Barış Mutluay ile Ziya Yılmaz üzerine: TİPten THKP-Cye, Fatsadan Türkiyeye
1990ların ikinci yarısında başlayan sol-anı kitapları, 2000li yıllarda yaygınlaştı; ancak asıl popülerliğini ise günümüzde kazandı. Sol-anı kitaplığına ilk katkıları genel bir ifadeyle 68liler kazandırdı; 60lı yıllardan günümüze kadar uzanan bir tarihi, kişisel deneyimleriyle aktarmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Sonra bu aktarım dönemine, 1970li yıllarda en genel ifadesiyle solun altın çağına şahit olmuş, bu dönemde çeşitli sorumluluklar almış devrimciler eklendiler. Neyi, nasıl yaptıkları kadar, neyi, nasıl yapamadıklarının da ipuçlarını verdiler.
Bu elbette tamamlanmış bir süreç değil, dönem yapıcılarının tanıklıkları üzerinden çeşitli kavramsallara varmak, çıkarsamalara ulaşmak vb. için daha çok veriye ve araştırmaya ihtiyaç var. Öte yandan, etkileri günümüze kadar uzanan bir tarihi sloganlar ve güzellemeler yahut yaftalamalar dışında değerlendirebilmek için, sosyalist solun yapıcılarının anlatılarını değerlendirmek ve incelemekte yaşadığımız dönemin önemli görevlerindendir.
Aslen 60lı ve 70li yıllardan çağrılan bir isim olan Ziya Yılmaz, Türkiye devrimci tarihi açısından önemli isimlerden birisidir. Ziya Yılmaz, temelde iki açıdan önemlidir: Birincisi, 1960lı yılların ikinci yarısında Karadenizde beklenilenin çok ötesinde yaygınlaşmış / kabul görmüş olan Türkiye İşçi Partisinin etkinliği ile ilgilidir. Kısa bir zaman aralığında Karadenizin neredeyse bütününü kapsayan bir sürecin önde gelen mimarlarındandır, Ziya Yılmaz. Aynı zamanda, 1979-1980 döneminde, sosyalist bir yerel yönetim deneyimine de sahip olacak olan Fatsanın sol zeminin, arka planının oluşmasında önemli etkileri olan birisidir. İkincisi, Türkiye sol tarihinin ana-damarlarından olan THKP-Cnin kurucularından ve önderlerindendir. Öte yandan, 2011 yılında hayata gözlerini yuman Ziya Yılmaz, tüm bu süreçlere ilişkin konuşmamış birisidir. THKP-Cnin bütün eylemlerinde yer almış ve çatışmada yaralı yakalandıktan sonra 15 yıldan fazla bir süre cezaevinde tutulmuş olan Ziya Yılmazın aktardıkları, gerek tarihe ilişkin gerekse de günümüze ilişkin pek çok soruya cevap bulunabilmesine imkân sağlamaktadır.
Tüm bunlara ilişkin, geçtiğimiz günlerde Notabene Yayınları aracılığıyla Barış Mutluay imzasıyla yayınlanan Ziya Yılmaz: TİPten THKP-Cye, Fatsadan Türkiyeye isimli kitap hakkında Sendika.Org için Dolunay Genç konuştu
*
Benzeri anı kitaplarında genellikle iki yöntem tercih ediliyor. Kişi ya otobiyografik bir çalışmayla yaşadıklarını paylaşıyor ya da mülâkatlar aracılığıyla anlatıyor. Sizin kitabınızda ise durum biraz daha karışık görünüyor. Yani, klasik anlamda bir anı çalışması olarak değerlendirilebilecek kısımlar olmasına karşın, belirli açılardan bir araştırma çalışması olarak da değerlendirilebilir. Kitabın başlangıcında da değindiğiniz yöntemsel konuyu biraz açar mısınız?
Öncelikle belirtmek isterim ki, yapmaya çalıştığım şey kitap boyunca Ziya Yılmazın yaşadıklarını ve gözlemlerini anlatabilmek kadar, konunun ve tarihin sadece Ziya Yılmaz olmadığına vurgulamaktı. Elbette anlatılanlar Ziya Yılmazın yaşadıklarıdır ve gözlemleridir. Bu bile başlı başına değerlidir; keza onca şeyi yaşamış ancak sonrasında konuşmamış bir devrimci olarak Ziya Yılmazın aktardıkları tarih açısından, pek çok tartışma açısından ziya_yilmaz_beycelliönemlidir. Öte yandan bu tarih salt kişi yahut kişilerle ilgili değildir, aktörleri olarak onların tarihidir ancak tarihi determinist bir yöntemin ötesinde değerlendirmek gerekiyorsa -ki benim için öyledir- günümüz açısından da kimi çıkarsamalara ulaşmak gerekmektedir. Keza tarih şu anda bile yaşanmaya devam etmektedir. Bu nedenle kitap boyunca, konu bahsi olay, olgu ve süreçlere ilişkin mümkün mertebe ek bilgiler vermeye çalıştım. Bu niyetim, kimi okuyucular açısından fazla akademik bulunabilir ama tarihi kişinin anlattıklarının ötesinde, günümüze uzanan bir hat olarak görebilmek için bundan başka bir yolum da yoktu. Bunun içinde kaynak göstermeden, belirli belgelere dayandırmadan, yöntemsel açıklamalar yapmadan yol alabilmem mümkün değildi.
Öte yandan bu çalışma akademik bir bildiri, sunum vb. değil. Gerek Ziya Yılmazın anlattıkları açısından gerekse de Ziya Yılmazla belirli bir ilişkim olması açısından belirli bir oranda duygusal anlamların olması da kaçınılmazdı. Ki bunu da abes görmüyorum. Nihayetinde tarihi şu ya da bu biçimiyle insan edimler ve bu duygulardan bağımsız değildir.
Kitabın teknik anlamda yazımına ilişkin uzun bir açıklamayı zaten kitapta yaptım, bir de burada ayrıntılı tekrar yapmayayım. Özetle, Ziya Yılmazın farklı kişilerle gerçekleştirdiği sohbetleri belirli üst başlıklarda birleştirdim. İsminin geçtiği yazılı ve görsel eserleri inceledim ve ilgili olduğunu düşündüğüm yerlerde bunları değerlendirdim. Sizin de söylediğiniz gibi, becerebildiğim ölçüde araştırdım ve Ziya Yılmazın anlattıklarını aktarırken, resme daha geniş bir açıdan bakılabilmesini mümkün kılmaya çalıştım.
Solun tarihi açısından bu kitabı önemli kılan nedir? Bize ne anlatıyor, hangi dönemi anlatıyor?
Türkiye siyasal hayatında 1960ların ikinci yarısı ve 1970lerin ilk dönemi belirli açılardan kurucu bir dönemdir. 1960lı yıllara kadar belirli bir sol/sosyalist damardan bahsetmek mümkün lakin 1960lı yıllar itibariyle, özellikle TİPin açtığı yolla toplumsallaşabilmiş bir sol söz konusudur. Bu süreç elbette dünyadaki gelişmelerden, solun evrensel anlamda kitleselleşmesinden bağımsız değildi.
Ben 1960-1980 periyodunu Türkiye sosyalist solu açısından bir tür altın çağ olarak değerlendiriyorum. Bu ifadeyle, elbette her şeyin muhteşem, olağanüstü olduğu gibi bir sonuca varmıyorum. Lakin, Türkiye siyasal hayatının son 100 yıllık tarihi göz önünde tutulacak olursa, sol açısından bu 20 yıllık dönemde meydana gelenler, öncesi ve ardılı tarihlere göre çok daha parlak, kitlesel ve üretkendir.
Ziya Yılmazın anlattıkları bu dönemin genel tartışmalarını, algılarını, düşünce biçimlerine ilişkin çeşitli bilgiler sağlaması açısından önemlidir. Ki, Ziya Yılmaz 68li olarak anılan kuşaktan yaklaşık 10 yaş daha büyük birisidir. Aynı zamanda okullu değil, alaylıdır. Yani, sol ile tanışması her ne kadar 1960 öncesine dayanıyor olsa da, belirli bir pratiğin içinde yer alması -ki bunlar TİP ve THKP-C süreçleridir- öğrenciliğinden çok sonraya, memleketi Fatsaya askerliğini tamamlayıp dönmesinden sonra gerçekleşmiştir. Benim açımdan olumlu anlamda alaylı olması da buradan gelmektedir.
Ziya Yılmazın siyasal anlatımları ise 27 Mayıs 1960 öncesinden başlıyor. 1960 öncesi siyasal atmosferi, gözlemleri ve değerlendirmeleri çerçevesinde aktarıyor. Kitabın asıl odak kısmını oluşturan TİPin Fatsada inşa edilişi ve kitleselliğini anlatıyor. Akabinde, 1968-1970 yıllarında, diğer pek çok devrimci gibi, yeni arayışlara yöneliyor ve THKP-Cyi oluşturacak çekirdekle ilişkileniyor. Hareketin kurucu unsurlarından birisi oluyor. THKP-Cnin bütün eylemlerinde yer alıyor, değerlendirmelerinde bulunuyor. Hareket henüz ilan edilmeden önce, maddi kaynak bulma adına çeşitli banka soygunlarından Mete Hasın kaçırılması ve fidye karşılığı salıverilmesine, 12 Mart muhtırasından hemen sonra gerçekleşen ve aynı zamanda hareketin kamuoyuna ilan edildiği ve o günlerde müthiş bir etki yaratan İsrail Başkonsolosu Efraim Elromun kaçırılması ve infaz edilmesi eyleminden; Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna ve Cihan Alptekinle Maltepe Askeri Cezaevinden firar etmelerine, firar döneminde yaşananlara kadar çeşitli bilgiler paylaşıyor Ziya Yılmaz.
Özetle, kitap aslen 1960 öncesinden 1974 yılına kadarlık bir dönemi aktarıyor. Bu dönemin solun tarihi açısından önemiyse, o dönemde meydana gelen kimi olgu ve olayların izlerinin günümüze kadar uzanmış olmasıdır. Özellikle 1970-71, devrimci tarih açısından bir kırılma noktasıdır ve Ziya Yılmaz bu dönemin önde gelen yapıcılarından birisidir; günümüze kadar konuşmamış yapıcılarındandır
Türkiye Solunun; Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı gibi efsaneleşmiş devrimcilerin, bir devrimci ve tarihi kişilik olmanın yanı sıra pek bahsedilmeyen günlük hayatlarına dair ne gibi veriler barındırıyor?
Kitap açısından önemsediğim kısımlardan birisi de budur. İsimlerini andığınız ve daha niceleri gibi bu devrimciler şüphesiz çok ama çok değerlilerdir. Yaşamı daha güzel kılabilmek için yaşamlarını feda etmekten kaçınmamış; düşünmüş, sorgulamış, yazmış ve düşünsel yaklaşımlarını somutlaştırmak için adım atmış, kısaca eylemekten de kaçınmamış insanlardır.
71 döneminin devrimcileri günümüzdeyse -tüm iyi niyetlerle birlikte- gerçeküstü bir algıya hitap etmektedirler. Nasıl düşünüldüğü, ne için eylemlendiği bazen gözden kaçmakta, sanki tarih öncesinden bahsedilen masal kahramanları gibi aktarılmaktadırlar. Bence bu durum faydadan çok zarara yol açmaktadır. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı vb. isimlerle bütünüyle duygusal bir ilişki kurulması, devrimciliği salt bir inanç biçimine dönüştürmektedir. İnanmak ve bilmek arasındaki epistemolojik fark ise tam burada somut karşılığını buluyor. Bu açıdan, Bandistanın bir şarkı sözünü çok severim: şimdi bayrak üstünde salınıyor, bize miti değil fikri yetiyor. Geçmiş dönemlerin öncü devrimcilerini bu eksende değerlendirebilmenin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Ziya Yılmazın anlattıkları ve anlatış biçimi de bu paralelde ilerliyor.
İşin gerçeği, kitap üzerinde çalışırken en keyif aldığım kısımlar da bu devrimcilere ilişkin insani paylaşımların olduğu kısımlardı. Örneğin, Ulaş Bardakçının son derece espritüel, yaratıcı ve tiyatral yeteneklerinin olduğunu öğrendim. Özellikle cezaevinden firar edildikten sonra Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmazın beraber saklandıkları günlerde, dışarıyla ilişkiyi kurmakta Ulaş Bardakçının daha fazla sorumluluk aldığını öğrendim, Ziya Yılmazın anlattıklarından. Çünkü, Ulaş Bardakçı -tüm diğer özelliklerinin yanında- müthiş bir tiyatral yeteneğe sahipti. Aynı şekilde, firar etmeden önce, Ziya Yılmazla özel ilişkilerinden kaynaklı, Ziya Yılmazın Ulaşa firari ismini verdiğini öğrendim. Keza firar etmeyi bir an bile aklından çıkarmayan bir Ulaş Bardakçı var. Benzer şekilde Mahir Çayan, Yılmaz Güney, Hüseyin Cevahir gibi devrimcilerin insani yönlerini de gözlemleyebildim. Tüm o hengamenin ortasında sohbet etmekten, yeri geldiğinde iki duble içmekten imtina etmediklerini gözlemleyebildim.
O dönemde yapılmış olan çeşitli eylemliliklerin arka planı neydi? Belirli açılardan anlaşılır sebepleri olan silahlı direniş hareketlerinin siyasal etkileri nelerdir? Kitabınız bu sorulara nasıl yanıt veriyor, bizimle paylaşır mısınız?
Aslında Ziya Yılmazın aktardıkları çok temel bir konuya, soruya daha değiniyor: THKP-C salt maceracı bir gençlik hareketi miydi? Cevap çok net olarak verilebilir: Hayır. Çünkü THKP-C bir anda ortaya çıkmış, heyecanlı üniversite öğrencileri topluluğu olmaktan ötedeydi. Bunu söyleme ihtiyacı duyuyorum keza günümüzde, kimi sol-liberal çevrelerde bu minvalde bir algı üretiliyor. Tersinden düşünecek olursak, öyle ya da böyle günümüze kadar uzanan bir THKP-C tartışmasından bahsediliyorsa, bu THKP-Cnin maceracı bir gençlik örgütü olmadığının bir başka cevabıdır. Evet, THKP-C kısa bir zaman aralığında yaşamıştır ama ardından gelen dönemler açısından -ki 1974-1980 aralığı bunun en belirgin halkasıdır- büyük bir etki bırakmıştır. Buradan da gözlemlenebileceği üzere, THKP-Cnin kuruluşundan önce 2-3 yıllık bir ön çalışma vardır. Özgün kavram ve kavramsallara sahiptir. Politik-stratejik hattını bu çalışmalarla, teorik yaklaşımlarla oluşturmuştur. Eğer durum bu olmasa, Ziya Yılmaz gibi yaşı kemale ermiş, Fatsadan kalkıp en sert-radikal eylemlere katılmış birisinin bu çevrede bulunmasını, hatta kurucu unsurlardan birisi olmasını anlamlandırmak da zorlanabilirdik. Aynı şekilde, Orhan Savaşçı gibi askeriye içinde bulunan birisinin yahut Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, İsmet Öztürk gibi farklı sosyal tabaka ve üretim ilişkilerinde bulunan isimlerin THKP-C bünyesinde bulunmalarını anlamak zorlaşır.
Sorunuzun odak noktasına dönecek olursak
Ziya Yılmazın anlatımlarından da takip edilebileceği üzere, 12 Mart 1971 Muhtırası açıklandığı günlerde, nasıl bir yaklaşıma sahip olduğu doğrudan anlaşılamamıştı. Kimi çevreler, bunun sol bir darbe olduğunu düşündüğü yahut uzunca bir süredir bu beklentide olduğu için nispeten daha toleranslı bir yaklaşım sunmuşlardı. THKP-C ise, askeriye içinde bir daha yakalanamayacak ölçüde bir etkiye sahip olmasına karşın, darbe-muhtıra-cunta yaklaşımlarına daha uzak durmuş, Mahir Çayanın teorik çerçevesinde krizi derinleştirme stratejisini izlemişti. Nitekim, 1. Erim Hükümetinin düşmesine yol açacak kimi eylemlerde bulunmuş, Elromun kaçırılması ve infaz edilmesi eylemiyle süreci son derece hızlandırmıştı. Ama öyle ama böyle, koşulların silahlı bir mücadeleye evrildiği, başka bir çalışma biçiminin olanaklı olmadığı tespitinden sonra doğrudan iktidarı hedef alan bir politik stratejiyle yol almıştı, almaya çalışmıştı. Kuşkusuz, günümüz açısından bu yaklaşım yeniden ele alınabilir, değerlendirilebilir. Lakin, sorunuz kapsamında düşünecek olursak, THKP-Cyi dar bir çevrenin macerası olarak görmek, en hafif tabirle haksız ve yanlış bir yorum olacaktır.
Ziya Yılmazın anlatımları da bu eksende değerlendirilebilir. Nitekim Ziya Yılmaz, THKP-Cnin çok daha uzun erimli bir direniş örgütlemek amacında olduğunu, bunun için çeşitli girişimlerin ve denemelerin olduğunu aktarıyor. Mesela Karadenizde uzun vadeli kır gerillası başlatabilmek gibi bir amaçlarının olduğundan bahsediyor. Günümüze kadar üzerinde pek konuşulmamış denemelerden bahsediyor. Aynı şekilde, uzun erimli bir süreçte maddi kaynak ve ilişki geliştirmek için çeşitli iş yerleri açma deneyimlerinden bahsediyor.
Firar gerçekleşmeden önce, başarılı olması halinde firar sonrasında Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmazın Mahir Çayanı yurt dışına çıkarmak gibi bir hedeflerinin olduğundan bahsediyor. Lakin süreç bu şekilde ilerleyemiyor, özellikle Denizlerin idam edilmesini önlemek için başka bir hamle zorunluluğu ortaya çıkıyor ve THKP-C önder kadrosunun bütünü ya imha ediliyor ya da tutsak alınıyor. Bu eksende bakarsak, aslında Mahir Çayanın suni denge kavramsalı ortaya çıkıyor. Çayan, radikal ve doğrudan hedefe yönelen bir direniş çizgisinin süreç içinde toplumsallaşacağını, destekleneceğini tespit ediyor. Bu noktada ilginç olansa, vurdukça kabul görecek bir hareketin destekleneceğini düşünenler, sürecin henüz başında fiilen yok ediliyor ama toplumsallaşma -beklenilenin aksine- bunun üzerine şekilleniyor. Özellikle Anadoluda büyük bir sempati kazanıyorlar ve 1974-1980 kesitinde kitleselleşen sol sosyalist örgütlenmeler açısından büyük bir potansiyel meydana getiriyorlar.
Ziya Yılmazın anlatımları ise bu sürecin nasıl gerçekleştiğini ayrıntılarıyla aktarıyor. Örnek vermek gerekirse, Maltepe Cezaevinden firar etmelerinden sonra şehrin işlek bir noktasında, başka birisini beklediklerinde, yanlarında gazete okuyan sıradan bir insanın firar haberini nasıl değerlendirdiğinden bahsediyor. Gazetede firar haberini okuyan birisi, yanındakilere vay be adamlara bak, helal olsun devletin cezaevinden kaçmışlar gibi bir yorum yapabiliyor. Sempatisini dile getiriyor. Tabi firar üzerine düşüncelerini dile getirdiği kişinin hemen yanında firar edenlerden birisi olması da hoş bir anı oluyor.
Ziya Yılmazın Sovyetik bir çizgiye yöneldiği görülüyor, bu kitap Ziya Yılmazın bu eğilimine ilişkin neler barındırıyor, bize neler anlatıyor?
Bu konu aslında en zorlandığım konulardan birisi
Çünkü elimde fazla malzeme yoktu. Kimi başka çalışmalardan edinebildiğim ölçüde yazmaya çalıştım.
İçerik anlamında sınırlılığı elimde olmayan nedenlerden kaynaklı yaşadım. Ziya Yılmazın 1972 yılına kadarki tarihi olabildiğince ayrıntılı olarak ele alınabilmiş ancak 1972 sonrası kısmı az bilgiyle yazılmıştır. Bunun birincil ve temel nedeni Ziya Yılmazın anlattıklarında 1972 sonrasına ilişkin yok denilebilecek kadar az bilginin bulunmasıdır.
Ziya Yılmazın siyasal süreci 1972 yılında bitmemişti. 15 yıllık cezaevi döneminde, önceki dönemine göre daha az yoğunluklu olmakla birlikte, dönemin Sovyetik düşünme ve değerlendirme biçimine yakınlaşmış ve mücadelesine buradan sürdürmeye çalışmıştı.
Ziya Yılmazın 1990ların ortalarına kadar devam eden aktif siyasal hayatına ilişkin pek bir şey anlatmaması, öncelikle zamanla ilgilidir. Kişisel tarihini anlatmaya başladığı zaman ile hayata gözlerini yumduğu zaman kesiti dar bir aralıktır. Öte yandan, özellikle dağınık biçimde gerçekleşen mülakatlarda, pek çok olaya, hem de kronolojik bir hatta bağımlı kalmamanın rahatlığıyla anlattığı pek çok olaya değinmiş, lakin 1972 sonrasına ilişkin neredeyse hiçbir şey anlatmamıştır. Bu duruma ilişkin benim yorumum; SSCB tezlerini benimsediğini söylediği sürecin Ziya Yılmazda bıraktığı izlerin, TİP ve THKP-C süreçlerine göre daha az olmasıdır. Bu, Ziya Yılmazın 1972 sonrasına ilişkin yaşadıklarının değersizliği, önemsizliği gibi bir anlama gelmemektedir. Ziya Yılmazın anlatıları üzerinde 1972 sonrasına ilişkin oldukça sınırlı bilginin olduğu anlamına gelmektedir. Bu konudaki sınırlılığı, Ziya Yılmazın isminin geçtiği eserlerden, mümkün olabildiğince aşmaya çalıştığımı da belirtmek isterim.
Bu konuda kitapta da değerlendirdiğim bir yorum var. Aynı dönem Niğde Cezaevinde bulunan başka bir devrimci Ziya Yılmaz için o günlerdeki düşünsel hedefinin, bir yandan sınıfa yönelen ama devrimci radikalliği korumaya çalışan; öte yandan eleştiri adı altında reformist bir çizgiye ve devletin yanına düşmemeye çalışan olarak betimliyordu. Bu noktadan bakıldığında Ziya Yılmazın -ve hayatta kalan diğer THKP-Clilerin- çeşitli sorularının olduğu, sorularına cevap bulabilmek adına yeni arayışlara giriştiğini söylemek mümkün. Öte yandan, gelmiş olduğu hareket, Ziya Yılmazın doğrudan doğruya başka bir örgütlenmenin içinde yer almasına pek izin vermiyordu. Elbette bu benim yorumum.
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim