Hangi Kürtler, hangi sol?
Kürt siyasetini tek parça görerek analiz yapmanın ve her türlü eleştiriden münezzeh tutmanın ne Kürtlere ne de toplumsal muhalefetin dinamiklerine faydası var. Önemli olan bu eleştirileri sol ve demokrat bir düzlemden yöneltebilmek
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN
Bu hafta birbirleri ile yakından ilişkili iki konuyu beraberce tartışmak niyetindeyim. Biri, Ruşen Çakırın gazetecilik başarısı olan Cemil Bayık röportajının düşündürdükleri; diğeri ise Selahattin Demirtaşın cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde ona yakın bir oy almasının ardından demokrat ve sol çevrelerde boyut değiştiren ve hatta yer yer polemiğe dönüşen muhalefet hattının ne olması gerektiğine dair tartışma. Erdoğanın Çankayaya seçimle çıkmasıyla muhafazakâr otoriteryanizmin tamamlanma aşamasına gelindiği bu noktada birleşik muhalefet imkânlarını tartışabilmenin önkoşulu mevcut tarihsel ve toplumsal şartları çok boyutlu analiz etmek olduğuna göre, ürkmeden ve de çekinmeden konuşma zamanı çoktan gelmiştir.
İki farklı yorum
Kürt siyasetinin kazandığı ivme karşısında demokrat ve sol çevrelerde iki farklı yorum göze çarpıyor. Bunlardan ilki Kürt siyasetinin tarihsel mücadelesini kıymetli ve devrimci gören, toplumsal muhalefet içindeki yerini önemseyen ve fakat hareketin dinamiklerinin sol-demokrat bir çizginin tek başına lokomotifi olmasına yetmeyeceğini düşünen çizgi. Kürt hareketinin, diğer sol, demokrat ve sosyalist hareketleri içinde eritecek ya da domine edecek bir kapasiteye ulaşması gibi pratik bir sebebin yanı sıra teorik zeminde Kürt hareketinin temsil ettiği politik hattın kimlik siyasetiyle kaçınılmaz olan ilişkiselliğinin sınıf mücadelesini yıpratma potansiyeli olduğu düşünülüyor.
Diğer yorum ise Kürt siyasetinin sahip olduğu birikim ve kadroyla Türkiyedeki sol sosyalist muhalefetin en büyük bileşeni olduğuna dair önermeleri içeriyor. Tüm ezilenlere hitap eden bir siyasetin, Selahattin Demirtaşın seçim kampanyasında kendini yerlileştirmiş bir radikal demokrasi tanımıyla gösteren çizginin, otoriter muhafazakârlığın cenderesinden çıkış yolu olduğunu ileri sürüyor. Bu yorum, Kürt siyaseti hakkında tutum alan ve ilk başta özetlemeye çalıştığım çevreyi kimi zaman ulusalcılık kimi zaman da arkaik solculuk ile itham ediyor. Aslen sosyalistliği bir kimlik siyasetine indirgediklerini, Kürt hareketini milliyetçilik diyerek küçümsediklerini, radikal demokrasi tartışmalarını liberal proje olarak reddettiklerini söyleyerek de muhalefet etmenin yolunu biz biliyoruz pozisyonunu kendilerince ele geçiriyor. Kabaca kategorize ettiğim bu iki bakış açısının menzilinde çeşitli ara formlar da var şüphesiz; ancak tartışmanın mevcut hali, ara formların kendilerini ifade etmesi için elverişli değil. Kürt siyasetinin katmanlı bir yapı oluşturduğunu, devrimci ve anti-kapitalist unsurların yanı sıra Kürt hareketi üzerinden klientalist ağları kapitalist ekonomiye eklemlenmek için kullanan aktörlerin de aktif olduğu ve bu nedenle de sınıfsal mücadele için topyekûn bir ittifaktan söz etmenin gerçeklerle bağdaşmadığı genellikle atlanıyor.
Daha önce birkaç kez daha yazdım; Demirtaşın aldığı oy oranının toplumsal muhalefetin önemli bir kısmında heyecan uyandırması, bu oyların aynı zamanda HDP projesine verilmiş olduğu yanılsamasını da beraberinde getirdi. Hâlbuki Demirtaşın Kürt siyasetinin kemik oylarının üzerine kazandığı her bir oy, bizatihi Demirtaşa verilmiş oydu ve kendisinin yürüttüğü başarılı seçim kampanyası kadar konjonktürel gelişmelerin de bir sonucuydu. Sosyalistlerin hatta Demirtaşa oy veren az sayıdaki CHP seçmeninin radikal demokrasi söylemine omuz verdikleri için oylarını Demirtaştan yana kullandıklarını söylemek zor; tıpkı HDPnin Demirtaşın kampanyasındaki çizgiyi bundan sonraki parti siyaseti için yöntem olarak belirleyeceğini kesin görmek gibi. Tüm bu nedenlerle Demirtaşın aldığı oyu, ilk genel seçimlerde HDPnin alacağı oy oranı olarak kestirmek siyaseten çok isabetli bir öngörü değil. Bir başka deyişle HDPnin tüm sol ve demokrat çevreler için cazibe merkezi haline gelerek toplumsal muhalefete ivme kazandıracağını iddia etmek için henüz erken. Radikal demokrasi çıkışının yeni bir tartışma gibi ele alınması ise başlı başına ilginç. 1990larda Türkiye gündemine gecikmeli olarak geldiğinde kısmen devrimci bir siyasi pozisyon olarak düşünülebilecek radikal demokrasi talebi, bugünün toplumsal muhalefet kompozisyonunda artık hiç de o kadar radikal değil. Ancak bu başka ve uzun bir diğer yazının konusu.
Kandilin pozisyonu
Ruşen Çakır ile konuşan Cemil Bayık, hem Türkiyedeki süreç hem de Irak ve Suriyeyi merkeze alan ama tüm Ortadoğu dengelerine içine gelişmeler hakkında örgüt aklının bakışını anlattı. Burada dikkat çeken Ortadoğunun kaygan ve çatışmalı zemininde PKKnin kendi etkinlik ve meşruiyet alanını öncesine nazaran daha geniş kesimlere kabul ettirecek fırsatı yakalaması. Daha önce PKK için söylenen modernist-kapitalist devletlerin aracı suçlamasını Bayık İŞİDe yöneltiyor ve İŞİDe karşı en büyük direncin de kendilerinden geldiğini ileri sürüyor. Kürt siyasetinin onurunu kurtardık sözleri ve İŞİDe karşı ortak mücadele için önerdikleri, PKKnin artık doğrudan Ortadoğuda Kürdistan coğrafyasını aşacak kadar nüfuz elde ettiğini düşündüğünü ortaya koyuyor. Türkiye iç siyasetine dair söyledikleri ise Kandilin reel siyaseti dağdan iyi izlediğine dair kanaat oluşturuyor. AKP ile her türlü al-ver ilişkisinin reddedilmesi ve başkanlık ya da yarı-başkanlık sisteminin risklerine ilişkin söyledikleri, sürece dair AKP tabanı içindeki gerilimleri bilen, hükümete çok da güvenmeyen ve destek için sol ve demokrat çevrelere AKP eleştirisi üzerinden göz kırpan bir duruşu düşündürtüyor.
Kandilden gelen açıklamaların HDP ve marjinaller çerçevesinde tartışılması tüm bu özetlediklerimin göz ardı edilmesine yol açtı. Bayık her fırsatta olduğu gibi bu röportajda da Öcalan ve siyasi kanatla farklı rollere sahip olduklarını ama tam uyum içinde davrandıklarını iddia etti. Hâlbuki Kürt siyasetinin içinde yöntem ve amaç konusunda tam bir oydaşma olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Mevcut konjonktür henüz fay hatlarının belirginleşmesine müsaade etmiyor; ancak tablo net bir biçimde ortaya çıktığında yeni çatışma sahalarına tanık olacağız. Gerçekten demokratik bir özyönetim isteyen siyaset ile otokton halk olduğunu kanıtlama adına Balkanlardan Kafkaslardan gelenlere had bildiren ya da her melanetin müsebbibi olarak Ermeni ve Rum lobisini işaret eden siyaset aynı çatı altında kalmaya devam edebilir mi?
Yeni köprüler?
Türkiyenin toplumsal muhalefet unsurları ile Kürt hareketi arasındaki bağların kopmaması, ülkede demokratik muhalefetin yeniden inşası için çok hayati. Kürt hareketi Türkiyenin sol ve sosyalist çevrelerinden mahrum kalırsa içindeki sağ ve milliyetçi unsurların hegemonyasına girebilir. Uzun yıllar boyunca elde edilen demokratik dinamizm bir anda heba olma riskiyle karşılaşabilir. Aynı şey Türkiye solu için de geçerli; Kürt siyasetini tamamen dışlamak, sol muhalefetin ulusalcılar tarafından sağ bir pozisyona mahkûm edilmesine yol açabilir. Öyleyse yeni iletişim kanallarının açılması için demokratik tartışmaya ihtiyaç duyulduğunu kabul etmekle işe başlayabiliriz. Haziran direnişlerinde tesis edilemeyen bağ şimdi kurulur mu? Buna net cevap vermek zor ancak şapkayı önümüze koyma zamanı. Kürt siyasetini tek parça görerek analiz yapmanın ve her türlü eleştiriden münezzeh tutmanın ne Kürtlere ne de toplumsal muhalefetin dinamiklerine faydası var. Önemli olan bu eleştirileri sol ve demokrat bir düzlemden yöneltebilmek
Yazarın bu kadar uzun yazmasına hiç gerek yoktu, yazısını solcular kürt hareketinden koparsa ulusalcı olur demeye getirmiş. Kürt hareketinden kopmayanlar ve kürt önderliğinin her türlü yapılanmasının içine girenler ne yapmış; sola bir katma değer mi katmışlar?