Kimin Ordusu? (Mete Hisarlıoğlu)
Ordu kavramı, içinde olunan her tarihsel kesitte çeşitli anlamlar barındırıyor olsa da, genellikle askeri bir çağrışım yapmaktadır. Bu çağrışımın temelinde de Silahlı Kuvvetler yatmaktadır. İnsanlık tarihi, savaşımlardan da öte, savaşlarla biçimlenmiştir. Tarihin diyalektiği gereği, her son bir başlangıç, her savaş da bir yapım veya yıkımı öncelemiştir. İnsanlığın, insani ilişkilerin sonuç veremez duruma geldiği her süreçte savaşlar ortaya çıkmıştır.
İlkel tarım toplumlarından bugüne, yerleşik hayata geçiş sürecinde, sermaye sahipleri, sahip oldukları sermayeyi sürdürmek ve büyütmek istenciyle, toplumların karşısında silah kullanma yoluna gitmişlerdir.
Tarihsel kesitler içerisinde, silah savunmak veya saldırmak için kullanılan araçların tümü olarak algılanabilir. Toplumlar tarihinde politika, ekonomi, siyaset, kültür, birer silah olarak kullanılabilirken, salt silah olarak algılanabilen ateşli silahlar buna örnek olarak verilebilir.
Toplumlara dayatılmaları sürecinde savunma sanayi olarak adlandırılan silahlanma kavramı, toplumun devletin yerine geçtiği ülkelerde olumlu sonuçlar verirken, toplum-devlet çatışmasının yaşandığı ülkelerde, devletin toplumdan koptuğu ve var olan devlet aygıtlarının topluma dönük birer tehdit unsuru haline gelmesi anlamlarına gelmektedir.
20nci yüzyılda yaşanan savaşlar ele alındığında, İspanya İç Savaşı ve Fransanın Naziler tarafından işgali sırasında silahlanma kavramı, ateşli silahlar ve hava taarruz uçaklarına sahip olmak biçiminde algılanmış, ancak çoğu kez stratejik bütünlük sağlanamamasından dolayı emekçi halk zarar gören kesim olmuştur.
Buna benzer ilişkiler günümüzde de süregelmektedir. Türkiye özelinde, 19uncu yüzyıldan başlayan bütün demokratikleşme girişimleri çeşitli silahların etkisi altında gerçekleşmiştir. 1839 Tanzimat Fermanında Yenileşme ve Modernleşme kavramlarına gönderme yapılarak, din ayrımının ortadan kalkması ve ekonomik yeniliklerin gerçekleşeceği vurgusu yapılmıştır. 1856 Islahat Fermanında ise, çöküş sürecindeki Osmanlının ekonomik hamlelerle ayakta tutulması amaçlanmıştır. 1876ya gelindiğinde ise hürriyet kavramı silah olarak kullanılmış ve halk otoritesi karşısında gerileyen devlet otoritesi tarafından meşrutiyet ilan edilmiştir.
Literatürde Meşrutî Monarşi olarak da görebileceğimiz bu kavramla birlikte Son Dönem Osmanlısı veya o dönem için yeni bir kavram olan Türkiye, farklı bir sürece girmiştir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile birlikte silahların niteliği bir kez daha değişmiş, ateşli silahlar ve düzenli ordu kavramları belirleyici olmuştur. 1908e gelindiğinde ise, Osmanlının üretici güçleri, silah olarak örgütlenme olgusunu kullanmış ve Ekmek ve Hürriyet Kavgasını büyük ölçüde kazanmıştır.
1inci Paylaşım Savaşının başlamasıyla birlikte, Türkiyede yaşayan tüm emekçi-yurtsever insanlar, söz konusu emperyalist saldırıya karşı koymak için öncelikle bölgesel birliktelikler biçiminde yurt savunmasına ateşli silahlarla katılmışlar, ardından düzenli ordu kurma girişimlerinin başarıya ulaşmasıyla birlikte de Kurtuluş Savaşını gerçekleştirecek olan Ordunun temelleri fiilen atılmıştır.
Yeniçeri Ocağının kapatıldığı 1826dan Ulusal Kurtuluş Savaşının başladığı kabul edilen 1919a kadar geçen sürede yeniden örgütlenen bütün silahlı kuvvetler, yeni Türkiye Devletinin Ordusu biçimine gelmiştir. Günümüz Türkiyesinin temelinin atıldığı İkili İktidar Döneminin başladığı 1920 yılında ise, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin birleşmesiyle, parçalanan çok uluslu bir imparatorluk devletinin ardından ulus devlet girişimi ve ulus-devlet meclisi ortaya çıkmış, bu meclisin iradesi altında düzenli ordu kurma girişimleri hız kazanmıştır.
Tarih yazıcılarına göre kökeni Büyük Hun İmparatorluğu dönemine dayandırılan Silahlı Kuvvetler, MÖ. 209 yılında kurulmuştur. 10luk sistemin geçerlilik kazandığının kabul edildiği bu yıldan 1920ye kadar geçen süreçte ise, Silahlı Kuvvetler çok sayıda nitelik ve nicelik değişimine uğramıştır. 1923 Cumhuriyetiyle birlikte ise askerlik kavramı, yeni kurulmuş devletin temel gereksinimlerinden kabul edilmiş, günümüze kadar da bu biçimde süregelmiştir.
2nci Paylaşım Savaşında son bir yıl hariç tarafsız kaldığı varsayılan Türkiye Devletinde, Ordu kavramı, çeşitli nedenlerden dolayı her zaman ön planda olmuştur. Çok partili sisteme geçilmesinin ardından, muktedirlerin bireysel çıkarları için memleketin Amerikancılaştırılmasına karşı, 27 Mayıs 1960ta Silahlı Kuvvetler yönetime el koymuş, tarih yazımında bu girişim, ilerici ve yurtsever bir hamle olarak kayıtlara geçmiştir. Aynı Ordu, 12 Mart 1971de Muhtıra vermiş, muktedirlerin aynı tavır ve davranışlarını sürdürmeleri durumunda yeniden yönetime el koyacağını bildirmiştir. Türkiyenin en özgürlükçü anayasası kabul edilen 1961 Anayasasındaki haklara dayanarak güçlenen Türkiye İşçi Sınıfı, 1968 Hareketinin de etkisiyle daha örgütlü bir biçim almış, 1970lerde en güçlü düzeye ulaşmıştır. Üretimin istikrarsızlaştığı bahane edilerek, Türkiye İşçi Sınıfının direncini kırma yönünde 1978-79da 1inci ve 2nci İstikrar Programları, Amerikancı politakalar gereği yürürlüğe sokulmuştur. Dönüp dolaşıp geldiğimiz 24 Ocak 1980 Kararlarıyla uygulamaya koyulan 3üncü İstikrar Programının uygulanmasını garantilemek amacıyla da 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gerçekleşmiştir.
1980den 2002ye kadar geçen süreci bütünsel olarak ele aldığımızda, o günlerde IMF-ABD etkisinde sürdürülen neo-liberal politikaların meyvesinin son 12 yılda alındığını görüyoruz. İleri Demokrasi yalanlarıyla fazla ileri giden neo-liberal dinci gericiliğin 2013 Haziranında duvara tosladığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Artık 1923 Cumhuriyetinin yaşamadığını biliyoruz. AKPnin 2010da ilan ettiği noktasında uzlaştığımız 2010 Cumhuriyetinin yaşamayacağını da biliyoruz. Askeri Vesayeti kaldırma vaadinde bulunan terör örgütü AKPnin, Türkiyeyi Polis Vesayeti altına soktuğunu görüyoruz. İşte bu noktada Hangi Ordu? veya Kimin Ordusu? sorularını sormamız gerekebilir.
Türkiye Sol Tarihinde kurulan pek çok devrimci örgüt, silahlanmalarının sonucunda, kendilerine
Ordusu demişlerdir. Sayıca yetersiz olmaları nedeniyle, egemen iktidarın yönetiminde olan Devlet Ordusu tarafından bastırılmışlar, yok edilmişlerdir. Egemenlerin kendi meşruiyetini sürdürmek için gerçekleştirdikleri bu girişimler, resmi tarih yazıcıları tarafından olumlanmak zorunda kalmıştır. Öte yandan, sınıflar savaşımı bağlamında ele alındığında, kimin ordusu? sorusu, gerçek anlamda yanıtlanması zorunluluk taşıyan bir sorudur. Örneğin, geçtiğimiz yıl, Suriyeye silah ve mühimmat taşıyan MİT tırları, Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı Jandarma ekiplerince durdurulmuştur. Öte yandan Roboski Katliamını da, Silahlı Kuvvetlerin İHAsı gerçekleştirmiştir.
Dünya üzerindeki bütün Ordular, diğer bir deyişle Silahlı Kuvvetler, yapıları gereği emir-komuta ilişkileri ve mutlak itaat kavramını esas almaktadırlar. Kitle yönetimi gereği, kusursuz işlemek zorunda olan bir hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşinin en alt kavramında yer alan her birey, birey olma özelliğinden arındırılarak, örgütsel işleyişteki en küçük birimin birer parçası durumuna indirgenmektedir. Bu, günümüz Türkiyesinde TSK için de böyledir, EGM/Polis Teşkilatı için de böyledir. Mutlak hiyerarşinin olduğu bu tür kurumlarda karar mekanizmalarının muktedirlerle olan ilişkileri her yönüyle belirleyici olmaktadır. Öte yandan, yine aynı ilişkiden dolayı, hiyerarşinin en üstünde yer alanlar, uygulamayı gerçekleştirmemekte, yalnızca karar almaktadırlar. Kararı uygulamak ise hiyerarşinin en altında yer alanların sorumluluğundadır. İkili karşıtlıklar bağlamında ilerleyen tüm bu ilişki biçimlerinde, karar mekanizmaları, kararlarını uygulatabilmek için, operatör olarak adlandırabileceğimiz alt düzey sorumluluları, maddi ve manevi baskı altında tutmakta, ideolojik saldırılarda bulunmakta, soyut değerleri sömürmekte, vatan-millet-sakarya söylemleriyle dolduruşa getirmektedir. Hem Polis Teşkilatında hem de Silahlı Kuvvetlerde Amirlerin emri kanunlara uygun olmak zorundadır, kanunsuz emir uygulanmaz söylemleri ancak kâğıt üzerinde kalmaktadır. Görece bakıldığında ise, son yıllarda emekçi halk üzerinde terör estiren Çevik Kuvvet polisleri ve amir kadrosu, hükümet yanlısı olduğu bilinen kişilerden seçilirken; Silahlı Kuvvetlerin karar mekanizmalarını oluşturan Subay kadrosu, memleketin en iyi eğitim-öğretimine sahip bireylerden oluşmaktadır. Bu yargıyı Generaller düzeyinde kesin olarak söyleyebilecek durumda olmasak bile, emirleri uygulamakla yükümlü Subay ve Ast-Subay kadrosunun, Halkın Askerleri olduğunu söylemek görece olanaklıdır.
1908 Devriminde Balkan Halklarının Monark Abdülhamide karşı silahlanarak örgütlendiği; Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu dönemde ise, halkın, gayrı-meşru İstanbul Hükümetine karşı silahlanarak Kurtuluş Savaşı verdiği bilinmektedir. 1917 Büyük Ekim Devriminde ise Çarlık Ordusunun en etkili gücü olan Kazakların Kornilov Olayı sonrasındaki zaman diliminde Devrimci Askeri Komite içinde yer aldığı gerçeği görmezden gelinmemelidir