Marksizm-Leninizmin reddi: Post-Marksizm
Yazarlar, üst-belirlenimi kendi tekellerine alıyorlar ve herhangi bir sürece öncelik taşıyan her görüşü özcü olarak itham ediyorlar. Karikatür böylece daha belirgin oluyor. Ya özcüsünüz ya da üst-belirlenimcisiniz; ama bu üst-belirlenimde hiçbir türden belirleme yok; tersine her süreç her süreci üst-belirliyor.
Cengiz Alemdar
20. yüzyıl komünizmin hayaletinin somutla buluşmasının yüzyılı oldu. Burjuvazi, her yeni buluşmada, bu hayaleti daha da lekelemek için elinden geleni yaptı. Bir önceki yüzyıldan dersini iyi öğrenmişti. Artık şiddetin yanı sıra komünist ideolojinin içine de sızıyordu. Mücadele geliştikçe bu sızıntı temizlendi; geriledikçe tekrar ortaya çıktı. Yüzyılın başında buna II. Enternasyonal adı verildi; Lenin bu lekeyi Sovyetler ile temizledi. Yüzyılın sonundaysa post-marksizm adını aldı. Sınıf mücadelesi yükseldikçe post-Marksizm düştü; mücadele düştükçe post-Marksizm yükseldi. En güçlü olduğu yerler toplumsal mücadelenin yok düzeyinde olduğu yerlerdi. Kapitalizmin üretimi parçaladığı dönemde aklı parçalamayı kendine görev biçmiş post-modernistlerin Marx okuyanları olarak ortaya çıktılar. Onlara işbölümünde Marksistlerin aklını parçalamak düştü. Siyasette ise, Leninizmin reddini kendilerine şiar edindiler. Kimileri doğrudan Lenini karşılarına aldı; ama daha çok Lenini kullanarak Leninizmi reddettiler. Mahallelere, fabrikalara giremediler; zaten böyle bir amaçları da yoktu. Onlar üniversiteleri, öğrencileri ve orta sınıfları dönüştürmekle ilgilendiler. Türkiyeye de geldiler. Hiçbir toplumsal olayda yer almadılar. Üniversitelerinden çıkmadılar. Üniversite içinden sola seslendiler. Yığınla dergi çıkardılar. Radikal ve Taraf gazetelerinde kendilerine yer buldular, sayfalar dolusu yazı yazdılar. Hepsi tek bir amaç uğruna: Solun devrimciliğini törpülemek.
Post-Marksizmin teorik altyapısı
Post-Marksizm, Marksizmin içine Althusser ve onun anti-tarihselciliği kapısından sızıyor ve yaptığı ilk şey ekonominin, Althusserde gördüğümüz, son kertede belirlemesini yok saymak oluyor. Kendilerine karşı olan Marksistleri ise özcülükle suçluyorlar. Onlara göre geleneksel Marksistler, iktisadi olmayan süreçleri, neredeyse yok sayıyorlar ve iktisadi süreçleri doğrudan belirleyen ve iktisadi olmayan süreçleriyse doğrudan belirlenen süreçler olarak algılıyorlar. Kısacası geleneksel Marksistler için üstyapı altyapının kölesidir. Hatta daha da ileri gidiyorlar ve geleneksel özcü Marksistlerin bu farklı süreçleri basit bir neden-sonuç ya da öz-görüngü düzeyine indirgediklerini söylüyorlar. (1) Doğrudan isim vermeseler de geleneksel-özcü Marksistler, aslında postlaşamamış Marksistler; ya da Marksist-Leninistler. Post-Marksistlerin burada yaptığı, karşıt düşünceyi en uç düzeyde karikatürize etmek ve sonra bu karikatür üzerinden eleştiri yapmak. Tahmin edileceği üzere Marksizm-Leninizme sıcak bakmayan post-marksistlerimiz, Stalinden nefret ediyorlar. Amerikada ün yapmış iki post-marksistin, Stephen Resnick ve Richard Wolffun birlikte yazmış oldukları Bilgi ve Sınıf (Knowledge and Class) adını taşıyan, bildiğim kadarıyla Türkçeye çevrilmemiş, kitapta açıkça yazıyorlar, Staline bakışları Hitlere bakışlarından çok farklı değil. (2) Tam olarak bu sebepten dolayı, onların karikatürize edilmiş geleneksel Marksizm tasvirlerinin yanlışlığını gösterebilmek için Stalinin Dil Üzerine makalesinden alıntı yapıyorum: Üstyapıyı doğuran temeldir, ama bu, hiç bir zaman, onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgen, yansız olduğu, temelin yazgısına, sınıfların yazgısına, rejimin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına gelmez. Tersine, üstyapı bir kez doğunca, etkin pek büyük bir güç olur, temelin billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder; eski düzenin ve eski sınıfların yıkımının tamamlanmasında ve onların tasfiyesinde, yeni düzene yardım etmek üzere gereken bütün önlemleri alır. Özetle, üstyapı-altyapı ilişkisinde emir-komuta zinciri diye bir durum yok. Geleneksel Marksizmde ya da Marksizm-Leninizmde bu türden bir tek yönlü nedensellik yok. O halde Resnick ve Wolff kimden bahsediyor, bilemiyoruz.
Resnick ve Wolff üzerinden devam edersek, şok edici bir diğer tez ise Marxın materyalist olmadığı tezi. Bu tez, yukarıda bahsettiğim kitabın hemen girişinde, 5. sayfada öne sürülüyor. Neden sorusuna ise cevapları şu şekilde: Eğer doğal süreçlerin veya iktisadi süreçlerin toplumu veya düşünmeyi belirlediği söylenirse, bu onların üst-belirlenim prensiplerine aykırı düşüyor. Çünkü bu yazarlar, üst-belirlenimi kendi tekellerine alıyorlar ve herhangi bir sürece öncelik taşıyan her görüşü özcü olarak itham ediyorlar. Karikatür böylece daha belirgin oluyor. Ya özcüsünüz ya da üst-belirlenimcisiniz; ama bu üst-belirlenimde hiçbir türden belirleme yok; tersine her süreç her süreci üst-belirliyor. Bu aşırı-üst-belirlenimcilikten materyalizm de nasibini alıyor ve yerini rölativizme bırakıyor. Rölativizm ise nesnel dünyanın reddi olarak kodlanıyor. (3) Nesnel dünyanın Marksizmde reddedilmediğini görmek için Engelsin Anti-Dühringinin Felsefe kısmını okumak yeterli. Marksizmde bu türden bilinmezciliklere yer yok. Mutlak doğru ya da mutlak gerçek Marksizmde olmayan kavramlar; ne var ki, post-Marksistler bilerek nesnel dünya kavramını seçiyorlar ve onu reddediyorlar. Sızma noktaları ise Thomas Kuhn oluyor ve onun paradigma kavramını alıp, her Bilim adamının olayları belli bir paradigmayla incelemesi, dolayısıyla olaylara yorum katması gerçeğinden nesnel dünyanın reddi, rölativizmin kabulüne ilerliyorlar. Post-Marksistler bunu hep yapıyorlar, Kuhna da yapıyorlar; Kuhnu sanki rölativistmiş gibi sunuyorlar. Ters tepiyor ve Kuhn kendini bu lekeden koruyor, öyle olmadığını söylüyor; ancak hâlâ devam ediyorlar; bu da Kuhnun trajedisi oluyor.
Yukarıda da söyledim, Anti-Dühringde Marksizmin rölativist olduğu yolundaki zehirli savın panzehiri var; ancak buraya oradaki metinden daha kısa olan E.H. Carrın Tarih Nedir kitabındaki rölativizm eleştirisini alıyorum: Bir dağ, farklı görüş açılarından farklı biçimlerdeymiş gibi gözüküyor diye, bundan o dağın nesnel olarak hiçbir biçimi yoktur ya da biçimleri sınırsızdır sonucu çıkarılamaz. Tarihin kurulmasında yorum vazgeçilemez bir rol oynadığından ve varolan hiçbir yorum bütünüyle nesnel olmadığı için her yorumun bir öteki kadar iyi olduğu ve ilkece tarih olgularının aslında nesnel yoruma elverişli olmadığı sonucu da çıkmaz. (4) Carr çok güzel özetlemiş. Evet, hepimiz farklı açılardan dağa bakıyoruz, dolayısıyla hepimiz dağın farklı bir kısmını görüyoruz; ancak bu demek değildir ki, dağın nesnel bir gerçekliği yoktur. Dağ oradadır. Daha da ötesi, bazılarımızın dağa bakış açısı bu nesnelliğe daha yakındır; bazılarımızınki ise tamamen bu nesnelliği örter niteliktedir. Dünyanın nesnel gerçekliğini reddetmek Marksizmi örter. Marksizmi kendimize kılavuz seçtiysek; dünyanın nesnel gerçekliğini kabul etmek durumundayız. Marksizm bir bütündür, eğer ki bu bütünden materyalizmi koparır, yerine rölativizmi koyarsanız; o artık Marksizm değildir.
Post-Marksistlerin rölativizminin ardında üst-belirlenimci Marx okuması var. Yanlış anlaşılmasın, bu kavram Althusserde de var; ancak onlar Althusseri de Marxı okudukları gibi okuyorlar; dolayısıyla bu kavram da Althusserdeki anlamından uzaklaşıyor. Ben bu ayrımı belli etmek için Post-Marksistlerin üst-belirlenimciliğine aşırı-üst-belirlenimcilik diyeceğim. Aşırı-üst-belirlenimciliği anlamak için yeniden Resnick ve Wolffun ortak yazdıkları kitaba başvuruyoruz ve orada aşırı-üst-belirlenimciliğin, her sürecin her süreci etkilediğini ve hiçbirinin diğerinin üstünde bir üstünlüğü olmadığını görüyoruz. Kolayca anlatabilmek için bir analoji kurmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Ekonomik, doğal, politik ve kültürel süreçler başlıkları altında toplanan her süreci bir feodal derebeyinin kalesi gibi düşünelim. Bu kaleler birbirleriyle ticaret yolları üzerinden bağlılar; ancak hiçbir kale diğerini ele geçirecek kadar güçlü değil. Kimi zaman bir kalenin, mesela sınıfsal süreç kalesinin öncülük ettiği, kimi zaman başka bir sürecin öncülük ettiği bir dünyadır, post-Marksist dünya. Son kertede ekonominin belirleyiciliği de yoktur; dolayısıyla bütünlük yalnızca bu ticaret yollarıyla sağlanmaya çalışılmaktadır. Bütünlük anlayışı reddedilmiştir ve onun yerine birbiriyle bu ticaret yolları üzerinden etkileşen parçaların toplamına ulaşılmıştır. Daha doğru bir ifadeyle kapsamlı anlayış tasfiye edilmiştir. Henri Poincarénin, bilim nasıl gelişir, sorusuna verdiği cevap çok önemlidir: Bilim, hem çeşitlilik ve karmaşıklığa hem de birlik ve basitliğe doğru gelişir. Burada çeşitlilik ve karmaşıklıktan somut; birlik ve basitlikten teori anlaşılmalıdır. O halde bilim nicelik veya nitelikçe daha çok somutun içinde birlik ve basitlik arayışıdır. Bu noktadan ilerlersek Resnick ve Wolffun karmaşıklıkta basitlik arama çabalarını reddetmeleri, (5) aslında, bilimin reddi oluyor. Örnek verirsek, her maddenin atomlardan oluştuğunu söylemek somutun karmaşıklığı içinde birlik ve basitliği bulmaktır. Bu bağlamda, Post-Marksist bir bilim adamı olabilir mi, bu sorunun cevabının olumlu olabileceğini sanmıyorum.
Post-Marksizmde sınıf analizi
Resnick ve Wolff, kendi Post-Marksist teorilerini Marksiyen teori olarak sunduktan sonra, biraz daha somuta iniyorlar ve sınıf analizi yapmaya başlıyorlar. Kitabın başında yaptıkları analizler, yapacaklarının teminatı oluyor ve sınıf analizini de geleneksel Marksizmden bambaşka bir biçimde yapıyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse Teori kısmında biraz ipucunu veriyorlar; ancak Epistemoloji kısmında patlıyorlar: Sınıf iktisadi bir kavram olarak Resnick ve Wolff için sadece bir giriş noktası özelliğini taşıyor; ancak kesinlikle diğer toplumsal olayları etkileyen diğer süreçlerin önüne geçmiyor. Yani sınıfın toplumsal hayatı etkilemede diğer herhangi bir süreçten, kültürel veya politik veya doğal süreçlerden hiçbirinden daha güçlü bir etkileyiciliği yok. Sınıf, diğer herhangi bir süreç kadar önemli ve kendisi de bir süreç. Daha doğrusu, Resnick ve Wolff için sınıf bir sıfat; tek başına kullanılamıyor. Demokrasi kelimesiyle eş tutuluyor denilebilir. Nasıl ki demokrasinin burjuva karakterli mi, proleter karakterli mi olduğu sadece demokrasi kelimesinden anlaşılmıyorsa, sınıf kelimesinden de, tek başına, Resnick ve Wolff bir şey anlamıyorlar. Bu yüzden sınıfsal süreç ya da sınıfsal konum gibi kavramlar kullanıyorlar. Dolayısıyla Komünist Manifestonun sonundaki Dünyanın bütün işçileri, birleşin! sloganını anlayıp anlamadıklarını bilmiyorum.
Baştan bir isim olarak sınıf kavramını reddettikleri için, sınıfı parçalamak gibi bir seçenekleri veya kaygıları bulunmuyor; onun yerine sınıfsal süreçleri ve konumları parçalıyorlar. Sınıfsal süreçleri ise ikiye ayırıyorlar: Asli sınıfsal süreç ve kapsanmış (subsumed) sınıfsal süreç. Asli sınıfsal süreç, bir malın üretimi, işçinin oradan ücretini alması ve kapitalistin de artı-değere el koyması süreci olarak tanımlanıyor. Artı-değerin paylaşılması sırasındaysa kapsanmış sınıfsal süreç başlıyor ve bir önceki süreçte artı-değere el koyan olarak karşımıza çıkan kapitalist, bu defa kapsanmış sınıf konumunu alıyor ve sömürüden payına düşeni alıyor. Bunun dışında sınıfsal olmayan süreçler var ki, onlar da kısaca bu ikisine dâhil edilmeyen her şey oluyor. Başta söylemiştim, sınıfsal süreç ekonomik bir süreç dolayısıyla, örneğin, politik süreçler sınıfsal olamıyor; en fazla etkileyebiliyor; yani politik süreçlerin analizinde sınıfsal bakmak ve oradan anlamaya çalışmak reddediliyor. Bunun dışında ekonomik olup sınıfsal olmayan süreçler var; örneğin bir işçiye kredi açan bankacı, herhangi bir sınıfsal sürecin içine girmemiş oluyor. Dolayısıyla sınıfsal süreç kalesi, diğer süreçlerin kalelerinden ayrılıyor. Bununla da kalınmıyor; aşırı-üst-belirlenimcilik ortaya çıkıyor ve herhangi bir sınıfsal sürecin veya konumun diğerine baskın çıkamayacağı söyleniyor. Dolayısıyla işçi-kapitalist çelişkisi ile, örneğin kapitalist-güvenlikçi çelişkisi ya da sanayici-tüccar çelişkisi toplum için aynı öneme sahip. Post-Marksistlerin Louis Bonaparteın 18 Brumaireini okuyup okumadıklarını, bu noktada sorgulamak durumundayım; 1848 Fransası bize gösterdi ki, proletarya ayaklanınca egemen sınıflar, çıkarları ne kadar çatışırsa çatışsın, proletaryayı bastırmak için birleşmeye çalışıyorlar.
Aşırı-üst-belirlenimci Marx okumasını kenara koymanın ve Marxta iktisadi altyapının veya sınıfın ne kadar öncelikli bir role sahip olduğundan hızlıca bahsetmenin zamanı geldi. Komünist Manifestoda yazıyor, Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. ekonomi Politiğin Eleştirisinin meşhur Önsözünde ise, Marx, iktisadı toplumsal yapıda nereye koyduğunu yazar: (6) Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu alıntıya Stalinin alıntısını eklersek şöyle bir sonuç çıkıyor: İktisadi altyapı üstyapıyı önceler. Altyapıdaki dönüşümler üstyapıdaki dönüşümleri beraberinde getirirler. Ancak bu hiçbir zaman üstyapının altyapının emrinde olduğu anlamına gelmez. Somutlarsak, devrimci partinin politik mücadelesi olmadan sosyalist devrim olmaz. İktisadi temel yeterince gelişmeden de devrim olmaz, Spartacusün ya da Thomas Müntzerlerin çabaları ne yazık ki kaybetmeye mahkûmdur. Ne var ki, bir defa Sovyet Devrimi yapıldıktan sonra, artık üstyapıda köklü bir dönüşüm dönemi başlar.
Bu alıntılardan Marksizmin post-modernist yorumcuları Resnick ve Wolffun da haberdar olduğunu tahmin ediyorum. Tam da bu sebepten ötürü, sınıf analizi yaptıkları bölümün sonlarına doğru çok şaşırtıcı bir cümle eklemişler. (7) Kitabın yazarları Marxın zaman zaman bu türden iktisadi altyapıya ve sınıfa öncelik veren analizlerinin acil polemik amaçlarla yazıldığını söylüyorlar. Bu cümleyi karşıma alıp eleştirmeyi düşünmüyorum. Sadece bu cümlenin nerelere kadar çekilebileceğini göstermekle yetineceğim. İlk olarak, bu cümleyi kullanarak Marksizmdeki bütün teorileri, bütün yöntemleri saf dışı bırakabilirsiniz. Bunun üstüne bir de aşırı-üst-belirlenimciliğin parçalılığını eklersek, elimizde, Kuhndaki anlamıyla, paradigma olamamış bir Marksizm kalacaktır. Bu da bize Orta-Çağ aklını hatırlatacaktır. Sosyal bilimler alanında Orta Çağda bir paradigma yoktur, demek ki Marksizm Orta Çağa ait veya Orta Çağ düşüncesiyle oluşturulmuştur. Bilim değildir; çünkü bir paradigma değildir. Büyük kısmı polemik amaçlarla yazılmıştır. Marxı post-Marksist olarak değil de, Marksist olarak okuyanlar ise ya Marx gibi polemik amaçlardan dolayı özcü okumuşlardır, ya da Marxı anlamamışlardır! (8) Resnick ve Wolff, bu kitapla bizlere Marxın Marksist değil, post-Marksist olduklarını gösteriyorlar ve yeni nesillerin Marxı yanlış anlamamalarını sağlıyorlar!
Resnick ve Wolffun SSCBye ve planlamaya bakışına Yarınların sonraki sayılarında değineceğiz.
Referanslar:
(1) Resnick, Stephen A.; Wolff, Richard D.. Knowledge and Class: A Marxian Critique of Political Economy. University of Chicago Press,1987. s. 3
(2) İbid, s. 245
(3) İbid, s. 18
(4) Carr, E.H. Tarih Nedir?. İletişim Yayınları, 2010. s. 31
(5) Resnick & Wolff. A.g.y. s. 3
(6) Marx, Karl. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz. http://www.kurtuluscephesi.com/marks/katki.html
(7) Resnick & Wolff, A.g.y. s. 161
(8) Resnick & Wolff. A.g.y. s. 162
yarınlar net