Samir Amin, Fikret Başkaya Söyleşisi: Amerikalıların İstediği Yegane Şey, Bölgenin Kaos Ortamına Sokulmasıdır
Fikret Başkaya: Geçen yılın Eylül sonunda Cezayirdeki kollokyumdan 11 ay sonra seninle yeniden buluşmak güzel bir sürpriz oldu. Türkiyeye hoş geldin. İstersen şöyle başlayalım. Emperyalist savaşlar söz konusu ama aslında emperyalist saldırı savaşı veya emperyalist işgal demek daha doğru. Sana göre bu savaşların asıl nedeni ne? Emperyalist kamp bu savaşlarla neyi amaçlıyor? Bir de bu savaşlar neden Orta-Doğuda, Kuzey ve Doğu Afrikada odaklanıyor?
Samir Amin: Önce neden emperyalist müdahaleler var ve bunlar neden Orta-Doğuda odaklanıyor? Çünkü neo-liberal, neo-emperyalist yeni dünya düzeni sürdürülebilir değil. Artık çevre ülkelerin büyük çoğunluğunda sosyal planda tam bir yıkım tablosu söz konusu ve bu asla tahammül edilebilir bir durum değil. Bir zamanlar Maonun dediği gibi, dünya kapitalist sisteminin çevresindeki Güney ülkeleri, doğası gereği fırtına bölgesi (zone de tempête) olmaya devam ediyor. Zira oralarda dünyanın geri kalanını sömüren emperyalist ülkelerdeki gibi asgari düzeyde bile bir istikrarı sağlama imkânı yok. Emperyalizm için çevre (periferi) her zaman tehlikeli ama bazen daha da tehlikeli olabiliyor. Dolayısıyla sürdürülebilir olmayan bu durum ancak dünyanın militer denetimiyle mümkün olabilir. 90da Sovyet sisteminin çöküşünden beri bir önleyici savaş stratejisi geçerli. ABD ve müttefikleri de [AB ve Japonya] bu politikayı destekliyor. Ancak gezegenin militer denetimi sayesinde mevcut statükoyu koruyabilirler ki, bu aslında daha da gerilere giden bir stratejinin devamı. İşte NATO yeni bir şey değil. Ne demişlerdi NATOyu kurarken? Saldırgan bir Sovyetler birliği var ve ona karşı bir savunma ittifakı oluşturuldu ve sadece Avrupanın savunması amacıyla
Tabii asıl amacın hiçte öyle olmadığı ortadaydı
Sadece Avrupayı kapsayan bir savunma ittifakı değildi
Sorunun ikinci kısmına gelirsek, neden bu bölgeyi seçtiler? Aslında bu ABDnin bilinçli bir stratejik tercihiydi. Dünkü konferansta da söylediğim gibi, bunun bir çok nedeni var ve esas itibariyle de üç nedeni var diyebiliriz: Birincisi, orası petrol zengini bir bölge. Bölgenin doğrudan militer denetimi, sadece ABD için değil, müttefikleri için de büyük önem taşıyor. Bu, petrol [enerji] kozunu elde tutmak demek. Tabii düşmanları için de önemli sonuçları var. İşte ABD o kozu elinde tutmak istiyor; ikincisi, özellikle coğrafi konumu kritik öneme sahip.
jeostratejik önemi diyorsun?
Tabii, tabii, jeostratejik pozisyonu çok önemli. Zira, orası Eski Dünyanın kalbidir, merkezidir. Dikkat edilirse, Bağdat, Moskovaya, Pekine, Singapura, Johannesburga eşit uzaklıktadır. Dolayısıyla bu bölgenin doğrudan militer denetimi, emperyalistlere uzun mesafedeki bölgelere askeri birliklerini kolay ulaştırma, kolay müdahale imkânı demek; Ve üçüncüsü de bölgedeki rejimler çok zayıf. Yenmesi kolay ülkeler. Mesela Uzak Doğu dikkate alınırsa, orada kötü bir deney yaşadılar. Vietnamda ABD yenildi
Ukraynada olup-bitenler Suriyede, Irakta, Libyada olup bitenlerden bağımsız değil. Sana göre ABD başta olmak üzere Batılıların Ukraynada peydahladıkları krizin başka yerlere sirayet etme riski var mı?
Evet öyle bir tehlike var ama önce neden Ukrayna seçildi? Ukrayna çok suni, çok yapay bir ülke.. Aslında orada üç bölge var.. Bu günkü Ukraynanın önemli bir bölümü eski Rus İmparatorluğunun bir parçası. Kırımı saymıyorum o zaten Rusdu ve Rusyaya dahildi. 1917 de devrim olduğunda bütün o bölgede bir iç savaş yaşandı, tabii başka yerlerde de. Bölgedeki halk özellikle de Leninin toprak ve barış vaadinden sonra, köylü kitleleri ve çok sayıda entellektüel devrimci Bolşeviklere katıldı ve bunların çoğunluğu Yahudiydi.
Zira o bölgede önemli bir Yahudi azınlık yaşıyordu. Öte yandan mülk sahibi sınıf, toprak sahipleri ve küçük burjuvazinin önemli bir kısmı karşı devrim safında yer aldı ve küçük burjuvazide de köklü bir antisemitizm söz konusuydu. O kadar ki, devrim safına geçen Yahudi aydınlara Hitler, judeo-bolşevik [ Yahudi-Bolşevik] adını takmıştı. Ukraynalıların bir kısmı da Avusturyalıydı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna dahildi. Onlar da Rus devrimine katılmadılar. Sürecin dışında kaldılar. Ancak daha sonra önce 1939da ve sonra da savaşta, 1945 de Ukraynaya katıldılar. Birinci mesele bu; ikinci nokta, bilindiği gibi Sovyetler Birliğinin sınırları 1924 de çizildi. Bu sınır çizilirken Rus olmayanlara Ruslardan daha çok toprak verdiler. Bununla Sovyetler Birliğinin Rus İmparatorluğunun bir devamı olmadığını göstermek istediler. Bu, Büyük Rusya egemenliği artık söz konusu olmayacak demeye geliyordu. Dolayısıyla tarihsel olarak Ukraynaya dahil olmayan bölgeleri de Ukrayna sınırları içine aldılar. Yeni Ukrayna denilen bölge Rus çoğunluğun yaşadığı yerdi. Aynı şekilde Karadeniz sahilindeki Odesa bölgesi de Rus idi, Ukrayna değildi.
Neden böyle bir şey yaptılar o halde?
Bunu yaptılar çünkü Sovyet sisteminde etnik unsurun önemli olmadığını düşünüyorlardı. Sınırların önemli olmadığı anlayışı vardı. Şu veya bu etnik unsurun, azınlığın Rus veya değil varlığı önemli değildi onlar için. İşte Yugoslavyaya bak! Komünist rejim, onun lideri Tito, oradaki cumhuriyetlerin sınırını çizerken, asla etnik sorunu esas almadı. Hristiyan Sırp, Müslüman Sırp, Hırvat, vb. ayrımı yapmadı. Dolayısıyla sınırlar o dönemde önemli değildi ve tamamiyle yapaydı. Ne zaman ki, o yapay sınırlar aniden bağımsız devletlerin gerçek sınırı haline geldi, işte sorunlar da o zaman başladı
İkinci Dünya Savaşında dünyanın her yerinde, Türkiyede de faşistler vardı ve ekseri pro-naziydiler. Bu faşistler Sovyet devrimi yıllarındaki karşı devrimci kampı referans alıyorlardı. İç savaşta emperyalist kamp tarafından desteklenenlere gönderme yapıyorlardı. İkinci dünya savaşı sona erdiğinde, Naziler yenilgiye uğratılınca, Nazi Almanyası safında savaşan faşistlerin liderleri Batı Cephesine transfer edildiler. Kitleler halinde İtalyaya taşınıp Amerikalılara teslim edildiler. Eğer Doğuda Sovyetler Birliğinde kalsalardı, hain Naziler olarak kurşuna dizileceklerdi. Ve Amerikalılar, müttefikler arasındaki anlaşmayı ihlâl ettiler. Oysa o anlaşmaya göre tüm savaş suçluları ait oldukları ülkelere iade edilecekti. Yani Sovyetler Birliğine teslim edilmeleri gerekiyordu
Bunlar ABD ve Kanada tarafından siyasi mülteci olarak kabul edildiler. Özellikle de Kanada çoğunluğunu kabul etti.
Bunları sayısı ne kadardı peki?
Sayıları çoktu. Belki 10 binler. Bunlar aşırı anti-komünist ve aşırı anti-Rus, pro-faşist unsurlardı. Mesela bunların teorisyenlerinden biri, Donsof, -ki, Kanadada 1975 de öldü- tüm hayatı boyunca jüdeo-bolşevizm söylemini ısrarla sürdürdü
Ona göre iki ana düşman komünistler ve Yahudilerdi
Ve onun anti-semitizmi hiç bir zaman sorun edilmedi
Ne zaman ki, Ukrayna bağımsızlığını kazandı (1990) kitleler halinde geri döndüler, kitleler halinde
Yani o tarihte kitleler halinde Kanada ve ABDden döndüler diyorsun. Doğrusu bu benim için tam bir sürpriz oldu. Zira sorunun o boyutundan habersizdim!
Evet, evet aynen öyle. Kitleler halinde Ukraynaya döndüler. Ve faşist milisler oluşturdular, örgütlendiler. Elbette kitlelerde bir memnuniyetsizlik vardı ve dünyanın her yerinde var ama Maidandaki hükümet karşıtı gösterileri asıl örgütleyenler, Batının devasa finansal desteğiyle, bu faşist militanlardı. Oradaki göstericiler de Kiev halkı değildi. Onlar faşistlerin yoğun olduğu bölgelerden Maidana otobüslerle taşındılar, doyuruldular, hatta silahlandırıldılar. Bu vesileyle bu operasyonda Polonyanın katkısına ve desteğini de unutmamak gerekir
Bu durum, hemen ülkenin güneyinde ve doğusunda müthiş bir tepkiyle karşılandı. O bölgelerde yaşayan kitleler bu durumu kabullenmeye niyetli değillerdi
İlk sloganları da zaten anti-faşist söylemleri içeriyordu. İşte olaylar böyle gelişti
Batılılar Ukraynada bu faşist unsurları sonuna kadar desteklemede karalı göründüler
Muhtemelen de Ukraynayı NATOya dahil etme niyetleri var. Tabii Rusyanın böyle bir durumu kabullenmesi mümkün değildi. Zira bu, Rusyanın kalbine nüfuz etmek gibi bir şey. Tabii Ukrayna nüfusunun önemli bir bölümünün de bu durumu kabullenmesi mümkün değil. Faşistlerin vahşetinden maalesef pek söz edilmiyor. Şu anda Ukraynada faşistler tarafından yapılan baskı tam bir fecaat halini almış durumda: Gazetecileri öldürüyorlar, komünistleri, eski komünistleri, sendikacıları katlediyorlar ve bütün bunlardan hiç söz edilmiyor bile
Peki bu saldırı karşısında Putin Rusyası ne yapıyor? Batılılar Putini direnişçileri desteklemekle suçluyorlar. İyi de desteklemeyip de ne yapacaktı? Karşı taraf tüm imkânları seferber ederek faşistleri desteklerken, Putin ne yapsındı? Aynı zamanda ve dünkü konferansta söylediğim gibi, Putinin bir zaaf var ki, ben ona büyük sapınç diyorum. Gerçekten bir yandan emperyalist saldırıya karşı direniyor, kavramın olumlu anlamında ulusal çıkarları savunuyor, anti-emperyalist bir duruş ortaya koyuyor; öte yandan da içerde liberal bir politika uyguluyor ki, o liberal politikalar tam bir yıkım tablosu ortaya çıkarıyor
Zira Rus halk kitlelerinin, günlük başka sorunları, dertleri var
Bir de tabii yeni Rus burjuvazisini destekliyor, güçlendiriyor. Oligarşik, Batı yanlısı komprador burjuvaziyi destekliyor ve Batıyla cepheden bir çatışmaya girmekten çekiniyor. Aslında çok nazik, çok kırılgan bir durum söz konusu ve kısa vadede kimin kazacağını söylemek zor. Aldığımız sınırlı haberlere göre -ki, oradan haber almak çok zor- Ukrayna ordusunun çoğunluğu savaş istemiyor. Savaş yanlısı olan küçük bir faşist azınlık sadece
Kaldı ki, Rus ve Ukrayna halkları kardeş halklardır. Birbirlerine çok yakındırlar. Ruslar ve Ukraynalılar arasındaki dil farkı da çok önemsizdir. Sanki biraz kuzey-Güney Fransa, kuzey-güney İtalya farkı kadar. Dolayısıyla bir ülkeyi zayıf bir dil farklılığından dolayı parçalamak abestir. Bilmiyorum Türk dili için de benzer bir durum var mı? Mesela Rumeli Türkçesiyle Anadolu Türkçesi arasında da benzer bir fark var mı? Dildeki sınırlı bir nüans, bir bölünme ve parçalanma gerekçesi yapılabilir mi?
BRICS ve benzer blokların oluşması dengeleri değiştirebilecek jeopolitik sonuçlar doğurabilir mi?
Evet ama sadece belirli derecelerde. BRICS, yani Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, bu beşli, birbirinden çok farklı ülkeler ki, Batılılar onlara yükselen ülkeler* diyorlar. Bu şu demek: Bu ülkelerin özerk [sauvereign] bir projeleri var ve bu proje, neoliberal yayılmanın mantığıyla çelişiyor/çatışıyor. Bu sınırsız, dizginlerinden boşanmış neoliberalizmi sorun ediyorlar ve küreselleşmenin koşullarını pazarlık konusu yapmak istiyorlar demek
Yani neoliberal küreselleşmenin mantığına uyum sağlamayı reddediyorlar. Ama bunlar içinde öyle gerçekten özerk, iç tutarlılığı olan bir projeye sahip olan yegane ülke Çin.
Diğerleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil diyorsun?
Evet. Demek istediğim o. Rusya öyle değil. Rusyanın gerçek bir özerk [souvereign] projeye sahip olabilmesi için, neoliberalizmin mantığının dışına çıkması gerekiyor. Sanıyorum şu sıralar Rusyanın Ukraynada yaşadığı sorunlar onu o yöne doğru itiyor ama durum belirsizliğini koruyor. Gerçi Hindistan bir önceki hükümet zamanında özerk bir projeye sahip olduğu izlenimi verdi ama bu gün iktidarda olan Hindistan Milliyetçi Partisi (BJP] politik İslamcı parti gibi bir şey. Müslüman Kardeşlerin öz kardeşi gibi sanki
Aşırı gerici, aşırı neoliberal, ve aşırı dinci fanatik, Müslüman karşıtı, Hintçi bir parti. Böyle bir rejimden fazla bir şey beklemek abestir. Bir kaç hafta önce bir grup Hintli dostumla birlikteydik bu sorunu tartıştık. Onlar da BJP iktidarından pek bir şey beklemiyorlardı, süreci daha ileriye taşıma kabiliyeti olmadığı düşüncesindeydiler. Tabii bu durum hep öyle mi kalır
bu belli değil. Brezilyanın da özerk [sovereign] bir projesi yok. Brezilya burjuvazisi çok güçlü, özellikle de finans burjuvazisi çok güçlü. Fakat aynı zamanda Lulayı iktidara taşıyan bir halk hareketi var. Netice itibariyle bu ikisi arasında bir kompromi (uzlaşma) var. Ve bu kompromi belirli dozda bir sosyal politika uygulamasına imkân verdi. Aynı şekilde belirdi dozda bağımsız dış politikayı da mümkün kıldı ve diğer Güney ülkeleriyle, Latin Amerika ve özellikle de Çin, Rusya, Hindistan ve diğerleriyle yakınlaşma mümkün oldu. Fakat çok sayıda çelişki var yani. Güney Afrikaya gelince, Güney Afrika çok daha zayıf. GerçiApparteid (ırkçı) rejimine karşı büyük bir zafer kazanıldı ama ekonomik alanda hiç bir şey değişmedi. Öyle bir kompromi oluştu ki, ekonomi politikadan ayrıldı. Politik alanda Apperteid söz konusu değil, işte hükümette çok sayıda Siyah bakan var, başkan da Siyah ama ekonomik statüko aynen olduğu gibi yerinde duruyor.
Yani ekonomik planda en küçük bir değişiklik olmadı diyorsun?
Önceki duruma göre en ufak fark yok. Her şey yerli yerinde duruyor. Mesela toprakların %83ü bu gün de Beyazlara ait! Fakat her şeye rağmen ve sonuç itibariyle bu beşlinin bir pazarlık gücü de var tabii
ABD Iraka karşı bir önleyici savaş ( guèrre preventive) açabiliyor ama aynı şeyi, Hindistan, Rusya ve Çin için göze alamıyor. Netice itibariyle bir kapasiteleri, potansiyelleri var
Potansiyel bir kapasiteleri var!
Aynen öyle. Dolayısıyla çok kutuplu bir dünya vizyonları var ama bu kapitalizm dahilinde bir çokkutupluluk. Kapitalizm dışında ve kapitalizmle çatışma halinde bir çok kutupluluk değil
Fakat bu kadarı bile Batılılar için kabul edilemez bir şey
Bu kadarını bile kabullenmeye yanaşmıyorlar
Batılılar BRICSi ve onların çok kutupluluk projesini sulandırmak için önce G20yi peydahladılar. Çini, Rusyayı, Hindistanı, Brezilyayı ve Güney Afrikayı G20ye dahil ettiler ve dediler ki, bakın artık siz medeni (civilisé) devletler oldunuz, kalkındınız, o halde siz de bizim gibi yapın
Bırakın şu yoksul ülkeleri, kendi çıkarınızı gözetin
Fakat bu girişim başarısız oldu, büyü paramparça oldu
Zira bunlar büyük güçler sonuç itibariyle
Bu yılın Nisan ayında St. Petesburgdaki G20 toplantısı izlediğimde de onu fark ettim. Tüm G20 üyeleri Batının finansal liberalleşme projesine karşı çıktılar. Çin daha önce G20ye dahil değildi ve neoliberal finanslaşmayı reddediyor. Onu ikna etme çabası işe yaramadı. Tartışma Suriye üzerine odaklandı ama bir uzlaşma da hasıl olmadı. Bir yanda G7, yani emperyalistler artı benim demokratik Suudi Arabistan ve demokrasi şampiyonu, demokratik Katar Cumhuriyeti dediklerim; öte yanda Rusya, Brezilya, Çin, Hindistan, Güney Afrika
ve sonuç başarısızdı. BRICS Batılıların planını reddetti
BRICSi yükselen yeni emperyalistler veya en azından alt-emperyalistler olarak niteleyenler var. Bu tespit sana inandırıcı geliyor mu? Bu konuda ne söylemek istersin ?
Hayır! Emperyalizm kavramını istismar etmenin, yerli yersiz kullanmanın alemi yok! Kesin ve bilimsel olmak gerekiyor. Emperyalist sadece yayılma, genişleme niyetine sahip olmakla özdeş değil. İşte komşulara müdahale filan değil. Eğer öyle olsaydı, hini hacetten beri, çok eski zamanlardan beri emperyalizmin mevcudiyetinden söz edilirdi
Bu şekilde bir genelleme uygun değil. Emperyalizm kapitalizm çağına mahsus yeni bir olgu [phénomène], ileri kapitalizme mahsus bir şey ve maddi bir temeli var. Sadece kendi ülkelerinde değil, dünya ölçeğinde tekel statüsüne sahip olmak demek. Mesela bu tekellerden herhangi birine baksan, onun tüm dünyada etkinlik sağlamış olduğunu görürsün. Bunların dünyanın tamamındaki hammaddelere, doğal kaynakları ulaşma ve kullanma ihtiyacı var ve ürettiğini de dünyanın her yerine ihraç etmek durumundalar. Bunun için dünya pazarının onlara açık olması gerekiyor
Emperyalizm denilenin temeli işte bu. Böyle bir temele sahip olan da sadece Triad: Yani ABD, Avrupa, Japonya ve onun iki dış bölgesi dediğim Avusturalya ve Kanada. Tabii Avrupanın tamamı değil. Mesela Polonya ona dahil değil. Sadece Batı ve Orta Avrupa yani
İşte Almanya, Fransa, İngiltere ve bir kaç küçük ülke daha
İtalya bunlara dahil değil mi?
İşte biraz
Bu demek değil ki, BRICSin veya başkalarının durumu harika
Rusyanın, Çinin yayılmacı niyetleri olabilir, başka ülkelerin aleyhine, onların gelişmesini frenleyici, gerici sonuçları da olabilir ama bu kadarı onları emperyalist olarak nitelemek için yeterli koşul değildir. İstersen yakından bir örnek vereyim: Türkiye bazı komşu ülkelere müdahale etti. İşte Kıbrısa müdahale etti. Kuzeyi işgal etti
Evet o işgal hala devam ediyor?
Evet, evet söylediğin gibi işgal devam ediyor. Türkiye İslamcı teröristleri destekleyerek Suriyeye de müdahale etti
Bu kadarı Türkiyeyi emperyalist bir ülke saymak için yeterli olmaz diyorsun?
Evet öyle
Kim bilir belki Iraka da müdahale edecek! Ama bunlar Türkiyeyi emperyalist yapmaz. Türkiyenin bölgeye yönelik niyetleri elbette vardır ama yapabileceklerinin sınırı da genel jeopolitik tarafından belirlenmek koşuluyla.
Bölgede etkinlik sağlamak, neo-Osmanlıcık hayalleri mesela
Onun reel bir karşılığı yok ama ben rejimin ve Erdoğanın hakikaten öyle planları olduğunu da pek sanmıyorum doğrusu.
Mısırda, senin ülkende peş peşe iki büyük halk ayaklanması oldu. Kimi başka ülkelerde halk hareketleri patladı. Bundan ötesi hakkında neler söylemek istersin?
Bizde Mısırda dediğim gibi iki uzun yükselme [émergence] dalgası yaşandı. Biri 1920-1930larda Wafd hareketiyle, diğeri de Nasır döneminde 1950-1960larda. Bu yükseliş dönemlerinde halkın üç temel talebi vardı: Ulusal bağımsızlık talebi bilindiği gibi Mısır önceleri Osmanlığı imparatorluğunun bir bölgesiydi ama de facto bağımsız gibiydi. Mehmet Ali döneminde, özellikle de Hidiv İsmail zamanında öyleydi. Ardından 1882den sonra İngilizler tarafından illegal olarak işgal edildi ama bu geçici bir durumdu, yasal bir statü söz konuş değildi. 1954 ve 1955 de de tamamiyle dış hakimiyetten kurtuldu. Tüm yabancı ittifakların dışına çıktı ve yenilerine katılmayı da reddetti. Aynı şekilde emperyalistlerin taraf olduğu ve onlar tarafından peydahlanan, Türkiyenin de dahil olduğu Tahran ve Bağdat paktlarına katılmayı da reddetti. Mısırın argümanı şu idi: Emperyalistler tarafından kotarılan ve NATO üyesi Türkiyenin dahil olduğu bir ittifaka katılınamaz.
Bu Nasırın görüşüydü?
Evet, Nasırın teziydi. Eğer Türkiye NATOdan çıkarsa, o zaman bir Ortadoğu ülkesi durumuna gelir ve işte o zaman işbirliği olanaklı hale gelir diyordu. Zira, NATO üyesi bir ülke bağımsız sayılamazdı, tez buydu.
İkinci talep veya amaç, Sosyal adaletin sağlanmasıydı ki, Nasırcı Mısırlılar ona sosyalizm diyordu. Netice itibariyle, işte gelir dağılımın yeniden şekillenmesi-düzeltilmesi, Büyük sosyal hizmetlerin güvence altına alınması. Eğitim, sağlık
konut, kamu hizmetlerinin ihtiyaca uygun hale getirilmesi, Ve bütün bunlarla sosyal refahın güvence altına alınması. Aslında bu ne demek? Bir hamalın, bir bakkalın, bir işçinin çocuğunun eğitim sistemine dahil olup, doktor, mühendis, avukat, vb. olması demek, rejimin meşruiyet temelinin sağlamlaşması demektir
Üçüncü temel talep de toplumun demokratikleştirilmesiydi. Tabii bu çok muğlak. Oysa bizde 1920, 1930lu yıllarda Batı modelinde parlamenter bir demokrasi için önemli mücadeleler yapılmıştı. Oysa Nasır rejimi tam otokratik ve aşırı güvenlikçi bir rejimdi. Ama muhtemel katılımcı bir sosyal demokrasinin önünü açma istidadı da taşıyordu. Ondan sonra 40 yıllık bir dönemde o projenin külliyen tasfiyesi dönemi yaşandı
1970 sonrasında Sedat, ardından Mübarek dönemi tam bir katlanılamaz iflas tablosuydu
Tabii aynı zamanda tam bir meşruiyet kaybı
Neoliberalizme tam biat ve ABDnin, İsrailin, Körfez monarşilerinin hizmetçisi olmak, işte bu halkta büyük bir aşağılanmışlık duygusu yarattı ve sonuç büyük bir patlamaydı
Ne zaman patlama oldu- ki, gerçekten muazzam bir kalkışmaydı-, tüm ülke sanki ayağa kalkmıştı
Kievdeki Maidanla karşılaştırılırsa, onun 100 katıydı belki
O uzun Sedat-Mübarek rejimi yıllarının depolitizasyon koşullarında duyulan tek ses Müslüman Kardeşlerin, yani caminin sesiydi
Müslüman Kardeşlerin gerçi bir popülaritesi vardı ama sonuçta sistemin bir parçasıydı. Rejimin bir tür ortağı gibiydi. İsyancı kitle hemen seçim yapılsın istemiyordu. Ne gençler, ne işçi sendikaları, ne toprakları ellerinden alınmış, direniş halindeki köylü örgütleri, ne kadın örgütleri, ne orta sınıf örgütleri, işte serbest meslek örgütleri, mühendis, doktor, avukat, vb. bunların hiç biri baskın bir seçim istemiyordu. Demokrat Partide örgütlenmiş orta sınıfın çok küçük bir kesimi- ki, Batıdan parasal destek alan STKlar tarafından destekleniyordu- seçim istiyordu, o kadar
Sonuçta baskın bir seçimler yapıldı. Müslüman Kardeşler seçildi ama büyük şaibeler vardı. İktidar oldu ve çok çabuk gerçek yüzünü gösterdi. Eğer Mısırda bir hükümet darbesi (coup détat) olmuşsa, onu yapan Mursidir. Diyelim ki, seçildi, peki ne yaptı? İki ay sonra dedi ki, madem ki seçildim, artık istediğim her şeyi yaparım! Sadece geçmişimden dolayı yargılanmam söz konusu olmaz ama bundan sonra yapacaklarımdan dolayı da yargılanmam, yasal sorumluluğum söz konusu olamaz! Ve hızla kurumların tasfiyesine girişti: Yüksek Mahkemeyi lağvetti, Yüksek Yargıçlar Kurumunu lağvetti, Radyo-Televizyon Kurumunu lağvetti
Ve hepsinin başına Müslüman Kardeş militanlarını atadı. Hiç bir şeyi unutmadı
Eğer Erdoğan tüm resmi ve yarı resmi kurumları lağvetse, tüm üniversite rektörlerini, dekanlarını görevden alsa, bu Türkiyede hükümet darbesi olmaz mı? İşte o hükümet darbesi devasa bir muhalefetin ayağa kalkmasına neden oldu. Ve birinciden çok daha kapsamlı bir ayaklanma söz konusuydu.
Lakin, bu savunma amaçlı bir hareketti, bir ret hareketiydi, belirgin bir projesi, perspektifi olan bir isyan değildi. Ve bu durum ordunun kumanda mevkiine, Sissiye halkın safında olduğunu ilan etmesini sağladı. Halkla birlikte yürüdüğü izlenimi yaratıldı. Ve bu ordunun ve Sissinin popülaritesini muazzam düzeyde artırdı. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. Bu başka yerlerde de mesela Türkiyede de olsa halkın teveccühü az çok aynı olurdu. Zira, ortada aşırı politikleşmiş bir halk yok! Sıradan insanlar sorunları günü-gününe anlama-algılama eğilimdedirler. Eğer ordu bizimle Mursiyi alaşağı etmek istiyorsa bunda ne kötülük var!.. diyorlardı. Halk algısı işte böyle bir şeydir
Ve şimdi bu durumla yüzleşmek durumdayız. Açık olan bir şey varsa şu: Toplumun önemli bir kısmı çok az örgütlü ama önemli bir kısmı da bir taslak program etrafında toparlanmakta ki, ona program nüvesi diyebiliriz. Gerçi bir asgari program ama ciddi. Sadece sloganlardan ibaret değil. İnsanların sorduğu soru şu: bu ya böyle devam edecek ve sonuç daha da kötüye gidecek, ya da bu durumdan çıkmak için bir şeyler yapılacak.
Çin de dahil Yükselen Ülkeler denilenler, neoliberal küreselleşmeyi pek sorun eder görünmüyorlar. Sana göre bu doğru bir tespit mi?
Bu doğru değil. Çin projesi ta baştan itibaren neoliberal küreselleşmeyle çatışma halindeydi. Neoliberalizm sadece uluslararası ticarete dahil olma politikasından ibaret bir şey değil. Serbest ve denetimsiz sermeye hareketlerine, sermaye akışına açılmaktır. Çin hiç bir zaman onu yapmadı. Neoliberalizmin ne olduğunu görmek için içerde ne yapıldığına bakmak gerekir. İşte kamu hizmetlerinin tasfiyesi, ücretleri esnekleştirme, ölçüsüz özelleştirme, bunların hiç biri Çinde söz konusu olmadı. Toprak devlet mülkiyetinde ve esas itibariyle eşit bir şekilde köylülerin kullanımına sunulmuş durumda. Her köylü ailesi toprağı kullanma hakkına sahip. Öte yandan, yabancı sermaye meselesine gelirsek, Çin gerçekten yabancı sermaye çekiyor ama kuralları kendi koyarak. Dolayısıyla ulusal bir proje söz konusu. Amaç Çine özgü özerk bir endüstriyel sistem oluşturmak. Aynı zamanda da uluslararası planda rekabet yeteneği olan bir sanayi
Dolayısıyla Çin projesi kompleks bir proje ve kapitalist küreselleşmenin mantığıyla çatışma halinde.
Peki diğer yükselen ülkeler denilenler
İşte Hindistan, Brezilya, vb
Aslında onlarda geçerli olan Çine göre çok daha zayıf
Yakın zamanda BRICS tarafından bir kalkınma bankası kuruldu. Bu bankanın denklemde bir değişiklik yaratma istidadı var mı? IMFnin, Dünya Bankasının saltanatını sarsabilir mi?
Aslında BRICSin ve özel olarak da Çinin öyle bir şeyi gerçekleştirme imkânı var. Sana bir örnek vereyim. Brezilyanın Kuzey Batısındaki federe devletin Kalkınma Bankasının verdiği kredi, Dünya Bankasının verdiğinden daha büyük! Aslında Dünya bankası bana göre emperyalizmin propaganda bakanlığı gibi bir şey
Çin dahil BRICS ülkeleri Dünya Bankasının çok üstünde özerk fonları harekete geçirebilirler. Aslında isterlerse, Dünya Bankasını marjinalleştirebilirler ama çok çekinden davranıyorlar . ABD ile sert bir çatışmaya girmeye çekiniyorlar.
Temel sorunlar üzerinde Güney ülkeleri düzeyinde etkin bir ittifak ihtimali var mı? Zira belki Bazı Latin Amerika ülkeleri dışında, neoliberalizm kapanına kapılmayanı pek yok gibi
Bu konuda neler söylemek istersin?
Bir kere oldukça güçlü bir ittifakın oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Yani temel politik, jeopolitik ve militer konularda bir kavuşmanın olduğu çok açık görülebiliyor. Mesela bu, Suriye konusunda görüldü. Brezilya Esadı mahkûm etmeyi reddetti. Aynı şekilde Çin ve Rusya BM Güvenlik Konseyinde veto haklarını kullandılar ve Libya konusunda yaptıkları hatayı tekrarlamadılar. Zira Libyada yanıltıldılar, oyuna getirildiler
Dolayısıyla bir karşı ittifakın varlığı gayet açık. Ben bunu geçtiğimiz Nisan sonunda (2014) Bağlantısız Ülkelerin Cezayir Zirvesinde de gördüm. Politik söylemleri, Batının dünyanın her tarafındaki müdahale politikalarına karşı son derecede eleştireldi.
Aslında bu eğilim Latin Amerika ülkelerinde daha net ve güçlü demek mümkün mü?
Elbette eğilim Latin Amerikada daha güçlü, çünkü tarihsel ve geleneksel olarak bu ülkeler, Washington tarafından yarı-sömürgeleri (semi-colonies] gibi görüldüler. Dolayısıyla bu ülkelerin uluslararası planda bir inisiyatif almaları engellenmişti. Ama her şeye rağmen Güney Doğu Asyada ve Afrikada görünür bir farkındalık ve tepki var
Irakda bağımsız bir Kürt devletinin kurulma olasılığı yüksek mi? Ve ikinci olarak öyle muhtemel bir oluşumun bölgedeki dengeleri değiştirme potansiyeli ne olabilir? İşte İsraille ilişkilerin seyri, vb
Aslında bu sorunla ilgili senin söyleyeceklerin benden çok fazla. Çünkü soruna benden çok daha hakimsin. Kim bilir belki Kürt sorununu benden bin kat daha iyi biliyorsun
Benim bilgim sınırlı. Ama şu kadarını söyleyebilirim. Bir kere söylenenin ve bilinenin aksine, Osmanlı İmparatorluğu bir Türk İmparatorluğu değildi. İçinde Türklerin de bulunduğu çokuluslu bir imparatorluktu
Kürtler, Araplar, Arnavutlar, Ermeniler, Rumlar, vb
Büyük bir Müslüman çoğunluk ve Hrıstiyan Ermeni azınlık, vs
Osmanlı yönetici sınıfı Türk değil Osmanlıydı. İstihdam ettiği unsurların, devlet bürokrasisine dahil ettiği personelin etnik-kültürel-dini kökenini asla dikkate almıyordu. Bunun bir önemi yoktu
Türk olmuş, Kürt olmuş, Sırp olmuş, Hırvat olmuş, kökenin hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktu
Vezirler, valiler, bürokratik aygıtın tüm unsurları devşirilir, göreve alınırken, kökenlerine bakılmazdı
Şahsen ben de sözünü ettiğin bu sorun üzerinde, Yediyüz- Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi başlığını taşıyan kitabımda uzun uzun durmuştum. Zira, imparatorluk mantığı diye bir şey var ve orada etnik, din, mezhep, kültür bir sorun yaratmıyor. Netice itibariyle Osmanlı imparatorluğu, içinde köken olarak Türk olan unsurun da bulunduğu bir halklar toplamıydı?
Evet. Halk kitleleri istedikleri dili konuşabilirdi ve bunun hiç bir önemi yoktu.
Tabii İmparatorluğa haracı ödemek koşuluyla. Halktan istenen yegane şey, haracı ödemek ve uslu durmak, onun dışında pek karışma yoktu.
Halifenin Sunnî olmasının da bir önemi yoktu o bakımdan. Yönetici sınıf ayrı, halk kitleleri ayrı. Sadece oradaki halkın Osmanlının militer (askeri) varlığını kabullenmesi esastı. Aslında Etyopya için de aynı şeyi söyledim. Orada da çok güçlü bir imparatorluk, çokuluslu bir krallık vardı. Mesela Haile Selasiyenin saltanatında etnik/kültürel farklılıklar hiç bir zaman sorun edilmezdi. Yönetici sınıf katında bunun hiç bir önemi yoktu. O kadar ki, mesela başbakan Eritreliydi
Ve bu hiç bir sorun yaratmıyordu
Fakat ne zaman ki, belirli bir kapitalistleşme oluştu, biraz modernleşti, kentleşme, okullaşma ortaya çıkınca, yazı dilini öğrenme ihtiyacı belirdi mi, bürokrasiye, yönetim aygına dahil olmak için okuma/yazma, eğitim vazgeçilmez hale geliyor
O zaman hangi dili bildiğin, hangi dilde okuyup-yazdığın önem kazanıyor. Aslında orada bir küçük burjuva durumu söz konusu, bunlar halk içinden çıkmakla birlikte henüz egemen sınıf katına terfi etmiş de değillerdir, halk sınıflarıyla egemen sınıf arasında bir pozisyon söz konusudur. Ve bu çok önemli. Aynı şey Avrupada, işte, Avusturya- Macaristan için de geçerliydi. Orada Çek, Macar, Hırvat, vs. Türkiyedeki durum da aynıydı. Bu günkü Türkiye, Bir yanda Rumeli, Avrupa tarafı, Ege, İzmir, belki Ankaraya kadar olan kısmı bir yanda, diğer yanda Orta Anadolu, Doğu Anadolu, Kürtlerle de karışmış halde bir sürü kökenden insanın yaşadığı bir yer. Dendi ki, bu adı Türk olan bir ulustur. Tabii bunun bir dizi sorun yaratmaması mümkün değildi. Elbette sorun var, sorunlar var ama bu sorunların ilerici çözümü asla ülkenin, bölünmesinden, parçalanmasından geçmiyor
Zira ülkenin küçük parçalara bölünmesi, emperyalizmin işine gelen bir şeydir. Şahsen bölünmeyi/parçalanmayı gözeten bir çözümden yana değilim. Orada sorun birlik içinde çeşitliliği yönetebilme yeteneğini angaje eden bir şey
Türkiye için söylediğim, Irak için de geçerli. Denilebilir ki, işte Irakın sınırları yapay [artifielle] ama tüm sınırlar yapay
Sadece Irak değil yani?
Evet, evet, tüm sınırlar yapay. Netice itibariyle 1930lu yıllardan itibaren, Irakta anti-emperyalist bir ulusal hareket ortaya çıktı. Bu hareket daha sonra komünist eğilim, Marksist eğilim olmak üzere iki rotada yol aldı ama her şeye rağmen ulusçu/halkçı damar belirleyiciydi. Biri Dini, yani Sünni ve Şii ve diğeri etnik üçte biri Kürt, üçte ikisi Arap olmak üzere bölünmüş olduğu halde, global bir ulusçu proje mümkün olmuştu. Bir yanda anti-emperyalist, diğer yanda ilerici-halkçı [ki, sosyalist diyorlardı] bir program yürürlükte olduğu sürece, oldukça ve uzun bir zaman diliminde bir sorun çıkmadı. Rejime yeterli kitle desteği söz konusuydu. Ve tabi etnik ve dini mahiyette önemli bir sorun da yaşanmadı
Öyle olunca da Kürtler aynı Türkiyede de olduğu gibi: Kürtüz ama Iraklıyız, Arapız ama Iraklıyız diyebilirlerdi
Ve bunda bir çelişki, bir sorun yok. Amerikalıların müdahalesiyle durum tamamiyle değişti ve ülkeyi parçalamayı başardılar. Irakı üç parçaya böldüler: Şii Arap Irak, Sünni Arap Irak ve Kürt Irak
Şimdi durum fevkalade karışık ve belirsiz
Kuzeyde bir İslam Devleti peydahlandı ki, bu İslam Devleti denilen tanımı ve doğası gereği yayılmacıdır. Tüm Dünya Müslümanlarını kendine bağlama, kapsama iddiası ve perspektifi olan bir hareket
Türkiyeden Çine kadar tüm Müslümanları İslam Devleti bayrağı altında birleştirme hedefi var. Yani dünyanın tamamını fethetme peşinde
Bu yüzden tam bir çılgınlık hâli söz konusu
Tabii ülke böyle bir durumdayken, Kürt kitlede şöyle bir düşüncenin ve tepkinin oluşması anlaşılır bir şeydir: Madem ki, normal bir Irak devleti tarafından korunmuyoruz, ortada bir devlet yok, o zaman da Irakın özerk bir kültürel parçası olarak varlığımızı sürdürmemiz problemli demektir
Ortada etkin bir ordusu bile olmayan bir Irak varken, bağımsızlığımızı istemek, başımızın çaresine bakmak hakkımızdır
Tabii bunun Türkiyeye ve Iraka, Araplara bir dizi sorun yaratması kaçınılmazdır.
İrana da yaratmaz mı?
Elbette İran için de sorun yaratır. Bilmiyorum Erdoğan ve Türk yönetici sınıfı durumun vehâmetini kavramış mıdır? doğrusu ne yapacaklarını bildiklerini pek sanmıyorum. Öte yandan pozitif bir yanından da söz edilebilir. Biraz Arap, biraz Türkmen çok sayıda Kürtten oluşan Musul bölgesinin Türkiye sınırları dahilinde kalması Atatürkün rüyasıydı. Öyle olursa, Dicle- Fırat vadisi Türk olacaktı. Eğer Irakta bağımsız bir Kürt devleti kurulursa, bu Türkiye Kürtleri için bir sorun yaratma istidadı taşır. Çünkü Öcalanın rotayı değiştirmesi ve bağımsız bir devlet kurma perspektifini terk etmesi, -işte ortak tarihten söz etmesi, vs.- Türkiye Kürtlerinde tartışmaya ve sorunlara neden olabilir
Tabii benzer bir durum, İran için de söz konusu. Fakat İran yönetici sınıfı, kendi Kürt sorununu görece daha başarılı veya daha az kötü yönetti denebilir. Şii ve İranlı [Persanne] yönetimin varlığına rağmen, Azerbaycanda Türk asıllıların, Batıda Kürtlerin, Güneyde az sayıda Arabın ve Kuzeyde de bir kısım Türkmenin varlığını tanıyor. Aslında genel bir çerçevede etnik sorunu oldukça maharetle yönettikleri bir vakıa
İran İslamî rejimi (Tabii Iraktaki çılgınların İslam devleti değil) tüm baskıcılığına, tüm olumsuz yanlarına rağmen, hiç bir zaman mezhepçi bir fanatizme itibar etmedi. Neticede Sünniler Şii olmasalar da sonuçta Müslüman, dolayısıyla sorun etmenin alemi yoktu onlara göre
Kaldı ki, İslamın tarihsel olarak Yahudilere ve Hristiyanlara toleranslı yaklaştığı tespitinden hareket ediyorlar. Netice itibariyle Iran Kürtlerine karşı da toleranslı bir yaklaşım benimsediler denebilir. Amerikalıların istedikleri yegane şey, bölgenin kaos ortamına sokulması.
Etnik, din ve mezhep temelinde hakları bölmek-parçalamak, güçsüz, zayıf küçük parçalara ayırmak?
Evet, aynen öyle.
Orta-Doğuda, Ukraynada, işte başka yerlerde yaşanmakta olan çatışmalar, savaşlar, düşmanlıklar veri iken, ki, artık bir sıkışma olduğu kesin, sana göre bir dünya savaşı riski var mı? Daha doğrusu, ufukta emperyalist cephenin, şimdilerde Güney denilen tarafla global bir çatışmaya girme riskini kastediyorum? İşte Çinle, Rusyayla bir savaş
?
Evet ve hayır. Zaten hâlen bir savaş var. ABDnin Çine karşı bir atom savaşı planı vardı.
Öyle bir nükleer savaş planı ne zamandan beri vardı?
Aşağı-yukarı 1980lerde. O plan ki, CIA ve şürekası tarafından Reagana sunulmuştu. Önce Reagana, ardından Clintona en sonunda da Hilary Clinton imâ edilmiş görünüyor. Mamafih, Obama biraz daha temkinli. Zira Obama çok pahalıya patlayan askeri müdahalenin, işte 200 bin, 300 bin askeri İranda, Irakda, vs. konuşlanan devasa bir askeri varlığın yükünden çekiniyor. Ama savaş her zaman gündemde ve mümkün. Gelecek yıl 2015 ve yayınlanmış bir CIA raporuna göre -ki, tüm gizli CIA raporları hep yayınlanır
Şöyle önemli bir sonuç çıkarmışlar: Eğer 2015den önce harekete geçemezsek, ondan sonra artık çok geç olacak!
Yani geri dönüşü olmayan eşik aşılmış olacak?
Çünkü Çin öylesine misilleme araçlarına sahip olacak ki, artık bir daha başa çıkma imkânı olmayacak
Ya hemen, ya hiç bir zaman yani
Rusyaya gelince, Rusya için de söyledikleri az-çok aynı. Gerçi Sovyetler Birliğinin militer gücünü kırmayı başardılar, içerde sözde ulusal sorunlar yarattılar, sınırları değişti, vs. ama Rusyanın nükleer potansiyelini yok edemediler. Aynı şekilde Rus ordusunun yenilenmesi potansiyelini de etkisizleştiremediler
Amerikalılar için seçenek şu: Açık bir savaşı göze almalı mı? Evet mi hayır mı? Görünen o ki, o konuda çok kararsızlar
Tuhaf ama böyle bir macera konusunda Avrupalılar, özellikle de bazıları çok daha hevesli
Son soru: ABD başta olmak üzere, NATOcu kampın İslamcı örgütleri( İŞİD İslam Devleti, El- Nusra ve diğerlerini) sadece Orta-Doğuda değil, başka yerlerde de kullanma niyeti olduğu kesin. İslam Devletinin, Halifeliğin ilanı boşuna değil
Bunların Çini ve Rusyayı öncelikle hedef alma ihtimali de çok yüksek görünüyor
Çünkü topun ağzında olan bu ikisi. Zira her ikisinde de bir Müslüman nüfus var?
Bir kere Çin o sorunu çözmüş görünüyor. Birincisi, Çinin ölçeği göz önüne alındığında, oradaki Müslüman nüfus sadece çok küçük bir azınlık. İkincisi, Uygur bölgesinde bile nüfusun yarısı Çinli. Tarımda yapılan düzenleme, sulanan alanların genişlemesi ve göçlerle 50 yıl sonra nüfusun üçte ikisinin Çinli olacağı söyleniyor
Ya Rusya
Orada 20 milyon kadar Müslüman var?
Rusyada farklılaşmış bir durum var. Müslümanlar var ki, ya Rus, ya da Ruslaşmış. Ve bu çok önceleri gerçekleşmiş. Mesela Volga bölgesi Müslümanları Rusçadan başka bir dil bilmiyor. Diğerleri de Sovyetler döneminde, komünist rejim zamanında Müslümanlıktan uzaklaşmış durumda. Aynı Hristiyanların da Hristiyanlıktan çıktıkları gibi
Şimdilerde bir dine dönüş var ama karşılaştığım Rus dostlar, İslama dönüşün yapay (supérficielle) olduğunu söylediler. İnsanlar çok modern. Diyebilirim ki, Oradaki durum Türkiyenin Batısı, işte Trakya ve Egedekine benziyor. Batıda yaşayan Türkler kendilerini Müslüman ilân ediyorlar ama bu onlar için pek bir şey ifade etmiyor.
Doğrusu çok teşekkür ediyorum
* Aydın Ördek, emerging country yi yükselen ülke olarak değil, Tebarüz eden ülke şeklinde ifade etmeyi tercih ediyor. Bkz: Hakan Mertcan- Aydın Ördek, Modern Zamanlar- Bir Varmış bir yokmuş- Fikret Başkayaya Saygı. Ss. 293- 311
Kaynak: ozguruniversite.org
Röportajda çok ciddi bir tahrifat var. Souvereign sözcüğü özerk olarak Türkçeleştirmiş. Bu büyük tahrifattır. Souvereign kendi topraklarında egemen, yani bağımsız demektir. Bu basit bir çeviri hatası değil, bunu ısrarla böyle kullanıyor. Egemen olmayı özerk diye yutturmaya çalışan Başkaya, başka hangi kavramları, hangi sözcükleri tahrif etti acaba? Bu nedenle orijinal metni görmek gerekiyor.