte adlar da karıştırılarak, Türkiye’de halk düşman cephelere ayrılmak istendi.
-Ekonomide ulusal – kamusal yapı sürekli aşındırıldı. ABD’nin Marshall Planı çerçevesinde Türk ekonomisi ABD ve diğer yayılmacı etkisine tümüyle açık duruma getirildi. Bunun gereği olarak ulaşım karayollarına, otomotiv dışalımına; tarım ise traktör dışalımına yoğunlaştırıldı; demiryolları ile denizyolları geri plana itildi.
-Dönemin Başbakanı Adnan Menderes olağanüstü bir kibirle davranır (narsist-megaloman) duruma geldi; sözde özel yaşamında cinayete kadar varan suçların dolaylı öznesi oldu.
Belirttiğimiz gibi, bunlar yapılan kötülüklerin yalnızca birkaçıdır. Devlet yönetmekte ülkeyi istilacılara, yayılmacılara faşist düzen kurarak teslim ediyorsanız, ulusu özgürleştirme programı olan Türk Devrimini yıkmaya çalışıyorsanız bunun yaptırımını da ulusun “direnme hakkı”nın doğacağını da biliyorsunuz demektir. (Yasalarda tacir için bile “basiretli” davranma karinesinden-varsayım- söz edilir… Kaldı ki burada konu devlet yönetmek, ulus yararını gözetmek!)
“Direnme hakkı” demişken, Alman Anayasasına bakalım:
İkinci Dünya Savaşının ağır zulmünü yaşamış / yaşatmış Almanya’nın savaştan sonra 23 Mayıs 1949 tarihinde yaptığı Anayasanın 20. maddesi şöyledir:
“[Devletin ana ilkeleri; direnme hakkı] (1) Almanya Federal Cumhuriyeti, demokratik ve sosyal bir Federal Devlettir. (2) Egemenlik tümüyle halkındır. Halk, egemenliğini, seçimler ve oylamalar aracılığıyla ve yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donanmış özel organlar eliyle kullanır. (3) Yasama, anayasal düzene, yürütme ve yargı organları ise yasa ve hukuka bağlıdırlar. (4) Bu Anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir”(Vurgu benim GG).
Peki, Almanlar, Alman Anayasasını yapanlar böyle bir maddenin yazılmasına, tarihe kaydedilmesine neden gerek duydular? İkinci Dünya Savaşına bile neden olan Hitler faşizminin acıları ardından yapılan Anayasada, böylesi bir madde yazmak yerine, “Canım, Hitler gibi biri, bir faşist daha çıkarsa bile sandık yeniden konur, o Hitler bozuntusu sandıkta yenilir, hile falan da yaparsa ki yapar, ne olmuş yani, önemli olan demokrasi! Yaşasın demokrasi…“ diyemezler miydi?
Şurası açık ve bilimsel bir gerçektir: Demokrasinin olmazsa olmaz kurumları, yapı taşları, ilkeleri çalışmaz duruma getirilmişse, orada artık demokrasinin d’sinden söz edilemez. Hâlâ varmış gibi davranmak halkı aldatmaktır. İktidarı ve muhalefetiyle çıkarların sürdürülmesi çabasından başka bir şey değildir. Bu tutum halkı daha büyük yıkımlara, Hitler faşizmi koşullarına sürükler. Sahi, yıkım oluştuktan sonra, Alman halkı Hitler faşizmine karşı her “zor”u denedi, başarabildi mi?.. Ola ki başarsaydı, demokrasi mi yoksa demokrasiyi, özgürlüğü yok eden güç mü çiğnenmiş olacaktı?
1961 Anayasası’na gelelim. Hemen başlangıcında ulusun “direnme hakkı”ndan tam da bu nedenle söz edilmiştir:
“Başlangıç”
Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti;
Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak milli birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve;
‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ ilkesinin, Milli Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak;
İnsan hak ve hürriyetlerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve sosyal temelleriyle kurmak için;
Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilan ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adalete ve fazilete âşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün, ulusunu iki kez çok partili yaşama, demokrasiye ulaştırmaya çalışmış (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka) o bilge insanın Bursa Söylevi’ndeki sözlerine benzerlik dikkat çekici ve anlamlıdır.
27 Mayıs 1960 Devrimini ABD mi Yaptırdı?
Son zamanlardaki bir sol yaklaşımda da 27 Mayıs 1960 Devrimini ABD’nin yaptırdığı savlanmaktalar. Bu sava göre, DP yönetimi, dolayısıyla Adnan Menderes Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’yle (SSCB) ilişki kurmaya ve geliştirmeye yöneldi. Bu nedenle ABD Menderes yönetimini gözden çıkardı. 27 Mayıs Devrimiyle DP yönetimini yıktı.
Bu sav bir yere kadar doğru, bir yerden sonra yanlıştır. ABD, belirtilen nedenle, DP iktidarından kurtulmak istemiş, devrime göz yummuş olabilir. SSCB etkenine ek nedenler de vardır. Adeta “hizmet” süresi dolan, çok işe karıştığı için çok şeyden haberi bulunan işbirlikçilerini tasfiye eder; onlardan kurtulur. Kural gibidir.
Ne ki ABD’nin devrimin hemen ardından süreci kendi yararına yönlendirmeye çabalaması (ki bunu her yerde yapar,) 1960 Devrimini ABD’nin yaptırdığı anlamına hiçbir biçimde gelmez. Devrimin sonuçlarına bakarak belirtmeli ki ABD görüp görebileceğimiz en özgürlükçü Anayasamızı neden yaptırsın? Hadi yaptırdı diyelim, 1971 Darbesini ve 1980 Darbesini (faşizmlerini ve Anayasasını) nasıl açıklayacaksınız?
Kanıt olarak Türkiye – ABD anlaşmaları ve ilişkilerinin 1960’tan sonra sürdürülüşüne yer verilmektedir. Ben daha bilinmeyenini de kendi araştırmalarıma dayanarak açıklayayım: 1960’tan sonra pek gerek yokken, ABD’den buğday dışalımı da sürdürülmüştür.
Sözkonusu siyasa tamamen diplomasi dengesi denen gerçeklikle ilgilidir. Yerküreye egemen bir yayılmacı güçle cepheden ve anlamsız savaşıma girişerek ulusal yararlar korunamaz. Bu yaklaşımımızın emperyalizme teslimiyetle bir ilgisi yoktur.
Ayrıca benzer gibi gözüken ulusal ve uluslararası olaylar, öz koşulları içinde, ayrıntılarıyla irdelendiğinde anlaşılabilir. Bir örnek: İran’da şah yönetiminin yıkılmasında ve İran İslam rejiminin kurulmasında ABD-AB yayılmacı planı açıkça vardır. Şah rejimi baskıcı olduğu kadar, sanayileşmeye ve nükleer enerji kurulmasına da önem veriyor, girişimlerde bulunuyordu. Pehlevi rejiminin yerine getirilene bakınız, gerici Şii İslam rejimi! İran halkı yararına hiçbir kazanım yok! Bu çok önemlidir. Ayetullah Humeyni nerede korunmuştu, sığınması ve örgütleme çalışmalarını yürütmesi sağlanmıştı? Fransa!
27 Mayıs Devrim önderliğini, kanıtsız, belgesiz ABD piyonu saymak, Türk halkının, canına tak eden baskıya karşı direnme isteğini ve bunun askeri önderlikle örtüşmesini önemsememek ve göz ardı etmek anlamına gelir; haksızlıktır.
İran’da Humeyni de halkın desteğini alarak geldi. Ne ki ilerici, özgürleştirici bir amaçla değil, tam tersi. Halk, can derdiyle bir faşizmden diğerine savruldu.
27 Mayıs Devriminin değeri ve önemi günümüzde anlaşılamazsa hiçbir zaman anlaşılamaz!
http://www.telgrafhane.org/2019/06/23/27-mayis-1960-ya-da-sol-yanilgi-ornegi/