Devrimlerden sonra-Yavuz Alogan
İster burjuva demokratik ister sosyalist olsun, başarıya ulaşan her devrimin zaman içinde bir ikonografisi, bir de bibliyografisi oluşur. Daha sonra gelen kuşaklar, yaşanmış olan devrimleri, o devrimlere katkıda bulunanları ve olayları anlatan teorik ya da olgusal kitapları hep bu ikisine göre seçerler.
Mesela Kemalist Devrimin ikonografisi içinde en önde hep Atatürk ve İnönü görülür. Diğerleri, mesela Kurtuluş Savaşını başlatan altı Osmanlı paşasından dördü ya da devrimin ideologları olan, başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere çeşitli kişiler, sert bir devrimci olan Mahmut Esat Bozkurt bu ikonografide yer almazlar. Devrimin bibliyografyası da aynı şekilde oluşur. Mesela Mustafa Kemalin Medeni Bilgiler adlı kitabı geri planda unutulmaya terk edilir, hatta yazarı hayattayken bile sansüre uğrarken, Nutuk ya da Falih Rıfkının Çankayası öne çıkar.
Bir bütün olarak devrimci marksizmin tarihi de aynı özelliği taşır. İkonografi ve bibliyografinin en katı biçimde oluştuğu ülke elbette Sovyetler Birliği idi. Orada yıllarca sadece Lenin ve Stalin göründü. Devrimin iktisatçısı Nikolay Buharin mesela, ya da Kominternin Yürütme Kurulu Başkanı Grigoriy Zinovyev, hatta Ekim Devriminin askeri ayaklanma bölümünü örgütleyen Antonov Ovseenko; 1905te Petrograd Sovyeti Başkanı, Ekim Devriminin ajitatörü, Kızıl Ordu Komiseri Troçki bu ikonografide yer almazlar. 1936da yazılan SBKP (B) tarihini okuyan biri, devrimin burjuvaziye ve çarlığa karşı değil de her yerden fışkıran işbirlikçi hainlere, revizyonist köpeklere, oportünist alçaklara, beyaz cücelere, Alman casuslarına karşı yapıldığı gibi tuhaf bir izlenime kapılır.
Ama öte yandan Troçkist ikonografide de Stalin yer almaz. Oradan bakıldığında Stalin, Troçkinin deyimiyle renksiz bir gri gölge; başkalarına göre, asyatik bir despot, bürokratların çarı gibi görünür. Oysa arşivler açıldıkça ortaya çıkan Stalin çok renkli görünmekte, hem düşünce hem de eylem düzleminde çok farklı bir ışıkla aydınlanmaktadır. Temmuz günlerinde Lenini nasıl kaçırıp sakladığı, Ekim döneminde Pravdayı nasıl çıkardığı, militanlık döneminde Tifliste bankayı nasıl soyduğu, Rothscild rafinerisinde işçileri nasıl örgütlediği vs. resmi Sovyet bibliyografisinde bile fazla yer almaz.
Aynı durum Çin Devrimi için de geçerlidir. Lin Piao, Maodan sonra ikinci adam durumundayken, hâlâ tam olarak bilinmeyen nedenlerle isyan eder, kaçarken uçağı Moğolistanda düşer ya da düşürülür ve kendisi ikonografiden, kitapları bibliyografiden düşer.
Sayısız örnek vermek mümkündür. 1990larda Sovyet muhalif entelektüellerinin samizdat (yer altı yayıncılığı) geleneğinin öncülerinden, Düşünen Sazlık adlı kitabın yazarı Boris Kagarlitskiynin Sovyetler Birliğinin tarihini bilmemesi, bildiği kadarını da yanlış bilmesi, söz gelimi Deutscherin adını duymamış olması beni çok şaşırtmıştı, ama aslında çok doğaldı.
Peki bu gerekli mi? Bir bakıma evet. Daha doğrusu tarihi bir zaruret. Çünkü devrimler sonsuza dek sürmez, bir noktada mutlaka kendi kurulu düzenlerini, sistemlerini oluştururlar. Yeni yönetici kuşaklar, geçmişe baktıklarında kendi tarihlerini, hayatın ve siyasetin bütün tutarsızlıklarından ayıklayarak toparlama ihtiyacı duyarlar. Bu da ister istemez bir dizi ikon ve yeniden düzenlenmiş, ayıklanmış belgenin ortaya çıkmasına yol açar.
Kübayı bir yana bırakırsak, bugünün dünyasında kendisine sosyalist diyen tek bir ülke yok. Dolayısıyla devrimcilerin, kendilerini geçmişin, söz gelimi Mustafa Kemal sonrasının ya da Sovyetler Birliğinde Brejnev döneminin, Çinde Kültür Devriminin ikonografisine ve bibliyografisine bağlı hissetmeleri için herhangi bir sebep de yok.