Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Bir “mort fetus” olarak AKP Türkiyesi-Can Soyer  

Son bir haftada tanık olduklarımız, AKP rejiminin gerici saldırılarını son derece yoğunlaştırdığını gösteriyor. Kadınlara yönelik eşitsiz ve ayrımcı söylemin devletin en üst makamlarından idari birimlere kadar rahatlıkla dile getiriliyor olması, eğitimde islamileşmesine dönük çabaların resmileşmesi, Kaç-Ak Saray örneğinde görülen talanın savunulmasında giderek arsızlaşılması gibi örnekler, sözünü ettiğimiz saldırının en açık görünümleri.

Bu evrede sorulması gereken soru ise, AKP rejiminin gerici ve piyasacı saldırıya neden hız verdiği. Bu sorunun yanıtlarından biri, AKP iktidarının doğasını işaret ediyor elbette. Ancak ortadaki tablo, gerici ve faşist bir iktidarın toplumsal yaşamdaki etkisini artırmaya yönelik pratiklerinin doğrusal gelişiminden ötesini, gerici saldırganlıkta niceliksel değil, niteliksel bir sıçramayı da ima ediyor.

Diğer bir deyişle, AKP rejimi, son rauntlara yaklaştığını ve giderek yorulduğunu hissettiği maçta galibiyeti puanla değil, nakavtla kazanmaya; bunun için de rakibini fazla beklemeden yorup pes ettirmeye çalışıyor.

Son günlerde iktidar baskısının ve saldırılarının yoğunlaşmasının ardında böylesi bir stratejinin var olduğunu söyleyebiliriz.

Genel kanı, baskının olduğu yerde direnişin de olacağı yönündedir. Yanlış değildir elbette, ancak tersinden ifade edildiğinde de doğrudur ve bizim içinde bulunduğumuz koşulları açıklamak açısından daha elverişlidir. Yani direnişin olduğu yerde de baskı vardır, var olmak zorundadır.

Direniş, her zaman ve mutlaka, açık bir karşı çıkış anlamına gelmez. İktidarın, dayattığı yönün tam tersi yöne doğru bir irade geliştirmek, güçlü bir direniş biçimidir, ancak tek biçimin bu olduğu söylenemez. Zaman zaman tam tersini yapmamak da, yaparmış gibi görünmek de veya hiçbir şey yapmamak da iktidarın dayatmalarına karşı bir direniş anlamına gelebilir. Siyasal mücadele açısından yeterli ya da anlamlı olmayabilir, ancak bir iktidarın ideolojik hegemonyası ve meşruiyeti açısından dikkate alınması gerekir.

Çünkü ideolojik hegemonyanın esası, susturmak ya da hareketsiz kılmaktan ziyade, belirli bir içerikte ve tarzda konuşturmak ve harekete geçirmektir. Geniş kitlelerin tümüyle hareketsiz kılındığı bir siyasal ve toplumsal hegemonya kendisini yeniden üretemez. Dolayısıyla, iktidar kaynaklı bir ideolojik hegemonya, toplumsal yaşamın egemen pratiklerini kendi içeriği ve tarzı doğrultusunda güçlendirmeye uğraşır, toplumdan belirli bir içerikte ve tarzda, özgün pratikler bekler. Bu anlamda, ideolojik hegemonya kitlelerin edilgenleşmesine değil, aksine etkinleşmesine, iktidarın siyasal yörüngesinde harekete geçmesine dayanır.

Bugün AKP rejiminin karşı karşıya olduğunu iddia ettiğimiz yönetememe krizinin ideolojik kaynakları burada aranmalıdır. AKP, toplumun geniş bir kesimini, idari olarak yönetemediği için değil, ideolojik olarak arzuladığı içerikte ve tarzda hareketlendiremediği için yönetememektedir.

Türkiye halkının son derece geniş bir kesimi AKP rejiminin niteliği hakkında az çok fikir edinmiştir ve bu fikrin değişmesi öyle kolayca mümkün değildir. Dahası, bu kesimlerin, AKP’nin arzuladığı içerikte ve tarzda toplumsal pratikler sergilemesi, bir başka ifadeyle AKP rejiminin hegemonyasını içselleştirmesi hayalden de öte bir beklentidir. Bu anlamda, AKP rejimi, kamu idaresinin anlamında değil, meşruiyet çizgisi bağlamında yönetememekte; deyim uygunsa, kalplere ve akıllara nüfuz edememektedir.

Bu türden bir kriz karşısında devreye sokulacak, hatta varlığıyla daha en baştan böylesi bir krizi önleyecek ideolojik kapasiteye sahip olamaması, AKP’nin çırpınışlarını daha da görünür hale getirmektedir. Çünkü islamcılık, her şeyden önce, Türkiye ölçeğindeki ve gelişkinlik düzeyindeki bir toplumu bütün olarak kapsayacak derinliğe ve zenginliğe sahip değildir. Son derece eklektik bir kurguya ve iç mimariye sahip olan islamcılık, kendisini sürekli negatif önermelerle yeniden üretmek zorunda kalmaktadır. Topluma pozitif bir içerikle seslenemeyen böylesi bir ideolojik hegemonya, yıkıcılık işlevinin yerine getirirken olmasa da, kuruculuk misyonu söz konusu olduğunda çarpıcı biçimde yetersiz ve sığ kalmaktadır.

Ayrıca, islamcı ideolojinin burjuva egemenliği ve sermaye düzeni ile olan bağı, kapitalizmin siyasal iktidarlardan giderek daha fazla beklenti içine girdiği bu dönemde, kolayca gizlenemeyecek ölçüde belirginleşmiştir. İslamcılık, sığlığı ve eklektik niteliği gereği, araçsallaşmaya en müsait ideolojik söylem tarzı olduğu ölçüde, hırsızlık, yalan, baskı, talan gibi iktidar pratiklerinin üzerine örtemeye yetmeyecek biçimde şeffaflaşmıştır.

İşte AKP’nin ideolojik krizinin temel unsurlarını öncelikle bu başlıklar oluşturmaktadır. Türkiye’de AKP rejimi ve genel olarak islamcılık bir tükenişe doğru seyretmektedir. Yani bir rejimin inşasına girişen AKP, daha ilk adımda tükenişle karşılaşmıştır.

AKP Türkiyesi bir “mort fetus”, bir ölü doğum vakası olarak sahneye çıkmıştır.

Bu ceset kaldırılmadıkça bir yandan kokuşmaya bir yanda da zehirlemeye devam edecektir.

yorum2006  |  Cvp:
Cevap: 1
07.12.2014- 04:54

İslami radikalizm, tabii ki Türkiye gibi en azından orta düzeyde gelişmiş bir ülkede toplumu tek tip düşünüye bağlayacak yeterlikte bir ideoloji olamaz. Her tarafından dökülen, Orta Çağ artığı bir düşünce sisteminin modern bir topluma tümüyle nüfuz etmesi düşünülemez. Bu bakımdan Soyer'in saptamaları yerinde. Ancak AKP'nin sonradan görme, yeni zengin-kapitalist ideolojisi, özünde İslamcı kesimin içindeki geleneksel İslami değer yargılarına da zıt düşüyor. Bu kadar açgözlülük, ayakkabı kutularındaki dolarlar, lüks arabalar, uçaklar, zengin ülkeleri bile kendine güldüren 1000 odalı kaçak saraylar v.b. İslami değer yargılarıyla taban tabana zıttır. Yani AKP'nin kendine özgü kapitalizmi İslami değer yargılarıyla da uyuşmuyor. Bu nedenle iktidarda geçirilen 11 yıllık süre ve bu sürede iktidar olanaklarını sonuna kadar kullanmaları ve büyük medya ve para desteği bile yeterli bir taban oluşturmalarına yetmemiştir. Geniş halk kitleleri, değişik kesimler ve katmanlar, hepsi de bunların gelip geçici bir manfaat şebekesi olduğunuı görüyor. Bu arada inançlı Müslümanlar da görüyor tabii. Bunlara yandaşlık eden dar bir kesim var. Bunlar da bu düzenden nemalananlar. Hırsızlar ve her dönemin satılıkları.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 2
10.12.2014- 12:55

Karşı devrimin tescili...-Ahmet Cemal  

Birkaç gün önce sona eren 19. Milli Eğitim Şûrâsı, bir gerçeğin hiçbir kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki ilanı ve itirafı yerine geçti : AKP iktidarının bundan böyle birincil hedefi, 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları ile birlikte tasfiyesi ve geçersiz sayılmasıdır.

Bu bağlamda, Mustafa Kemal’in bütün devrimlerinin – ‘köpekleşme’ benzetmesinde yapıldığı üzere – olabildiğince aşağılanması ve yürürlükten kaldırılması, dünya tarihinde emperyalizme karşı verilmiş ilk savaş olan Milli Mücadele’nin tarih sayfalarından giderek silinmesi, 1923’de kurulmuş olan ulus-devlet’in yerine bir ümmet toplumunun geçirilmesi, ‘Türk’ adının ‘Müslüman’a dönüştürülmesi ve bütün bunların sonucunda – Sayın Başbakanımızın deyişi ile – gereksiz bir ‘parantezin’, yani Cumhuriyet Dönemi’nin tarih sayfalarımızdan çıkartılarak tarihimizin kaldığı yerden – herhalde Mondros Mütarekesi’nden ve Sevr Antlaşmasından! – bu yana tekrar sürdürülmesi, yazımın girişinde sözünü ettiğim ‘birincil hedef’in kapsamındadır.

Dediğim gibi, bütün bunlar, 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etme ve o cumhuriyetin beraberinde getirdiği bütün çağdaşlaşma girişimlerini hükümsüz kılma niyetlerinin açıkça tescilidir.

Peki bu açık ve seçik tescili izleyen zamanlarda neler ola/bilecektir? İsterseniz bunlara da kısaca bir göz atalım:

Her şeyden önce Lozan Antlaşması’nın tarihte Türklerin – yani bizim muktedirlere göre ‘Osmanlıların’ - en büyük ‘toprak kaybına’ yol açan belge olduğu söylemi, yeniden güçlendirilecektir.

Ardından, Mustafa Kemal’in aslında Padişaha ve Halifeye başkaldıran bir ‘asi’ olduğu – belki örneğin bir Damat Ferit’in becerebildiğinden çok daha vurgulu biçimde! – dile getirilecektir.

‘Milli Mücadele’ gibi, sonu bir imparatorluk yıkıntısının üzerinde Türkiye Cumhuriyeti gibi bir çağdaşlık anıtının yükselmesine yol açan bir serüvenin aslında ne kadar gereksiz(!) olduğu anlatılmaya çalışılacaktır.

Yüzyıllar boyunca halkının okur yazarlık oranının yüzde ortalama beşi geçmeyen Osmanlı’dan Anadolu’ya ancak dipsiz bir cehaletin miras kalmış olabileceği unutularak, cumhuriyetin kazanımları yerine sürekli olarak Arap harflerinin ‘Osmanlı Aydınlanması’na olan katkılarından söz edilecektir.

Ve nihayet, laiklik ilkesi yüzünden bir anda dini elinden gidiveren bir halkın bu eksiğinin giderilebilmesi için yaşadığımız topraklarda, Cumhuriyet’in kuruluşundan doksan yıl sonra toplumsal ve bireysel yaşam, tekrara düşünce yerine inanç temeline oturtulacaktır.

……………..

Evet, bütün bunların gerçekliği, birkaç gün önce sona eren 19. Milli Eğitim Şûrâsı’nın kâğıda dökülen hedefleri ile tescil edilmiştir.

Şimdi, tarihte eşi az bulunur bu ‘Karşı-Devrim’in gerçekleşmesine büyük ve ısrarlı çabalarından dolayı, olmayan bir burjuva kültürünün yanılsamaları içersinde zamanlarını neredeyse sadece ‘kaçıncı cumhuriyette olduğumuzu’ anlamaya çalışmak için harcayan, bu yüzden elimizdeki tek cumhuriyetin de köküne kibrit suyu eken ‘burjuva aydınlarımız’ ile, aynı çabayı göstermekte geri kalmayan ve ülkenin her büyük bunalımında çareyi(!) kendi içinde parçalanmakta bulan ‘Türk Solu’na en içten teşekkürlerimi sunmayı çok acı bir borç sayıyorum!

Karşı-Devriminiz kutlu olsun!

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]